Alkışlamak, Tezahürat
Alkışlamak, Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre Abdülaziz’in 1863 Mısır seyahati sırasında birdenbire ortaya çıkmıştır: “Öteden beri Avrupa hükümdarlarına halk tazim için alkışlar edegelip halkın sükutu hükümdar hakkında iğbirar-ı umumiye [genel kırgınlığa] delalet edegeldiği halde Memalik-i mahrusede bi’l’akis ahalinin samt u sükutu [susma ve suskunluğu] salatin-i Osmaniye hakkında edille-i tazimiyeden madud [saygı duymanın delillerinden kabul edilmiş] iken bu seyahat-i Mısrıyyede örf ü âdet-i belde defaten mütebeddel olarak [değişerek] Avrupa usûlüne münkalib oluvermiştir.” Padişah da alkışlardan memnun olup “Mısır ve İzmir’de gördüğümüz eser-i meyi ü mahabbeti İstanbul sekenesinden görmedik,” deyince, alkışlar İstanbul’a dahi sirayet edip İstanbul ahalisi dahi alkışlamışlardır (Cevdet Paşa, Tezâkir, Tezkire 19).
Eski ittihatçı, İstanbul evlendirme memuru, ulemadan Ubeydullah Efendi de gençliğinden dem vururken, “...bir alkış kıyamettir koptu. Ben sürurumdan hıçkırığa tutuldum. Hâlâ o şanlı dakikanın sevincini sinemde saklarım. O zaman bir kimseyi alkışlamak için el çırpmak âdeti yoktu. Sağdan soldan ‘ahsenet, lâfız-ı fevk, aşkolsun, herif babasının oğlu’ gibi sözlerle beni alkışlıyorlardı,” (Ubeydullah Efendinin Amerika Hatıraları, haz. Ahmet Turan Alkan) diyerek el çırpmadan önce alkıştan ne anlaşıldığını ortaya koyar. 1858 doğumlu Ubeydullah Efendi, mecliste şiir okuyup ‘alkışlandığında’ on sekiz, on dokuz yaşlarında olduğunda göre, yıl 1876-77’ler olmalı. Yani Abdülaziz’in gezisinden 13 yıl sonra İzmir’e el çırpmak henüz girmemiş ve yaygınlaşmamış. Ahmet Vefık Paşa Lehçe-i Osmanide (1876) ‘alkış’ı “tekrar tekrar sayha, velvele etmekle olan tahsin, avaze-i tebcil, ala! alahay!”, ‘alkışlamak’ı “çok yaşa diye alkış etmek” diye tanımlayarak geleneksel biçimi aktarır.
“Sükut ikrardan gelir” sözünü hepimiz biliriz ama çağımız görüşümüzü onaylayıcı yönde de olsa kuvvetle savunmayı medeni cesaret sayıyor. Latince plaudo sözcüğünün tokatlamak, vurmak, basmak, çarpmak, kanat çırpmak, alkışlamak, el çırpmak, tasvip etmek, onaylamak, hoşnut kalmak kavramlarının kökü olduğunu bilince, Tanzimat sürecinde oluşturulan danışma meclislerinde çağrılı üyelerin terbiyeleri gereği ‘had’lerini bilerek yüksek devlet ricali yanında ‘siz bilirsiniz, sayenizde’ anlayışı ile ağızlarını açmayıp, kendilerine danışmanın mümkün olamadığını anımsamamak mümkün değil. 1869 yılında yayın hayatına başlayan ilk çocuk dergisi Mümeyyiz, “Bizim çocuklarımız (...) birkaç adamın yanına çıksalar Van kedisi gibi vahşi vahşi dururlar, söylenen lakırdıyı anlamazlar ve bir şey sorulsa cevabını vermezler” diye şikâyet ettiğine göre, ‘sükut altındır’ anlayışının değiştirilmesi çabası, alkışın memlekete giriş tarihiyle başlıyor.
Alkış sözcüğü “yaruk ay tenrige alkışta” (parlak Ay Tanrıyı alkışda) örneğindeki gibi Tanrıyı ululamak anlamını da içerirken, kutsamak, yüceltmek, övmek, hayır dua etmek anlamlarına gelmiştir. Budist metinlerde ve Müslümanlığın ilk dönemlerinde sena, dua ve zikr anlamlarında da kulllanılmıştır. Her durumda el hareketi olarak görülmemektedir.
Oysa Lale devrinin şairi Nedim “heman alkış sedasın andırırmış çağlayan sular” mısrası ile, alkışın sesli olması arzusunu da hissettirir. Klasik Osmanlı protokolunda padişah alaylarında halk sessiz seyrederken, hayır dua ve ululamayla ‘tezahürat’ yapan özel görevliler vardır. Tanzimat’a kadar padişah ve vezirlerin alkışlanması için kalabalık bir alkışçılar grubu ve başlarında çavuşları vardı. Bunlar, padişah tahta oturduğunda, ‘ömr-ü devletinle bin yaşa, maşallah, avnullah, uğurun açık olsun, gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ diye “bülend âvaz ile duahan olurlar”dı. Bu bağrışmaya alkış denirdi. Alkışçılar protokol görevi de yapar, teşrifatçı efendinin işaretiyle nakibüleşraf gelince ‘hareket-i hümayun, padişahım, devletinle bin yaşa’ diye bağırırlar, padişah ayağa kalkarak İstanbul kadısına kadar olan görevlileri ayakta karşılar, sıra müderrislere gelince alkışçılar ‘istiharat-ı hümayun, padişahım, devletinle bin yaşa’ diye bağırdıklarında, padişah otururdu.
Tanzimat’tan sonra vezirlerin alkışlanması kaldırıldığı gibi, alkışçılık hassa hademesinin işi olmuştu. Sekiz on kişiden ibaret bu görevliler, sarayda Mehmed Reşad’ın başkâtipliğini yapan Halit Ziya Uşaklıgil’in anlatımına göre, “halka halinde toplanırlar ve gür sesle bir şeyler söyliyerek alkışlarlardı”. Bu gulgulenin ne olduğunu ve ‘gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ mı diyorlar diye merak eden Halit Ziya, soruşturduğunda “yardımcın Allah ola, yaşın uzun ola” diye başladığını öğrenir ve “kim bilir nasıl biter” der.
Alkışın sivilleşmesi futbol maçlarıyla oldu. 1908’den itibaren çekişmeli İstanbul takımlarının maçlarında tezahürat ve alkış başladı. Cumhuriyet’ten sonra alkışlanacak kişiler arttı. Gazinolarda şarkıcılar, sinemalarda kahramanlar alkışlandı. Gerçi önce beğenilen sanatçıya “gözün oynasın”, “anan öle” gibi nazara karşı lafendazlıklar veya sinemada iyi ve kötülerin mücadelesine gerçekten taraf olma gibi saflıklarla başlandı ama sahne sanatları alkışsız olmazdı. Zamanla, maç tezahüratının (1926’da yayınlanan haftalık spor gazetesinin adı Şa Şa Şa’ydı), siyasal propagandanın özel tarihi oluştu. Çok partili siyasal yaşamın, Bölükbaşı’nın da şikâyet ettiği gibi, en fazla meydan nutukları sevildi.
Son günlerde alkışlar tam yerini bulmuyor gibi. Kuran okuma yarışmalarında yarışmacıların alkışlanması yöneticiler tarafından engellenerek, maşallah demeleri isteniyor; bazı cenazelerin peşinden alkışlanarak gidiliyor.
Kargımak, Yuf Çekmek
‘Kargışlamak’ biçimiyle de Anadolu ağızlarında yaşayan sözcük alkışlamanın tersi, “incitmek, sokmak, beddua etmek, ilenç, lanet etmek” (Ahmet Vefik Paşa) anlamlarındadır. Alkış gibi kargışlar da kalıplaşmış biçimleri ile atasözleri, deyimler gibi folklor konusu içine girerler. Kalıp halleri ile dua ve büyüyle benzeşirken, günlük duruma ilişkin beylik sözler olarak küfüre yanaşırlar ve yaratıcılığa bağlı olarak halk edebiyatı, anlatım gelenekleri içinde yer alırlar. “Annenin bedduası tutmaz, babanınki tutar” inancı, büyülük özelliğinin dışavurumudur.
Canı yanan bir insanın “Allah sana uyuz versin de tırnak vermesin” veya malı çalınanın “Haram olsun hart olsun, karaciğerine dert olsun” diye ilenmesi ancak sözün gücüne inanan bir toplumun heyecanıyla açıklanabilir. Atasözü ve deyimlerle, atma türkülerle konuşan toplumda, kafiye ve aliterasyonlu söz dağarcığı zengin, böyle üretilen kalıplar anlatım zenginliği ve görgü kuralları açısından kolaylaştırıcıdır. “Bir yastıkta kocamak”, “Analı babalı büyütmek”, “Halil İbrahim bereketi vermek” gibi alkışlarla, “Yağlı kurşuna gelesin” kargışı arasında kategorik fark yoktur. Şimdi sloganların yaratmaya çalıştığı ses de aynı kategori içine girmektedir.
Alkış toplumsallaşırken, kargış kocakarılara kalmıştır. Bugün kargışın yerini protesto aldı. Eskiden yuhalamanın karşılığı ‘yuf çekmek’ti. Bu deyimin aslı ‘yuf borusu çekmek’tir ki, yuf borusu kerranay’ın küçüğü, nefir de denilen boynuzdan bir borudur ve dervişlerce çalınır. Kerrenay, Evliya Çelebi’ye göre eşek sesine benzer ses çıkaran, IV. Murad’ın Revan’dan getirdiği bir çalgıdır. Bu aletle birlikte mehter takımının sazları arasında bulunan nefir ise ‘yuf’la daha ilgilidir: Nefir sözcüğü aslen cemaat demektir, nefir borusu canlarına, mallarına, çoluk ve çocuklarına saldırmak üzere düşmanın gelmekte olduğunu belde halkına haber vermek için çalınır ve o belde halkından gücü yetenlerin (nefirin) üstüne cihat farz olur; nefer sözcüğünün kökü de budur. Nefir borusu içerik olarak yuf borusunu açıklamakla birlikte, sözcüğün kendisini açıklamıyor. Nefes almak için açılmış dar, küçük pencerenin adı da ‘yuf deliği’dir. Ahmet Vefik Paşa sözlüğünde yuf’u “boş, nafile” diye açıklar ve yuf borusu çalmak dışında yuf olmak, yufa gitmek, yuf sana, yuf olunmak kullanımlarını verir. Ayrı madde olarak aldığı yuha’nm anlamı ise “terzil için bağrışma, yuhaya tutmak, yuha çağırmak”tır.
14- yüzyılda Aşık Paşa’nın Gartbname’sindeki “Yoksa ger hayvan hu-yiysa hu sana/ Adem iken hayvan oldun yu sana” beytinden başlayarak, borulu ya da borusuz yuh çekilmektedir.
Küfür
Küfür Arapça örtme ve gizleme, nankörlük anlamlarından Allah’a ve dine ait şeylere inanmama anlamıyla İslâmî bir terim olan küfr’ün çoğuludur, kefere ve gavur sözcükleri de buradan gelir. “Dinime küfreden bari Müselmân olsa” deyişince, kafir küfrü hak eder ve küfürbaz, Farsça ‘oynayan’ anlamında baz ekiyle yapılmış, Arapça Farsça bileşik isimdir.
Bozkurt Güvenç’e göre, dünyanın en küfürbaz insanları, İspanya’yı geride bırakan Meksikalılar ile Türkiyelilerdir.
Küfürün öznesiyle nesnesi arasındaki ilişki küfürün etimolojisinde sırıtıyor, dolayısıyla hakaret kişisel kalırken küfür toplumsallaşıyor, edebiyatı ürüyor. Toplumun belki en çok da şehirli, kozmopolit, yani yüz yüze ilişkileri kısıtlı ve zoraki kesimleri belirli sözcükleri tabu kılarak sulh oluyor ve görgü kurallarını yaratıyorlar. Onlara nazik ve kibar deniliyor. Onlar annelerinden öğrendikleri ‘don’ sözcüğünü ‘külot'la değiştiriyorlar. Sözcükleri sürekli aşınıyor çünkü ‘hoş olmayan’ gerçeklik değişmiyor. Çok katmanlı toplumun katmanlaşan küfür edebiyatında da gerçek küfürbazlar, küfretme hakkını kullanmak isteyenler, sosyalleşmek isteyenler ve sosyalleşmek zorunda kalanlar gibi kategoriler doğuyor.
Söz dağarcığında ayıp sözcük listesi çok kısa olan kırsal kesimin, küfür edebiyatı da fazla gelişmemiştir. Örneğin, Doğu Karadeniz’de erkeklerin küfretmesi ciddi bir olay olduğundan onlar küfretmezler, kadınlar küfreder. Şehirler ise, sözcük hâzinesi binin altında bulunan ve bunun içinde küfür sözcüklerinin oldukça fazla yer tuttuğu alt katmanlar üretiyorlar.
Küfürün bir de işaret dili var. 70’li yıllarda “haydi bastır” futbol sloganıyla alenileşmeye başlayan, komedi filmleriyle iması şakalara giren standart el hareketi hakkında ‘Merdivenin Altından Geçmek’ maddesinde bilgi var. Kitabı Mukaddes’ten bu hareketin îsrailoğulları tarafından bilindiğini öğreniyoruz: “Eğer boyunduruğu, parmak uzatmağı, ve fesat söyle meyi ortanızdan kaldırırsan, (...) o zaman karanlık içinde ışığın doğacak...” (İşaya, 58:9 -10).
Parmak hareketinin biçimi çevirilerde kayboluyor. Örneğin, Kitabı Mukaddes'te Süleymanın Meselleri’nde (6: 12-13) “parmaklan ile anlatır” çevirisinden kastedilenin küfür olduğu tam anlaşılmıyor. Aristophanes’in kullandığı sözcük de daktylos, yani parmaktır: Aristophanes’in Bulutlar adlı tiyatro oyununda (IÖ 423) Sokrates oyunun kahramanı Strepsiades’e müzikteki usûl ve ölçüleri anlatmaya çalışırken, o parmak usûlünü bildiğini söyler, “Eskiden ben daha çocukken [orta parmağını göstererek] bunu kullanırdım.” Aristophanes kahramanını Sokrates’e azarlatırken, seyircilerinin de gülmesini beklemektedir, biz de küfür işaretinin parmak olduğunu anlarız. Romalılar digitus irıfamis (meşum parmak), Hıristiyan teologlar da digitus destirıare (işaret parmağı) terimini kullanmışlar. Dolayısıyla, hareketin bugün Amerika’dan bize gelen biçiminin Batı’da çok eski olduğu ve Anadolu ile oldukça eski tarihlerde ayrışma yaşandığı anlaşılıyor. Yalnız Rönesans İtalya’sında hareket bütün kolla yapılıyor, adı da vaffarıculol L a f Ebeliği insanların sözlerini dinletebilmeleri için amaçlarının toplumsal netliği ve kabul edilebilirliği ile toplumsal ortamları arasındaki ilişkinin öznel'likten nesnelliğe doğru devinme içermesi gerekir. Eskiçağda retorik bu tür ilişkilerin doruğu olarak sanat sayılmıştır. Konuşmanın, konuşanın alışkanlıklarından uzaklaşıp sanatsallaştıkça etkisini artırması beklenir. Ancak tepki her zaman, olguların önceden kestirilebilirlik oranıyla ilişkilidir ve bu oran büyü ve esrime* ile artırılabilir. Ama gelenekselleşen, kalıplara dökülen aktarımlar marjinalleşir veya içleri boşalır. Veya Aristoteles mantığının temel kıyaslarına başvurularak orta yol tutulur.
Günlük yaşamda insan tanımak çoğu kez güvenilirlikten uzak bir var sayımdır. Statü toplumundan liberal, her türlü toplumsal bağ ve nirengiden koparan bireyselliği zorlayan burjuva toplumuna gidiş, ilişki yoğunluğunu artırırken, güvenilirliği azaltmıştır. Bilim ve sanat dillerinin yani üst-dillerin oluşumunun ve kültürel/ideolojik egemenliğinin ‘akıl çağı’ modernizm dönemindeki işlevselliği burada aranabilir. Bu süreç Batı Avrupa’da bilgi kuramı, matematik, psikoloji ve sosyolojiye yönelimi zorlarken, Osmanlıda günlük yaşamın pratik sorunlarına, devlet-felekle ilişkiye yönelindiği için, estetik, ahlak felsefesi, şiir, atasözleri ve mesel -kıssalı hisseler- her zaman canlı olmuştur. Bu nedenle günlük dilimiz, özellikle tartışma uslübumuz ‘laf beğendirme’, ‘laf ebeliği’ üstüne kuruludur.
Her şey piyasaya çıktığı ve sistem açısından ürün farklılaştırmaktan öte işlevselliği bırakılmadığı zaman dille sözün bağı kopar. Herkesin haklı olduğu post-modern çağda ‘söylem’ kavramının günlük dile girmesinin kökeninde de bu vardır.
Kalıp sözlerin, deyim niteliği ve anlatım zenginliği kazanamamış, durum aktarıcılığı düzeyinde kalmış olanları, Umberto Eco’nun adlandırmasıyla ‘gereksiz şifreleme’nin bir gömlek sanatsallaşmışı, “sonra, soğan doğra”; “para peşin, kırmızı meşin”; “yapma, yapma değil Avrupa” gibi basit muhaverelerden “onu öyle demezler”, “ayağımın altı pekmez” çocuk tekerlemelerine, tavlacıların “penc ü se, severler güzeli genç ise” uğurlarına, fasulyecinin “koy tencereye çık pencereye”, Mahmut Paşa esnafının “allı verelim morlu verelim” diye soluklanmalarına, Yeşilçam’ın “tak fişi bitir işi” zevkine, Ziya Gökalp’in “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” düsturuna ve Oktay Rıfat’ın “Peyami Sefa adında biri/ Tatara titiri” şiirine kadar örnekler, her yaşa, mesleğe, zekâya hitap eden, kulağını tersten gösterme, eğretileme sanatsallığının günlük yaşamdaki yaygınlığını gösterirler. Küfürbazlar gibi laf ebeliğinin de ustaları vardır (Karagöz ve Orta Oyunu sanatsallaşmış biçimleri) ama genel tüketimi ile içeriği dolaysız, anlatım biçimi dolaylı olan bu kalıp sözler, hem türün üyesi olmayı, hem irade-i cüzîyi ifade etmekte, günlük, sıradan olan karşısındaki devinimsiz esrimeyi, öznenin nesnelleşmesini ifade etmektedir. Göstergebilimin terimleriyle dille konuşma arasındaki diyalektiğin bu kadar zengin ve her toplumsal katmana göre çeşitlenmiş ara aşamalarının oluşması başlı başına inceleme konusudur. Nasreddin Hoca’nın absürd fıkraları bu deneyimi aktarır: “Bir gün Hoca ile balık avına giderler. Suya ağ salarlar. Hoca götürür, kendüyi ağ içne atar. Ayıtmışlar: ‘Hay Hoca’ N ’eylersin?’ ‘Vallahi ben beni balık sandum’, demiş,” (Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, 1996).
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder