Abbasiler Devleti (H. 132-656/M. 749- 1258)
Abbasiler devletinin birbirinden çok farklı iki dönemi vardır.
Abbasilerin Birinci Devri (H. 132-218/M. 749-833)
Parlak dönem de denilen bu devir H. 132/M. 749'de kuruluşundan H. 218/M. 833 yılında yedinci Abbasi halifesi Me'mun'un son günlerine kadar devam eder. Devlet bu dönemde en yüksek ve ihtişamlı dönemini yaşamış ve sözünü ettiğimiz medeniyet, yani lslam medeniyeti bu zamanda kurulmuştur. Bu devirde lslam devletinin zenginlik ve refahı diğer lslam devletlerinin hiçbir zaman ulaşmayacağı seviyeye ulaşmıştır. Asıl konumuz işte bu refah dönemidir.
Abbasilerin ikinci Dönemi (H. 218-656/M. 833- 1258)
Bu devre duraklama ve gerileme veya düşüş (inhitat) devri adı da verilmiştir. H. 218/M. 833'te Mu'tasım'ın hilafetinden başlayarak Abbasi devletinin Bağdat'ta yıkılışına (H. 656/M. 1258) kadar devam eder. Bu dönemde lslam medeniyeti gerilemeye başlamış, devletin gücü ve zenginliği azalmış, Moğol istilası sonunda tamamen yıkılmıştır.
Abbasiler Devletinin Kuruluş Nedenleri
Hilafet, Raşid Halifelerden Emevilere geçince, dini şekilden dünyevi bir şekle döndüğü gibi Emevi halifeleri de zenginlik ve maddi güç dışında başka şeylere önem vermemeye başlamışlardı.
Bunun dışında Emevilerin Arap ırkçılığı ve diğer milletleri aşağı görücü ve rahatsız edici politikası, hatta bunlar içinde Müslüman halka karşı yaptıkları zulüm ve eziyetler vardır. Tüm bunlara haraç toplarken yapılan haksızlık ve baskılar da eklenince Emevi yandaşları dışında hemen bütün unsurlar, Emevi idaresinden kurtulmak için idareye ve halifeye muhalif bütün siyasal eylemlere destek vermişlerdir. Emevilerden en çok şikayetçi olan topluluk da mevali denilen Arap olmayan Müslümanlardı. Emeviler bunları piyade, maaşsız ve ganimetlerden pay vermeksizin savaşa göndermek dışında önemli bir işte görevlendirmiyorlardı. Emevilere karşı oluşan muhalif grubun lider kadrosu mevalinin bu durumundan kendileri lehine faydalandılar. Mevalileri davet ederek onlara maaş bağlayarak maddi destekte bulundular ve muhalefet hareketinde önemli rol oynamalarını temin ettiler. Bunu ilk başlatan kişi, Hz. Hüseyin'in, katillerinden hesap sormak ve intikam almak amacıyla H. 66 yılında Küfe'ye giden Muhtar b. es-Sakafi idi. Muhtarın bu hareketi, yani Arap olmayan mevaliyi ön olana çıkartması, Araplar için incitici ve onur kırıcı bir durum gibi algılanmıştır. Bu nedenle "Muhtar mevalimizi şımarttı. Atlara bindirdi. Bize verilmesi gereken maaşları onlara dağıttı" deyince, Muhtar "Peki mevaliyi bırakayım. Ganimet ve maaşları da size vereyim. Emeviler aleyhine benimle beraber savaşır mısınız?..." diye sordu. Araplar bu son öneriyi aralarında tartıştıktan sonra aralarından birisi "Eğer beni dinleyecek olursanız, Muhtar'la beraber savaşmayınız. Eğer aranızda bir anlaşmazlık ortaya çıkarsa birbirinize düşman olmanızdan korkarım. Muhtar'la birlikte bahadırlarınız ve süvarileriniz var. Fazla olarak köle ve mevaliniz de onunla birlikte ve beraberler. Mevaliniz size düşmanınızdan daha çok kin ve düşmanlık besler. Sizinle, Arap şecaati ve Arap olmayanların düşmanlığıyla savaşırlar. Perişan olursunuz" görüşünü belirterek Muhtar'ın önerisini reddettiler.
Mevalinin destek verdiği bu ayaklanma ve karışıklıklar arasında, Araplar arasında da Emevi aleyhtarları gün geçtikçe çoğalmaya başlamıştı. Hatta hilafet için Kureyş'ten olmak şartı olmadığı düşüncesi de telaffuz edilmeye başlanmıştı. Ancak, bu düşünce Müslümanların zihinlerine birkaç yüzyıl sonra yerleşebilmiştir. O dönemde hilafeti isteyenlerin hemen tamamı Peygamber'in neslinden, özellikle de Peygamber'in damadı ve amcasının oğlu olan Hz. Ali soyundan gelen Şii veya Aleviler ile Peygamber'in amcası Abbas'ın soyuna mensup kişilerdi.
Horasanlılar anlatılan nedenlerden dolayı Emevilere en kızgın topluluğu oluşturuyordu. Bunlardan Ebu Müslim Horasani, Abbasiler adına hilafeti ele geçirmek için bayrak açınca duraksamadan emri altına girip Abbasilere destek verdiler. lslam ülkesinin her köşesinde bu durumu izleyen gayr-i müslimler de Abbasilere destek vererek ayaklandılar. Neticede Emevi devleti yıkılarak yerine Abbasiler geçmiş oldu. Başkentlerini kendilerine büyük destek verenlere daha yakın olan Irak'ta kurdular.
Abbasiler, Emevilerin yıkılış nedenlerini iyi bildiklerinden ondan ders alarak, olası bir tehlikeye düşmemek için İranlılardan asker ve taraftar edinmeye büyük özen gösterdikleri gibi, İslamiyet'in temel dayanağı olan Arap asabiyetini de korumak amacıyla Rebia ve Mudar kabilelerinden seçme askerler görevlendirmeyi de sürdürmüşlerdir.
Bununla birlikte her iki unsuru aynı anda memnun edemiyorlardı. Abbasiler hal ve maslahat gereği İranlılarla kaynaşmaya ve onlara benzemeye mecbur kalmışlardır. Hatta onlar gibi elbise giymeyi zorunlu hale getirmişlerdir. Bunu ilk başlatan H. 153/M. 770'de halife Mansur olmuştur.
Mansur, halkı oldukça uzun olan lran külahını giymek zorunda da bırakmıştır. Söz konusu dönemde yaşayan meşhur Arap şairlerinden Ebu Dulame, bu durumu iki beyitte şu şekilde hicvetmiştir. "Zamanın halifesinden önceki halifelerin yaptıklarından daha fazla iyi işler bekliyorduk. Seçkin halife bu fazlalığı külahlarda yaptı. Halka giydirdiği külahlar herkesin başında süslenmiş uzun Yahudi şapkaları gibi duruyor"
Bununla birlikte Arapların memnuniyetsizlikleri devlet politikasının yönünü değiştirmemiştir. Halifeler eşlerini İranlılardan seçiyorlardı. Bunların çocukları yaratılış gereği İranlılara yakınlık duyuyor, onların desteğiyle de hilafete geçiyorlardı. Bermekiler vs. gibi görevlendirilen vezir ve danışmanların etkisiyle lranlı unsurun saraydaki nüfuz ve güçleri gittikçe artmıştı. Ancak, İranlılar gerçekten Abbasi idaresine bağlıydı ve fedakar bir şekilde halifelere hizmet ediyorlardı. Kendi ülkelerinin iyiliği Abbasilerin devamıyla mümkün olabilirdi.
Araplar ve Biat
Bununla beraber halifeler Kabe-i Muazzama ve Peygamber'in kabrinin de bulunduğu "Haremeyn"den ayrı kalamıyorlardı. Bu nedenle Arap Yarımadası'na ayrı bir önem veriyorlardı. Çünkü Haremeyn'e saygı lslam dininine saygı demektir. Hilafet de ancak dinle ayakta durabilir. Buna ilave olarak Abbasiler Haremeyn halkının Hz. Ali nesline yandaş olmasından da korkuyorlardı. Medine fukahasının biatine de hilafet ve biat üzerindeki etki, güç ve makamlarından dolayı muhtaçtılar. Hatta halifelerden daha dindar olanları bu alimlere danışmadan iş yapmıyorlardı. Bu duruma tahammül edemeyen lranlı devlet adamları, güç ve iktidarın tekrar Araplar eline geçerek kendilerinden intikam alınmasından ve o güne kadar yaptıkları çalışmaların boşa gitmesinden korkarak, Arap ülkelerini ihmal etmeye çalıştılar. Halbuki Kabe vs. kutsal yerler orada oldukça o bölgenin ihmal edilmesi mümkün değildir. Kabe Müslümanların kıblesi ve hac yeridir. Hac ise lslam'ın rükünlerinden biridir. Bununla birlikte kendisine yapılan telkinlerden etkilenen Mansur, Kabe'ye bedel Irak'ta halk için ayrı bir ziyaret yeri yapmayı da düşündü. Bu niyetle bir bina yaptırarak buna "Kubbe-i Hadra" (yeşil kubbe) adını verdi. Medine'ye deniz yoluyla gönderilen harp mühimmatını da kesti. Bunun üzerine Araplar, Mansur'un bu icraatını Abbasilerin hal'ine bir sebep görerek, Hz. Ali soyundan Muhammed b. Abdullah'a biat ve Mansur'u hal' eylediler. Ünlü imam ve alim Malik b. Enes onlara bu konuda fetva vermişti. Endülüs'te hüküm süren Emeviler de Abbasi katliamından kaçan Abdurrahman b. Muaviye'yi Endülüs'e davet etmiş, bir müddet Abbasiler adına yönetimini sürdürdükten sonra, hilafet merkezinin uzaklığından da yararlanarak, Abbasi halifesiyle ilişkisini kesmiş ve bağımsızlığını ilan etmişti. Daha sonra bunu takiben Muhammed b. Abdullah Medine'yi ele geçirince Mansur onun Endülüsle işbirliği yapacağını düşünerek tedirgin oldu. Muhammed'i ortadan kaldırmak için var gücünü kullandı, pek çok çabadan sonra bunda başarılı oldu.
Mansurun Mekke ve Medine'yi ihmal etmesinden dolayı içine düştüğü kötü durum sonra gelen Abbasi halifeleri için ibret olmuştur. Mansur'un oğlu 3. Abbasi halifesi Mehdi halife olur olmaz Mekke ve Medine halkına cömertlikte bulunmuş ve Kabe'ye yeni bir örtü örttürmüştü. Irak'tan Harerneyn'e götürdüğü 30 milyon dirhem ile Medine'deyken Mısır'dan gelen 300 b. ve Yemen'den gelen 200 bin dinarı halka dağıtmıştır. Ek olarak 150 bin elbise dağıttı. Ayrıca Peygamber'in mescidini genişletti. Seçme bir askeri bölük olmak üzere beş yüz kişiyi seçerek beraberinde Bağdata götürdü ve kendilerine toprak dağıttı (ikta'). Bunun dışında Vasıt'ta bulunan Sıla Nehri'ni kazdırıp çevresindeki araziyi ihya ettirerek buradan gelecek geliri Haremeyn ahalisinin ihtiyaçlarına ayırttı. Bu tarihten sonra bu şekilde hac zamanı veya kendi oğullarına biat istedikçe Haremeyn halkına ikramiye vererek Mekke ve Medine bölgesine saygılı davranmak bir adet olmuştu. Örneğin halife Harun Harunürreşid H. 186'da iki oğlu Emin ve Me'mun ile hacca gittiği zaman Medine'de biri kendisi, diğer ikisi de oğulları adına üç ikramiye dağıtmıştı. Mekke'de de aynı hareketi tekrar etti. Bu hac münasebetiyle· halifenin dağıttığı miktar 1 milyon 50 bin dinara ulaşmıştı. Harunürreşid bu sırada iki oğlunun veliahd olduklarına dair bir belgeyi Kabe'ye koydurrnuştu. Haremeyn gideri artık hükumetlerin zorunlu harcamaları hükmüne girmişti. Buna bağlı olarak şan ve nüfuzu tekrar kendini göstermeye başladı. Halifeler güçlerini artırmak için bunu zorunlu görüyorlardı.
Abbasiler öte taraftan lranlı unsurla da sıkı ilişkilerini sürdürüyorlardı. Vezirler ve ileri gelen devlet adamları lranlılardandı. Bu yüzden iki unsur arasında rekabet gittikçe artıyordu. Bunun etkisi olarak sonunda Emin ile Me'mun arasındaki olaylar ortaya çıktı. Me'rnun lranlı bir anneden doğmuş olduğu için dayıları olan Horasan askerini arkasına aldığı gibi, Emin de Haşimilerden Arap bir annenin çocuğu olduğundan Arapların desteğini almıştı. lki kardeş arasında savaşlar oldu. Sonunda Me'mun galip gelerek halife olunca güç tekrar İranlılara geçmiş oldu. Araplar bu durumu hazmedemediler. Me'mun aleyhine çalışmaya başladılar. Me'mun bu hali görünce Araplardan iyice nefret ederek yüz vermemeye başladı. Şam'da bulunduğu sırada kendisine: "Ey müminlerin emiri! Horasan lranlılarına iltifatla baktığınız gibi Şam Araplarına da o gözle baksanız..." diyen bir zata şu cevabı vermiştir: "Araplara gereğinden çok arka çıkıyorsunuz. Hazinemde para kalmayacak şekilde ihsanda bulunduğum halde Kays kabilelerini düşmanlıktan vazgeçirip memnun ettiğimi bir gün bile görmedim. Yemen'e gelince orayı asla ne ben sevdim ne o beni sevdi. Huzaa ise onun büyükleri benim yerime Süfyani'yi bekliyorlar ki ona taraftar olsunlar. Rebia kabilesine gelince bunlar Cenabı Peygamber'in, Muzar'dan seçilip gönderildiği dakikadan itibaren Allah'a küsüp ona düşman kesilmiştir. Bunları memnun etmek mümkün müdür?" Mu'tasım H. 218 yılında hilafet makamına geçip de Türkleri ve Ferganalıları hizmetine alınca Araplar her yerde hatta Mısır'da bile devlet adamlarının gözünden düşerek memuriyetten uzaklaştırılmışlardır. Araplardan Mısır'da en son vali olan zat 238'de Anbese bin lshak'tır. Mu'tasım Bağdat yakınında Samarra şehrini kurdurarak askerini oraya naklettikten sonra Arabistan'la büsbütün ilişkilerini kesmek istediğinden söz konusu şehirde bir Kabe, etrafında tavaf yeri, Mina, Arafat için yerler yaptırdı. Bunu hizmetinde bulunan birtakım askeri emirin hacca gitmek istedikleri zaman kendilerinden ayrılmasınlar diye onları avutmak için yapmıştı. Bu çağda Arap sözü aşağılayıcı bir kelime anlamına geliyordu. "Araplar köpek gibidir. Bir Arap'a bir parça ekmek at da başını kır", "Araplardan hiçbiri kendisine destekçi bir peygamber olmadıkça bir işi beceremez" sözleri Araplar aleyhine dilden dile aktarılan ifadelerdendi. Bütün emirler, vezirler, devlet adamları ve memurlar İranlılar, Türkler, Deylemliler vs.'den seçiliyordu. Diğer taraftan Araplar da İranlılar ve Arap olmayan diğer toplumlara karşı nefret, düşmanlık ve küfürden geri kalmıyorlardı. Halife bile olsa bunlara meyledip destek verenlerden de nefret ediyorlardı. İşte bu sebepten Mu'tasım vefat edip yerine Vasık geçince meşhur Arap şairlerinden Du'bel Hızai bu haberi alır almaz şu beyitleri söylemişti: "Allah'a hamdolsun. Öyle bir zamana yetiştik ki faniler vefat ettikçe üzüntü, hüzün, acı duymak ve başsağlığı dilemek gerekmiyor. Bir halife vefat etti kimse üzülmedi. Diğeri tahta oturdu ve halife oldu. Kimse de sevinç duymadı."
Özetlemek gerekirse; Raşid Halifeler zamanında lslami birlik ve bütünlük yalnızca Araplık bağlarıyla oluşturulmuştu. İlk amaç, lslamiyet'i yeryüzünde yaymaktı. Müslümanların bu yolda sarf ettikleri emek ve gayretler peygamberliğin doğruluğuna ve Cenab-ı Hak'ın kendilerini bu işle görevlendirdiğine dair inançlarının itmesiyleydi. Daha sonra ne zaman ki Emeviler hilafete geçtiler, o inanç mal ve mülk biriktirme hırsına döndü. Hilafet bile dini kimlikten dünyevi padişahlık şekline döndü. Bununla birlikte, Emeviler döneminde de akrabalık bağları yine de güçlüydü. Bunu takiben hakimiyet Abbasilere geçince Arap olmayan unsurlar ön plana çıktı. Neticede İranlılar, Türkler, Deylemliler, Sogdlular, Ferganalılar vs.'den oluşan Acemler (Arap olmayanlar) para gücüyle devlet gücünü ele geçirmeye ve birbirleriyle yarışa başladılar.
Abbasilerin Birinci Devrinde Devletin Refah ve Zenginliği
lslam devletinin gerçek refah seviyesine ulaşması ve mali yapılanması ancak bu devirde mükemmel bir hale gelmiştir. Bir devletin zenginliği ve refahı, gelirinden harcamalar çıkarıldıktan sonra artan fazlalıkla kıyaslanır. Yalnızca gelirle ölçülmez. Bazen gider gelirlerden çok olur ve devlet bu açığın yükü altına girer. Şu halde serveti bu anlamda düşünecek olursak; birinci dönemde Abbasilerin servetini oldukça büyük görürüz. Gerçekte ilk beş halife zamanındaki bütçeyi bilemediğimizden o zamanlarda "irtifa-i devlet" tabiriyle ifade olunan yıllık gelirin toplamını bilmiyoruz. Abbasi halifelerinden Emin ile Me'mun arasındaki savaşlar sırasında divan (defterhane) yanmış olduğundan söz konusu beş halife dönemine ait muhasebe kayıtları da yok olmuştu. Nitekim daha önce "Cemacim yılı"nda Emevilerin divanları yandığı zaman devlete ait muhasebe kayıtları da yanmıştı. Bununla birlikte halifelerin hükümranlık dönemlerinde toplayıp biriktirdikleri paralardan o dönemki refah ve gelişmişlik seviyesini anlamak da mümkündür.
Abbasilerin ilk halifesi Saffah 4 yıldan fazla hilafette bulunamamıştır (132-136). Ayrıca zamanı da savaşlarla geçirdiğinden ciddi bir hazine kuramadı. Vefat ettiğinde evinde günlük giysi, eşyaları ve birkaç zırhtan başka bir şey bulunamadı.
lkinci halife Mansur da yirmi iki yıl (136-158) hilafette kaldı. Azimli, son derece tedbirli, paraya ve para biriktirmeye çok istekli bir halifeydi. Ancak bu merakı hasta tabiatından değil, ileride olması muhtemel karışıklıklara karşı bir önlemdi. Öldüğünde beytülmalde 60 milyon dirhem ile 14 milyon dinar bıraktı. Her dinar o dönemde yaklaşık on beş dirhem değerindeydi. Öyle ise toplam para 810 milyon dirheme ulaşmış oluyordu. (bir dirhem yaklaşık bir franktır). Halife Mansur öleceğini anlayınca oğlu Mehdi'ye şu vasiyeti yapmıştır:
"Bu şehirde sana o kadar çok para biriktirdim ki, haraç on yıl sürekli eksik toplansa bile yine de askerin maaş ve nafakasına, yakınlarına ve sınırların korunmasına bu para yeter. Bunu iyi koru çünkü hazine güçlendikçe sen de kuvvetli ve şanlı kalırsın.
Bu durum Mansur'un zeka, dirayet ve basiretine işaret eder. Aslında Mansur Abbasi devletinin temellerini güçlendiren bir halifeydi. Bu uğurda, çok savaşlar yapmış, paralar sarf etmişti. Örneğin Afrika'da hariciler ile beraber isyan edenlere karşı H. 154 yılında yapılan savaşta 63 milyon dirhem harcamıştır. Diğer savaşları bununla kıyaslayabiliriz. Ayrıca kendi yakınlarına da çok büyük ihsanlarda bulunurdu. Bazılarına bir günde 10 milyon dirhem verdiği bile olmuştur. Mansur Bağdat şehrinin kuruluşuna katkı için 4 milyon 833 bin dirhem vermişti. Arazilerin sulanması ve köprü inşası gibi imar faaliyetleri de unutulmamalıdır. Tüm bunlar göz önüne alındığında Mansur zamanında hazineye giren paranın en az 1 milyar dirheme ulaştığını söyleyebiliriz. Bu miktarı halifelik yaptığı yirmi iki yıla bölersek her yıla 45 milyon dirhem düştüğünü görürüz.
Mansur'un, valileri azlettikçe devlet adına el koyduğu mal ve paralar bu hesaba dahil değildi. Çünkü Mansur bu paraları "beyt-i mali'l-mezalim" adını verdiği ayrı bir hazineye koyar ve her malın üzerine sahibinin adını yazardı. Ölümüne yakın oğlu Mehdi'ye şu vasiyette bulunmuştu: "Sana bu hazinede bazı mallar bırakıyorum. Ben ölünce paralarını müsadere ettiğim kimseleri çağırıp herkese malını ver. Böyle yaparsan hem para sahipleri hem de halk senden memnun olur. Mehdi hilafete geçince bu vasiyeti yerine getirmişti. Mansur'un Emevileri kontrolü altına aldıktan sonra mallarını da hazineye devretmesi, çok para toplamasının nedenlerinden biri gibi düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir. Çünkü Emevilerden zabt ve müsadere olunan paralar (Mal-i ehl-i beyti'l-la'ne) (Lanet Evi Ehli'nin parası) adıyla anılan ayrı bir hazinede korunmuştu.
Bununla birlikte Mansur'un serveti 5. halife Harunürreşid'in servetine göre az sayılabilir. Çünkü Harunürreşid H. 193 yılında 900 milyon dirhemden çok bir para bırakarak ölmüştü. Harunürreşid'in hakimiyet süresi de Mansur'un devri kadardır. Bununla birlikte Harunürreşid cömertliğiyle ünlüydü. Çok da savurgandı. Buna rağmen beytülmalde, yani hazinede o derece büyük bir servet toplanması şaşılacak bir konudur. Belirtilen paranın önceki halifeler Mansur, Mehdi, Hadi zamanlarında birikerek Harunürreşid'e kadar geldiği de düşünülebilir. Ancak gerçek bu değildir. Mehdi (158-169) hilafeti devrinde Mansur'dan kalan bütün paraları harcamaktan başka kendi zamanında toplanan malları da bitirmişti. Çünkü son derece cömert bir adamdı. Hadi'ye gelince o üç beş ay kadar hükumette kaldı. Cömertlikte o kadar ölçüyü kaçırmıştı ki Abdullah b. Malik'e ihsanda bulunurken bir kerede para vesaire yüklü kırk katır bağışlamıştı. Böyle bir halifenin bu kadar kısa sürede hazinede para biriktirmesi çok mümkün değildir. Şu halde Harunürreşid'in hazinede bıraktığı büyük servet ancak kendi zamanında birikmiş olmalıdır. Bu serveti Harunürreşid'in halifelik yıllarıyla kıyaslarsak, Mansur'unkinden çok fazla olmadığını görürüz. Ancak Harunürreşid Mansur'la kıyaslanamayacak kadar cömert bir halifeydi. Bunun dışında Harunürreşid'in zamanında Bermekiler gibi bir vezir ailesi vardı ki, bunlar bilindiği üzere pek çok köy ve çiftliğe sahipti ve çok savurgandılar.
Harunürreşid H. 193/M. 808 de vefat edince oğulları Emin ile Me'mun hilafet mücadelesine girdiler, savaştılar. O sırada Emin Bağdat'ta bulunuyordu. Annesi Zübeyde babasının hazinelerini oğluna teslim etti. Me'mun ise Horasan'da bulunuyordu. İki kardeşin savaşları birkaç yıl devam etmişti. Bu müddet içinde Emin hazinede bulunan bütün paraları iç mücadeleler ve savaş giderlerı yolunda harcayıp bitirdi. Hilafeti boyunca zevkusafaya, içkiye esir oldu. Kendisini eğlendirecek araçlara, çalgıcılara çok para sarf etti, maaşlar bağladı. Kardeşlerini, ailesini, halkını bırakıp eğlenmek için bir kenara çekildi. Hazinede bulunan para ve mücevherleri kendisini eğlendiren harem ağaları ile kadınlar arasında paylaştırdı.
Emin'in H. 198/M. 813 yılında öldürülmesi üzerine ülkenin her tarafındaki halk Me'mun'a itaatlerini bildirdi. Me'mun döneminde Horasanlıların devlet üzerinde etkinlikleri çok artmıştı. Onu hilafete geçirenler Horasanlılardı. Me'mun devrinde ülke sakin ve rahat bir dönem geçirmiştir. Me'mun birçok bilimsel eseri Arapça'ya tercüme ettirmiş, yoğun bir bilimsel faaliyet başlatmıştır.
Me'mun zamanında halk sakin ve rahat bir yaşam sürdüğünden iş ve güçleriyle meşgul olmuşlar, fitne ve fesat hareketleri de olmadığından refah seviyesi ve zenginlik oldukça artmıştır. 22 yıl süren hilafetinin ardından hazinede ne miktar para bıraktığı belli değildir.
Büyük ihtimalle, halktan vergi toplayarak hazine oluşturmak Raşid Halifeler devrinden sonra her memlekette ve her asırda lslam hükümdarlarınca bilinen bir gelenek haline gelmişti. Rivayete göre (H. 300-350/M. 912-962) yılları arasında hilafette bulunan ünlü Endülüs halifesi Abdurrahman Nasır (salis) 340 yılına kadar hazinesinde yirmi milyon dinar biriktirmiştir. Zamanında Endülüs'ün geliri 5 milyon 480 bin dinardı. Pazarlardaki alışveriş ve diğer muamelelerden ve emlak vergisinden yıllık 760 bin dinar değerinde bir gelir daha toplanıyordu. Ganimetlerden alınan hums (1/5) buna dahil değildi. 3. Abdurrahman askerleri için yukarıdaki gelirin ancak 1/3'ünü harcardı. lbn Haldun; biraz mübalağa ederek, Abdurrahman'ın hazinede biriktirdiği paranın 5 milyar dinar olduğunu iddia eder. Hatta kuşku bırakmamak için bu paraları ağırlığa vurarak 500 bin kantar altın tutacağını söylüyor. Doğruluktan uzak olduğunu kabul ettiğimiz bu iddiaya karşı delil olmak üzere Endülüs devleti zamanında yaşamış olan büyük lslam coğrafyacılarından lbn Havkal'ın, Abdurrahman'ın oğlu Hakem'in başa geçtiğinde hazinede 40 milyon dinar bulduğu yönündeki tahminini söyleyebiliriz. lbn Havkal, bu miktarı bile çok görerek o dönemde hiçbir devletin bu kadar çok parayı toplamaya güç yetiremediğini ifade etmektedir. Dikkat çekici olan nokta şu ki, bu yüzyılda Bağdat'taki Abbasi hilafeti gerileme devrindeydi. Endülüs böyle servet içinde yüzerken Bağdat'ta halifeler, kumandanlar, vezirler para için birbirleriyle kavga ediyorlar, birbirlerinin mallarını musadereyle vakit geçiriyorlardı. Şurası kesindir ki, Me'mun zamanında net gelir olarak her yıl beytülmalde biriken paralar, gerek Müslüman gerek gayr-i müslim hiçbir devletin hazinesinde birikmemiştir. lbn Haldun'un Mukaddime'sinde, söz konusu devirde devletin genel bütçesini gösteren bir tablo vardır. Söz konusu tablo veya cetvel lslam devletlerinin muhasebesini gösteren -elimize ulaşan en eski- belgedir. İkinci olarak, Kudame b. Cafer tarafından naklolunan diğer bir hesap cetveli, üçüncü olarak da lbn Hurdazbih tarafından verilen bir cetvel daha vardır. Hepsi de hicri üçüncü asrın ortalarını geçmez.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder