Kadın ve Av
Bütün Sibirya halkları, kadın ve av arasında çok hassas bir ilişki olduğuna inanırlar. Bu inançtan hareketle, kadınların özellikle adet veya hamilelik dönemlerinde erkeklerin avdaki şanslarını azaltacağını, basiretsizlikleriyle hayvanların başka bölgelere kaçmasına sebep olacağını düşünürler. Turuhansk bölgesindeki Tunguzların geleneklerine göre adet dönemindeki kadınlar, topluluktaki erkeklerden tamamen uzak durur, hâtta bu dönem boyunca bir başka çadırda yaşarlar. Bu dönemlerde, çadırdaki silahlar ve diğer av gereçleri çadırın arkasına veya başka bir yere konulur, adet gören kadınların avcıların oldukları çadırların etrafında dolaşmaları hâtta av hayvanlarının karşısına çıkmaları bile yasaklanır. Aynı yasak Kuzey Yakut bölgesinde köyün yakınlarındaki nehire su içmeye inen yaban ren geyiği sürüsü orada olduğu müddetçe, hamile kadınların köyde bir çadırda bekleyip, dışarı çıkmama ve geyiklerin olduğu tarafa bakmamaları şeklinde devam eder. Hamilelerin yaban ren geyiklerinin dolaştığı bir yoldan geçmeleri veya onlar etrafta iken nehirdeki bir tekne içinde oturmaları da yasaktır, çünkü onların varlıkları, geyiklerin korkup o bölgeyi terk etmesine sebep olabilir. Kadınların hamilelik dönemlerinde, kocalarının da uymaları gereken bazı kurallar vardır ki, bazı bölgelerde ava çıkmaları bile uygun bulunmaz.
Kadınların neden hamilelik dönemlerinde ormandaki hayvanlar için zararlı oldukları sorusuna dair elimizdeki kaynaklarda çok çeşitli ve çelişkili açıklamalar vardır. Ostyaklar, ayının doğacak çocuğun ileride kendisini avlayacağını düşündüğü için hamile kadınlardan nefret ettiğini ve hamile kadınları yakaladığında karınlarını parçaladığını anlatırlar. Lule-Lappmark’a da bu soruya benzer şekilde; “Doğacak çocuk erkekse, ayı hamile kadına kızgındır” cevabını vermiştir. Ancak, halk arasındaki yaygın inançları yansıtan bu tür açıklamalar, özellikle ayı veya geyik gibi önemli bir av yakalandığında sadece hamile olanların değil, bütün kadınların etraftan uzaklaştırılması anlayışını açıklamaktan uzaktır.
Bu konuda anlatılan sebeplerden biri de, kadınların esrarlı bir şekilde av malzemelerini ve avcıları “kirlettikleri”dir. Kadınların sadece kara avcılığına değil, balık avına çıkmaları da yasaktır. Soyoteler, kadınların suyu kirletmeye müsait oldukları için, balık avına götürülmediğini anlatırlar. Yenisey Ostyakları, bir kadın nehre girecek olursa, balıkların Kuzey denizine kadar kaçtıklarını anlatırlar. Kadınların, orman hayvanları konusundaki yasaklarıysa, balıkçılıkta olduğundan daha da sıkıdır. Avlanan hayvanların derilerinin yüzülmesi, etlerinin parçalanması, hâtta pişirilmesi kadınlara yasak işler arasındadır. Çoğu yerde kadınların çiğ eti veya işlenmemiş taze yüzülmüş deriye dokunmaları bile bu yasaklar içindedir. Yakut inanışlarına göre kadınlar, yeni yüzülmüş bir ren geyiği derisine basmaktan veya kemiklerinin üzerinden geçmekten, kurutulmamış bir tilki postuna dokunmaktan sakınmaları gerekir. Bu sebeple Yakutların yeni yüzülmüş ve işlenmemiş ayı, geyik, tilki, kunduz ve kakım postlarını satmaktan kaçındıkları anlatılır. Bunun sebebi, bu postları sattıkları kişilerin bu yasaklara riayet etmemeleri durumunda artık avda şanslarının yaver gitmeyeceğinden korkmalarıdır. Golde kadınlarının da avlanan ayının kafasına bakmaları yasaktır ve ayı için düzenlenen törenlere de katılamazlar.
Kadın ve av hayvanları arasındaki bu olumsuz ilişkinin nereden kaynaklandığını araştırırken dikkât çeken bir husus da, hayvanın yakalanmasından sonra kadınların uyması gereken kuralların, erkeklerin ava giderken eşleri sebebiyle uymaları gereken kurallardan çok daha geniş kapsamlı olmasıdır.
1917 yazında Turuhansk bölgesinde Tunguzların avladıkları ayının postunu çadırın girip çıktıkları kapıdan değil, arka tarafta, çadırın altından içine soktuklarını duymuştum. Bunun sebebini, ayının kadınların kullandığı yoldan eve girmeyi istememesi şeklinde açıklamışlardı. Buryatlar da avı çadıra kapıdan sokmayıp, bir avcının avladığı su samurunu çadır duvarında açılan bir delikten içeri soktuktukları görülmüştür. Avladıkları bir tilki veya vaşağı kulübenin penceresinden içeri sokan Yakutlarla, bazı Moğol kabilelerinde kurban edilen hayvanların etleri pişirilip akrabalara dağıtılırken, etlerin çadırın kapısından değil, kapının solunda çadır duvarında açılan bir delikten dışarı çıkartan Moğollarda da görülmektedir. Bu geleneğin, eski av gelenekleriyle bağlantılı olduğu gayet açıktır. Benzeri şekilde Kamçaladlar da avlamış oldukları su samurunu, çadırın bacasından aşağı atarak içeri sokmaktadırlar. Bazı Gilyak kabileleri, kafası olan bir ayı postunu çadırın içine kapıdan değil, bacadan iğne yapraklı ağaçlardan yapılma bir çubuğun ucuna takarak içeri taşırlar. Amur vadisi kabileleri avlanan ayıyı pencereden kulübeye, Laponlar, ayı ve ren geyikleri yanında, avladıkları tavşan, sansar, vaşak, kunduz, samur, hâtta kuşları ve ruhlara kurban ettikleri hayvanları da çadırın arka tarafında açtıkları ve içinden ancak sürünerek geçebildikleri bir aralıktan, kütük evlerde oturan Ostyaklar da ayı postunu kapıdan değil, arka pencereden kulübeye sokup, kulübeden kilere götürürken de aynı yolu takibederler.
Bu gelenekleri incelediğimizde, çadırlardan kütük evlere geçişte bu âdetlerin devam ettirilmiş olduğunu görüyoruz, ancak bu bin yıllık geleneğin nasıl teşekkül ettiği hakkında söz konusu halklar da bu hususta herhangi bir açıklama getirememektedirler. Thomson nehri kıyısında yaşayan Kızılderililer, avladıkları avı çadırlarına kapıdan içeriye almamalarını “kapıyı kadınların kullanması” olarak açıklamalarına karşılık, bu soruya Tunguz ve Laponların da aynı şekilde cevaplândırmış olmaları oldukça dikkât çekicidir. Keza, Lapon avcılar, avladıkları ayıyı eve taşırken kadınların geçtiği yollardan geçmemeleri, kadınların da ayının geçtiği yoldan geçmeleri istenmeyen bir şeydir, hâtta avlanan ayıyı taşıyan ren geyiklerini bile kadınların bir yıl boyunca kullanmalarının yasak oluşu da bunlara ilâve edilecek âdetler arasındadır.
Kadınların maruz kaldıkları bu sınırlamaların av bittikten sonra daha da katı bir biçimde devam etmesi, bu yasakların avın başarısızlığa uğramasından ziyade, avlanan hayvanın kadın için tehlike yarattığı düşüncesinden kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Bu halkların çoğunun ölen kişinin cesedini kulübeden çıkartırken kapıyı kullanmayıp, çadır duvarı aralanarak dışarı çıkarttıkları mânidar olmakla birlikte, tabii olarak bunun ardında, kapıdan çıkartılan ölünün rahatlıkla çadıra geri dönüş yolu bulabileceği düşüncesi yatmaktadır. Bazı bölgelerde, ölen kişinin cenazesini dışarı taşıyanların ayak izlerinin bile silinmesi, bu geleneğin doğuşu hakkında bize bazı ipuçları vermekte, ölen kişi ve hayvanın ruhlarının izleri takip edebilecekleri inancı, bütün avcı toplumlarda görülen ve muhtemelen avcılıkla geçinen bu insanların tabii hayatın gözlemlerinden doğduğunu göstermektedir.
Bu tehlikelere karşı alınan tedbirlerin evdeki erkek ve çocuklardan ziyade, kadınları ve özellikle de hamile kadınları kapsıyor olması, tehlikenin özellikle onlara yönelik olduğu inancının hâkim olmasının işaretlerine, Tunguz kadınlarında, avcılar avdan döndüklerinde bir tedbir olarak yüzlerini örtüp, ayı etini ya bir eldivenle veya tahta bir kaşıkla tutarak yemelerinde ve özellikle Lapon kadınlarının çeşitli korunma tedbirlerine başvurduklarında görmekteyiz.
Bu gelenekler derinlemesine incelendiğinde, ilk ortaya çıkışının kadınların kirli veya aşağı varlıklar olarak görülmesinden değil, sadece onları korumaya matuf olduğu anlaşılmaktadır. Bu koruyucu kısıtlamaların küçük kızları veya yaşlı kadınlardan ziyade, doğum yapabilecek yaştaki kadınları kapsaması, kadınların cinsellikleri ve doğurma yetenekleriyle ilgili olduğu kesindir. Hamile kadınların ölmekte olan bir kişiden veya cesedinden uzak durmalarına sebep olan aynı korkular, onların öldürülen hayvanlar konusunda da tedbirli olmalarını gerektirmektedir. Sadece hamileler değil, diğer kadınlar da sadece cinsiyetleri sebebiyle, ruhların hedefi olabilirler. Finlilerin, avladıkları ayıyı eve getirdiklerinde terennüm ettikleri bir şarkının sözleri bu konuda bazı ipuçları vermektedir:
Varokatten vaimoraukat,
Koruyun kendinizi zavallı kadınlar,
Varokatten vatsojanne,
Kadınlar, karnınızı koruyun,
Kokekatte kohtujanne!
Ana rahminizi sakının!
İlkel halkların inanışlarında, ruhların ana rahmindeki cenine girip tekrar dünyaya gelmeye çalıştıkları inancının olması, dolayısıyla hamile kadının korunması, gelecek kuşakların korunması demektir.
Meselâ, Yakutlarda görülen, “hamile bir kadının yeni yüzülmüş bir ayı postuna oturması halinde, çocuğunun kötü karakterli olacağı” inancı bu tasavvurla ilgili bir durum olup, ruhların kadınlara rahim hastalıkları da getirebileceğine inanılır. Högström, Laponların noelde etrafta dolaşan ruhlara kurban verdiklerini ve “kadınların rahimlerini delmemeleri” dilediklerini aktarırken, Jaschtschenko’da, Kola’daki Lapon kadınlarının, ruhların yaşadığı kutsal bir yere yaklaştıkları her seferinde belli bir rahatsızlık hissediklerinden, yabancı bir bölgeden geçerken aynı rahatsızlığa tutulduklarında, etrafta kutsal bir yer olduğuna hükmettiklerini anlatır. Bu örnekler gözönüne alındığında, tedbir maksatlı bu kısıtlama ve kuralların, cinsiyetlerarası görev dağılımını daha anlaşılır hâle getirmekte ve öldürülmüş olan hayvanın bile, hâlen bir korku nesnesi olması, kadını eti yerken bile tedbirli olmaya zorlamaktadır. Hem Sibirya, hem de Laponyada yaygın olarak hamile bir kadının av hayvanının kanını veya kalp ve karaciğer gibi organlarını yemesi uygun bulunmadığı gibi, Soyeteler arasında genel olarak hamile bir kadının ayı eti yemesi yasaktır. Yakutlarda hamile kadın ve kocasının ren geyiğinin iç organlarıyla, hayvanın baş etiyle, butunu yememeleri gerekir. Tunguzlar, Vogullar, Juraklar, Laponlar gibi bazı halklar arasında daha da katı bir âdet vardır ki, buna göre bir av hayvanının, özellikle bir ayının başından veya bedeninin döşünden çıkan eti yemeleri yasak olduğundan, bu yasak parçalar genelde diğerlerinden ayrı pişirilirler. Bu yasak ve kısıtlamalarının kökeninde, hayvan vücudunun bu bölgelerinde hayvanın ruhunun veya ruhanî kuvvetlerinin gizli olduğu inancı yatmaktadır.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder