Selamlaşmak
Selamlaşmak, karşılaşan insanların birbirlerinin kimliklerini ve niyetlerini anlamanın en kısa yolu olarak büyük önem taşımıştır. Bu nedenle dinsel ve ahlaki kalıplar içine girmiş, toplumsal statünün de ifadesi haline gelmiştir. Selamlaşmanın karşılaşırken iyi niyet, ayrılırken ilahi esenlik içeren sözler içermesi, eski zamanlarda maddi (düşmanlık, soygun), manevi (ruhlar, cinler) gündelik tehlike ve bilinmezliklerin çokluğu ile açıklanabilir. Zamanla resmi, askeri, dinsel biçimleri ayrışmıştır. Selam, kimliğini en kısa yoldan ortaya koyma biçimi olarak İslam kültüründe dinsel bir konu halindedir. Müminlerin birbirlerine selam vermeleri gerektiği gibi, selamın götürülüp getirilmesi de insanın üstüne borçtur. Ebussuûd Efendi “aşk olsun”, “yâ hû” diye selamlaşmayı ehl-i İslam muamelesi kabul etmeyip, haklarındaki hüküm için de “ne lâzım geldiğin ahirette göre” diyerek böyle selamlaşanları Allah’a havale eder ve bu selamlaşmanın, Islamca tayin olunan usûlün beğenilmemesi sonucu ise küfr olduğu kararını verir.
Kime selam verilemeyeceği de ilmihallere konu olmuştur. Örneğin, klasik kaynaklara göre ibadetle meşgul olanlara, satranç türünden oyunlar ve kumar oynayanlara, içenlere ve şarkı söyleyenlere, aşikâr günah işleyenlere, yabancı kız ve genç kadınlara, kadınlara bakanlara selam verilmez. Dört halde ise selam, yalnız bu hal süresince verilmez: “Zevcesi ile meşgul olana, avret yeri açık olana, abdest bozmakta olana, yemek yimekde olana.”
Selamı büyüğün küçüğe vermesi esastır. Böylece güçlü olan zayıfı ‘gözetmiş’ olur. Şehirli köylüye, devedeki attakine, attaki eşektekine, eşekteki yayaya, yaya yürüyene, ayaktaki oturana, az çoğa, efendi hizmetçisine, baba oğluna selam verir denmiştir.
Selam sözcüğü İslam sözcüğüyle aynı kökten olup, selamet, birinden salim olma, teslimiyet anlamlarını içerir. Hıristiyanlıkta da selam ve selamet, ruhsal kurtuluş kavramları aynı kökten (salve) gelir. Selamın sözel bölümü mesleklere, tanışıklık ve dostluk derecesine ve kuşakların yeni modalarına göre kalıplaşmıştır. Örneğin, “kendine iyi bak” ve “görüşürüz” kalıpları, eski kuşaklara “sana belediye baksın” veya “kaçan mı var, ne zaman istersen!” cevaplarını çağrıştıran, İngilizceden çeviri çok yeni kalıplardır.
Selamlaşmanın gövde hareketiyle ilgili yönü bütün toplumlarda belin bükülmesini, elin, başın ve de başlığın hareket ettirilmesini içerir.
El Sıkmak
Eski İslam kaynaklarında elle işaretleşerek selam vermenin Yahudi ve Hıristiyan âdeti olduğu, Müslümanların böyle yapmaması gerektiği yazılmıştır. İslam geleneğine göre Adem’den İbrahim’e kadar insanlar birbirlerine secde ederek selâmlaşmış, sonra boyna sarılma başlamış, Hz. Muhammed zamanında elle musafaha sünnet olmuştur. Musafaha, bağışlama anlamında safh kökünden gelir ki, İslâmî el sıkmakta parmakların eli kavraması yoktur, iki kişi sağ ellerinin avuç içlerini birbirine yapıştırıp iki başparmağın yanlarını birbirine değdirir, başparmaktan kalbe muhabbet geçer.
Böylece el sıkmak hoş görülmediği gibi, musafaha da muhabbet bağışlamak olduğundan, Osmanlı usûlü selamlaşmada temenna, temenni, rica, tazim anlamında eli başa kaldırarak yapılır. Eğilme derecesi saygıya göredir. Temennaların yerden eğilip, el göğüsten ağıza, başa götürüldüğü ‘yerden temenna’ veya ‘kandilli temenna’ denilen türleri de çıkmıştır.
Eski Mısır hiyeroglifinde ‘vermek’ fiili uzanmış el biçimiyle gösterilmekteydi. Babil’de kral yeni yıl - bahar törenlerinde Marduk’tan ‘el alır’dı. Babil’i feth eden Asurlular da aynı âdeti benimsemişlerdir.
Elle selamlaşma ve nihayet el sıkma âdetinin, insanların silah bulundurmalarının olağan olduğu zamanlarda ellerinin boş ve niyetlerinin iyi olduğunu göstermelerinin en inandırıcı yolu olduğu için gelişip benimsendiği savunulmuştur.
El sıkışma Osmanlı ‘alafrangadan arasında başlamıştır, fakat Cumhuriyet’e kadar kadınların eli sıkılmamıştır. Şafi geleneğinde kadınla el sıkışmak abdest bozduğu için benimsenmediğinden, Sultan Ahmed Camii imamının İngiliz hanım misafirinin elini sıkmaması diplomatik hazırlıksızlık olarak nitelenebilir. Abdülaziz’in, misafir ettiği III. Napoleon’un eşi Kraliçe Eugenie’yle çevirmensiz konuşmakta ısrar ederek onu “Toka, kokona” diye karşılaması da herhalde diplomatik çaresizliktir.
Argo toka İtalyanca dokunmak, temas etmek anlamında toccare’den gelir, tocca a te ‘sıra sende’, toccamano el sıkmak demektir. Amerikalıların “Gim’me five!” diyerek ellerini tek veya çift, ayaları tam açık kol boyunca kaldırarak ‘çakmaları, el eleliği değil, kol kolalığı simgeleyen el sıkmanın son biçimi olsa gerektir.
El Öpmek
El öpmek eski geleneğin terbiyeli genç kuşaklardan ısrarla beklediği bir saygı davranışı iken, ortodoks İslam’a göre Mecusi âdetidir ve Müslümanlar âlimler ve ana babalarından başkasının elini öpmezler. Katolik Kilisesi’nde diz çöküp kardinal, piskopos gibi ruhanilerin yüzüğünü öpme geleneği vardır. Papa’nın ise, geleneğe göre, 8. yüzyıla kadar eli öpülürken, bir kadının eline yapışmasından sonra âdet değiştirilerek ayağı öpülmeye başlanmıştır. Ziyaretçiler papanın sağ ayakkabısına işlenmiş haçı öperken, piskoposlar da dizini öperler. Ingiltere’de Kutsal Kitabı öpmeden yemin etme izni 1888’de yasalaşmıştır. Yasanın çıkmasında ateist Charles Bradlaugh’ın da katkısı olmuştur. Bradlaugh 1880’de milletvekili seçilince uygulamaya karşı mücadele yürüterek, bu süre içinde üç kez daha seçilmiş, ancak 1886’da yemin etmeden Avam Kamarası’na kabul edilmeyi başarmıştır.
Bizans’ta patrisyen imparatoru göğsünün sağ yanına elini koyarak selamlar, imparator da onu başından öperdi. Geri kalanlar sağ dizlerini yere koyup eğilir ve çekilirlerdi. İmparatoriçe selamlanmazdı. Prokopius’a göre (Gizli Tarih, çev. Orhan Duru, 1990) 6. yüzyılda Iustinianos imparator olunca patrisyenlerin bile yerlere kapanması, kol ve bacaklarını açıp ayak öpmeleri âdet oldu. Theodora da kendisinin aynı biçimde selamlanmasında diretti. Müslüman saraylarında da el, ayak, yer öpülmesi âdeti kabul edildi.
Osmanlı sarayında bayramlaşma töreninin bir parçası, padişah tahtından uzanan saçağın öpülmesiydi. Saçak büyüklerden biri tarafından tutulur, başta sadrazam olmak üzere rütbe sırasına göre öpülür, bazıları padişahın eteğini, ayağını öper, temenna ederek geçerlerdi. II. Abdülhamid döneminde saçağı ölünceye kadar Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa tutmuştu. Mehmed Reşad padişah olunca Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey ve bazı mebuslar saçak öpmedi. Basında leh ve aleyhte birçok yazı yazıldıysa da, bundan sonra âdet resmi bir karar alınmadan kaldırıldı.
El öpmek gündelik yaşamımızda büyüklerin yanında ayakların uzatılmaması, bacak bacak üstüne atılmaması, sigara içilmemesi gibi birçok yasakla birlikte erime sürecine girmiş ve eli öpülecekler azalmışken, siyasal yaşamımızda ‘baba’ geleneği ile birlikte devam etmektedir.
Şapka Çıkarmak
Selamla şapka arasındaki ilişki, Asur dönemine kadar gider. Asurlularda esirlerin yeni fatihlerine saygılarını soyunarak göstermesi gerekmekteydi. Eski Yunanlılarda da yeni kölelerin bellerinden yukarılarını soymaları gerekiyordu. Başın açık olmasının teslimiyet anlamına gelmesi o kadar yaygınlaşmıştı ki, dinsel bir anlam içererek Tanrı karşısında duruşu da etkiledi. Yahudi geleneğinde erkeklerin Tanrı huzuruna başı açık çıkmaları hoş görülmeyip saça küçük takkeler iliştirilirken, Hıristiyan geleneğinde erkeğin başı örtülü, kadının başı örtüsüz dua etmesinin insanı küçük düşüreceği inancı kurumsallaştı. Ortaçağ Avrupa’sında serfin lorda itaatini belirtme yolu başını açmasıydı. Hıristiyanlığın benimsediği baş açma usûlü, kiliselere başı açık girme kuralının konmasını gerektirdi. İnsanlar, saygı ifadesi olarak şapkalarını çıkarmaya başladılar. Selamlaşmada büyüğün küçüğü görmesi gerekirken, küçük büyüğe şapka çıkarıyordu. Zamanla şapkanın çıkarılması yerine hafifçe kaldırılması ve nihayet elle kaldırılacakmış gibi tutulması ve sonunda şapkaya dokunulması selam ifade eder oldu.
Şapka kanunu kabul edildiğinde şapkayla nasıl selamlaşılacağı da tartışılmıştı. Cambridge Üniversitesinde Türkçe hocalığı yapmış olan Halil Halit Bey Ingiliz usûlü, şapka çıkarmadan el başa götürülerek selamlaşmanın kabul edilmesini önermişti. Ama Alman usûlü şapkayı çıkarma ve eğilme biçimi benimsendi. Gene bu biçime bağlı olarak, bir büyük karşısında şapka çıkarıldıktan sonra, o zat şapkasını başına koyduktan sonra da, Adnan Adıvar’ın deyişiyle “huzurunuzda başımı açar, ağzımı kaparım ve belki de bir nezle kaparım" anlamını vermek için, başı açık durmak kuralı benimsendi.
Üzüntüde başlığın yere çalınması, sevinçte havaya atılması Eski Dünya’nın paylaşılan duygu ifadelerinden olduğu gibi, külâh kapmak, külah etmek deyimleri de başlıkla mevki arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Başlığın yerinde durması yerini ve kendini bilmenin sonucu olduğundan, Osmanlılarda başlığın, son dönemde fesin, şapkanın tersine, kapalı yerlerde de çıkartılması ayıptı. Akraba ortamında bile büyüklerin yanında fes çıkarmak görgüsüzlüktü. Statü belirleyen giyimin kategorilerinden biri ‘başıbozuk’ olduğuna göre, başlığı çıkarmak da belirli yerlerde mümkün olabilirdi. Bugün de devlet teşrifatında, kadın, cenaze, bayrak görüldüğünde şapkalı ve şapkasızların nasıl davranacağı bilinmesi gereken kurallar arasındadır.
Kucaklaşmak, Öpüşmek
Sinemalarda haber saatleri varken, Arap zirvelerinde liderlerin kucaklaşıp üç defa öpüştüğünü, Sovyet liderinin uzaydan dönen kozmonot Gagarin’i ağzından öperek nasıl coşkuyla kutladığını görmüştük. Yukarıda anlattığımız Abdülaziz - Kraliçe Eugenie buluşmasında, Eugenie padişahın annesini öpmek istediğinde Valide Sultan buna izin vermemişti. Kraliçe de Valide Sultan’ın kahvesini sağlığa zararlı diye içmeyince Abdülaziz annesine çok kızdı ve Sultan Hanım gidip kraliçeyi öptü.
Kitabı Mukaddes’te Esav için “onu kucakladı, ve onun boynuna düşüp onu öptü” (Tekvin, 33: 4), “Pavlus’un boynuna düşüp kendisini öptüler” (Resullerin İşleri, 20:37) diye dramatik selamlaşmalar anlatılırken Romalılara Mektup’ta (16: 16) “Birbirinize mukaddes öpüşle selam edin” öğüdünde bulunulur.
Dünyada burunları birbirine sürtme, yüze tükürme, nanik yapma gibi çok farklı selamlaşma âdetleri var. Bizde de, insanların, samimiyet derecesine göre el sıkışma, yanaklardan öpme ve sarılıp öpüşme söz konusu. Yarı resmi aile buluşmalarında da erkekler erkekleri, kadınlar kadınları yanaklarından öpüyor, öper gibi yapıyor, karşı cinslerin yalnız eli sıkılıyor. Kırsal kesimde kadın erkekle karşılaştığında arkasını döner, yüzünü kapar ve çömelirdi. Kapalı mekânda ise kadının yabancı erkekle karşılaşması zaten söz konusu değildi. Aile içinde kucaklaşmak vardı ama kamuya açık yerlerde değil. 30’lu yıllarda konu tartışılmıştır. Modem Adâbı Muaşeret (1939) kitabının yazan Süheylâ Muzaffer konuyu ‘Sarmaşma Muaşereti’ başlığıyla inceler: “Bizde dudak daima aşk için bir vasıta sanılmış ve buradan öpmek için gizlilik şart kılınmıştır. Halbuki Avrupa milletlerinin muaşeretinde hadise böyle değildir. Dudak da el gibi ve belki elden çok daha yakın bir selamlaşma vasıtası halindedir. Ayrılırken kocanın karısını, ağabeyin kardeşini, evladın annesini öpmesi pek tabii bir hareket olabilir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi bizde henüz bu usûl taammüm etmemiş bulunduğu için kalabalık yerlerde, şurada burada kadınla kızla sarmaşmak kat’iyen doğru değildir. Hususi hayatınız için de nasıl kucaklaşmak lâzım geldiğini öğrenmeğe ihtiyaç yoktur. Ancak bazı vaziyetlerde erkeklerin biribirlerile kucaklaştıkları görülmektedir. Bu caizdir. (...) Öpüşmek fazladır. Yalnız sarılıp sağa ve sola doğru kısa ve seri hareketler yapmak kâfidir. (...) Hâlâ şark memleketlerinin, milletlerinin bazılarında el selamından fazla kucaklaşma caridir. Fakat garba doğru ilerledikçe bu usûlün terkolunmağa başladığını görürüz. Bence artık kucaklaşmağı çok hususi ve mahrem zamanlarımıza bırakmalı ve cemiyet münasebetlerimizden kaldırmalıyız.”
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder