Görgü kuralları yerine eskiden adâb-ı muâşeret denirdi. Muaşeret birlikte yaşama, geçinme anlamına gelirken, adâb edeb’in çoğuludur, terbiye, yol, yöntem anlamına gelmektedir. Edeb iyiye, güzele davet anlamını içerdiği gibi, muâşeret’le aynı kökten gelen işret’in içki içme anlamına gelmesine paralel biçimde, düğün yemeğine çağırmak anlamını da içerir. Yani görgü, öncelikle yemesini, içmesini, konuşmasını bilmek demektir. Adâb, içerdiği yaşam biçimi ve edebiyat anlamlarıyla Osmanlı bürokratının niteliklerinden biri haline gelmiş, defterdara veya nişancıya bağlı dairelerden birine ve dolayısıyla bir ‘hamiye ‘intisap’ eden kâtiplerin, bir gün vezirlik rüyası görebilmesi için, güzel yazı yazmak yanında Türkçeyle birlikte Arapça, Farsça, din, tarih, coğrafya bilgileri kadar belirli eserleri ve özellikle üç dilde de edebiyatı iyi bilmesi zorunluluğunu ifade etmiştir. Osmanlı klasik çağının Osmanlı kültür ve kimliğini yaratan rüknlerinden biri işte bu ‘adâb sahibi’ kalemiyye sınıfı olduğu gibi, Osmanlı yenilenmesinin ve Tercüme Odası ile meşrutiyetçi kuşakların babası da aynı dairelerin yarattığı ortamdır.
Halk, inançları, görenekleri ve görgüsüyle, kullandığı eşyayla, batıl inanç, taassub ve ilkel bir düzeye ait donanım içinde kabul edildiğinde, adâb'i muâşeret modernliğin, seçkinlerin, aydınların yaşam biçimini belirler olmuş ve kültür ve ahlak tartışmalarını da içerir hale gelmiştir. Alafranga -Frenk usûlü- Tanzimat’la başlayan bir yönelişse de, İstanbul’da Batı biçiminin etkili olmaya başlaması, İngiliz ve Fransız askerlerinin müttefik olarak İstanbul’a geldiği Kırım Savaşı’yla (1852-56) olmuştur. Batılılaşma kavramının modernleşmeyle özdeşleşmesi ise 1890’lara kadar uzanır. 1894 yılında Ahmet Mithat Efendi Avrupa’da Adâb-ı Muâşeret yahud Alafranga adlı eserini yazdığında, Batı’da görgü kurallarının ikilik içinde olduğunu sergilemeye çalışarak, eleştirel bir tutum geliştirmeye çalışır. Ahmet Mithat Efendi’nin tanımıyla radikaller -efkâr-ı cedîde-için “bir şeyin fena olması hususunda yalnız eski olması bürhân-ı kâfidir.”
Ahmet Mithat Efendi’nin eserinde bulunan konulara bakıldığında, bugünün ‘şehirli’ yaşamının ilk kurallarını oluşturan Osmanlı seçkinlerinin alışkanlıkları ile Avrupa etkisine giriş sürecine ilişkin önemli ipuçları bulunmaktadır. Açıklama ve öğütler arasında şunlar da vardır: ‘vestiaire’ yalnızca ‘vestibule’e konulur oysa Osmanlı konaklarında salona kadar taşınmıştır. Salonda şöminenin sağ tarafına yerleştirilen koltuk evin hanımına aittir. Salonun ortasına konulan masa ve sandalyeler ise yemek için değildir. Salona divan konulmaz. Komodin ve konsollar da salona konmaz. Osmanlı konaklarındaki gibi aile fotoğraflarını duvarlara asmak da görgüsüzlüktür.
1911 yılında orduya yönelik olarak hazırlanan Usûl ve Adâb-ı Muâşeret (Matbaa-i Askeriyye), Lütfi Simavi’nin yazdığı Teşrifât ve Adâb-ı Muâşeret (1913), Hariciye Vekaleti Teşrifat Umum Müdürü Safveti Ziya’nın Adâb-ı Muâşeret Hasbıhalleri (Ankara Türk Ocakları Merkez Neşriyatı, 1926) gibi eserler, görgü kurallarının değerler dizgesi ile çakıştırılması, saray, ordu ve bürokrasi geleneklerinin yeni Cumhuriyet’in de devralacağı yeni insan talebiyle uyumlu hale getirilmesi çabalarının göstergeleri olarak da okunabilir. Abdullah Cevdet’in 1927 yılında yayımladığı Mükemmel ve Resimli Adâb-ı Muâşeret Rehberi adlı kitabı ise, aydınların görevinin, iktidarın bütüncül anlayıştaki tutumuna karşı ‘toplumun yetiştirilmesi’ görevine sarılmalarının, entelektüellik yerine ‘aydın’lık işlevinin kalıcılaşmasının örneğini oluşturur.
Cumhuriyet’in özellikle kılık kıyafet ve kadının konumu konusundaki tavrı ve Batılı birçok tutumun ‘muasır medeniyet’in gerekliliği olarak örnekleriyle yaşama geçirilmesi yolundaki çabasıyla, adâb-ı muâşeretin öğrenilmesi günlük konulardan biri haline gelir. Erenköy Kız Lisesi Felsefe ve İçtimaiyat Muallimi Feliha Sedat’ın 1932’de yayımlanan Genç Kızlara Muaşeret Usûlleri kitabı “yeni hayatın yarattığı zaruretlerden biri” olarak sunulur. Hayat ve cemiyet değişmiştir, “bu büyük ve mesut inkılâbı bilhassa genç kızlar kadar kuvvetle kim hissetmiştir?”
Feliha Sedat, Avrupa’da artık taassubun kalktığı, “evlenme çağına yaklaşmış bir kızın mağazaları, sokakları ve buralarda nasıl hareket edileceğini kendi tecrübeleri ile bilmesi”, evlendiğinde şaşırıp kalmaması amacıyla faydalı görüldüğü üzere, on sekiz yaşına gelmiş, ahlak ve seciyesinden şüphe olunmıyan bir kızın gündüzün, şehir içinde, yalnız olarak bir yere gitmesine müsaade etmektedir. Ancak genç kız, “sokakta yalnızken bir pastaneye girmek lüzumunu duyarsa masaya yerleşmemek şartile pastayı ayakta yeyip” çıkacaktır. Aynı genç kız için dans ise esaslı ihtiyaçlardan biridir, çünkü “bir salonda her kıza piyanoda bir parça çalması yahut musikiye iştirak etmesi teklif edilmez, fakat her genç kız dansa davet edilebilir”.
Feliha Sedat’ın ‘faydalı bir tavsiye’si de iyi dans eden erkeklerle ilgili. “Genç kız, böyle bir erkeğin davetine fazla bir tehalük gösterir, hatta bazen davetile fazla mütehassıs olduğunu, memnuniyetini hissettirir. Delikanlı, genç kızın hiçbir suiniyet beslemeden gösterdiği bu itinayı terbiye ve kabiliyetine göre türlü türlü tefsir edebilir. (...) Küçücük bir tercih yahut ihtimamın bu gibi hatta daha vahim neticelere müncer olabileceğini sakın unutmayınız! (...) Bir de fena danseden erkeklerin umumiyetle entelektüel sınıf yani ilim ve san’at müntesipleri olduğunu unutmayınız.”
Böylelikle tekrar entelektüellere geliyoruz. Tarihimizdeki iki önemli olaydan, II. Meşrutiyet’in 1908’de ilanıyla 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, görgü kuralları ile serseriliğin hukuki olarak gündeme getirilmesi arasında ilişki olmalıdır. 1909’da, yaygın grevler üzerine Serseri ve Mazanne-i Sû’Eşhâs (Serseriler ve kötü halli olduğundan kuşkulanılan kişiler) kanunu çıkarılmış, 12 Eylül darbesinden sonra da basının ‘serseri kanunu’ adını taktığı, serserilik kavramını içeren hukuki düzenlemeler yapılmıştır. Adâb ile radikallik ve eylemcilik arasındaki çelişkili ilişkinin çarpıcı dışavurumu, FazlıNecip’in (1863-1932) Osmanlı yenilikçi kuşağını anlattığı Külharıi Edibler (1926) adlı romanındaki tamlamada görüldüğü gibi, 1991 yılında romana, yeni yazıya aktarılırken Külhani Enteller adı verilmiş olması da anlamlıdır. Yerleşik değerlere ve düzene karşı çıkış, beyefendilikle külhanilik (hukuk dilinde serserilik) arasındaki zıtlıkla özdeşleştirildiği gibi, 90’lardan itibaren yaygınlaşan ‘entel’ ve ‘maganda’ söylemi de, görgü kurallarının sınıfsal savunusunu ve ‘entel’lerin kuramsal etkinliklerinden çok tavır ve statüleriyle tanımlandığını ifade etmektedir. Kültür ve ahlak, uygarlık ve evrensellik tartışmalarının içinde yer alması gereken adâb-ı muâşeret tarihimiz açısından, popülerlik, popülizm ve lümpenliğin, görgüyle raconun, ahlakla ideolojinin, devletle medeni-sivil değerlerin —ve insan haklarının- nasıl harman olduğunun, üstünde durulması gerektiğini söyleyelim.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder