Türklerin Devlet Yönetimi Üzerindeki Etkileri
Me'mun H. 218/M. 833'te vefat edince hilafeti kardeşi Mu'tasım Billah'a geçti. Mu'tasım'ın annesi Türkistan'da Sogd bölgesinden aslen Türk biriydi. Bu yüzden Mu'tasım Türklere karşı sevgi hisleriyle büyümüştü. Kardeşi Emin'i öldürdükleri için İranlılara artık güvenmiyordu. Diğer yönden Mu'tasım daha önceki halifeler tarafından haklarında reva görülen kötü muamelelerden zayıf düşmüş Arap askerine de güvenemiyordu. Buna ek olarak kardeşi Me'mun ölümü sırasında kendisine Araplara daima karşı gelmesini kendilerini sindirmesini vasiyet etmişti. Bu nedenle Mu'tasım Arap ve lranlılann dışında, kendisine sırt verip destek olacak bir güç ve kuvvet bulmak zorundaydı. O döneme kadar lslam fetihleri Maverünnehir'e kadar ulaşmıştı. Oralarda bulunan valiler halifelere gönderdikleri hediyeler arasında Türklerden ve Ferganılılardan birtakım çocuklar ve köleler gönderiyorlardı. Mu'tasım yazdığımız gibi anne tarafından Türk olduğundan bu Kölemenleri (gulam) kolaylıkla çevresine topladı. Bazısını hediye olarak binlerce Türk Kölemeni elde etti. Sayıları çoğalarak 18.000'e ulaştı. Bağdat şehri artık bunların yükünü çekemediği gibi halk da kötü hareket ve saldırılarından çok şikayetçi olduğundan Mu'tasım bu Türk köleler için Samarra şehrini kurmaya ve kendilerini orada oturtmaya mecbur oldu. Mu'tasım bu Kölemenlere maaşlar bağladı ve özel askeri birlikler oluşturdu. lnkar edilemez bir gerçek şudur ki; bu Türk köleler Mu'tasım'ın hakimiyetini güçlendirmesine, Türk ve Rumlarla yaptığı savaşlarda başarı ve galibiyetine yardım etmişlerse de diğer yönden paraya karşı hırs ve tamahları devlet gücünü ele geçirmekteki istek ve arzularının etkisiyle Abbasi devletinin duraklaması ve gerilemesine de sebep olmuşlardı. Öyleki devlet bunların elinde adeta bir oyuncak haline gelmişti.
Me'mun alim ve hikmet sahibi bir zat olduğu gibi emri altındaki idareciler de bilgili ve olgun insanlardı. Bununla birlikte Me'mun kibarlık ve alçak gönüllülüğüyle de ünlüydü. Bağdat başkadısı ilim ve faziletiyle ünlü olan Yahya b. Eksem, Me'mun'un bu özelliğini şöyle anlatır:
"Günün birinde Mehdi'nin kızı Mu'nise'n in bahçesinde Me'mun ile beraber yürüdüm. Ben güneş tarafından yürüyor ve gölgemle onu güneşten koruyordum. Döndüğümüz zaman güneş tarafına geçip yine siper olmak istedim. Me'mun izin vermedi. 'Hayır öyle yapmayınız şimdi sıra benimdir. Ben de sizi gölgeleyeceğim' dedi. 'Fakat ey müminlerin emiri! Cehennem ateşinden sizi koruyabileceğimi bilsem hayatımı esirgemem. Güneşin sıcaklığından sizi korumaya çalışmam hiçbir şey değil' dediğimde 'Hayır, arkadaşlığın adap ve nezaketine göre bu doğru değildir' cevabını verdi. Güneş tarafından yürüyerek o da bana siper oldu.
Yine Yahya diyor ki:
"Bir gece Me'mun'un yanında uyuyordum, gece susadı. Beni uyandırıp rahatsız eder düşüncesiyle uşağı çağırıp su istemedi. Yavaşça kalktı. Parmaklarının üzerinde hafifçe yürüyerek suya doğru gitti. Bulunduğumuz yer ile su doğru ibriklerinin bulunduğu yer arasında üç yüz adım kadar mesafe vardı. Su içtikten sonra yine parmaklarının uçlarına basarak sessizce geri döndü. Beni uyandırmamak için yavaş ve dikkatlice yatağına girdi."
Halife Me'mun, halkına ve devlet adamlarına karşı o kadar kibar ve alçak gönüllü davranıyordu ki bu durum onların yüz bulmasına sebep olmuştu. Abdullah b. Tahir diyor ki:
"Bir gün Me'mun'un yanında bulunuyordum uşağı çağırmak için 'Oğlan!' diye bağırdı. Kimse gelmedi. ikinci kez çağırdı. Bunun üzerine bir Türk köle içeri girerek 'Oğlan yiyip içmez mi? Huzurundan çıktıkça ey gulam, ey gulam! diye bağırıyorsun. Ne zamana kadar böyle bağıracaksın?' şeklinde küstah ve cüretkarca bir cevap verdi. Me'mun uzun bir müddet gözlerini yere dikip düşündü. Bu saygısız kölenin kellesini kestirmek için emredeceğinden hiç kuşkum yoktu. Ancak gözlerini yerden kaldırdı ve bana baktı: 'Ey Abdullah bir insan güzel ahlak sahibi olursa hizmetçi ve uşaklarının ahlakı bozulur. Bozuk ahlak sahibi olur ise hizmetçi ve uşaklarının ahlakı ve terbiyesi de düzelir. Hizmetçilerimizin terbiyesi düzgün olsun diye ahlakımızın güzelliğinin bozulmasını arzu etmeyiz' diye konuştu.
İşte Me'mun bu şekilde nezaket ve tevazu, yumuşak huy, ilim irfan, edep, fazilet ve geniş yüreklilik gibi yüksek ve yüce huylarla ünlenmişti. Kendisinden sonra hilafet makamına geçen Mu'tasım tam aksine ilim ve kemalden uzaktı. Ancak basit bir şekilde okuyup yazabilirdi. Hiddetli, öfkeli ve intikamcı bir adamdı. Bütün gayesi ata binmek ve cirit oynamaktı. Bunun için bedeni gücü de uygundu. Bin ratllık (her ratl 130 dirhem, her dirhem 3 gramdır) bir ağırlığı kaldırarak birkaç adım yürüyebilirdi. Devlet adamları bu yeni halife ile Me'mun arasında büyük fark gördüklerinden Mu'tasım'a sevgi ve yakınlık göstermediler. Bu durum Mu'tasım'ı kendi köleleri ve Ferganalılara doğru itti. Ayrıca o da kardeşi Me'mun gibi Kur'an'ın mahluk olduğuna inanıyordu. Hatta bu görüşünü kabul ettirmek için baskı ve şiddet kullandı. Ünlü imam Ahmed b. Hambel'i bir gün yanına davet ederek Kur'an hakkındaki görüşünü sordu. lmam Ahmed, halifenin Kur'an hakkındaki görüşünü kabul etmediğinden ona şiddetli bir dayak attırdı. O kadar ki imam dayağın acısından bayılmış, derisi parçalanmıştır. lmam bu dayaktan sonra ayaklarına zincir vurulduğu halde hapse atılmıştır. Bu gibi durumlardan tüm Müslümanların özellikle Arapların nefreti bir kat daha arttığı halde yine de Mu'tasım duruma aldırmıyordu. Çok yakın zaman içinde Müslüman olmuş özel birliği olan Orta Asya askerine güveniyordu. Bu askerler henüz bedevilikten kurtulamamış bir bölgeden geliyorlardı. lslam'dan ve medeniyetten uzaktılar. Bu yüzden lslam medeniyetinin önünde bir engel oluşturdular. Bu durum ülkede iyi niyetleri ve işlerin düzenini bozdu. Bu tarihten itibaren devlet yıkılışa doğru adım adım yaklaştı.
Ünlü Türk Komutanı Afşin ve Babek Fitnesinin Sona Ermesi
Me'mun'dan sonra (H. 218/M. 833) yılında halife olan Mu'tasım Türklerden, Ferganalılardan, Megaribe'den maiyeti adamı alarak özel birlikler kurdurmuştu. Gerek bu nedenden gerekse daha önce gösterdiğimiz diğer sebeplerden dolayı halifelerin yönetimdeki güçleri azalmıştı. Böylece hemen her problemin çözümü için askere müracaat edilir olmuştur. Babek Hurremi'nin Ermeni'ye ve Azerbaycan'da güç kazanıp anarşi çıkarması üzerine, durumu kontrol etmek ve asayişi sağlamak için asker gönderilmesi, askerin yönetim üzerinde kuvvet ve güç oluşturmasının başlangıcını oluşturmuştur. Babek, Me'mun zamanında "ruhun göç etmesi" (tenasüh) esası üzerine kurduğu bir dine halkı davet etmek üzere ortaya atılmış ve halife tarafından gönderilen orduyu birkaç kez mağlup etmişti. Mu'tasım hilafete geçince bütün gayretini Babek'i ele geçirmeye sarf etti; çünkü Babek'in her geçen gün genişleyen ve artan gücü, Abbasi halifesinin makamını tehdit ediyordu. Bu yüzden Mu'tasım, Babek'i ele geçirmek için emrinde bulunan Türk askerini görevlendirdi. H. 220/M. 835'te başlarına özel maiyetinde bulunan Türk komutanlardan Afşin Haydar b. Kavus'u atadı. Daha sonra bu kuvveti gerekli mal ve erzakla beraber maiyetindeki Türk emirlerden Boğa el-Kebir ve Cafer el-Hayyat ile takviye etti. Bunun peşinden askere gerekli maaş ve nafaka için Memlük beylerinden ilah ile Afşin'e 30 milyon dirhem gönderdi. Mu'tasım'ın ordusu ile Babek ve taraftarları arasında iki yıl devam eden savaşlar sonunda Afşin galip geldi. Babek ve erkek kardeşi Abdullah esir edilerek Samarra'ya getirildi. Babek'in yenileceği pek düşünülmezken Afşin'in bu şekilde onu esir etmesi olağanüstü bir başarı olarak kabul edildi. Mu'tasım'ın oğlu Vasık ile diğer akraba ve yakınları şehrin dışına çıkarak orduyu muhteşem bir törenle karşıladılar. Babek 20 yıl boyunca insanların mallarını çalıp kendilerini öldürerek ülkeyi karmakarışık etmiş, bu süre içerisinde 255.500 kişi öldürmüş, Me'mun ve Mu'tasım'ın daha önceki komutanlarının çoğunu mağlup etmişti. Babek, Samarra şehrine getirilince Mu'tasım'ın emriyle bir fil üzerine bindirilerek halka gösterilmiştir. Babek irikıyım bir adamdı. Kendisinin halka teşhir muamelesi bittikten sonra Babek halifenin sarayına getirilir. Mu'tasım bizzat Babek'in celladına Babek'in kol ve bacaklarını kesmesini emreder. Cellat emri yerine getirir. Babek yere serilir. Mu'tasım cellada Babek'in boğazlanmasını emreder. Cellat da onun boğazını keser. Bu işler bittikten sonra Babek'in karnı yarılır. Mu'tasım Babek'in kellesini halka teşhir için Horasan'a gönderir ve vücudunu da Samarra'da astırır.
Babek'in kardeşi Abdullah da kendisine aynı muamelenin uygulanması için Bağdat'a gönderilir. Bu olayların olduğu gün büyük bir gündü. Mu'tasım Babek belasını ortadan kaldırmakla kendi saltanatını kurtarmış ve Afşin ile maiyetinin bu konudaki hizmetlerini de takdir etmiştir.
Mu'tasım Afşin'i savaşa gönderdiği günden dönünceye kadar her gün kendisine hil'at ve ihsanlar göndermeyi ihmal etmemişti. Afşin'e her gün bir hil'at ve bir at gönderdikten başka, ona savaştığı her gün için 10.000, savaşmadığı her gün içinde 5.000 dirhem tahsis etmişti. Afşin'e verilen erzak ve misafir gideri vs. ise bundan hariçtir. Afşin savaştan döndüğü zaman Mu'tasım bizzat kendisine mücevherlerle süslü iki gerdanlık taktığı gibi 10 milyonu özel harcamalarına ait olmak, diğer 10 milyonu da askerine dağıtmak üzere kendisine 20 000.000 dirhem hediye vermişti. Buna ek olarak Sint vilayeti emirliğini de ona vermiş (tefviz), ayrıca kendisine saygı ve hürmet göstermek için şairlerin onun huzuruna çıkarak methiye söylemelerine de izin vermiştir.
Bundan anlaşılıyor ki Mu'tasım'ın savaş sırasında sürekli gönderdiği hil'at ve paralar ve savaştan döndüğünde yaptığı bağış ve verdiği hediyelerden anlaşıldığı gibi, Afşin'in Babek ile muharebede sabır ve sebat göstermesi kendisine yapılan para desteğiyle gerçekleşmişti. Hatta savaş meydanında bulunduğu sırada aldığı paraları ve hediyeleri hep kendi memleketine gönderirdi. Gerek ganimet, gerek hediye olarak kendisine gelenleri, yanında servet biriktikçe kendi memleketi olan Maveraünnehir'de bulunan Üşrusene'ye gizlice gönderirdi. Paraları götürenler Horasan'dan geçmeye mecburdular. Bunlar oradan geçtikçe Horasan valisi Abdullah b. Tahir, durumu Halife Mu'tasım'a bildirirdi. Zaten Halife Mu'tasım bu tür olayların kendisine bildirilmesini emretmişti. Bir seferinde Afşin, memleketine büyük miktarda paralar göndermiş ve bunun görülmemesi için de paraları kemerlere doldurarak adamlarının bellerine sardırmıştı. Parayı taşıyan adamlar Horasan'dan geçerken vali lbn Tahir onların üstlerini arattırarak paraları buldurur. "Bu paralar size nereden geldi?" diye sorunca onlar da paranın Afşin'e ait olduğunu söyler. lbn Tahir, güya Afşin'in öyle bir şey yapmayacağını söyleyerek, adamları hırsız kabül ederek paralara el koyar. Bu olaydan sonra lbn Tahir ile Afşin arasında bir nefret ve düşmanlık başlar. Sonunda Afşin, Mu'tasım'ın kendisi hakkındaki iyi düşüncelerini kaybederek hapse atılır. Yargılanma sonunda lslam dinini yalnızca paraya olan düşkünlüğünden dolayı kabul etmiş gibi gözüktüğü, gerçekte ise hala Mecusi mezhebinde bulunduğu ortaya çıkar. Mu'tasım'ın diğer askerlerini de buna göre kıyas etmek mümkündür. Çünkü bunlar da ancak para kazanmak ve kazandıkları paraları doğudaki kendi ülkelerine göndermek için savaşıyorlardı. Bir devletin askeri ve komutanı bu halde olursa devlet işleri nasıl ileri gider? Bununla birlikte halifeler bu askerlerin yardım ve desteğine muhtaçtılar. Bu da ancak parayla yapılabilirdi. Bu yüzden halifeler bunlara -Mu'tasım'ın kendilerine yaptığı gibi- hediye ettikleri eşya vs.'den başka büyük maaşlar bağlardı. Halife Mu'tasım bunlar için "Samerra" şehrini kurmuş ve kendilerine toprak vermenin yanı sıra, onları satın aldığı Türk cariyelerle evlendirmiş ve kendilerinden çocuklar doğup birbirlerinden kız alıp verinceye kadar yabancı kadınlarla evlenmelerini de yasaklamıştı. Mu'tasım Türk cariyelerine de maaşlar tayin ettiğinden ve onların isimlerini hükumet dairelerinde resmen kaydettirdiğinden bu özel Memluk askerlerden hiçbiri karısını boşayıp bırakamazdı.
Şimdi bu maaşlar, muhtaç oldukları yiyecek, içecek ve harçlık göz önüne alınırsa bunun ne kadar bir yekun tutacağı ortaya çıkar. Taberi (H. 252/M. 866) yılına ait olayları anlatırken diyor ki: "Etrak (Türkler), megaribe, şakiriye askerinin bu yıla ait maaşları tesbit edilince bunlara bir yılda sarf edilen giderin 200 milyon dinara ulaştığı anlaşılmıştır. Bu ise bütün ülkenin iki yıllık haraç geliri demektir." Bizce Taberi burada dirhem diyeceği yerde dinar demiştir. Çünkü haraç gelirlerinin bu kadar dinara ulaşması mümkün değildir. Taberi'nin rivayetine bakılırsa, her dinar o zamanki değeri olan 20 dirhemden hesaplanırsa, yıllık haraç 2 milyar dirhem olması gerekir. Halbuki daha önce gösterdiğimiz üzere Abbasilerin en parlak devrinde yıllık haraç geliri 400 milyon dirhemden fazla değildir. Bununla beraber dinarı dirhem kabul etsek bile Taberi'nin rivayetine göre askere yıllık 200 milyon dirhem harcamak -özellikle o zamanlarda paranın değerinin yüksek olduğu göz önüne alınarak- o devirlere göre büyük bir harcama sayılmalıdır. Ancak bu gider günümüzde askeri harcamalar için kabul edilen fedakarlıklarla kıyaslandığında hiçbir şey değildir. Çünkü günümüz uygarlığı, büyük ordu beslemek ve kuvvetli harp mühimmatına sahip olmak gibi son derece tedbirli davranmayı gerektirdiğinden askeri harcamalar -özellikle donanma gideri eklenirse pek büyük miktarlara ulaşmaktadır. Mesela lngiltere kara ve deniz ordusu için yıllık 40 milyon lngiliz lirası, yani 1 milyar frank veya dirhem sarf ediyor. Fransa ve Rusya'nın savaş giderleri de buna benzer. Günümüzdeki savaş harcamaları Abbasi devletinin yukarıda bahsedilen harcamalarının yaklaşık iki katına eşittir. Böyleyken yine o zamanın savaş harcamalarını çok büyük görüyoruz. Çünkü o zamanlara askerin nafaka ve gideri tamamen başka bir şekilde tayin ve temin olunuyordu.
O dönemde askere ayrılan giderlere, askerin halkın evlerinden ve mağazalarından en küçük sebeplerden dolayı gasp ettikleri paraları ve eşyayı da ilave ediniz. Halifeler ise bu baskı ve çapulculuğa cüretlerinden dolayı askeri sorgulamazlardı.
Bilakis eşya ve mallarını askerin görmeyecekleri yerlerde saklayamadıklarından dolayı malları gasp edilen ve ellerinden alınan çaresiz halkı sorguya çekerlerdi. Askeri şımartan ve açgözlülüklerini artıran ve özendirenler bizzat halifelerdi. Halifeler her mevkide ve hatta savaş meydanlarında "bu işi yaparsan sana bu kadar mükafat var" gibi bir metototla askeri göreve gönderirlerdi. O kadar ki, örneğin; savaş meydanında halife veya emir (komutan) ordusunun moral açısından zayıfladığını hissederse -Abbasi halifesi Muktedir'in (H. 320/M. 932) yılında yaptığı gibi- "esir getirene 10 ve köle getirene 5 dinar mükafat var!" diye bağırarak askeri savaşa teşvik ederdi.
Abbasiler döneminde askere yılda belli bir şekilde verilen maaşlar süvari, Memluk vs.'lerin maaşları dahil olduğu halde 1.500.000 dinar veya 30.000.000 dirhemden fazla değildi.
Ancak bahsedilen devirden sonra, zamanla Türk askeri büyük önem kazanmış sınırları ve maaşları kesin olarak belirlenip, tayini mümkün olmayacak derecelerde çoğalarak artmıştır. Zaman değiştikçe asker sınıfında ve maaşında değişiklikler oluyordu. Şu kadar ki tarihçiler tesadüfen kaydettikleri ufak tefek malumattan başka bu konuda düzenli ve açık bir şey yazmıyorlar.
H. 317 yılında Muktedir'in özel askeri birliğinin sarayın hizmetine memur olan "Musafiye" adındaki piyade bölüğünün sayısı 20.000'di. Bunların aylıkları 120.000 dinardı ki buna göre her birinin aylığı 6 dinar demektir. Süvari askerinin sayısı 12.000, bunların aylık maaşları da 500.000 dinardı. Bu hesaba göre her süvariye 42 dinar aylık tahsis edilmişti. Dirhem hesabıyla, her süvari yılda 12.000 ve her piyade 1.440 dirhem alıyor demektir. Maaşları bu derece fazla olmasına rağmen, yine de isyan eden askerler maaşlarının daha da artırılmasını istemişler ve istekleri uygun görülmezse halifeleri ölümle tehdit etmişlerdir.
Askerler günden güne etkinliklerini arttırmışlar, sonunda halifelerin saray işlerine karışmaya ve hilafet makamını kontrollerine alarak istediklerini göreve getiririp azlettirmişlerdir. Ayrıca hazineye de el atıyorlar ve devlet hazinesine herhangi bir yerden para gelecek olursa -Türk askeri komutanlarından Atamış ve Şahin'in (H. 249/M. 863) yılında Müstain zamanında yaptıkları gibi- o paralara el koyarak az bir miktarını halifeye ve hükumet divanına bırakıp geri kalanını kendi aralarında paylaşırlardı.
Komutanlar, halifeleri hor görüp nasıl zorbaca davranıyorlarsa, aynı şekilde kendi askerlerine de benzer muameleyi reva görüyorlar ve onların paralarını kendi ceplerine atıyorlardı. Bu yüzden birçok kez askerler kendi komutanlarına karşı ayaklanmışlardı. Eğer tehdit ve uyarılarına kulak verilmezse kendi komutanlarını bile öldürürlerdi. Nitekim H. 253 yılında Türk komutanlarından Vasıf Türki'yi bu yüzden katletmişlerdi. Söz konusu tarihde Türk, Fergana ve Üşrüsene askeri isyan ederek biriken dört aylık maaşlarının ödenmesini istemişlerdi. Emirlerden Boğa, Vasıf, Sima askerin karşısına çıkmış ve Vasıf asker hakkında sert bir lisan kullanarak "Öyleyse toprak yiyin! ... Paramız yok! .. " demişti. Bunun üzerine askerler Vasıf'ın üzerine atlayarak kendisini öldürmüşlerdir.
Askerler çok kere halifeye müracaat ederek, komutanlarının ülkenin köy ve çiftliklerine, el attıklarını, devlet haracını azaltacak derecede mukataaya sahip oldukların şikayet ederlerdi. Ayrıca en üst düzey komutanların eskiye oranla maaşlarında büyük artışlar olduğundan, kadınlara ve çaresiz insanlara verilen maaşların haracın büyük kısmını kapsayacak büyük miktarlara vardığından söz ederek şikayetçi olurlardı. Hatta komutanlarından o kadar bıkmışlardı ki, onlardan kurtulmak için halifenin kardeşinin askere bizzat komutan olmasını bile istemişlerdi.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder