Selçukluların dini ve idari siyasetlerinin önemli bir ayağını da Abbasi Halifeleri ile olan ilişkiler oluşturmaktadır. Saltanat sistemi ve "kut alma" geleneğine bağlı olan bir yapılanma içinden gelen Selçuklular, Islam dünyasının liderliğini ele aldıklarında, kendilerine şimdiye kadar yabancı olan başka bir güç merkeziyle karşılaştılar. Bu, İslami geleneğe dayanan halifelik müessesesi idi. Selçuklular, Türkün "Cihan hakimiyeti" prensibi ile hareket ederlerken, Müslümanların, bir zamanlar siyasi ve dini, şimdi sadece manevi lideri haline gelen Halife'yi ve onun temsil ettiği gücü farketmeleri, bunun da gücün de hakkını vermeleri gerekmekteydi. Başlıca siyasi ve manevi kudreti temsil eden halifelik, Selçukluların gelişinden önce siyasi vasfını kaybetmiş, tamamen manevi güç merkezi halıne gelmişti. Dolayısıyla epeyce süreden bu yana Sünni dünyada devam eden siyasi güç boşluğu Selçuklular tarafından hızla doldurulmaya başlanacaktır.
Birbirlerini reddedemeyen ve meşrulukları tartışılmayan bu iki kuvvet merkezinin aynı coğrafya ve aynı kitleye hitap etmesi, zaman zaman aralarında birtakım meselelerin çıkmasına sebep olmuştur. Bu iki güç kaynağı, özellikle "yetki paylaşımı" hususunda anlaşmazlığa düşerken, kendi meşruiyetlerinin gereği olarak birbirlerine muhtaç olduklarını iyi bilmekteydiler. Dolayısıyla mecburiyetlerin, bazen de yetki paylaşımından doğan anlaşmazlıkların örgüsünde gelişen olaylar, halifeler ile Selçuklular arasındaki ilişkileri oluşturmuştur.
A- HALİFELİĞİN TARİHİ SEYRİ VE ANLAMI
İnsanlığın maddi-manevi sahalardaki terakkisine paralel olarak gelişen yönetim fikri, İslam peygamberi Hz. Muhammed'e kadar gelmiştir. Ayrıca onunla birlikte oluşan İslami gelenek, vefatından sonra yeni yapılanmaları da beraberinde getirecektir. Hz. Muhammed, risalet göreviyle vazifelendirildikten sonra onüç sene müddetle Mekke'de bu vazifesini devam ettirmiş ve yapılan baskıların sonucunda memleketini terk ederek, ömrünün sonuna kadar kalacağı Medine'ye hicret etmişti. Hz. Muhammed, hem "Risalet" (peygamberlik), hem de "Riyaset" (devlet başkanlığı) görevlerini şahsında toplamıştı. Onun vefatıyla birlikte peygamberlik hem görev, hem de kurum olarak sona ermiş, fakat ondan boşalan ve insanların idaresi için gerekli olan düzeni devam ettirecek bir önderin varlığına ihtiyaç devam etmiştir.
1 - Halifeliğin Tarihi Seyri
Hz. Muhammed'den sonra kimin önder olacağı konusunda başlayan tartışmalar gündeme, daha sonraları hilafet mevzuunda önemli yer tutacak olan "Kureyşlilik" esasını getirmiş ve Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Muhammed'den rivayet ettiği "Imam Kureyştendir" hadisinin gereği olarak ona biat edilmiştir. 1 Hz. Ebu Bekir'le başlayan ve sırası ile Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile devam eden "Hulefa-i Raşidin Devri" (632-661), bu görevin seçim yoluyla gelen insanların yürüttüğü bir dönemdir. Bu zamanda müstakil olarak "Halife" tabiri kullanılmamış, Hz. Ebu Bekir, Muhammed'den boşalan göreve geçtiği için kendisine Rasulullah'ın halifesi manasında "Halifetü'r-Rasulillah" denmiştir. Müteakiben o göreve gelen Hz. Ömer ise bu tabirin kendisi için kulanılmasına karşı çıkarak, ila ettiği görevin daha çok siyasi mahiyette olduğunu vurgulamak "Emiru'l-Müminin" tabirini tercih etmiştir.
"Emiru'l-Müminin" unvanı hilafet makamından maksadın ne olduğunu açıkça gözler önüne serdiği gibi, Hz. Muhammed'den intikal eden siyasi gücün de doğrudan bu makama aidiyetini ortaya koymaktadır ki, bu husus bir devletin tam olarak teşekkülü ve devlet başkanlığı müessesesinin ortaya çıkışında büyük bir aşamadır. O noktada İslam toplumu devlet başkanını "Halife" veya "İmam" olarak ifade edecektir. Dolayısıyla Halife veya İmam hem "cami", hem de "kışla" olmak üzere ikisinin de başkanı idi. Bütün gücü elinde toplayan bu tarz idare uzun seneler bu iki kesim arasında fark gözetmeksizin devam etti.
Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra, katillerinin yakalanarak hesap sorulmasını isteyen Ümeyye ailesinden ve dönemin Şam valisi Hz. Muaviye ile Hz. Ali arasında başlayan hilafet mücadelesi Emevilerin galibiyeti ile sonuçlanarak, seçimle işbaşına gelen, aynı zamanda ümmetin biat ederek onay verdikleri "Hulefa-i Raşidin" dönemini sona erdirmiştir. Sonuçta halife resmi unvanı bakımından olmasa bile fiilen hükümdar olmuş 've artık babadan oğula veraset yoluyla geçen saltanat sistemi ikame edilmiştir.
Emevilerin idareye el koymaları yönetimin tamamen saltanat sistemine dönüşmesiyle neticelendiği gibi, Müslümanların hakim oldukları topraklarda yaşayan insanlar arasında da birtakım ihtilafların zuhur etmesine sebep olmuştur. Ancak 749 tarihinde Emevileri devirerek iktidar olan Abbasiler de bu saltanat sisteminden vazgeçmemişIer ve yeni bir hanedan olarak Müslümanları yönetmeye başlamışlardır. Ne var ki, Emevilerin müstebid hükümdarlarına karşılık Abbasiler, şeri hukukun tam olarak geçerli olması ve uygulanması için çaba sarf etmişlerdir. Önceleri güçlü halifeler eliyle idare edilen Abbasiler, özellikle Emevilerden farklı olduklarını göstermek için halka karşı daha müşfik davranmaya, Arap ve gayri Arap unsurlar arasında dengeyi gözetmeye çalışmış, Abbasi Halifeleri de daha dindar gözüküp, Emevilerin temsil ettiği "mülk-devlet" yerine, dine dayalı bir devlet ile halifeliği temsil etmeye çalışmışlardır. Daha sonraları yeteneksiz halifelerin iş başına geçmesi ve devlet içinde özellikle Türk askeri unsurlarının gücünün artmasıyla Abbasiler de yavaş yavaş kuvvetlerini kaybetmeğe başladılar. Zamanla iç ve dış unsurların etkisiyle gitikçe zayıflayan Abbasi Hilafeti "Tevaifü'l-Müluk" döneminin ortaya çıkmasını engelleyemediği gibi, yok olma sürecine girdiği bir sırada da Selçuklular Orta Doğu'da boy gösterdiler.
Başlangıçta siyasi ve dini sahadaki önderlik halifelerin elinde iken, bu müessesenin gerçek hüviyetinden uzaklaşarak sultanlığa dönüşmesiyle birlikte, insanlar üzerindeki dini liderlik vasfı da ortadan kalkmış oldu. Zira, bu makamda oturan kişilerin, halk tabakalarına dini önderlik yapmaktan çok uzak şahıslar olmalarının yanı sıra, halkı zorla itaate mecbur etmelerinden dolayı da farklı bir konumları vardı. Onun için bahsedilen görevi ulema dediğimiz kişiler yürütmeye başladılar. Bu yüzden Irak, Basra ve Küfe gibi merkezlerde hilafet kurumunun otoritesi dışında yasama faaliyetleri gelişmeye başladı. Bu faaliyetler tabii olarak siyasi otoriteyi de etkiledi. Abbasilerin ikinci döneminden itibaren halifelerin sahip olduğu siyasi güç de ordu komutanlarının veyahutta halifeye tahakküm eden emirlerin eline geçince, hilafet müessesesi sembolik bir makam haline geldi.
2- Selçuklular Döneminde Halifelik Kurumu ve Bazı Görüşler
Halifelik makamı gün geçtikçe otoritesini kaybetmekle kalmamış, otorite boşluğu ve meşruiyet tartışmalarından dolayı birtakım siyasi, dini akımların oluşmasına da sebep olmuştur. Bu gibi hususları göz önünde bulunduran Hamdullah Mustevfi Kazvini ( öl. 1350) şu şekilde bir değerlendirme yapar: "İslam devirlerinde bulunan hükümdar sülaleleri mensuplarının her biri bir ayıp ve noksanlığa bulaşmışlardı, mesela Beni Ümeyye, zındıklık (dinsizlik), itizal (döneklik) ve haricilik (İslam'dan ve Cumhuru müslimin akidesinden ayrılmak), Beni Abbas'tan bazıları da itizal, Beni Leys ile Al-i Büveyh ise rafz (rafızilik), Gazneliler ve Harezmşahlar ve diğerlerinde asaletsizlik ve alçak soyluluk (köle, ğulam), gibi ayıplar vardı. Fakat Selçuk şahlarında bu gibi ayıplar ve noksanlıklar yoktu. Onlar böyle şeylerden temiz kimseler idiler. Kendileri, temiz akideli, pak, dindar, sünni, hayır sahipleri ve halka karşı da şefkat gösteren kimseler idiler. Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı üzere, Selçuklulara gelinceye kadar, gerçekte saltanat idaresi görünümündeki halifelik kurumu pek çok zaafiyeti de beraberinde taşımaktaydı.
Selçuklulardan hemen önce gerek iç, gerekse dış gelişmeler yüzünden en zayıf dönemini yaşamakta olan halifelik, başşehir Bağdad'ın Şii Büveyhiler elinde olması yanında daha başka sebeplerle dini otoritesini de kaybetme noktasına gelmişti. Ancak bitkin düşen Arapların elinden emaneti alarak, sancağı yüzyıllar boyu dünyanın dört bir yanında ve en yükseklerde taşıyacak olan Türklerin, yani Selçukluların İslam aleminin lideri olmasıyla birlikte Sünni halifenin yanında bir de Sünni sultan ortaya çıkmıştır.
Halifelik, tarihi seyir içerisinde belirli gelenekleri · ve kabulleride beraberinde getiren bir kurum olmanın yanında, adeta yönetimdeki meşruiyetin de temeli konumundaydı. Türklerin Bağdad'a intikali ve reddedilemez bir siyasi güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, şimdiye kadar otoritenin kaynağı olarak halifelik kurumunu görmüş olan insanların kafalarında bazı sorular belirdi. Bu soruların cevaplarının verilmesi, meşruiyet zeminine oturan açıklamaların yapılması gerekmekteydi. Beklenen cevap daha çok sultanın ve halifenin yetkileri ne olacaktı, kim hangi davranışları gösterirse meşruiyeti tartışılmayacak veya hangi davranışlar meşruiyet sınırlarını zorlayacaktı? İşte bu sorular ve onlara verilen cevaplar, dönemin ulemasını meşgul etmiş ve bu iki kurumun hukuki durumlarını, yetkilerini ve sorumluluklarını tartışan eserler kaleme alınarak, yönetimdeki haklar ve yetkiler belirlenmeye çalışılmıştır.
İslam alemi ve Türk tarihi açısından önemli bir dönem olan bu çağdaki tartışmalar, gerek dönemin anlayışını yansıtma, gerekse bahsedilen bu kurumların o zamandaki fonksiyonlarını gösterme bakımından önemlidir. Selçuklu Sultanları ve Halifeler arasında gelişen siyasi, sosyal ve dini ilişkilerin yeterince anlaşılması bakımından, devrin belli başlı alimlerince bu meseleye nasıl yaklaşıldığını görmek ve esasta "siyaset bilimi" çerçevesinde yapılan tartışmaları incelemek yerinde olacaktır. Zira bu görüşler bizi, Selçuklular dönemindeki siyasi gelişmeleri doğru değerlendirme imkanına kavuşturacaktır.
XI. yy'ın büyük alimlerinden olan Ebu'I-Hasan Ali el-Maverdi (öl.1058), değişik beldelerde kadılık yaptıktan sonra Bağdad'a yerleşerek eserlerini burada kaleme almıştır. Bahsedilen dönemde Büveyhiler Bağdad'a ve Abbasi Halifesi'ne siyasi yönden üstün oldukları için istediklerini yaptırabiliyorlardı. Buna karşılık Abbasi Halifeleri'nin dayanacakları Sünni askeri gücün yanında, kendilerini hukuken meşru gösteren ve onların Müslümanlar nezdindeki haklılığını pekiştiren görüşlere ihtiyaçları vardı. Büveyhiler'e karşı beklenen Sünni güç doğuda önce Gazneliler, sonra da Selçuklular olmuştur. Hukuki yönden halifenin haklarını savunacak ve onun Müslümanlar için gerekli olduğunu izah edecek şahıs ise Maverdi ve onun bu sahada yazmış olduğu eseri "el Ahkamu's-Sultaniyye"dir. Eser yirmi bölümden meydana gelmekte ve bunun sadece bir bölümü halifelikle ilgili kısmı oluşturmaktadır. Maverdi, tamamen klasik "Hilafetin Kureyşliliği" görüşünü savunmakta ve Hz. Peygamber'den naklettiği hadislerle halifeye itaatin gerekliliğine işaret etmektedir.
Maverdi, Halifeler ile Büveyhi sultanları arasında sürüp giden müzakerelerde halifelerin temsilcisi olmuş, Büveyhi Sultanı Celalu'd Devle'nin "Şahanşah" (Melikü'l-Müluk) unvanını almasına karşı çıkmış birisiydi. O eserinde, Büveyhilerin halife tayin etmesine karşı Sünni halifeyi garanti altına alacak ve Fatımi tehlikesine karşı koruyacak bir yol bulmak istemişti. Bu yüzden de halifelik makamının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri en iyi bilen şahıs olarak, yazdığı eseri İslam tarihinde kapsamlı bir devlet teorisi geliştirme konusunda ilk teşebbüs olmanın yanında, halifeliği bu sıkıntılardan kurtaracak tavsiyeler de ihtiva etmektedir. Maverdi eserinde, İslam amme hukukunun teorik meseleleri üzerinde durarak, halifenin gerekliliğini izah edip, bunu akli ve nakli delillerle gerekli göstermeye çalışır." Maverdi'ye göre Halifenin görevleri, dini gelişmeyi himaye, adaleti ve düzeni sağlamak şeklinde özetlenebilir." Onun için gücü elinde tutan Büveyhilerin yaptıklarını adeta hukuk dışı ilan etmektedir. Aynı şekilde halifenin seçimle olması gerektiği görüşünü de vurgulayarak, şii inanca sahip Büveyhilerin hilafetin nassla tayin edilmesi gerektiği görüşünü de reddeder.
Tarihi birikime ve mevcut duruma vakıf olan Maverdi, birçok halifenin zorla görevden uzaklaştırıldığından ve idarenin ellerinden alındığını haberdardır. Bu tür kuvvet kullanmanın kendi döneminde de ihtimal dahilinde olduğunu bilmesinden dolayıdır ki, istilacı valilerden bahsederken, "İmamın böyle bir şahsın valiliğine izin vermesi ise, bozukluktan dürüstlüğe, zararlı durumdan iyi duruma dönmesi, dini işlerin geçerli olması sebebiyledir. Bu şekilde bir valilik, şartları bakımından örfe aykırı ise de dini hükümlerin yerine getirilmesi, hükümlerin askıda kalmaması, sakat ve yanlış işlerin yapılmaması sebebiyle normal karşılanır demek sureti ile realiteyi değiştiremeyen halifenin, birtakım gayeler sebebiyle mevcut duruma rıza göstermesini doğru kabul eder. Dikkat edilirse bu görüş Büveyhilerin idaresini mecburiyetler gereği kabul ederek, halifenin yerini ve meşruiyetini korumanın zorlanarak da olsa izahından başka bir şey değildir. Maverdi'nin bir noktada amacı; dini otorite sahibi halife ile, siyasi otorite emir arasındaki yetki paylaşım alanlarının sınırlarının çizilmesi için teorik bir temel sağlamaktır.
Maverdi'nin halifenin hukukunu savunmak ve otoritesini sağlamlaştırmak için sarfettiği gayretlerin bir neticesi olsa gerek ki, Abbasi· Halifesi'nin Tuğrul Bey'e elçi olarak gönderdiği şahıs yine Maverdi olmuştur. O, görünen· şekliyle Tuğrul Bey ile Celalu'd-Devle arasında sulh yapmak için gönderilmekle birlikte esasta, kendisinden yardım beklenen bir· siyası güce Halife'nin statüsünü anlatma ve onun hukukunu savunmada teorik bakımdan en yeterli kişi olması, onun Tuğrul Bey' e elçi olarak gitmesini sağlamıştır. Ayrıca ilimdeki büyüklüğü ve hilafet meselelerindeki teorik bılgisi onun bu göreve seçilmesinde etken olmuştur. Maverdi'nin bu büyüklüğün farkında olan Tuğrul Bey de, hem Halife'nin elçisi olması hem de saygınlığından dolayı onu Cürcan'da dört fersah mesafeden karşılamış ve hilat giydirmişti. Tuğrul Bey'in yanında bir sene kalan Maverdi, bu süre içerisinde gerekli girişimlerde bulunmuş olmalıdır.
Selçuklular döneminin siyaset bilimcilerinden ve önemli hilafet teorisyenlerinden birisi de İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni'dir. Dönemin büyük alimlerinden olan Cüveyni, Tuğrul Bey döneminde Eşariler için yürütülen baskı politikaları sonucunda ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmıştı. Alp Arslan'ın başa geçmesi ve Nizamülmülk'ün vezir olmasının ardından ülkeye dönmüş ve Nizamülmülk'ün ricasıyla Nisabur Nizamiye Medresesi müderrisliği görevini yürütmüştü.
Özelde Şafii-Eşari genelde ise Ehl-i sünnet görüşünün savunulması için açılan Nizamiye Medresesi'nde otuz yıl hocalık yapan ve birbirinden değerli yüzlerce öğrenci yetiştiren Cüveyni'nin dönemin meselelerine karşı bigane kalması düşünülemezdi. Nitekim dini otoriteyi ilgilendiren bir meseleye, siyasi otorite Melikşah'ın müdahalesi İmam Cüveyni tarafından kabul edilmemişti. Melikşah, Ramazan hilalinin görüldüğü gerekçesiyle ertesi günü bayram ilan etmişti. Cüveyni ise, bu günün Ramazan olduğuna dair fetva vermişti. Devlet otoritesinin söz konusu olduğu böyle bir durumda Melikşah, Cüveyni'yi nazikçe saraya davet ederek meselenin aslını öğrenmek istemiş, Cüveyni de Sultan'a: "Devlet işlerinde fermana itaat bizim vazifemizdir, fakat fetvaya taalluk eden bir meselede Sultan'ın bize danışması lazımdır" şeklinde cevap vermiş ve Sultan da Cüveyni'yi haklı bulmuştu.
Basit bir meseleye bile müdahaleden uzak durmayan Cüveyni'nin hilafet ve saltanat konularında da söyleyecek sözleri, açıklayacağı fikirleri olmalıydı. Nitekim o, selefi Maverdi'nin yolundan gidip, bahsedilen mesele üzerine müstakil bir eser kaleme alarak Maverdi gibi hilafetin Kurenliliği görüşünü savunmuş ve eserini "Gıyaseddin" lakaplı Nizamülmülk adına sunmuştur. Bu yüzden eserine "Gıyasu'l-Umem fi İltiyasi'z Zulem" adını vermiştir. Eserinin ilk bölümünü sekiz bab’a ayırarak, birinci bab’da imametin gerekli olduğunu işleyip ikinci bab’da imametin nassla tayin edildiği görüşünde olan Şiilerin fikirlerini çürüterek, Hz. Peygamber'in "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" sözü ve Hz. Ali'ye hitaben "Sen, bana, Harun'un Musa'ya olan durumu gibisin" sözlerini genişçe açıklayarak bunların manalarını tahlil etmekte, Hz. Peygamber'in kendi yerine halife tayin etmesinin aklen mümkün olamayacağını izaha çalışmaktadır.
Cüveyni, eserinde ayrıca imamın seçimi, imamda bulunması gereken özellikler, görevinden azledilmesi ve imama yardımcı olan memurlardan bahsetmektedir. İmamda bulunması gereken şartların başında Kureyş'ten olma şartı, Cüveyni için de vazgeçilmez bir esastır. İmama ve valilere gerekli olan işlere bir bölüm ayrılmıştır. O tamamen dini ve siyasi otoriteye sahip bir imam (halife) düşündüğünden olsa gerek ki, imamın itaatinden çıkanlara karşı asker sevk etmekten tutun, sınır bölgelerinde kaleler yaparak bunların ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar birçok şeyi imamın görevleri arasında gösterir.
Hilafet-Saltanat konusundaki tartışmaları en iyi bilen şahıslardan biri olan Nizamülmülk devletin gücünü Sultan adına elinde bulunduran şahıs olarak bu meseledeki tavrını açıkça saltanattan yana koymuş ve yazdığı "Siyaset-Name" adlı eserinde saltanatın meşruiyetini savunmuştur. Nizamülmülk'ün bu eserini emsallerinden üstün kılan şey, geçmiş milletIerin idarelerinden örnekler vererek bol tarihi malzeme sağlamanın yanında, yaptığı mukayeselerle de Melikşah dönemi Selçuklu Devleti'nin sosyal bünyesini açıkça ortaya koymasıdır. Vezir'in bu eseri yazmaktaki gayesi Selçuklu idaresini olduğu gibi tasvir etmekten öte, zamanın şartlarına ve inanışlarına göre iyi bir devlet nizarnının nasıl olması ve başarılı bir hükümdarın neler yapması gerektiğini anlatmasıdır.
Nizamülmülk'ün eserinde, çağdaşı ve hilafet fikrinin en büyük teorisyenlerinden olan Maverdi'nin eserindeki hilafet, halifenin seçimi, vezirliğin kısımlara ayrılması gibi hususların hiçbiri bulunmaz. Zira onun konu edindiği sistem, halifelik kurumuna karşı sultanın aristokratik yönetimi altında gelişen monarşik sistemdir. Nizamülmülk'ün siyasi teorisi tamamen Müslüman siyasetinin sultanlıkla karakterize edilen belli bir dönemini yansıtmaktadır. Halife konusuna hiç atıfta bulunmaması ve Selçuklu yönetimiyle Abbasi Halifesi arasındaki hukuki ilişkiler konusunda özenle hiçbir şey söylememesi bunun açık delilidir. Aynı düşüncenin gereği olarak, Maverdi gibi müelliflerin bahsetiği "emir-i müstevli" (işgalci, gasıp emir) ifadesi, Nizamülmülk'ün eserinde hiç geçmez. Aslında O, halifenin otoritesinin kaynağını meşrulaştıranlara karşı, sultanın otoritesınin kaynağını meşrulaştırmakta ve bu hususu tartışmaya açmamaktadır. O'na göre, sultanın otoritesinin kaynağı halife değildir, bu tamamen Tanrı'nın sultana ikramıdır. Bu sebepten de, yaptıklarından dolayı Tanrı'ya hesap vermek durumundadır. Bunun İçın sultan kullarına iyi davranmalı, halkın İşlerinden gafil olmamalıdır. Nizamülmülk, bu düşüncesiyle mensubu olduğu İran saltanat sisteminden daha çok, bağlı bulunduğu Sultan'ın mensubu olduğu Türk saltanat sisteminin İslami değerlerle bezenmiş şeklini ortaya koymaktadır.
Nizamülmülk'e göre: "Din İşlerini araştırıp sormak, farzları ve sünnetleri gözetmek, yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, din alimlerine saygı göstermek, maişetleri için gerekeni, Beytü'l-Mal'dan ayırıp tayin etmek, zahidlere ve perhizkarlara hürmet etmek, padişaha vaciptir. Bu şekliyle sultan, halife gibi hem "kışla"nın, hem de "dini"nin başkanı durumundan çıkarılıp, sadece siyasi otoritenin temsilcisi olarak görülmektedir. Din işleri için o sahanın uzmanlarına müracaat etmesi yine, sultana tavsiye edilen hususlardandır. Kaldı ki, Nizamülmülk'ün eserinde tanımlanan sultan; halifeliğin gerileyişi ile ortaya çıkan İslam siyasi hayatında yüzyıllarca devam eden tipik Müslüman sultandır. O, diğer siyaset bilimcileri gibi, sadece teoride kalmamış, çok başarılı politik tecrübelere de sahip olduğundan dolayı, tavsiyeleri hayatın içinden ve tecrübelerin süzgecinden geçerek eserine yansımıştır. Nizamülmülk'ün eseri Arap ile Arap olmayanların kültürleri arasındaki mücadelenin, nispeten birincisinin zevale ermesi üzerine, ikincisinin siyasette ortaya konmuş şeklidir.
Selçuklular dönemindeki yukarıda sözkonusu edilen teorisyenlerin dışında "Orta Yolcu" olarak bilinen Gazali'yi de dikkatlice incelemek gerekir. Zira Gazali, döneminde yapılan bu hilafet-saltanat tartışmalarının içinden gelmektedir. O, bir taraftan "hilafet" görüşünü savunan Cüveyni'nin yanında yetişmiş, diğer taraftan "saltanat" görüşünü benimseyen hemşehrisi Nizamülmülk'ün yakın desteği ve yardımını görerek Bağdad Nizamiye Medresesi müderrisliğine getirilmiş birisidir. Aldığı eğitim gereği "hilafet"in meşruiyeti görüşünü tahsil etmesine rağmen, Selçukluların değiştirilemez hakimiyetinin gerçeğini de teslim etmek zorunda kalmıştır. Esasen o, İslam alemi için beliren iç ve dış tehlikelere karşı en büyük koruyucu rolünü üstlenen Selçukluların yaptıklarını ve vazgeçilmezliğini de görmekteydi. Bu durum Gazali'yi, bu iki görüş arasında bir uzlaşma bulmaya sevk etmiş ve "hilafet"i kabul eden, fakat "saltanat"ı da reddetmeyen yeni bir fikir ortaya çıkmıştır.
Yaşadığı çağın problemlerini gören Gazali, dünya işlerinin siyasetsiz olmayacağını da bilmekte ve kendi eserinde, beşeriyetin ıslahı ile dünya ve ahirette selamete ulaştıracak doğru yolu gösteren siyaseti kısımlara ayırmakta, peygamberlerin siyasetinden sonra halife ve sultanların siyasetinden bahsetmektedir. Dolayısıyla siyaseti, dinin ve ahlakın zorunlu bir sonucu olarak görmekte, hayatın şartları gereği bunun lüzumlu olduğunu beyan etmektedir. O'na göre, din; hem insan, hem de toplum hayatının temelini oluşturmakta, devlet de dinin koruyucusu görevini ifa etmektedir. Bu bakımdan, devlet zayıflarsa veya ortadan kalkarsa, dinin oturduğu temel de ortadan kalkmış olur. Gazali'ye göre, bu siyasetin icra edildiği ve insanların ihtiyaçlarının karışıklığa meydan vermeden yerine getirildiği müessese de devlet kurumudur. İnsanın yaratılışı bunu gerektirdiği gibi, meydana çıkan ihtiyaçlar da bunu gerektirir.
İşlerin yürütülmesi ve insanların idare edilmesi için halkın başında birinin bulunması gereklidir ki, bu şahıs Hz. Peygamber'in "İmamlar Kureyştendir" sözüne dayanılarak Kureyş kabilesinden olmalıdır. Gazali, bu görüşüyle klasik Kureyşlilik görüşünü devam ettirdiğini göstermektedir. Fakat yaşadığı olaylar, özellikle de Fatımiler tarafından yaratılan tehlike, Gazali'ye selefleri Maverdi ve Cüveyni'den değişik şeyler söyleme, yeni yorumlar yapma zarureti getirmiştir.
Gazali, imamın yokluğu durumunda ümmetin işlerinin fesada gideceğini, dini, iktisadi ve siyasi işlerin bozulacağını ileri sürerek, halifenin gerekliliğini savunmakta, bunun da şeran vacip olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre halife, seleflerinin bahsettiği şekilde her meselede yetki ve maharet sahibi kimse olmayabilir. Müctehid derecesinde bilgisinin olması da gerekmez. Zira, ihtiyaç duyduğu konularda alimlerden istifade edebilir. Maverdi'nin Büveyhilerin baskıları karşısında bunalan ve güçsüzleşen halifenin hukukunu savunma, onun hukuki dayanaklarını gösterme çabaları; Cüveyni'nin her meselede etkili ve yetkili halife tanımı yerine, Gazali'de mevcut durumu izah ederek, halifenin meşruiyetini müdafaa gayretleri görülür. Çünkü, artık horlanan ve hakir görülen halife yerine, kendisine saygı duyulan, önünde diz çökülen ve istekleri emir kabul edilen bir halife vardır. Bu yönüyle Gazali'nin tanımladığı halife, seleflerinin tanımladığı halifeden farklıdır. Fakat, Gazali'nin onlardan ayrılan yönü gerçekçi olması ve mevcut realiteden hareket etmesidir.
Gazali'nin düşüncesine göre, halife her konuda otorite sahibi birisi değildir. Bu yüzden de siyasi sahadaki otoritesini güç ve kudret sahibi birisine devredebilir. Gazali'nin düşüncesindeki bu güç Selçuklulardan başkası değildir. Dolayısıyla Gazali'ye göre halife, adeta dini yetkilerle sınırlandırılmış olan kişidir. O, bu tanımı getirmekle bir noktada seleflerinin bahsettiği güçte (gerçek) halifenin olmadığını da kabul etmiş olmaktadır. Dolayısıyla Gazali'nin teorisinin en belirgin yanı, siyasi gerçekliliğidir. Gazali, mevcuttan hareketle teorisini geliştirmiş, pratiği olmayan nazari teorilerin kimseye fayda getirmediğini görmüştür. O, geleneksel halife teorisinin yanında ondan öncekilerinin hiç bahsetmediği "sultan" kavramı ve ona bağlı olan siyasi otoriteden de bahseden bir fikir adamıdır. O, halifenin yanında sultanın varlığını da kabul ederek bunu akli ve siyasi bir gereklilikle izah eder. Ayrıca o, selefi Maverdi gibi sadece halifenin meşruiyeti üzerinde ısrar etmez. Meseleye daha çok Sünni düşünceden hareketle değişik bir yorum getirir. Bu yorumuyla Gazali, üniter (tek yanlı) sistemden ziyade, çok yanlı, çok unsurlu bir yönetimden yanadır. Hepsinden önemlisi halife ile sultanı irtibatlandırmakta, halife ile iktidarı elinde tutan kişi arasında işbirliği öngörmektedir. O, bu düşüncesiyle Maverdi'ye ters düşmüyor, Sünni teoriyi reddetmiyor, sadece zamanın siyasi şartlarını geleneksel Sünni düşüncenın de kabul edebileceği bır üslupla açıklamak istiyordu.
Gazali, teorisini sebep sonuç ilişkilerine dayandırarak izah etmekte, bu yönüyle sosyal bünyenin gereklerini düşünerek gerçekçi ve uygulanabilir düşünceler üretmektedir. Ona göre sultanlık, bu haliyle düzenin korunması ve asayişin sağlanması için gerekli zemin hazırladığı gibi, İslami faaliyetler için de müsait bir ortam hazırlamış olur. Bu sebeplerden dolayı sultan meşru sayılmalı ve ona bahsedilen şeyleri gerçekleştirecek birtakım imtiyazlar verilmelidir. Aksi taktirde dünyevi işlerin barış ve düzen içerisinde, Tanrı'nın emirleri doğrultusunda yürütülmesi imkansız olur.
Gazali'nin en çok üzerinde durduğu hususlardan biri de, sultanların devlet işlerinde alimlere ve tecrübe sahibi kişilere önem vermesi gereğidir.' Böylece Gazali'nin hilafet teorisinin üç unsuru ortaya çıkar: Halife, Sultan ve ulema. Bunların her biri Islami yönetimin ardındaki bir gücü temsil etmekte ve yine her biri bu otoritenin gerektirdiği işlevleri yerine getirmektedir. Bu yüzdendir ki, Gazali'nin teorisi siyasi gerçekliliği yansıtmakta ve uygulama sahası bulmaktadır. Gazali, bu düşünceleri ile Hobbes, Locke ve Rousseau v.b. Batılı düşünürler gibi muhayyel insanla uğraşmamış, aksine gerçeklerle uğraşarak "Devlet" fikrini bu yönde geliştirmiştir.
Ana hatlarını vermeye çalıştığımız, Selçuklular dönemindeki önemli siyaset teorisyenlerinden Maverdi ve Cüveyni'ye göre otoritenin sahibinin halife olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunlara karşı saltanatı savunan Nizamülmülk'e göre ise otoritenin kaynağı sultandır. Gazali ise, orta yolcu olarak her iki görüşün uzlaşmasını temin etmiş ve siyaset teorisini bu yönde geliştirmiştir.
Teori nasıl olursa olsun, uygulamanın ne şekilde geliştiğini ve otoritenin kimin elinde olduğunu biz, tarihi kaynaklardan görebilmekteyiz. Bu otorite, Selçuklu Sultanları'nın elinde olan güç ve kuvvetin otoritesidir. Dolayısıyla bahsedilen dönemdeki bütün tartışmalara ve meşruiyet arayışlarına rağmen Sünni İslam dünyasının lideri Selçuklular olup, hilafet makamına hürmet ve saygılarından dolayı, bu makamın durumunu tartışmamışlardır. Aksine, yetkileri dini liderlikte sınırlı kalan halifenin bu durumunun devamını, kendi siyasi nüfuzları açısından da faydalı görmüşlerdir. Siyasi otoritenin, hemen hemen her önemli olayda belirleyici husus olduğu, ileride açıklanacağı gibi, Tuğrul Bey'in evliliği ve Melikşah'ın Halife'yi Bağdad'dan çıkarma teşebbüslerinde de görülecektir.
Hilafet-Saltanat teorisyenlerinin tartıştığı ve neticede İslami bir hüviyet verdikleri "Sultan" mefhumu, Selçuklularla birlikte yeni bir anlam ve muhteva kazanmış, cihanşumul bir imparatorluk unvanı kadar gösterişli yeni bir iddiayı temsil etmenin yanında, Abbasi Halifeleri tarafından da tanınmıştır. Bunun en açık şeklini, Halife Kaim Biemrillah'ın Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet etmesi ve Besasiri gailesinin ortadan kaldırılmasından sonra Tuğrul Bey'e "Meliku'l-Maşrık ve'l-Mağrib" (Doğunun ve Batının Sultanı) unvanını vermesinde görmek mümkündür.
Selçuklu Sultanları, her ne kadar dini önder olarak halifenin hizmetinde idiyseler de, iktidarı kimseyle paylaşmadan ve tek başlarına, İslam adına, bağımsız olarak ellerinde tuttular. Halife'nin ülkesi artık Selçuklular ülkesinin bir parçası haline gelmiş, görünüşte Sultanlar Halife'nin emrinde olduklarından dolayı, Abbasi Halifesi'nin gücü ve kudreti artmıştı. Fakat bunlar sadece şekilden ibaretti. Hakikatte Abbasi Halifeleri'nin nüfuzu kısılmış, ülkenin her tarafındaki minberlerde onların adı okunmasına rağmen, bu sembolik olmaktan öteye gidememiştir. Halifelik, artık dini teşrifat ve başkanlık haline dönüşmüş; halifeler de dini ve içtimai meseleler yerine, dini şairleri ve şahsiyetleri himaye ile uğraşmışlardır.
Halifelik karşısında güçleri iyice artan Selçuklu Sultanları, sultanlığın Müslümanlar için, en azından teoride, dini bir anlam ifade ettiğini bilmekteydiler. Bu sebepten dolayı, İslam'ın başı olarak, otoritelerinde dini bir temel olduğunu iddia etmişler, fakat bu iddiayı siyasi ve askeri alanla sınırlamasını da bilerek, dini liderliği halifeye bırakmışlardır. Selçukluların bu düşüncesi, dönemin siyaset teorisyenlerince de desteklenmiştir. Nizamülmülk eserinde, saltanatın Allah'ın vergisi olduğunu ve sultanın bu nimete karşı Allah'a karşı sorumlu olduğunu belirtirken; Gazall de, "Din ve sultan iki ikiz kardeştir. Yine bundan dolayıdır ki: Din esas ve sultan koruyucudur. Esası, temeli bulunmayan bir bina yıkılmağa mahkum olduğu gibi, koruyucusu bulunmayan bir şey de yok olmağa mahkumdur", " ... dünya düzeni zorunlu olduğu için sultanın varlığı ve din düzeni için dünya düzeni zorunluluğu gibi, Ahiret saadetini kazanmak için de din düzeni zorunludur" şeklinde yorum getirerek sultanın varlığını meşrulaştırmakla kalmamış, ona dini bir gereklilik de vermiştir.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder