Beşik Olan Anadolu ve Ufuk Olan Osmanlı İmparatorluğu
Mevlevi Tarikatı kuruluşunun en başından itibaren farklı sosyal ve politik ortamlara uyum sağlamıştır. Rumi ve ailesi, Selçuklu beyleri ile mükemmel ilişkiler kurmuşlardı ve Konya'da onların misafiri olmuşlardır. Moğollar zamanında Mevleviler, yetki sahipleriyle sağlam ilişkiler kurmayı başarmışlar ve kendilerine dinin koruyucusu diyen Osmanlılarla da bu ilişkiler devam etmiştir. Osmanlılar Mevlevilere gün geçtikçe daha çok itimat etmiş ve bu tarikat İmparatorluğa günden güne daha bağlı olan resmi bir kurumuna dönüşmüştü. Gölpınarlı'nın da yazdığı gibi Mevlevi Tarikatı, resmi görevleri olmasa bile bir Osmanlı kurumu, bir devlet tarikatı haline gelmişti. Politik değişimlere bu kadar kolay adapte olmaları çok da şaşırtıcı değildir, nitekim diğer bütün tarikatlar da sadece politik değil, etnik ve kültürel değişimlere de uyum sağlamaya mecbur kalmışlardır. Bu gruplardan bazıları, Osmanlı İmparatorluğu'nun önceden aldığı bazı topraklara geldiler ve Osmanlı bu tarikatlar için bir rehberlik görevi gördü. Örneğin Nakşibendi Tarikatı, 16. yüzyılda Ona Asya'dan tamamen misyonerlik hedefi ile İstanbul'a geldi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarında yayıldı. Aynı tarikatın başka bir dalının Osmanlı lmparatorluğu'nda onaya çıkması, 17. yüzyılda meydana gelen ikinci dalga ile olur. Anadolu topraklarında yaşayan değişik Sufi tarikatlarının tarihleri konusunda bir karşılaştırma yapılmak istenirse, Mevlevi Tarikatı'nın belki de farklı bir siyasi ortamda doğup, Moğollar dönemini atlatıp Osmanlı lmparatorluğu'nda tarikatların "kraliçesi" olması bakımından tek olduğu söylenebilir. Mevleviler Osmanlı tebaasından değillerdi. Dervişlerin ilk nesilleri, manevi dünyalarını anlatmak için Türkçeyi kullanmış olsalar bile Osmanlı değillerdi. Bu yüzden Mevlevi Tarikatı'nın biraz özel bir tarikat olduğunu kabul etmekte yarar vardır. Anadolu'nun tam ortasında bulunan Konya'daki merkezinden çıkan misyonerler, dalga dalga yayılarak tekkeleri kurmuşlardır.
Harita üzerindeki Mevlevi tekkelerinin dağılımı incelenirse, Mevlevi misyonerlerinin İstanbul'a ulaşmak için dört ana rota izlediği görülür. Birincisi Girit'ten başlamakta, Ege Denizi kıyılarındaki tekkelerden geçerek Bursa'ya, oradan da İstanbul'a ulaşmaktadır. İkinci yol, birçok Mevlevi mekanının bulunduğu iç Anadolu Bölgesi'ndedir. Burada birkaç günde yürünerek rahatlıkla ulaşılabilen birçok tekke vardı. Harita üzerinde güneyden kuzeye, Kıbrıs'tan yola" Çıkarak Konya, Afyon, Kütahya ve İzmit'ten geçilerek İstanbul'a varan rota rahatlıkla görünebilir. Aynı rota Kudüs'ü başkent olan İstanbul'a bağlamaktaydı ve Kahire ile bağlantısı olan rota da buydu. Kahire'de Mevleviliğin Anadolu dışındaki en eski eserlerinden biri bulunuyordu. Bu rota için Kudüs'ten başlayıp, Halep'ten geçerek Anadolu'ya ulaştığı da söylenebilir. Haritaya bakarak Anadolu'nun güneyinden, yine Kıbrıs'tan başlayarak bu sefer kuzeye, Pontus Rum Vilayeti'ne, oradan da Kastamonu'ya ulaşan bir rota olduğu görülür. Mevleviler Kastamonu'dan yola çıkarak Karadeniz'e açılabilir ve Kırım'a ulaşabilirlerdi. Kırım'da Osmanlıların hükmettiği zamanlarda, 18. yüzyılda yapılmış olan Gözleme (Yevpatoria) Tekkesi bulunmaktaydı.
Görülen son rota ise, Tebriz'i Bağdat'a bağlayan, oradan da Anadolu'ya ve başkente bağlanan rota idi. Bu rotaları izleyerek İstanbul'a gelen dervişler, buradaki beş tekkeden biri tarafından kabul edilebilir, buradan da Balkan Avrupasına. Saraybosna'ya, Pecs'e (Macaristan) veya Hotin'e (Moldovalıların yoğunlukla yaşadığı bir Ukrayna şehri) kadar gitmek için yola çıkabilirlerdi.
Anadolu'dan bütün Osmanlı topraklarına kadar tekkelerin yayılması, Mevlevilerin misyonerlik amacıyla yaptıkları yer değiştirmeler sonunda gerçekleşmiştir. En etkili şeyhlerden biri olan İsmail Ankaravi, dervişlerin ruhsal büyümelerinin bir yöntemi olarak seyahat etmeleri gerektiği konusunda birçok detay kaleme almıştır. Kalenderi isimli resmi olmayan hareketten temelini aldığı çok açık olan misafirperverlik prensibi, hem ruhsal olarak çok önemliydi hem de coğrafi olarak bir tekkeden başka bir tekkeye geçmeyi mümkün kılarak dervişlerin yeni bölgelerde tekkeler kurmalarına imkan veriyordu.
Coğrafi yayılma, eğitim sistemleri ile de iç içeydi. Nitekim bütün tekkeler Mevlevi Tarikatı adaylarını ağırlayamazdı. 1925'ten önce açık olan seksen iki tekkenin sadece on altısında '"asitane" bulunmaktaydı. Yalnızca "asitane" denilen tekkelerde "can" denilen derviş adaylarının yapması gereken çileci!, uzun ve ruhsal inziva için uygun hücreler bulunmaktaydı. Bu uzun inzivadan sonra, canlar her anlamda tarikatın üyesi olarak kabul edilirler ve "dede" (Hıristiyanlık terminolojisinde bunun karşılığı "başrahip"tir, yani bilgeliği ile başka öğrencileri yetiştirebilir) ya da sadece "derviş" unvanını alırlardı. Asitanelerin sayısının az olması, bütün çileci ve ruhsal eğitimin, tarikatın merkezinin kontrolü altında kalması gerektiğini göstermektedir. Bu eğitim merkezleri, derviş olmak isteyen adayları eğitiyordu ve asitane olmayan şehirlerdeki adaylar, asitane olan şehirlere gitmek zorunda kalıyorlardı.
17. yüzyılda Alina'nın bir köyünden olan Küçek Mustafa Dede, babası gibi bir derviş olmak istemiş ve Konya'ya giderek Ebu Bekir Çelebi'nin (ölm. 1638) müridi olmuştur. Ebu Bekir Çelebi, padişah tarafından çağrıldığı zaman verdiği eğitimi bırakmıştır. Bundan sonra Mustafa Dede faydalanacağı güvenilir bir ruhsal rehber bulamadığı için Afyonkarahisar'a gider ve nihayet burada 1001 günlük çilesini çeker ve şeyh olur. (Ilgar, 2008, s. 1 15-9) Mustafa Dede'nin Mevlevi eğitimini alabilmek için Anadolu'ya gelmesinin nedeni Larissa (Yenişehir) Tekkesi'nin daha sonra açılmış olmasıdır. O tarikatın üyesi olmak isteyen adayların yer değiştirmelerinin gerektiği söylenebilir. 16. yüzyılın sonlarına doğru, adından da anlaşılacağı gibi bir Ankaralı olan İsmail Ankaravi, Rumi'nin Konya'daki mezarına gider ve burada tekrar görme yeteneğine kavuşabilmek için dua eder. Ankaravi, bu sefer de Rumi'nin kanunlarına uymak için şehrinden ayrılmıştır. Ankara'da onun ölümünden sadece bir yıl önce, 1630'da bir tekke kurulmuştur.
Tarikatın 1925'teki kapanmasından önceki son döneminde en aktif kişilerden biri olan Ahmet Remzi Aykürek, Mevlevilerin gezgin olabileceklerinin canlı bir örneğidir. (Haksever, 2002, s. 41 -66) Akyürek, 1872 yılında bir Mevlevi şeyhinin oğlu olarak Kayseri’deki bir tekkede dünyaya geldi. Dedesi, o zaman Konya'daki Çelebi olan Mehmet Sait Hemdem'in müridi olmuştur ve onu Kayseri'ye şeyh olarak atamıştır. 1835 yılındaki vefatından sonra oğlu Seyyid Ahmet Remzi el-Mevlevi bu idareyi ele almıştır ve şehrin müftülüğü görevi de kendine verilmiştir. Seyyid Ahmet Remzi el-Mevlevi'nin oğlu olan Süleyman Ataullah Efendi de aynı tekkenin şeyhi ve Aykürek'in babasıdır. Bu kişilerin neden tekkede doğdukları ve eğitimlerini babalarından aldıkları anlaşılıyor. 1892 yılında Aykürek bir yıl süre ile İstanbul'a yerleşir ve imparatorluk Hesap Divanı'nda danışmanlık yapar. Bu süre içerisinde Akyürek, Yenikapı Mevlevihanesi'nde kalır. Bu tekkenin o devirde sosyal yaşama büyük etkisi olmuştur. Akyürek; bu görevi tamamladıktan sonra Kayseri'ye döner ve Mevlevi yazarlık ve şairlik yoluna devam eder. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Konya'ya gider ve Büyük Çelebi'nin emri altında burada bir süre yaşar. İzleyen yıl Kütahya Mevlevihanesi'ne şeyh vekili olarak gönderilir. Dokuz ay sonra yine bu hacılık yürüyüşü devam eder ve bu kez de Kastamonu'ya gönderilir. Burada derviş adaylarının eğitimi verilmektedir. 1909 yılında bu asitanede şeyh olur. Ayrıca Konya'daki Büyük Çelebi, onu Halep'teki tekkede tahkikat yapması için görevlendirir. Bu görev sayesinde Akyürek Antep. Urfa, Kilis, Hama, Homs, Şam, Trablusgarp ve Kudüs tekkelerini ziyaret etme fırsatı bulmuş ve sonra buraları Çelebi'ye rapor etmiştir. Tekkeler uzun yolculuklar yapan kişileri ve İslam'ın bir ibadeti olan hacılık görevini yerine getiren kişileri misafir ediyordu; ancak bu tekkelerin Konya'nın kontrolü altında olması kaçınılmazdı. 1913 yılında Aykürek Halep postnişini oldu ve burada Mevlevi hayatını ve uygulamalarını yeniledi, öyle ki meraklı birçok Yahudi ve Ermeni bile artık törenlere kalabalık bir biçimde katılıyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Akyürek, Filistin sınırlarında yardım toplamakla meşguldür ve tekkeleri gıda malzemelerin depolanması için kullanılmasına izin verir. Mevlevilerin oluşturduğu bölüğe bizzat kendisi destek verir ve başka Mevlevi askerlerle bir araya gelip Şam'da savaşır. Akyürek, bu sırada da fırsatı değerlendirir ve Emevilerin bir camisinde Mesnevi'yi yorumlar. Savaştan sonra, İstanbul'un en yeni tekkesi olan Üsküdar Tekkesi'ne şeyh olarak tayin olur. Burada yeni ek binalar yaptırır ve Hüseyin Vassaf Efendi ve son Mevlevilerin en büyüklerinden olan, Tahirü'l-Mevlevi diye de anılan Tahir Olgun gibi Sufi düşüncesine yakın yazarlarla dostluklar kurar. Akyürek, tekkelerin kapatılmasından sonra. Üsküdar'daki Selimağa Kütüphanesi'nin müdürlüğüne atanır. Burada kendini Farsçadan tercüme yapmaya ve Sufi eserlerinin liste ve kataloğunu çıkarmaya adar. 1937 yılında emeklilik yaşına geldiğinde Ankara'daki kızının evinde kendi iç yaşantısına çekilir. Burada yazarlık faaliyetlerini sürdürür.
Son yıllarında Konya'ya döner ve 1944'te orada vefat eder. Bu kişinin hayatı, Mevlevilerin hayatlarında meydana gelen devrimi, Osmanlı çağından Cumhuriyet çağına geçilirken yaşanan derin değişimi göstermektedir. Mevlevi şeyhi Akyürek'in bu yolculuklara çıkmasının ve çabalarının sebebi, Mevlevi eserlerinde ve uygulamalarında konu edilen ruhsallığı yaymaktı. Laiklik ikliminde de bu zat, Mevlevi geleneği ile ilgilenmeye devam etti.
Dervişleri yer değiştirmelerinin sebebi, hem içsel arayış yolculukları, hem mistik olan bu kültürün yayılması hem de Mevlevi Tarikatı'nın yönetiminin bunu gerektirmesiydi. Önce Anadolu, sonra da Osmanlı imparatorluğu tarikatın dinamik bir şekilde yayılışının coğrafik ufkunu oluşturdular ve bu yayılma insanların çabalarının sonucudur. Mevlevi Tarikatı'nın faaliyetlerinde somutlaşan değerler ile bu şairane ve mistik geleneği yayma görevi dervişlere verilmiştir. Tarikatın yorumlamış olduğu biçimde Rumi'nin düşüncesinin yayılması dervişlerin eseridir. Bu dervişler tamamen içsel arayışla geçecek bir hayat için doğdukları toprakları terk etmişlerdir.
Ruhani Yetki Düzeni
Tarikatın bütün Anadolu'da ve Osmanlı imparatorluğunda yayılması düzenli ve merkezi bir organizasyonu gerektiriyordu. Birçok tarikattan farklı olarak Mevlevi Tarikatı, en başından beri merkezi yapısını sürdürdü. Merkez ya da Rumi'nin soyundan gelen Çelebi'nin oturduğu Konya'daki tekkeden çıkan ruhsal kutsama, tarikatın diğer öğelerine yayılıyordu. Nitekim tarikatlardaki ruhsal yetki Muhammed Peygamber'den hocalar zincirinin (silsilenin) şeyhlerin temsil ettiği son halkasına kadar inen ve bu halkaları de şeyhlerin temsil ettiği takdis, yani bereket temeline dayanıyordu. "Altın zincir" denen bu aktarım sistemi, tarikatlar için doğru yolda olmanın garantisi ve tarikatın tüm organizasyonunun yöneliminin üzerine kurulduğu ruhsal bir geçerlilik mührü gibidir. Bu ruhsal gücün bir zincir gibi aktarılması, tarikatlar içersinde vücut bulan başka bir geleneksel ögedir. Bu aktarım şeyhe, yani ruhsal öğretmene koşulsuz itaat anlamına gelmektedir. Mürit, mürşidine kör bir şekilde itaat edebilmek için mürşidinin dünyada Allah tarafından, peygamber tarafından ve tarikatın kurucusu tarafından yetki almış olduğuna iman etmiş olması gerekmektedir. Şeyh, yani mürşit ancak Peygamber'den ve tarikatın kurucusundan gelen yetkiyi aracılardan aldıktan sonra, tarikat üyeleri tarafından tam bir vicdanla itaat görür. Burada Muhammed Peygamber'in "ölmeden önce ölünüz" hadisini düşünebiliriz. Bu hadis, bütün Sufi geleneği boyunca eğitimin ve çileciliğin amacı olarak okunmuş ve hatırlanmıştır. Bu sözün anlamı, ruhsal öğretmen tarafından gösterilen ilahi istemin gerçekleşmesi için, bireyin kendi isteklerinden vazgeçmesi ve karşı koymasıdır. Ruhsal olarak yetki aktarımı ile onaya çıkan bu altın zincir, yani "silsile" ve ruhsal olarak şeyhin itaatinin altına girilmesi ile yapılan anlaşma anlamına gelen "biatleşme" Sufilerin hayatların üzerine kurulduğu yapılardır. Bu yetki aktarımı zincirlerin hemen Peygamber'in ölümünden hemen sonra ortaya çıkmış ve bu yetkiyi Şiiliğin kurucusu olan, Muhammed Peygamber'in soyundan gelen Ali sürdürmüştür. Bu kişinin yaşamış olması, tarikatların aslıda Şiiliğin bir ifadesi olduğunu da düşündürür. Bu tamamen yanlış bir düşüncedir; ancak Şiilik ile tarikatların doktrinel yakınlığından ya da Peygamber'in ailesine bir bağlılığın atfı olduğundan bahsedilebilir. Muhammed Peygamber'in Ali'yi "diğer benliği" olarak tanımladığını unutmamak gerekir. Sufilik geleneğinde bu yüzden Ali'nin bu altın zincirin kurucu halkalarından biri olduğuna inanılır.
Mevlevi Tarikatı'nın bu altın zincirinde, diğer birçok Sufi organizasyonunda nadiren karşılaşılan karakteristik bir durum söz konusudur. Bütün tarikatı yöneten ve bütün tekkeleri kontrol eden Konya'daki Çelebi Rumi'nin gerçek varisidir. Diğer tarikatlarda ise bu yöneticinin aldığı ruhsal yetki kişisel yeterliliğine, eğitimine ve öğrencileri yetiştirmesindeki tutumuna bağlıdır. Mevlevi Tarikatı'ndaki bu ruhsal yetkinin kan bağı ile geçmesi hadisesi, yegane istisnadır. Rumi'den sonra Mevlevi Tarikatı'nın öğrencilerini ilk önce yedi yıl süreyle Hüsameddin, onun ölümünden sonra da Bektamar'ın oğlu Keremüddin eğitmiştir. Tarihte bu kişiden pek fazla bahsedilmemekle birlikte, adı Çelebilerin resmi listesinde dahi bulunmamaktadır. Öyle ki Sultan Veled, tarikatın kuruluşunu yazdığı eserinde bu büyük hocadan birkaç satırda bahsetmiş ve Keremüddin'in Hüsameddin'in "yaşayan hatırası" olarak betimlemiştir. 1292 yılında Keremüddin'in ölmesi ile Rumi'nin oğlu olan Sultan Veled, 66 yaşında iken tarikatı yönetme görevini alır. Rumi'nin aile üyelerinin Çelebiliğe devam etmesi konusu hassas bir konudur. Hagiyografik kaynaklara göre, Rumi'nin eşi ve oğlu Sultan Veled -rüyalarında- Sultan Veled'in tarikatın yönetimini bırakması konusunda olağanüstü işaretler aldığı yazılmıştır. Bu olaya sebebiyle. Sultan Veled'in ve ailesinin ruhsal olarak yükü oldukça artmış olmalı, ayrıca yönetmekte oldukları finansal varlıklar da hiç az değildi. Yeni kurulmuş olan bir vakıf gelirlerini idare etmek bir problemdi, çünkü bu vakfın malları Rumi'nin mirasıydı ve ilk olarak Hüsameddin tarafından yönetilmişlerdi. Hüsameddin, istemeden de olsa aile üyelerinin dışındaki biri olarak "Büyük Hoca" ya da Çelebi unvanını aldı. Rumi'nin ailesini hem ruhsal hem de finansal olarak yönetmiş olsa da, bu yönetimin sınırlarını Sultan Veled ve (Rumi'nin eşi Kerra Hatun) ve (kızı) Melike Hatun belirledi. Bu, tarikatın kuruluşunda Rumi'nin ailesinin ruhsal ve finansal olarak yönetimi elinde bulundurmadığını gösteriyor. Bundan dolayı 1292 yılında (bu yıl Rumi'nin hayatında çak önemli bir yıldır) Sultan Veled Mevlevi tarikatı'nın idaresini ele aldı. Sultan Veled ayrıca vakfın yönetimini miras alabilmek için zamanın Selçuklu idarecilerinin beğenisi kazanmak zorunda kalmıştı. O andan itibaren bu iki gücün (Rumi'nin ailesi ve Mevlevi Tarikatı'nın) birbirine karşılıklı olarak bağlılığı daha da belirgin olmuştur. (Işın, 2004, s. 95-8) Neredeyse "soylu" sayılabilecek, Osmanlı hanedanı gibi olan bu ailenin, bu kuruma verdiği eğitim, tarihi olarak çok önemlidir. Ancak bu durumun nasıl meydana geldiği hagiyografik yazılarda bulunmamakladır. Rumi'nin aile üyelerinin tarikatın maddi ve manevi yöneliminin yalnızca kendi ellerinde olması arzusu açıkça belli oluyor. Bunun mümkün olması, kendilerinin politik güçlere destek verip ve karşılığından aynı desteği almalarına bağlıdır. Selçuklular zamanında kurulmaya gayret edilen bu ilişki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kendilerine karşı olan öğelere rağmen devam etmiş olmalı. Tarikat, Osmanlı toplumunun kumaşına uyum sağlamak için bazı zorluklarla karşılaşmıştır. Çelebiler tarafından oluşturulan otorite, padişahların dikkat etmesi gereken bir tehlike olarak görülmekteydi. Sultan Veled bu durumda yalnızca ailesinden kalan mirasın yönetiminin idaresini ele almakla kalmadı, bazı ritüelleri geliştirerek organizasyona bir tarikat yapısı da kazandırdı.
Sultan Veled 1292'den 1312 yılındaki vefatına kadar artık bir tarikata dönüşmüş olan Mevlevi Tarikatı'nı yönetir. Yönetimi ondan sonra oğlu Ulu Arif (ölm. 1320) ele alır. Rumi'nin tonunu olan Ulu Arif, "Çelebi" unvanını ilk taşıyan kişidir. Moğolca ya da Doğu Türkçesi kökenli olan bu kelime "ünlü, saygıdeğer kişi" anlamına gelir. Bu kelimeler o dilde Tanrı'yı betimlemek için de kullanılırdı.
Merkezi yönetimi ile garantilenmiş olan tarikatın birliği, gelişime ve yayılmaya imkan sağlamış ve birçok tekkeler açılmıştır. Büyük hocanın bu gelişme ile politik bir rol üstlendiği doğrudur. Yanlış olan bazı tarihsel söylentilere göre, tahta çıkan padişahın yetkisinin sembolü olan kemerini Eyüp Sultan Türbesi'nde Çelebi bağlarmış. Bu tarihin görkemi konusunda yeni şeyler uydurmaya gerek yoktur, çünkü zaten tarikatın yönetimi ve Çelebiler ile Padişah arasında çok iyi ilişkiler vardı. Yıllar geçtikçe tarikat ile Babıali arasındaki ilişkiler karşı karşıya geldikleri zamanlarda dahi devam etti. Hacı Mehmet Çelebi'nin not ettiği, 19. Yüzyılda vuku bulan Padişah'ın reformlarına tarikatın karşı çıkmasından daha zor bir durumla da karşılaşılmıştır. 1583 yılında Ferruh Çelebi, vakıfların tekkelerin taşınır ve taşınmaz mallarını yönetmesi konusunda çıkan bir problem neticesinde görevinden alındı ve birkaç yıl sürgüne gönderildi. İzleyen yıllar içinde de politik otoritenin direkt müdahalesi sürmüştür. Çelebi pozisyonu, 19. yüzyılın sonuna kadar padişahın kontrolü altında kalmıştır. Ancak Divan-ı Hümayun'un, Meclis-i Meşayih'e (Şeyhler Kurulu) bütün tarikatları idare etme yetkisi verdiği reforma kadar bu durum devam etmiştir. Meclis-i Meşayih, Şeyhülislam'ın kontrolü altında bir kuruldu. Şeyhülislam Osmanlı İmparatorluğu'nun İslam'a uygun hareket etmesinin garantisiydi ve Çelebilerin atamasını artık o yapıyordu. 19. yüzyılın sonuna kadar bu durum sürdü. Daha sonraki dönemde tarikatlar, Divan-ı Hümayun nazarındaki güçlerini kaybetmeye başladılar. Bunun en büyük sebebi de, tarikatların şeriatın uygulanması açısından daha serbest olduklarına inanılmasıydı. Tüm olup biten bu değişiklikler Çelebi'nin önemini azaltmadı, daha da arttırdı. Çünkü artık bu sistem uyarında her tekkenin şeyhini resmi olarak Çelebi atıyordu.
Mevlevi Tarikatı'nın faaliyetleri iki türdeydi. Birincisi yönetmekti. Bu yönetim intisap alanındaki manevi idareyi de kapsamaktadır. Bu yönetimi Çelebi ve onun bütün dünyada atadığı şeyhler temsil etmekteydi. Her tekkenin şeyhine postnişin, yani "hocalık makamına sahip olan", Çelebi'nin ya da Rumi'nin vekili denmekteydi. Konya'da Çelebi'nin direkt idaresi altında bulunan ve ona hizmet eden, ruhsal olarak ona önderlik de eden Sertarik (tarikatın başı) ya da Tarikatçı dede bulunurdu. Çelebi bütün tarikatın işleri ile meşgul olurken, bu kişi Konya Mevlevihanesi'nin bütün faaliyetlerinin idaresinden sorumluydu. Bu rol diğer tekkelerde de Sertabbuh (Başaşçı) ya da Aşçı dede adı altında mevcuttu. Yılların geçmesi ile bu unvan değişti ve Kazancı dede'ye dönüştü.
Mevlevi Tarikatı, bu yönetim sisteminin yanı sıra diğer tarikatlar gibi ruhsal intisap faaliyetlerini bir eğitim düzeni ile yürütürdü. Mevlevi eğiliminin başında, bu hayata sempati duyan (muhib), bir grupla birlikte eğitime başlamak için başvururdu. Başvurusunu takiben 1001 gün sürecek olan, çetin denenmelerle dolu çilesini çekmeye başlardı. Çile çekmeye başlayan adaya ilk üç günlük denemeden sonra "çilekeş" ya da "matbahcan" (mutfak insanı) denirdi. Ruhsal kanunları öğrenme aşaması, sembolik olarak mutfakta çalışmaya ve yemek hazırlamaya benzetilirdi. Aday, inisiyatik öğrenimine başlamadan önce mutfakta çalışarak zaman geçirirdi. Bu çile döneminin sonunda tam anlamıyla derviş ya da dede olunurdu. Eğer bu kişide gerçek bir ruhsal öğretmen karakterinin olduğuna kanaat getirilirse, daha sonra halife unvanı da verilebilirdi. Postnişin denilen tekkelerin şeyhleri en iyi “dede" ve "halifeler"den seçilirdi. Yönetim ve ruhsal yol göstericilik olarak tanımlayabileceğimiz bu iki faaliyet, Mevlevi Tarikatı'nın aydınlatıcı yolunu izleyenler için uyumlu bir şekilde iç içe geçmiştir. 18. yüzyıldan itibaren bu temel yapı üzerinde bazı değişimler görülmeye başlanmıştır. Rumi'nin soyundan gelen kişilerin tarikatın bütünlüğünü sağlama görevi sürerken, bazı tekkelerde de aynı soydan gelen birçok dervişin şeyh olduğu vuku bulmuştur. Zarcone'nin de yazdığı gibi (2007), 18. yüzyıldan sonra bazı tekkelerdeki şeyhlerin atanması, ruhsal kabiliyetleri ve yeni öğrencileri yetiştirebilme özelliklerine göre olduğu kadar, babadan oğula geçen bir sisteme de bağlı olmuştur. Mevlevi Tarikatı'nda bu konuda karma bir sistem izlemiş olup, her tekkenin tek bir hanedanın kontrolü altında olması eğilimi ortaya çıkmıştır. Yenikapı Mevlevihanesi buna örnek olarak gösterilebilir. Nitekim 18. yüzyıldan itibaren buranın şeyhi hep aynı aileden gelmiştir. Bu durumun ailelerin kendi iç stratejileri mi olduğu, yoksa tekkeleri daha iyi kontrol etmek de daha çok destek bulmak için tarikatın merkezi tarafından izlenen bir yol mu olduğu sorulması gereken bir sorudur. Tekkelerin şeyhlerinin kendilerini belirlemesi tüm tarikatlar dahilinde 19. ve 20. yüzyıllarda görülen radikal bir değişimdi. Bu değişim sadece içsel dinamikleri etkilemedi, kanunlardan uzaklaşılıyormuş gibi görüldü, bütün tarikatların eleştirilmesine genel kapı açtı ve sosyal baskıların artmasını sağladı. Bazı entelektüeller -Sufizme yakın olsalar da- tarikatların 1925 yılında kapatılmaları sebepsiz olmadığını, bazı uygulamaların bozulmasının buna sebep olduğunu söylediler. Sufi doktrininin temel öğeleri olan tekkelerin yönetimlerinin ve ruhsal yetki aktarımının bu şekilde, devrim niteliğinde değişmesi, ruhsal mertebelerin artık pek de saygı duyulmadığı bir organizasyon sistemi olarak görülmelerini sağladı.
Birçok kez Çelebiler, manevi güçlerini kullanarak sosyal problemlerin çözümü için baskı yaptılar. Örneğin 19. yüzyılın ortalarında Konya'da Sille şehrinden Anasti isimli bir Rum Ortodoks tüccar, ekonomik olarak öne çıkmıştır ve Süleyman Bey ile rekabete girişir. Anasti, İstanbul'daki Konya kökenli Müslüman dostlarının yardımı ile Süleyman Bey'i şehirden uzaklaştırmayı başarır. Süleyman Bey, yıllar sonra Konya'ya dönecektir. Çelebi o anda devreye girer ve Süleyman Bey'i üzmeyecek bir şekilde durumu çözmeye çalışır; ancak sonuçta Anasti'nin sebepleri haklı görülür. (Tuş, 1996)
Değinilmesi gereken diğer bir olay da yakın zaman önce gün yüzüne çıkmıştır. Konya'da tarikatın başlığı olarak sikke isimli konik yapıdaki başlıklar yayılmaya başlar. Sadece tarikat üyelerine yönelik olan vergi muafiyetinden yararlanmak isteyen, Mevlevi Tarikatı üyesi olmayan kişiler de bu başlığı takmaya başlarlar. O zaman yine Çelebi devreye girer ve bu durumun yasal olmadığını ve cezalandırılması gerektiğini duyurur.
Yayılışın Önemli Kişileri
14.yüzyıldan 16. yüzyıla kadar süren Mevlevi Tarikatı'nın şanlı gelişim döneminin en önemli kişileri Sultan Veled, oğlu Ulu Ahmet Çelebi ve Mehmet Divane Çelebi'dir. Bu üç kişi tarikatın tarihini altın harflerle yazdılar. Sultan Veled, tarikatın yönetimini üstlendiği yıllarda sağlam temelli bir organizasyon oluşturmak için çaba sarf etti ve ruhsal olduğu kadar materyal de olan mirasının güvenliği için çalıştı. Rumi'nin vefat etliği 1273 yılından kendisinin vefat ettiği 1312 yılına kadar babasının düşünlerini yorumladı ve bu şekilde tarikatın temellerini oluşturdu. Ancak 1292 yılında tarikatın başına geçti. Yazılarından da anlayacağımız gibi, Sultan Veled'in tarikattaki yönetimi boyunca hem erkek hem de kadın izleyicilerinin sayısı oldukça arttı. Öğrencilerin çok oluşları nedeniyle hepsini Konya'daki Mevlevihane'ye kabul etmeleri mümkün olmuyordu. Hepsi için iyi bir eğitim de verilemiyordu. Bu yüzden Sultan Veled kendine vekiller (halifeler) atadı. Bu vekiller, büyük hocayı temsil ve ona aracılık ediyorlardı. Anadolu'daki ilk tekkeler Aksaray ve Kütahya'da kuruldu. Sultan Veled hemen buralara birer vekil atadı. Sultan Veled'in "şehirlerin kraliçesi" dediği ve Eflaki'nin yazılarına göre Rumi'nin "kutsal ve bereketli şehir" diye betimlediği Konya tarikatın yayılışının merkezi ve bu misyonerlik atılımının çıkış noktası olmuştur. Tüm Mevleviler o şehre gelip havasını soluyarak ruhsallıklarının kaynağı ile kucaklaşmışlardır. Sultan Veled'in öğrencilerine miras olarak bıraktığı sadece yazılan değil, aynı zamanda Mevlevi Tarikatı'nın organizasyonel yapısıdır.
Sultan Veled'in oğlu Ulu Arif Çelebi, tarikatın yönetimini babasının öldüğü 1312 yılından 1320 yılındaki vefatına kadar sürdürür. Önceleri bekar kalmayı tercih etse de, ilerleyen yıllarda Amire Kayser Tebrizi'nin kızı Devlet Hatun ile evlenir. Bu evlilikten iki oğlu doğar: Emir Alem ve Emir Adil. Ulu Arif bölgedeki yöneticilerle saygıya dayalı ilişkiler kurmayı başarmıştır. İlişkide olduğu politik yöneticilerden biri, İlhanlı Valisi Argun'un kardeşi Gaykatu'dur. Ulu Arifin verdiği dini dersler, Gaykatu'nun karısının dikkatini çekmiştir. Bu hanım, Çelebi'nin öğrencisi olmak istemiştir ve bu yüzden Çelebi bu hanım ölene kadar Erzurum'da yaşamak zorunda kalmıştır. Sultan Veled'in hayatı hakkındaki bilgileri bize sunan yazar Eflaki de Ulu Arifin mürididir. Ulu Arif, politik yöneticilerle kurduğu güzel ilişkilerin yanı sıra Anadolu'nun her yerinde kurulmuş olan Mevlevi tekkelerini ve diğer Sufi tarikatlarının tekkelerini de çok kez ziyaret etmiştir. Hagiyografik yazılara göre Anadolu'da ziyaret edip tarikatı teftiş ettiği yeder şunlardır: Afyonkarahisar, Denizli, Eğirdir, Tavşan, Alanya, Antalya, Akşehir, Amasya, Akdağmadeni, Tokat, Kayseri, Sivas, Erzurum, Bayburt.
Oldukça etkileyici olan Ulu Arif, kaynağı şüpheli ve ona atfedilen şiirler dışında yazılı hiçbir şey bırakmamıştır. Mevlevi Tarikatı'nın başlarında Şiiliğe olan atfın kaynağının sahibi olarak da görülen bu Çelebi'ye de Şemsi denmiştir, çünkü Şems'e büyük bir bağlılık içindedir. Şeriat'a bağlılık, Sultan Veled'in karakterine atfedilen öncül bir özelliktir. Bu yüzden tarikatın bir koluna Veledi denmiştir. Ulu Arifin Şiiliğe olan yatkınlığı konusunda çok açık deliller olmasa ela tarikatın içinde buna inanılır. Onunla aynı çağda ve birkaç yıl sonra yaşamış olan yazarlar. Ulu Arifin Şiilik öğretisine ve ritüellerine çok yatkın olduğunu yazmışlardır. Babası İran'da okumuş olan Şahidi İbrahim Dede (ölm. 1550), okul hayatını ilk başta sevmemiş, serbest bir hayatı tercih etmiştir. Ancak daha sonra Konya'da Lazkiye dervişleriyle karşılaşmış ve tarikata katılmıştır. Kısa sürede Şahidi, tahta çıkması düşünülen padişahların gönderildiği sancak olan Manisa şehrindeki tekkenin şeyhi olmuştur. Şahidi, tarikatın başlangıç aşamalarında çok etkisi olan Divane Mehmet Çelebi'yi de (ölm. 1545) tanır ve onun öğrencisi olur. Bu kişiler hiç şüphesiz Mevlevi uygulamalarının ve sembollerinin ilk uygulayıcıları ve teorisyenleridir. "Divane", deli adam demektir ve onun çok yönlülüğünü ifade eder. İsmi bile semboliktir. Divane Mehmet Çelebi'ye, semayı mistik ve derinlemesine yorumladığı için "Semai" de denmiştir. Bir diğer unvanı da “Yorulmaz Gezgin"dir. Anadolu'nun büyük kısmını gezer; Arabistan'a, bugünkü Irak ve İran'a da gider. Geleneğe göre şu tekkeleri o kurmuştur: Lazkiye (Denizli), Eğirdir, Sandıklı, Muğla, Burdur, İstanbul (Galata). Halep, Kahire, Cezayir ve bazı diğer tekkeler. Yine hagiyografik kaynaklara göre bu yeni tekkelerden bazılarına ruhsal öğretici ve yönetici olmaları için ilk şeyhleri kendisi göndermiştir. Divane Mehmet Çelebi'nin düşüncelerini ve kişiliğini oluşturan derin bir ruhsallık geleneğinden bahsetmek mümkündür. Mevlevi Tarikatı'nın içindeki değişik eğilimleri anlamak için örnek alınabilecek bir yazar olduğu da söylenebilir. Divane Mehmet, felsefenin ve mistik düşüncenin Arap alfabesinin harfleri ile açıklandığı "Hurufilik" öğretisinden de etkilenmiş olabilir. Her harfe verilen sayısal değer, harflerin oluşturduğu hayvan, insan ve ilahi varlık figürleri bu öğretinin temellerini oluşturur. Resmi olmayan ve dışsal uygulamalarına göre derviş sayılmayan Kalenderi ve Melami dervişleri de bu öğretiye inanmaktadırlar. Bu iki grup Mevlevi Tarikatı'nın en eski geleneklerini sürdürmüşlerdir, saçlarını ve kaşlarının bir kısmını kazımak gibi. Divane Mehmet Çelebi'nin bazı düşünceleri Bektaşi felsefesine de yakındır. Bu Çelebi, hiç şüphesiz tarikat boyunca benzersizdir. Açtığı birçok vakfın yanı sıra Mevlevi semasını ve tarikatı yorumladığı meşhur şiirlerinden oluşan edebi bir eser ve bir tarikat şeması da bırakmıştır. (Ilgar, Sarı, 2008, s. 143-82) Divane Mehmet Çelebi'nin öğrencileri arasında olan Yusuf Sineçak (ölm. 1546), Şiilik eğilimi ile ve kurucularının şahsına olan bağlılığı ile bu Çelebi'ye en yaklaşan mürit olmuştur. Yusuf Sineçak Sultan Veled'in Rebabname adlı eserini yeniden uyarlayan ve Mesnevi'nin en manalı beyitlerini toplayan yazardır.
Hiç şüphesiz tarikatın ilk döneminde Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi ve Divane Mehmet Çelebi dışında da dinamik, atılgan ve tarikatın yayılmasında etkili olan başka kişiler yaşamıştır. Ekrem lşın'ın da (2003,1515) belirttiği gibi, bu yazarlar ile Mevlevi Tarihi'nin kuruluşunun ilk faslı kapanmıştır. Divane Mehmet Çelebi'nin 1545"teki ölümünden sonra Mevlevi Sufiliği Osmanlı egemenliği altında bir istikrar dönemine girer. İstanbul'daki ilk tekke 1491 yılında açılmıştır.-Ekrem lşın'a göre, tarikatın üçüncü ve son faslı 1545 ila 1592 yılları arasında yaşanmıştır. Tarikatın bakış açısına göre bütün bu süreç tek bir “çağ" olarak görülür. 19. yüzyıl boyunca yaşanan değişim, bu çağın en son dönemidir. 16. yüzyıldan 18. yüzyılın sonuna kadar geçen süreçte İsmail Rusühi Ankaravi (ölm. 1631) Mevlevi tarihine büyük etki etmiştir. Ankara kökenli olan Ankaravi, gözlerinde muhtemelen katarakt olduğu için Rumi'nin türbesine gider ve şifa bulmak için dua eder. Şifa bulduktan sonra Rumi'nin tarikatına girmek için arzu duymaya başlar. Ankaravi eğitimine Konya'da başlar, kısa zaman içinde çok bilgi sahibi olur ve ruhsal olarak derinleşir. O kadar ilerler ki, başkentteki Galata Mevlevihanesi için bir şeyh gerektiğinde büyük hoca Bostan Çelebi onu bu tekkeyi yönetmek için gönderir. Bu tekke dervişlerin Avrupalı gezginlerle iletişim kurduğu çok özel bir konumdadır. Ankaravi'nin biyografisi hakkında pek bilgi bulunmamaktadır, daha çok seyahatlerine ilişkin söylentiler vardır. Hagiyografik yazılarda Ankaravi'nin Kahire'de bir süre bulunduğundan ve burada doğmakta olan tehlikeli bir hareket ile mücadele ettiğinden bahsedilir. Başka bir varsayıma göre de Ankaravi Kıbrıs'a gitmiştir. Kahire'de zaman geçirmiş olması daha anlaşılır olsa da Kıbrıs'a gitmiş olmasını ispatlamak güçtür. Her durumda da Ankaravi'nin gerçek ufku başkenttir. Bu şeyh tam yirmi bir yıl boyunca padişahın sarayının tam karşısındaki tepede bulunan Galata Mevlevihanesi'ndeki müritlerine hocalık yapar. Ankaravi, bu mürşitlik yılları boyunca Rumi'nin Mesnevi adlı eserini yorumlar ve müritlerine büyük yazar Rumi'yi tanıtır. Altı ciltlik Mesnevi üzerine yazılmış olan yedi ciltlik yorum (bir cilt apokalif olan bir eser üzerine yazılmıştır), bir başyapıt sayılır. Ankaravi, bunun dışında başka birçok eser daha yazmıştır. Bu eserlerden bazıları Mevlevi uygulamalarını korumak amacı ile kaleme alınmıştır. Mevlevi Tarikatı'nın hayat ve uygulamaları üzerine yazdığı eser tarikat tarihinde tektir. Yazdığı diğer bir eser olan Minhac'ül Fuhard (Fakirlerin El Kitabı), Mevlevi edebiyatı için bir başyapıt olmasından ziyade, Tarikat üyelerinin tarihlerindeki çilecilik yolu ve uygulamaları hakkında sahip oldukları en önemli eserdir. Bu eser üç bölüm halinde yazılmış olup Mevlevi olmak isteyen müminlerin hayatlarını analiz eder, sema başta olmak üzer bütün ritüellerin sırlarını açıklar. Divane Mehmet Çelebi döneminde bu kadar derin. sema'daki sembolleri açıklayan ve bu kadar sağlam felsefi temelleri olan metinler yoktu. Mevlevi Tarikatı, Ankaravi ile birlikte doktrinel olarak zirvesine ulaşmış, doğasındaki yüksek bilinci idrak etmiş ve Sufilik yolunun Yüce Allah ile birlik olmaya bir hazırlık olduğunu anlamıştır. Ankaravi sayesinde Mevlevi Tarikatı, Rumi'nin eserlerinin yayılmasının önemini çok iyi anlamıştır. Ankaravi, Mesnevi'yi Osmanlıcaya ilk tercüme eden ve yorumlayandır. Osmanlı İmparatorluğu'na matbaanın gelmesi ile basılan ilk kitaplar arasında Ankaravi'nin kitapları da vardır. Bu eserler sadece başkentte değil, Kahire'de de basılmıştır. Bugün eserleri güncel dile tercüme edilmiş ve düşünceleri araştırmacılar, din adamları ve sevenleri tarafından okunabilir olmuştur.
Mevlevilik doktrini, Ankaravi'nin yazıları dışında Divan edebiyatının bir temsilcisi olan Neşati'nin (ölm. 1674) yazılarının da genel temasıdır. Tarikat dahilinde edebi eserler yazan bir diğer kişi de Esad Galip Dede'dir. (ölm. 1799) Bu zat, Galata Mevlevihanesi'nin şeyhi olmanın yanı sıra Rumi'nin eserlerinin başarılı bir yorumcusu ve çağdaşı olan 3. Selim'in eserleri ile paralel olarak, beyitler halinde yazılmış çok önemli bir eserin yazarıdır. Tarihin o döneme atfettiği politik ve sosyal duruma uygun olarak, Galip Dede de aynı reformu edebiyat alanında yapan bir Mevlevi'dir. Edebiyat ve sanat alanındaki bu istikrarlı dönemden sonra, Mevlevi Tarikatı bir durgunluk dönemine girdi ve Osmanlı yönetimi ile olan ilişkilerin zorlaşması bu dönemi çok etkiledi.
19.yüzyılın sonlarına doğru tekkelerin yönetimine hanedanlar gelmiştir. Örneğin Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhleri her zaman Ebubekir Dede'nin (ölm. 1775) torunları arasından atanıyordu. Bu prestijli Mevlevihane'nin son şeyhi Abdulbaki Dede (ölm. 1935) olmuştur. Pek meşhur olan Mehmet Ataullah Dede'nin (ölm. 1910) babası Kutretullah Dede (ölm. 1871), Ebubekir Dede'nin torunudur.
Ataullah Dede, 1842'de Galata Mevlevihanesi'ndeki "Şeyh Haremi”nde dünyaya gelir. Galata semtindeki okulları bitirdikten sonra Beyazıt Camisi'ne yakın bir okulda din eğitimi alır. Bu sırada Doğu dillerini öğrenir, felsefe ve müzik derslerine katılır. 1871-72 yılından, vefat ettiği 1910 yılına kadar Galata Mevlevihanesi'ni yönetir ve bu yıllar içinde dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilere özel bir alaka gösterir. Avrupa kültürüne ve felsefesine özel bir merak beslemektedir. Fransızca ve Almanca bilmesi, dönemin önemli felsefi ve sosyolojik eserlerini okuyabilmesini sağlar. Comte ve Durkheim gibi yazarların eserlerini okur. Finansal bir kriz nedeni ile parça parça satılmış olan özel kütüphanesi büyüklüğü ile bu adamın engin kültürünü ve Osmanlı döneminde Mevlevi dervişlerinin tipik özelliklerini yansıtıyor. Ataullah, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı kültürüne bağlı bir biçimde kalarak İngiliz Masonluğuna yaklaşmıştır. İstanbul'da 1861 ila 1895 yılları arasında aktif olan Birleşik İngiltere Büyük Locası'na dahil olmuştur. Bu loca, yine İstanbul'da bulunan ve ateizme yakın olan Büyük Doğu-Fransa isimli locadan farklı olarak Tanrı'ya inandığını ifade ederdi. Ataullah, 10 Mart 1870'te 26 yaşında iken Bulwer Locasına "Atta Efendi" adıyla kaydoldu, meslek kısmına da "derviş" yazıldı. Loca, yönettiği tekkeden uzakta olmadığı için ulaşımı kolaydı, iki bina da Haliç'e bakan Pera Tepesi'nin zirvesindeydi. Ataullah burada sadece kendisi gibi Türklerle değil, Hıristiyan olan Rumlarla, Ermenilerle ve diplomatlarla da karşılaştı. Büyük bir oryantalist olan İngiltere Başkonsolosu John Peter Brown (ölm. 1872) ile arkadaşlık eder. Bu zatın, dervişler ve Müslüman mistisizmi hakkında bir kitap yazdığı bilinmektedir. Brown, sahip olduğu bilgileri hiç şüphesiz Galata Şeyhi'nden almıştır. Zarcone'nin kitabına (2007) göre Ataullah, Avrupalıları tekkesinde misafir etmekteydi. Jeolog Maria Montessori'nin amcası, rahip Antonio Stoppani (ölm. 1891), Doğu'ya yaptığı seyahati günlük biçiminde yazıp Milano'dan Şam'a, Milanolu Bir At Arabasının 1874 Yılı Anıları ismiyle bastırmıştır. Stoppani, kitabında Ataullah ve kendilerine "dönen dervişler" diyen Mevlevilerle karşılaşmasından bahseder ve semayı tarif eder.
İranlı Hacı Muhammed Ali Pirzada, bir Sufi olan Mirza Safa ile yaptıkları seyahatte Ataullah ile karşılaşmasını anlatır. Ancak bu anlatı, Stoppani'ninkinin aksine, Galata Şeyhi hakkında bir hayli bilgi içerir. İranlı yazar, Ataullah'ın Masonluğa bağlılığından, çok donanımlı ve çok dil bilen biri olduğundan bahseder. Ataullah sayesinde Mevlevi Tarikatı farklı sosyal ve politik durumlara adapte olma kapasitesini prova etmiş ve diğer ruhsal ve ezoterik kültürler ve tecrübelere açık olduğunu göstermiştir. 16. yüzyılda tarikata nasıl Şiilik etki ettiyse, 19. yüzyılın sonunda da (sadece Mevlevi Tarikatı için geçerli değil) Avrupai düşünce ve Batı'nın ezoterik formları etki etmiştir. İdeolojik olarak bu kadar açık fikirli olan Mevleviler, 19. yüzyılı da kendilerini, manevi yollarını aramaya adayarak geçirdiler.
Yukarıda bahsedilen yazar Ahmet Remzi Aykürek haricinde, Tahir ül Mevlevi (Olgun, ölm. 1 951) ve talebesi Avni Konuk (ölm. 1938) gibi Mevlevi yazarlar da yaşamışlardır. İkisi de Rumi'nin Mesnevi eserinin başyapıt değerinde birer yorumunu bırakmışlardır. Tahir-ül Mevlevi, eserini tamamlayamamış, eser ancak bir öğrencisi tarafından tamamlanabilmiştir. Şefik Can (ölm. 2005), geleneksel okula bağlı bir yazardır ve XX. yüzyılda birçok yorumcunun beslendiği görüşleri ortaya atmıştır. Avni Konuk, Osmanlı Sufiliğinin çok önemli bir kişisi olan Esad Dede (ölm. 1911) vasıtası ile tarikatı tanır. Avni Konuk ve Esad Dede, unvanı "Mesnevihan" olan, yani Mesnevi'yi sözel olarak yorumlamak geleneğinden gelen Eskişehir Tekkesi'nin şeyhi olan Hasan Hüsnü Dede'den Mesnevi'yi okuyup yorumlamak için icazet almıştır. Esad Dede, İstanbul Çayırlı'da bulunan Kur'an Kursu'nda yaşadığı sırada Rumi'nin başyapıtını okumuş ve yorumlamıştır. Dönemin diğer bir büyük zatı olan Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhi Osman Selahaddin Dede (ölm. 1888) ile tanışmasının akabinde tarikata girmiştir. Avni Konuk, başkent olan İstanbul'da Esad Dede ile iletişime geçer ve ondan eğitim alır. Esad Dede, İstanbul'da bulunan Çayırlı Kur'an Kursu'ndaki öğrenciliği sırasında Rumi'nin başyapıtını okumuş ve yorumlamış, akabinde de dönemin önemli bir şahıs olan Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhi olan Osman Salahaddin Dede (ölm. 1888) ile tanışıp tarikata girmiştir. Avni Konuk, başkent olan İstanbul'da onun öğrencisi olur, Mesnevi'yi öğretmek için kendisinden cesaret ve icazet alır. Avni Konuk, Mevleviliğin bu en önemli eserini detaylı olarak yorumlamanın yanında lbni Arabi'nin en büyük temsilcisi olduğu Anadolu Sufilik ekolünün en önemli eserleri ile de meşgul olmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısı, birçok eser bırakmış olan önemli kişilerin sahneye çıktığı dönemlerdir. Sezai Küçük, kitabında (2003) bu dönemin tarihini Mevlevihaneler ve şehirler bazında incelemiş, hala canlı olan ancak yavaşlama devresine giren tarikatın tablosunu çizmiştir.
Mevlevilerin faaliyetleri, birçok kapatılma girişimi karşısında bazı dönemlerde yaşamaya devam edebilmek için umutsuz bir çığlık gibi yükselmiştir. Böyle kötü durumlarda yükselen nadir seslerden biri, bazen Çelebi'nin kendisi bile olmuştur. Jön Türklere destek veren lzbudak Veled Çelebi'nin (ölm. 1953), bir tekkenin kapatılmasından yakındığı makalesi, 1926 yılında ileri Dergisi'nde "Birbirimizi Kırmayalım" başlığı ile yayımlanmıştır. Bu, Sufi geleneğinin ve tarikatın kurtulması için son Çelebi'nin umutsuzca attığı bir çığlıktı.
ALBERTO FABIO AMBROSIO
DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ
Çevirmen: Buğra Poyraz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder