HUZEYFE
Huzeyfe, Arapların Zeybân kabilesi reislerindendi. Kötü ruhlu, zalim bir adamdı. Bunun yüzünden hem kendi, hem de etraf kabileleri bir hayli harp etmişler, ölü vermişlerdi. Bilhassa Abes kabilesi ile aralarında kırk sene devam eden ve kendisinin de katli ile neticelenen hadiseler şöyle başlamıştı:
Abes kabilesinden Kays bin Zehîr, bir hicaz dönüşü Huzeyfe’nin obasına misafir olur. Misafirin Dahis ve Gabrâ adlı atlarını gören Huzeyfe, bunların kendi atları ile ödüllü koşu yapmasını teklif eder. Kays, bu işin kötüye varacağını sezer ve kabul etmez. Fakat Huzeyfe âdeta zorlar. Yüzer deve ödül ile yüz ok atımı mesafeden atları koşuya çıkarırlar. Huzeyfe kötü niyetli davranır ve yola pusu kurduğu adamlarına ileri geçen misafirin atlarını döğdürüp ürkütür. Ama gene misafirin atının birini, Gabrâ, koşuyu kazanır.
Huzeyfe, koşuyu takip eden halkın gözü önünde cereyan eden bütün bu hadiselere rağmen kendi kendisini galip ilân eder. Esasen baştan bu durumu sezen fakat misafir bulunduğu için bu işe mecbur kalan Kays, üzülerek, atlarını alıp kabilesine döner. Fakat Huzeyfe onun peşini bırakmaz, oğlu Nüdbe’yi peşinden göndererek koşu ödülü olan yüz deveyi ister. Esasen Huzeyfe’ye pek kızgın olarak dönen Kays, Nüdbe’nin böyle bir teklifle tâ kabilesine kadar geldiğini görünce; hiddetini yenemez ve Nüdbe'yi öldürür.
Bu sırada Kays’ın Malik adında bir kardeşi, Zeyban kabilesine misafir gitmişti. Durumu öğrenen Huzeyfe ve kabilesi de Nüdbe’ye karşılık bu Malik’i öldürürler.
Abes ve Zeyban arasında bu suretle yani Huzeyfe’nin bir kötü davranışı ile başlayan savaş, tam kırk sene sürmüştür. O kadar ki, bu harplerin devamlı meşgalesinden at ve develeri dahi yavrulamaya fırsat bulamadı.
Araplar, bu iki kabile ve müttefikleri arasında geçen bu harplere şu isimleri verirler: «Yevme Zil Müreylüb — Müreylib günü veya gadılk günü», «Urâir günü», «Hassa günü», «Yameriye günü», «Akiha günü», «Cifrul Hebaeh günü» ve «Ceracir günü».
Bu harplerden biri olan «Yevme Zi Hasa» Vadissefa’da, Fezare ile Abes kabilesi arasında geçmişti. Kays’ın kabilesi olan Abes kabilesi bozulmuş, geri kaçmak mecburiyetinde kalmışlardı. Fakat düşmanları peşlerini bırakmamışlardı. Nihayet Abes kabilesi, yedi çocuğu rehin olarak bırakarak sulh ve tazminat şartlarını görüşmek üzere mehil istemişlerdi. Şartlar kabul edilmiş, çocuklar Zeyban kabilesinden Amr’ın oğlu Sebiğ’in eline emanet edilmişti. Fakat tam bu sırada, çocukları emanet alan. Sebiğ öldü. Bunu haber alan Huzeyfe, çocukları Sebiğ’in oğlu Melik’in elinden alarak Yâmeriye denen yere götürdü. Durumu sezen çocukların: «Babaa, Babacığım!.» diye feryat edişlerini nazara almayarak hepsini hunharca boğazladı.
Bu korkunç fecaati öğrenen Abes kabilesi, hiç vakit kaybetmeden ve harp tazminatı için topladıkları para ile de silah temin ederek Huzeyfe’nin kabilesine hücum edip çocuklarının boğazlandığı sahada onları cezalandırdılar fakat asıl suçlu hunhar Huzeyfe kurtuldu. Ve kabilesinin bir kolu bulunduğu bütün Gatafan kabilesini ayaklandırarak Abes kabilesine hücuma hazırlandı. Bu suretle Abes’e son darbeyi indirmek istiyordu. Çocuklara yaptığı zulüm gözlerini perdelediği için, kardeşi Haml'in vazgeçirmek için yaptığı ricalarım da kaale almadı. Hazırlık bitti, yola çıktılar.
Beride Kays, kabilesini topladı, onlara harp plânlarını açıklıyarak talimat verdi. Kays: «Onlardan beni Bedr hariç diğer kabileler kan davasında değil, ganimet derdindedir. Bunun için, bütün mallarımızı bir yere bırakıp biz bir tarafa gizleneceğiz. Onlar gelip bunu görünce yağmaya dalacaklar. Bırakacağımız gözcü bize haber verecek ve biz de onları aniden basıp perişan edeceğiz» dedi.
Bütün kabile bunu pek uygun buldu ve öyle yaptılar. Dedikleri gibi de oldu. Düşman kabileler mağlup ve perişan oldular, dört yüzden fazla ölü verdiler.
Bu arada asıl suçlu Huzeyfe, gene kaçtı. Yanına kardeşi Haml’i ve beş atlıyı alarak Cifrulhebâeh denen ve bu harbe ismini veren su istikâmetinde bütün gece süratle at koşturdu. Sabah olunca, artık emin olarak atlarını çayıra salıp su başında istirahate çekildiler.
Halbuki Kays, yanına aldığı — Huzeyfe’nin evlâtlığı ve sonra Kays’ın emrine giren — Kiryuaş ve diğer arkadaşları ile sabaha kadar dolu dizgin Huzeyfe’yi takip etmişti. Nihayet sabah vakti onları istirahat halinde bastırdı. Ve adamları ile kısa bir görüşmeden sonra plânını tatbike koydu. Huzeyfe ve adamlarının atlarına binmelerine meydan vermemek için atları ile aralarına girerek onları kıskıvrak sardı.
Korku ve dehşete kapılan zalim Huzeyfe ve arkadaşları, hunharca boğazladığı çocukların: «Babacığım...Babacığım!...» diye haykıran hayalindeki seslerine cevap veriyormuş gibi: «Lebbeyküm, Lebbeyküm!.» «Buyrun, Buyrunî...» diye haykırmaya başladılar.
Kays, «Ey Huzeyfe, ey zalim! Boğazladığın masum çocukların halini şimdi daha iyi idrâk ediyorsun değil mi?» dedi.
Huzeyfe, yalvarıyor, boğazladığı çocuklara ve ölümlerine sebep olduğu yüzlerce kişiye karşı hiç duymadığı, düşünmediği merhameti şimdi onlardan bekliyordu.
Fakat artık zalime müsaade edilmedi. Lâyık olduğu, cezayı buldu. Evlâtlığı Kıryuaş tarafından habis ruhu teninden ayrıldı. Arkadaşları da aynı şekilde cezalandırıldı. Fakat yanında kaçırdığı oğlu Hasan, küçük olduğu için bağışlandı.
HÜRMÜZ
Hürmüz bir İran şahıdır. Adil Nûşirevan’ın oğludur. Hicret yıllarında yaşamıştır. Anası Türk Hakanının kızı olduğu için kendisine Türkzâde denirdi. Fakat, basit ve zalim bir insandı.
Adi ruhlu olduğu için kendisi gibi basit ve ahlâksız takımı ile görüşür, ciddi ve halkın sevgisini kazanacak çapta sayılı insanlardan nefret ederdi. Adeta, henüz yarası yeni deşilen Mezdeürizm (Komünizm.) in ruh çöküntüsünün izini taşıyordu. Bu ruhun tezahürü olan itimatsızlik, kin, nefret, kan dökücülük ve zulüm bunun hasletleri halinde idi.
Oğlu Perviz’i çekememiş, onu Azerbeycana sürmüştü. Her zalim gibi korku, vehim içinde bulunduğu için evlâdına dahi itimadı yoktu. Halka karşı ise pek zalim idi. Hele İran halkının ileri gelenlerine hiç tahammül ve insafı yoktu. Halkın eşraf kısmından 13600 insanı sebepsiz yere idam ettirmişti. Ve zulüm ve rezilce hareketleri halkı bizar etmişti. 13 küsur senelik böyle bir zulüm hayatından sonra ayaklanan halk ve oğlu Perviz, Hürmüz’ün evvelâ gözlerine mil çekip hapsettiler. Sonra da onu tutup bir yayın girişi ile boğdular.
Vak’a şöyle geçti: Bu zalim hüikümdarın kötülüklerine karşı halk, uzun müddet babası Âdil Nûşirevanın hatırı için sabır gösterdi. Fakat artık tahammül edilmez hale gelince ve düzeleceği yerde zulmünü arttırınca, halk, kıpırdamaya başladı. Bunu sezen dış devletler harekete geldi. Bir taraftan Bizans, bir taraftan Hazer hükümdarı ve diğer taraftan da Türk Hakanı saldırıya geçtiler.
Hürmüz’ün Rey’li bir kahraman kumandanı vardı: Behram Çapin... Hürmüz, bu adamı ordunun başına geçirerek Türk Hakanı üzerine gönderdi. Behram, bu seferde büyük başarı gösterdi. Türk ordularını yendi. Birçok illerini istilâ etti. Hakanı azledildi. Behram, tahta yeni çıkan Hakanın oğlu ile sulh anlaşması yaptı ve büyük ganimetlerle döndü.
Fakat Hürmüz, çok geçmeden Türk iline tekrar akında bulunması için. Behrama emir gönderdi. Fakat Türk Hakanı ile sulh anlaşması imzaladığını söyleyen Behram, bu emri red etti. Şah Hürmüz de emrinde ısrar edince, Behram, ordusu, ve kendisine iltihak eden halkla beraber isyan etti. Hürmüz Behramın üzerine ordu gönderdi. Fakat, ordunun çoğu askeri de Behrama iltihak etti. Ve Hürmüz mağlup duruma düştü. Bunu gören ve Azerbeycanda sürgünde bulunan oğlu gelerek babasından bizar olan halkın da yardımı ile sarayı bastı, babasını yakalayıp azletti. Gözlerine mil çektirerek hapse attı ve yerine geçti.
Fakat kumandan Behram, onu tanımadı. Babasının tarafını tuttu. Esas maksat tahta geçmek olduğu için bu defa da babasının tarafını tutarak yeni şah Perviz’e karşı harekete geçti. Durumu güçleşen Perviz, Behramın gelip babasını tahta çıkarmasından veya babasının tahtı Behrama bırakmasından korkarak etrafındaki adamlarla babası Hürmüzün kapalı bulunduğu yere gitti, onu yayın kirişi ile boğarak öldürdü. Ve bir zalim varlık daha toprağa serildi.
Bu vakalar olurken, Medine şehrinde de şöyle bir hadise cereyan ediyordu:
Hürmüz, yüce Peygamberimizin İslâmî neşre çalıştığını duymuş, pek kızmıştı. Adamlar gönderterek: «Medinede bir arap, peygamberlik davasına kalkışmış, ülkemin huzurunu kaçırıyormuş, ona gidin ve kendisini yakalayarak behemahal bana getirin.» diye emretmiş ve adamları Medineye gelerek Hz. Muhammed (A.S.) a emri tebliğ etmişlerdi. Adamlar yüce Peygamberimizi hemen alıp götürmek niyetinde ve ümidinde idiler. Peygamberimiz, o gece dinlenmelerini, ertesi günü yolculuk işini kararlaştırabileceklerini söylemişti. Onlar istirahate çekildiler, Yüce Peygamberimiz de; gece evine çekilerek durumu rabbine arz ve bu zalim Hürmüz hakkında gereken ceza hükmünün tatbikini niyaz etti. Ayni gece İlâhî ceza, hükmü tecelli etti. Durum yüce Peygamberimize vahiy yolu ile müjdelendi.
Peygamberimiz, sabahleyin evinden çıktı. Hürmüzün adamlarını çağırttı, kendilerine İran’da geçen hadiseleri, Hürmüzün, oğlu Perviz tarafından katledildiğini ve Pervizin tahta çıktığını haber verdi. Yaptıkları tahkikatta, durumun Hz. Muhammed (A.S.) in haber verdiği gibi olduğunu öğrenen elçiler de çâr-nâçar elleri böğürlerinde geri dönüp gittiler.
KAYS BİN HATİM
Yesrib’in iki arap kabilesi Evs ve Hazrec, zaman zaman birbirleri ile şiddetli harpler ederlerdi. Bunların biri de, «Yevmül Feres»tir. Bu harpte Hazrec mağlup olmuştu, fakat Evs daha çok ölü vermişti.
Sulh masasına oturulmuş, sulh şartı olarak ölüsü fazla olan tarafa yani Evs (kabilesine fazla ölü sayısınca rehin verilmesi ileri sürülmüştü. Evs’in bu şartını mağlup Hazrec’liler kabul ederek Evs’in fazla üç ölüsü yerine üç çocuğu rehin vermişlerdi.
Fakat Hatim oğlu Kays’ın başkanlığındaki Evs’liler, ihanet ederek bu rehinleri öldürdüler. Bu yüzden iki kabile arasında başlayan harp kısım kısım uzun müddet devam etti. Fakat ilk harp zalimlerin cezalanmalarına kâfi geldi.
Çocuklara yapılan bu hunharlığı öğrenen Hazrec’liler, Abdullah bin Selûl’un başkanlığında ve iyi bir hazırlıkla hemen Evs’in üzerine saldırdılar.
Zulmün cezası Evs’i çabuk yakalamıştı. Evs mağlup ve perişan oldu. Çok kayıp verdi. Asıl mes’ul başı, reis Kays ise, birçok yerlerinden ağır yaralar alarak harpten çıktı. Fakat kalan ömrünü yaraların verdiği ızdırap içinde kıvranarak geçirdi.
KALİKÜLA
Milâdın 39. senesinde tahta geçen bu Kayser de pek zalim idi. Dört sene kadar süren iktidarı, zulüm ve ahlâksızlığın iğrenç örnekleri ile geçmiştir.
Ahlâksızlığı o kadar ileri götürdü ki; bütün kız kardeşleri ile dahi zorla zina etmiştir.
Zulmü o kadar ileri götürdü ki; Kudüs’te mescide diktirdiği heykeline bütün yahudileri taptırdı.
Bu suretle, Danyal Aleyhisselâmın bir mucizesi de tahakkuk etmiştir.
Danyal (A.S.) hitabında demişti ki: «Benî İsrail, Kudüs mescidine heykel dikildiğini, resim konduğunu ne zaman görürse; bilsinler ki Kudüs’ün harap olması yakındır.»
Nitekim 30 sene sonra Titos zamanında Kudüs ikinci defa tahrip edilmiştir.
Nihayet bu zalim ve ahlâksız Kalikula da cezasız kalmadı. İlâhî adalet, onu cezalandırmak için de kendi başkumandanını vazifelendirdi. Onun habis canını almaya karar veren baş kumandanı, fırsat kollamaya başladı. Bir gün onu, yatak odasında tenhaca kıstıran başkumandan, kılıcını çekerek üzerine saldırdı, bir kaç kılıç darbesi ile leşini yatağı üzerine uzatıp ayrıldı. Bu suretle bir zalim daha cezasını buldu. İşin garibi; diktirip halkı taptırdığı heykelleri imdadına yetişemediği gibi sonra kendi akibetine uğrayan putlarının imdadına da andıle kendisi yetişemedi.
KLEBER MISIR’DA PARİS’Lİ BİR FİRAVUN
Mısır’da 14 ay kalan, sırf iktidar ve şöhret hırsı için ve «Büyük kahramanlıklar Şark seferlerinde ancak kazanılır» diye yola çıkıp gerek Türkiye ve Mısır’a gerek Fransa’ya büyük zararlar verdiren Napolyon Pariste daha büyük bir mevki ve ikbal yıldızının parladığını görünce 23/Ağustos/1799 tarihinin gecesinde bazı yakın arkadaşları ile bir vapura atlayıp Fransa’ya kaçtı. Hem de kendisi ile kader birliği yapıp Mısır’a kadar gelen ve birçok meşakkatler çekip telafat veren asker ve kumandanlarını Çöl, deniz ve düşmanla çevrili, aç, susuz ve imkânsız bir hal içinde bırakarak...
Bonapart, kaçarken bıraktığı bir mektupta, yerine Kleber’i kumandan tayin etmişti. Kleber, Bonapart’ın mektubunu alınca' Kahire’ye geldi. Bonapart’ın Özbekiye meydanında oturduğu eve yerleşti. Bir beyanname neşrederek yeni başkumandan olduğunu askere ilân etti. Mısır ileri gelenleri gelip usulen kendisini tebrik ettiler. Kleber, bu sırada 50 yaşında idi.
Türk— Fransız harbi devam ediyordu. Kleber, Avusturya harbinde yakînen tanıdığı Yeniçerilerden çok korkuyor ve sulh yapabilme çareleri arıyordu. Şartlar el vermemiş, sulh, yapılamamıştı. Yapılan neticesiz bazı savaşlardan sonra bütün çaresizliğine rağmen Kleber, Mısır’da yerleşmeyi kararlaştırmıştı.
Mısır halkı, her ne kadar hadiselere, sonu gelmeyen harplere veya yabancılara alışır gibi oldu ise de, yer yer isyanlar oluyor, Kleber de bunları şiddetle bastırıyor ve halka ağır vergiler yükleyerek onları kıpırdayamaz hale getiriyordu.
Halk, Fransızları asla sevmiyor, Fransızlar da halka karşı hiç iyi davranmıyorlardı. Asker, halkla alay ediyor, halkın hürmet ettiği şeyhlere, «İhtiyar hamam böcekleri» diye tam Fransız inkilâbının yetiştirdiği dinsiz nesle yakışır hakaretlerde bulunuyorlardı. Bunları itidale sevketmesi gereken Başkumandan Kleber, aksine bu yola teşvikçi olmuştu. Her Mısır hakimi gibi o da çabucak değişmiş, gevşemiş, iyi hasletlerini 'kaybederek Firavunkârı gurur ve zulme doğru kaymıştı.
Halka ağır vergiler koydu. Bunu Camilere ve Şeyhlere de teşmil etti. Vermeyenlere dayak attırdı. Hapse attırdı. Hatta halkın Peygamber soyundan tanıdığı ve saydığı bir şeyhi, vergi vermeyi red etti diye hapsettirmiş, üstelik ona hapishanede dayak attırmış ve vergi vermeğe mecbur etmişti. Tabii bu hadiseler halkın büyük ölçüde nefretine sebep oluyordu.
Kleber, halktan topladığı vergilerin bir kısmı ile de kendi lüks hayatını ve saltanatını kurmaya çalışıyordu. Bonapart’ın sade hayatını hemen terk etmiş, süse, gösterişe, saltanat tezahürlerine kendisini kaptırmıştı. Emrine, fellahlardan birçok hizmetçiler aldı. Onların, etrafında hizmet edip dolaşmasından zevk alır oldu.
Gurur, haşmet içindeki ruh haletine ve halka karşı zalimane davranışına güzel ‘birer örnek olan şu haller de kayda değer:
İki özel seyisi vardı. Bunların vazifesi, Kleber ata binip inerken hizmet etmekti. Ata binip inerken bunlardan biri atının dizginini, öbürü de özengisini tutardı.
Bir yola çıktığı zaman bunlardan başka atının önünde iki kavas da bulundururdu. Bunlar, atının bir kaç adım; önünden gider. Her adımda ellerindeki uzun sopaları yere şiddetle vurur: «İşte başkumandan Hazretleri! Müslümanlar Yol açın ve ihtiram edin!» diye bağırırlardı. Bunu duyan halk, yol açıp iki sıra olur, At’da Eşek’te olanlar da hemen iner, hepsi birden el pençe durur, Kleber’e doğru eğilerek saygı gösterirlerdi.
Kleber, artık Mısır’da devamlı kalabileceğine iyice inanmış ve tam bir eski Mısır hükümdarı rolünü almıştı. İşte halkın artık Kleber’den bizar olduğu, vergi hakaret ve çeşitli zulüm içinde inlediği bu günlerde Süleyman adında Halep’li bir Müslüman genci Mısır’a geldi. 25 yaşında olan bu genç Ezher Üniversitesinde okuyordu. Pek dindar olan, her yıl Halep’e izinli gidip gelen bu genç ayna zamanda Hacca gitmiş ve Hacı da olmuştu. Kleber ve askerlerinin gerek Mısır, gerek Suriye ve Kudüs’te yaptıkları zulüm ve vahşeti yakından görmüştü. Dolayısiyle dini gayret ve hamiyyeti galeyana gelmişti.
Süleyman, uzun müddet düşündü. Müslümanların başındaki bu püsküllü belayı nasıl savmalı, Müslümanları bu zalimin elinden nasıl kurtarmalı diye. Nihayet yarayı başından deşmeyi, Başkumandan Kleber’i öldürmeyi kararlaştırdı. Ancak bu suretle bu zulmün önü ve intikamı alınmış olacaktı.
Süleyman, bir hançer satın aldı. Ezher’deki dört hocasına meseleyi açıp, onların tasviplerini de aldı. 40 gün oruç ve ibadetle geçirip manevi bir hazırlık yaptı. Sonra Kleber’i takipe başladı. Üç günlük bir takipten sonra onu Özbekiye’deki Sarayının bahçesinde sıkıştırabileceğini gördü. Halen tamir edilen bu saraya Kleber, her sabah mimarı ile gelip bakardı. Süleyman Sarayın bahçesindeki boş sarnıçta saklanıp onu bekledi. Biraz sonra Kleber, Mimarı ile beraber gelip ona talimat vermeye başladı. Süleyman, Sarnıçtan çıkıp Kleber’in önüne eğildi, ona bir dilekçe verdi. Kleber, dilekçeyi okurken de birden hançerini çekerek Kleber’in kalbine dört defa sapladı. Müdahalede eden Mimar da yaraladı. Kleber zalimi, bir "kaç saat sonra ölüp gitti. Bu suretle Mısır bir Zalimin elinden daha yakasını sıyırmış oldu.
Gerçi Halep’li Süleyman’ı hemen yakadılar, bir kolunu yaktılar ve kendisini kazığa geçirdiler. Ama o, milletini, dindaşlarını zulümden kurtarmış, karşılığında da şehadet mertebesini kazanmıştır.
Kleber’in yerine geçen yeni kumandan Meno, mütevazi bir adamdı. Üstelik hadiseler ona bir milletin izzeti nefsi ile ilelebet oynanamayacağını da göstermişti. Zülme gitmedi. Üstelik bir Türk kadını ile evlendi. Büyük bir ihtida merasimi ile müslüman oldu. Abdullah Yakup ismini aldı. Ve beş vakit namazına başladı.
Halep’li Süleyman’ın hamiyeti diniyye ve milliyesi yalnız Mısır halkını kâfir ve zalimlerin şerrinden kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda kafir Fransız askerlerinin Başkumandanını da küfründen kurtarmış oldu.
Fransızlar, gerek Kleber’i, gerek Halep’li Süleyman’ın kemiklerini daha sonra Fransaya götürdüler. Süleyman'ın kemiklerini müzeye koydular ve onun beyninde taassup hücreleri araştırdılar.
Garip şey, Keleber’in beyninde zalimlik ve Firavunluk damarı arayacak yerde aradıkları şeye bakın..,
Böyledir bu Garp kafası, Kendi zulüm ve soygunculuğunu medenilik, Şarklının milli hamiyyetini de taassup sayacak kadar kaimdir zaar...
LİYO’NUN KATİLLERİ.
İmparator Liyo, Mikâil’in tahta geçmek için hazırlık halinde olduğunu duydu. Tabii tahta geçmesi için de kendi hayatının bertaraf edilmesi gerekiyordu.
Mikâil’i takip ettirdi ve bir paskalya günü onun suçunu tespit ettirip yakalattı. Suçunun cezası olarak da ateşte yakılmasını emretti. Fakat imparatorun karısı araya girerek Mikâil’e şefaatçi oldu. Onu idamdan kurtardı, cezası hapse çevrildi.
İmparator, karısına; «Sen, bunu idam etmeme mani oldun, ama göreceksin bir gün bu adam beni öldürecek.» demişti. Endişesi haklı çıktı.
Bir gün imparator kilisede iken Mikâil’in adamları ansızın kılıçları çekerek üzerine hücum ettiler, onu parça parça ederek hunharca öldürdüler. Lâşesini de alarak At Meydanına götürüp attılar ve Mikâil’i hapisten çıkarıp imparatorluk tahtına oturttular.
İlk iş olarak eski imparatorun çocuklarını hadım ederek anneleriyle Pruta adasına gönderen Mikâil’e, Fransa'da çok kaldığı, dolayısiyla Re harfini güzel talaffuz edemediği için «Balbas» derlerdi.
Mikâil de Saltanatta huzur bulamadı. Kan üzerine kurulan taht kimseye huzur vermiyordu. Devri hep isyan ve dış harpler istilâlar ile geçti.
Kumandanlarından Tomas, maktul imparatorun intikamını almak için ayaklandı. Bütün Anadolu’yu ele geçirdi. Mikâil yaptığı bütün savaşlarda yenildi.
Bu arada müslümanlar, Girit ve birçok yerleri fethettiler. Tomas, İstanbul’u da kuşatarak, tam iki seneye yakın kuşatmayı devam ettirdi. İmparator, Bulgarlardan yardım talep ederek, ancak onların yardımı ile şehri ve saltanatını kurtarabildi.
Böylece; tam bir huzursuzluk içinde geçen onbir sene kadar bir saltanat devresinden sonra «Ser-Sam» denen bir hastalıkla hayatını tükettikten sonra oğlu Tiyofilius tahta geçti.
Tiyofil, tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak imparator Liyon’u kilisede katledip babasını tahta çıkaran katilleri toplatmak oldu.
Hepsini huzuruna toplatan Tiyofil : «Siz, hangi hakla bir imparatoru katlettiniz. Sizin cezanızda aynı akibettir.» Diye hepsini aynı şekilde kılıç darbeleri ile öldürterek cezalandırmıştır.
TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri
Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder