İslam'dan Önce Araplarda Bilim ve Eğitim
Arap Yarımadası su açısından oldukça yoksul, çöller ve dağlar açısından zengin bir bölgedir. Toprağın verimsiz olmasından dolayı halkı tarımla uğraşamamıştır. İnsanlar bulundukları ve yaşadıkları ortama göre gelişme gösterirler. Bu yüzden Arap toplumları yaşadıkları susuz ve verimsiz toprakların zorlamasıyla hayvancılıkla özellikle de deve beslemekle geçimlerini temin etmişler ve otlaklar aramak için göçebe bir yaşam sürdürmüşlerdir. Çevre koşullarının zorlamasının sonucunda ortaya çıkan bu yaşam biçiminin etkisiyle göçebelik duyguları, uygarlık duygularına baskın gelmiştir. Yanlarında götürdükleri hayvanlara gereksinimlerinden bunlara sahip olma konusunda aralarında bir yarış oluşmuş bunun sonunda gece gündüz, açık gökyüzü altında birbirlerinin mallarını yağmalamak ve çalıp çırpmakla uğraşmışlar, çadır ve hayvanlarıyla otlaktan otlağa, köyden köye göçmeye mecbur olmuşlardır. Böyle sürekli yer değiştiren ilkel bir toplum, yollar ve otlakların yerlerini belirlemek zorundaydı. Bunun için de yıldızlardan yararlanıyorlardı. Yön ve yer belirleme konusunda yıldızlar onların en önemli kılavuzu olmuştur. Düşmanlarını takip için onların gizli yerlerini bulacak izleri araştırmaya da gerek gördüklerinden "iz sürme" metodunu buldular. Böyle bir yaşamın ve koşulların sonucu olarak yağmur, fırtına vs. gibi hava değişikliklerinden sakınmak işinde ortaya çıkan zorunluluk üzerine yağmur ve rüzgarı önceden tahmin etme metotlarını geliştirdiler ki buna "hava değişiklikleri" ve "rüzgarların estiği yönleri bilme" bilimleri adını verdiler.
Savaş ve yağmaya alışmış olmaları, yandaş gruplar oluşturmalarını gerektirdiğinden birbirleri arasında bağlantı kurabilmek için soy ve sop bilgisine önem verdiler. Bu yüzden "neseb ilmi" doğdu. Yağma ve talan için bir yerden bir yere göçmek iyi silah yapmak ve iyi at yetiştirmeyi de gerektirir. Araplar o devirde uygar bir halde bulunmadıklarından silah yapımı çok gelişmemiştir. Ancak at eğitmek, yetiştirmek ve bakıcılık konularında çok ileri gittiler.
Araplar, eski uygarlığın temellerinden olan Keldaniler, Babilliler, Fenikeliler vs.'nin kardeşleri olduklarından zeka ve akıl yönünden benzer özellikler gösterirler. Onlar gibi Fırat veya Nil vadileri gibi verimli bölgelerde yerleşmiş olsalardı, onların veya komşuları olan Yemen devletlerinin gösterdikleri uygarlığın bir benzerini ortaya çıkarabileceklerdi. Araplar açık gökyüzü altında, parlak bir güneş ve berrak bir çölde yaşam sürdükleri için gök ve güneşleri gibi saf, parlak ve berrak bir zihne sahip oldular. Yetenekleri şiir üzerinde yoğunlaştı ve gelişti. Olayları, neseblerini, duygularını hep şiir ile ifade ederlerdi. Belagat (retorik) yetenekleri de çok fazla geliştiğinden etkili konuşma ve nutuk atmada büyük gelişme gösterdiler. Bu nutuklar halkı gayrete getirmek, savaş veya barışa yöneltmek veya övünme ve büyüklüklerini sergileme yarışmaları düzenlemek için söylenirdi. Arapların yaratılışlarından sahip oldukları akıl ve zeka olmasaydı Kızıldeniz'in batı kıyılarında yaşayan halklardan daha fazla bir yetenek gösteremeyeceklerdi. Sözü edilen bölgede yaşayan halk uygarlık açısından yüzyıllarca önce ne haldeyseler günümüzde de aynıdırlar. Arapların Cahiliye dönemindeki durumları Yunanlıların Homere devrindeki hallerine benzer. Müslüman Araplar uygarlık yoluna girince Yunanlıların benzeri bir uygarlık örneği göstermişlerdir. Bununla birlikte onlar gaibden haber vermek (kehanet ve arafet), kuşlarla fal bakmak (zecr-i tayr) sonra remi atmak (bir çeşit şans oyunu) ve rüyaları yorumlama gibi inanışlarda kendileriyle çağdaş olan büyük ulusların gittikleri yola sapmadan kurtulamadılar. Toplumlarda görülen bu gibi doğal durum ve inanışlar, insanlık gereği olarak her şeyin nedeninin bilinmesi ve açıklanması arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, daha önceki halklarda olduğu gibi Araplar arasında da kahinler ve benzeri gaibten haber veren kişiler çoğalmıştı.
Arap Yarımadası'nda lslamiyet'ten önce yayılan bilim ve eğitim, bu bölge ile burada yaşayan halkın tabiatları gereği günlük yaşamda yararlandıkları şeylerdi. Bunlara bilim ve eğitim adını vermemiz diğer uygar uluslarda yer alan bilim ve eğitimle benzerlikleri olması yönündendir. Yoksa Araplar bu ilimleri ne okullarda öğrenmişler ne yazılı olarak okumuşlar ne de bunlara ait bir kitap yazmışlardı. Araplar genellikle ümmi insanlardı ne okumaları ne de yazmaları vardı. Onlarca bu bilgiler yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılarak hafızalarında toplanmış, önceki nesillerden sonrakilere aktarılmış, zamanla genişleyip dal budak salmıştır. lslamiyet'in doğuşu zamanında bu ilimler on çeşitten daha fazlaydı. Bunların bir kısmı tabiat, bazıları matematik, edebiyat, kahinlik veya bunlara benzeyen bilimlerden oluşuyordu.
Söz konusu bilim ve eğitim dikkatlice incelenecek olursa bunlardan bazılarının Araplara ait orijinal bilimler olduğu, diğerlerinin ise başka milletlerden alındığı ortaya çıkar. Arapların kendilerine ait olan ilimleri; ensab, şiir ve hitabettir. Diğer milletlerden alınan ilimler (dahili olan) ise ilm-i nücum (astronomi), ilm-i tıb, ilm-i enva (hava durumları), ilm-i hayl (at ve kısraktan anlamak), ilm-i mehab al-rth (hava değişiklikleri), esatir (mitoloji), kehanet, 'iyafet ve kıyafettir (iz sürme).
İlm-i Nücüm (İlm-i Heyet veya Astronomi)
Keldaniler (yaygın bilinen adlarıyla Keldaniler), astronomi biliminde tüm dünyanın öncüleri ve öğretmenleri kabül edilmektedir. Bu bilimin temelini atan ve direklerini kuran onlardı. Göklerinin berraklığı, havalarının kuruluğu ve ufuklarının genişliği, bu konuda kendilerine yardım ettiğinden kırk asır önce bazı gözlem aletleriyle yıldızları gözetlemişler ve yerlerini belirledikleri gibi burçları ay ve güneşin yörüngesini ve yerlerini resimleyip güneş ve ay tutulmalarını da hesaplamışlardı. Eski uygarlıklarıyla ünlenen Yunanlılar, Hintliler, Eski Mısırlılar ve diğer milletler astronomi bilgilerini Keldanilerden almışlardır. Keldaniler veya Babilliler, milattan 8 yüzyıl önce devlet kurmuş bir toplumdur. Zamanla çağdaşları olan Asurluların egemenliği altına girmişlerdir. Ancak her iki ulusun dil ve dini birbirine benzemesi nedeniyle söz konusu Asur egemenliği Keldanilerin sosyal hayatında hiçbir etki yapmamıştır. Hicri 5. yüzyılda Keldaniler İranlıların saldırısında uğradılar. İranlılar Keldanilerin ülkesini ele geçirip ma'budlarını değiştirdikleri gibi birçok baskı ve zulüm de yaptılar. Yaşam, Keldaniler açısından çekilemeyecek hale gelince birçokları komşu ülkelere özellikle de Arap topraklarına göç etti. Arap toprakları, bir taraftan sıcak çöllerle dış saldırılara karşı doğal bir engel olması, diğer yönden sami dilleri arasında var olan benzerlik etkisiyle çevreden gelen kabilelerin kolaylıkla yerleşip yaşayabilmesine çok uygundu. Bu nedenle özellikle Irak, Mısır ve Şam bölgelerinden gelen göçmenlerin bir sığınak yeri konumundaydı.
Bu göçmenler arasında kuşkusuz kahinler ve astronomlar da vardı. Araplar bu astronomlardan astronomi hakkında önemli bilgiler almışlar, yıldızların isimlerini, burçların yerlerini, ay ve güneşin yörüngelerini bunlardan öğrenmişlerdir. Arapların bu tarihten daha önce kendilerinin gayretleriyle veya Hindistan vs. yoluyla astronomi konusunda bir kısım bilgilere sahip olmaları da mümkündür. Ancak, genel anlamda Araplar astronomi bilimini Keldanilerden almışlardır. Arapların Keldanilere "sabii" (af-tab ve ahterperestler- güneşe ve yıldıza tapanlar) adını vermeleri de bu görüşümüzü güçlendirmektedir. Sabiiler bizzat Keldaniler değilse de herhalde onların takipçileri veya öğrencileri olmaları gerekir. Arap şehirlerinde yaşayan birçok sabii vardı. Hıristiyan ve Yahudilerin bu bölgedeki konumlarına benzer konumlara sahiptiler. Onlar gibi yer ve yurtları vardı. Araplar, bunlardan astronomi bilmini terminolojisiyle birlikte almışlardır. Bununla beraber gezegenlerden büyük kısmının Arapça'daki isimleri Babilce aslına benzemekten oldukça uzaklaşmıştır. Büyük olasılıkla bu durumu gerektiren sebepleri gösteren bilgiler de kaybolmuştur. Bununla birlikte (Merih) Mars gibi gezegenlerden bazıları günümüzde de Babil dilindeki asıllarını göstermektedir. Merih, Babil dilinde kelime ve anlam olarak "Merdah" kelimesinin karşılığıdır. Ancak bu isimlerin çoğu telaffuz benzerliğini kaybetmiştir. Arada yalnız anlam benzerliği kalmıştır. Örneğin Zuhal'in Arapça'daki anlamı (yükseklik) olduğu gibi Keldani dilinde adı olan "kavun" da aynı anlamdadır. Burçlarla ayın menzilleri (ayın felekleri) gelince, bunlar Keldani dilindeki orijinal isimleri Arapça'da da olduğu gibi korumuşlardır.
Burçların yerleri, Araplar ve Keldanilerce verilen adları:
Arapça isimleri Keldani dilindeki isimleri Fransızca isimleri
Hamel veya Kebir Emr Belier
Sevr Sevra Taureau
Cevza veya Tevemin Tami Noix
Seretan Seretan Ecrevisse
Esed Arye Lion
Sümbüle Şibilta Epi
Mizan Mas asa Balance ou Fleau
Akrep Akrabu Scorpion
Kavs veya Rami Qastu Arc ou Sagittaire
Cedi Gedya Chevreau
Delv Delva Urne
Hut veya Semek Nunu Poissones
Ay ve güneşin menzillerinde de gezegenlerin adlarında zamanla olan değişiklik gibi bunların bazılarının adlarında da değişiklikler olmuştur. "Menazil-i kamer ve menazil-i şems" (ay ve güneşin konakları) terimlerine varıncaya kadar bu kural ve terminoloji Keldanilerde ne haldeyse, Araplarda da aynen korunmuştur. Keldanilerden astronomiyi alan diğer uluslar bu terimleri diğerleriyle değiştirmişler ancak yalnız Araplar ve Yahudiler olduğu gibi bırakmışlardır.
Arapların astronomi bilimine karşı duydukları büyük ilgi ve merak tarih boyu ünlüdür. Yukarıda görüldüğü üzere Araplar gezegen ve burçları öğrenmenin dışında, kevakib-i sabite (sabit yıldızların) pek çoğunu da öğrenmişler ve diğer milletlerin astronomlarının görüş ve düşüncelerinden ayrı, kendilerine özgü ayrı bir ekol oluşturmuşlardır. Bu yıldızların Arapça isimlerinin eskiliği, Arapların bu yıldızları çok önceden bildiklerini göstermektedir. Benatna'şi'l-kübra (Filles du Grand Cercuel), diğeri, Benat-ı na'şi's-sugra (Filles du Pelit Cercuel) (debb-i asgar şeklinde yedi yıldızdan oluşur), Seha (Benat-ı na'ş-i sugra içinde küçük bir yıldız), Zabba (Daim), Rüb', Ra bid, Avaiz, Ze'bin, Nesr, Ferkad, Kadr, Rai, Kelbü'r-Rai, Ag nam, Ramih, Semak, Asa'd-diya, Evladü'd-diya, Simak-i Ra mih, Haris-i Sema, Azfar, Fevaris, Keff-i Muhdab, Haha', Uyük, lnez, Cedyin vs. bu yıldızlardan bazılarının isimleridir. Araplar ay konaklarını Hintlilerin yöntemine aykırı olarak, yirmi sekize bölmüşlerdir. Hintlilerde bu yirmi yedidir. Arapların bu bölmeyi yapmaktaki amaçları da farklıdır. Bununla hava değişikliklerini ve dört mevsimde ortaya çıkan iklim değişimlerini anlamak istemişlerdir. Arap toplulukları genel olarak ümmi idiler. Bu nedenle bir şeyi öğrenmek için onu bizzat gözle görmeleri gerekiyordu. Bu nedenle "enva" konusunda görüleceği üzere, bu konakları ve değişiklikleri, daha iyi anlamak için birer alamet veya işaret olarak kabül ettiler. Arapça'da yirmi sekize ayrılmış olan ay konak veya durakları şunlardır:
Süreyya Cebhe lklil Sa'dü's-suCıd
Deberan Zübre Kalp Sadül ahbiye
Huk'a Surfe Şule Fürgu mukaddem
Hen'a Awa Neaim Fürgu muahhar
Zira Simak Belde Batmıl hut
Nesre Gafr Sadüz zabih Şeretan
Tarf Zübaniyan Sadü bula Butayn
Araplar ayın duraklarını sıralarken iklimlerden dolayı Şeretan'dan başlarlardı. Abbasilerin ilk dönemlerinde aşırı Arap milliyetçileri Arapların astronomide son derecede ileri gitmiş olduklarını ve bu konuda otorite bulunduklarını iddia etmişlerdi. Örneğin lbn Kuteybe, "Arapların Arap Olmayanlara Tercih Edilmeleri Gereği" adı ile yazdığı kitapta Arapların yıldız biliminde vs.'de diğer toplumlardan üstün olduğunu söylemiştir. Bu gibi sözler abartılı olmakla birlikte, en azından Arapların bu ilimlerde oldukça geniş bir bilgiye sahip olduklarını gösterir.
Yıldızlar Arapların yaşamında çok önemli bir yer tutar. Yolculuklarında vs.'de yönleri belirlemek için onların kılavuzluğuna başvurduklarından, Arapların, yıldızların mevkilerini iyi bilmeleri konusunda uzmanlaşmalarını yadsımamak gerekir. Onlar, yolları ve yönleri belirleme işinde yıldızları o kadar yoğun kullanırlardı ki, örneğin bir adam onlardan bir şehre giden yolu sorsa "falan ve filan yıldızların yönüne git. .." derlerdi. O adam yıldızları takip ederek varmak istediği yere varırdı. Kimi zaman yer tayini için rüzgarların estiği yönleri de kullanırlardı. Bunlara "cihad" derlerdi. Bununla ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse; Süleyk b. Sa'd adında biri, Kays ibn Mekşuh Muradi adında bir başkasına karşılıklı olarak kabilelerinin yurtlarını tanımlamayı önerir. Anlaşarak yalan söylemeyecekleri konusunda birbirlerine söz verirler. Kays ibn Mekşuh kendi yurdunun bulunduğu yeri şöyle tanımlar: "Güney ile saba rüzgarları arasında gidersin. Ağacın gölgesi nerededir. Anlayamayacak hale gelinceye kadar yürürsün. Sular kesilince dört gece gidersin. Sonunda bir kumluk yere varırsın. Kumluğun ortasından giderek kavmime ulaşırsın." Süleyk ise ona karşılık şu tanımı yapmıştır: "Süheyl yıldızının doğduğu yer ile Cüza yıldızının sol tarafı arasındaki yeri tutarsın. Bu yöne doğru gide gide kavmimin yurtlarına varırsın." Arapların Cahiliye çağında özellikle bazı kabileler astronomi konusundaki derin ve geniş bilgileriyle ün salmışlardı. Mariye ibn Kelb Oğulları, Mürre ibn Hemmam eş-Şeybani oğulları bunlardan ikisidir.
Enva ve Mehabü'r-Riyah (Meteoroloji)
Arapların enva ilmi dedikleri bilim, günümüzdeki hava durumları ve değişiklikleriyle ilgilenen meteorolojidir. Ancak onlar hava ve rüzgar değişikliklerini yıldızların doğuşu ve batışına bağlıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında enva' bilmi astronominin bir dalıdır. Menzilenin doğuşuna "kalkması" diyorlardı. Doğuşun etkisini "barih" ve batışın etkisini de "nev"' kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Bunlardan birinin doğuşundan, onu takip eden diğerinin doğuşuna kadar üç günlük bir zaman vardır. Yalnız "cephe" menzilesi bu kuralın dışındadır. Zira bu menzile ile onu takip eden menzilenin doğuşu arasındaki müddet 14 gündür. Onların ünlü sözlerine göre: "Zaman esas olarak dörde ve her çeyrek de yediye ayrılmıştır. Ve her yedide doğuda bir yıldız çıkar ve batıda kaybolur. Bir yıldızın doğuşundan diğerinin doğuşuna kadar 13 gecelik bir müddet vardır."
Bununla birlikte bu konuda uzlaşamamışlardı.
Bazılarına göre bir menzilenin doğuşundan sonra onu takip eden menzilenin doğuşuna kadar her ne etki olursa doğan menzileye bağlamak gerekir. Diğer bazılarının görüşüne göre her menzilenin doğuşu ile yok oluşuna ait bir süre vardır ki bu süre içinde ne olursa ona bağlanır. Bu müddet geçtikten sonra oluşan değişiklikler ona bağlanamaz. Eğer o zamana ait etkiler gözlemlenmezse o yıldız veya menzile sükut etmiş demektir. Çünkü yağmur, sıcak, soğuk ve rüzgarın sebeplerini yıldızlar sanıyorlardı. Hatta bir iş arkasına koşup başarılı olamayanlara atasözü olarak kullandıkları "yıldızın boşa çıktı" sözü buna delil olarak söylenmişti.
Açıkladığımız şekilde yağmur yağınca bu yağmurun o sırada egemen olan yıldızın etkisine bağlandığı o dönemki Arapların birçoğunun sözünde rastlanır: "Mecre yıldızı yağmuru yağdı." Onlara göre nev'i'den amaç yıldız menzillerinden batıda fecr ile beraber bir yıldızın düşüp ona karşılık ve rakip olarak doğuda bir yıldızın çıkmasıdır. Bu yüzden onlar 28 nev' veya yıldız mevcut olduğuna inanıyorlardı. Yağmurlara, rüzgarlara, sıcağa soğuğa neden bu yıldızlar sayılıyordu. Bu devirde okuma yazma bilen çok az olduğundan ezberlemeye kolaylık olması için hava durumlarının veya dört mevsimin yıldızların yakınlığı veya doğumuyla ilgisini şiir olarak yazmışlardır. Örneğin; "Ay süreyya ile yakınlaştığı zaman kış geçmiş bulunur. Böylece Debran ? ayın 14'ü ne yaklaşınca dünyanın her yerinde kış olur" vs. derlerdi.
Bununla beraber Keldanilerde olduğu gibi Araplar da yıldızların insanların eylemlerini etkilediğine inanırlardı.
Araplar çoğunlukla bulutların şekil ve renkleriyle yağmur yağıp yağmayacağını çıkarırlardı. Onların inancına göre en az yağmurlu bulut, beyaz renkli çok yağmurlu bulut, kırmızı renkli daha da fazla yağmutlu bulut, siyah renkli bulutlardır. "Beyaz bulut boştur. Kırmızı bulut az yağmurludur. Siyah bulut ise en çok yağmur taşır" cümleleri dillerde dolaşan sözlerdendi.
Araplar yolculuklarda yolları ve yönleri bilmek için rüzgarların estiği yönleri bilmeleri gerektiğinden o yerleri gösterir isimler koymuşlarsa da sayısı konusunda uzlaşamamışlardı. Bir kısmı, rüzgarların isimlerini 6 ya çıkardığı halde diğerleri 4 kabul etmişlerdi. Dört sayanlar; "Kuzeyden esen "saba"; batıdan esen "şimal"; güneyden esen "debur"(?); ve doğudan esen "cenub" olmak üzere dört çeşit rüzgar vardır" derdi. Altı sayanlarsa sözü edilen rüzgarlara kuzeyin yanından esen nekba ve güneyin yanından esen mahve adında iki rüzgar daha eklerdi.
Esatir (Mitoloji)
Avrupalılarca mitoloji adıyla bilinen "ilmi esatir ve hurafat" astronominin bir dalı sayılır. Mitoloji; Kendilerine "ulühiyet" sıfatı verilen yıldızlar arasında, Yunan tanrılarında görülen insani özelliklerin uyuşması ile ilgili rivayet olunan haberleşmeler veya zevac vs.'den ibarettir. Araplar, Yunanlılar gibi gök cisimlerine tanrılık sıfatı vererek onları ma'büd edinmişlerdi. Ancak onların bu konudaki bilgileri kaydedilip düzenlenmediğinden kaybolmuştur. Yalnız putların isimlerine ve bazı adamların ibadet şekillerine ait bize ulaşan şeylerden Araplar arasında o gibi efsanelerin bulunduğunu anlıyoruz. Arapların Cahiliye dönemlerinde Lat adlı putu "Zühre" (çoban Yıldızı Venüs) adına dikilmişti. Zühre'ye, güneşe, aya ve şi'ra'ya tapan birçok kişi vardı. Bu ma'büdlardan hangisinin diğerlerinden daha yüce ve hayırlı olduğu konusunda, aralarında tartışmalar da yapılırdı. lddialarına göre "Şi'ra'ya ilk tapan kişi Ebü Kebşe adında biriymiş. Bu adam; "Şi'ra, gökyüzünü enine olarak geçiyor. Oysa ondan başka gökyüzünü enine olarak geçen bir güneş, ay veya bir yıldız bulamazsınız" dermiş."
Söz konusu yıldız ve gezegenlerin tesbiti ve insan şekline sokulması Araplar arasında da geçerli bir gelenek ve inançtı. Mitoloji hikayelerinden yayılmış olan üstüreler şöyleydi: "Debran Süreyya'ya nişanlanmak istemiş. Ay da bunları evlendirmeyi istemiş, ancak Süreyya kabul etmeyerek kaçmış. Ay'a 'parası olmayan bu züğürtü ne yapacağım' demiş. Bunun üzerine Debran eşyalarını toplayıp servet kazanmaya koyulmuş. Süreyya nereye giderse Debran da onun arkasından koşar ve göçünü mehir olmak üzere önüne koyar." Yine bu hikayelerden biri: "Ceda, Maaş'ı öldürmüş. lşte bu yüzden Maaş'ın kızları Ceda'nın çevresinde hareket ederek onu yakalamak isterler." Bir başka hikaye de şöyleydi: "Süheyl ayağıyla Cevza'yı tekmelemiş. Cevza da onu ayağıyla tekmeleyerek bulunduğu yere düşürmüş. Ancak buna karşılık Süheyl de ona kılıçla vurarak ortasından kesmiş." Yine bununla ilgili olarak: "Şam Şi'ra'sı ile Yemen Şi'ra'sı beraber yaşıyordu. Daha sonra Şam Şi'ra'sı diğerini bırakarak Samanyolu'nu (kehkeşan- hacipler yolu) geçmiş. Yemen Şi'ra'sı onun ayrılığına dayanamamış ve gözleri çapaklanıncaya kadar ağlamış. Bu yüzden ona 'Çapaklı Şi'ra' adı verilmiştir."
Arapların, padişahlar, kumandanlar veya diğer geçmişlerden en büyük ve ünlülerinin bazılarına tanrılık (uluhiyet) sıfatı vermeleri ve diğer bazılarını da melekler veya cinler soyundan saymaları da aynı inanışın bir sonucudur. Örneğin, eski Arapların inanışına göre Belkıs'ın annesi cinlerdendir. Cürhüm ise baba tarafından melek anne tarafından insan, yani melek bir baba ile insan bir anneden doğmuş. Zülkameyn de onların inancına göre insan bir anne ve melek bir babadan doğmuş. Tüm bu inançlar Hintlilerden, Yunanlılardan veya Mısırlılardan alınmış olabilir. Çünkü Keldaniler bu gibi efsane ve hikayelere çok önem vermezlerdi.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder