30 Nisan 2023 Pazar

NUSAYRİLİĞİN İÇYÜZÜ

 


 

ALEVİLİK veya NUSAYRİLİK


(Seyyid Abdülhüseyin Mehdi Askerinin (H. 1400 münasebeti) Kuveyt’te yayınlanan eserinin özeti olarak tercümesidir.)


Bilindiği gibi İslâmiyet Arap yarımadasında zuhur etti. Bu bakımdan tabir caizse, ilk muhataplar Araplardı. Dolayısıyla onlar eliyle ve merkezden muhite doğru hızla yayıldı. On yılda bütün Arap yarımadasını tuttu. Ve hemen işaret edelim ki, daha bu noktada bile putperest, hristiyan ve yahudi inançlı birçok kişi ve kabilenin çıkarları haleldâr olmuştu. Bu yüzden de daha o günlerde birtakım suikastler, yıkıcı plân ve gizli teşkilâtlanmalar olmuştu.


Sınırlar; Şam'a, Mısır’a, Irak ve İran'a uzanınca da, daha geniş bir cephe ile karşılaştı. Mecusi, Hindu, Yahudi, Hristiyan vs. gibi çeşitli din mensupları İslâm'a girdi. Bir kısmı eski alışkanlıklarını devam ettirirken, bir kısmı da kasten ve sırf İslâmî İçinden bozmak için eski dinlerindeki bazı ilke ve inanışları İslâmî renkte ve İslâmi tabirlerle yaşatmaya, yaymaya çalıştı.


İşte çeşitli hurafe ve sapık inanışlar, bunlara bağlı mezhepler böyle zuhur etti:


(Bunun en çarpıcı yönü ise, İslâmi temaları ve kutsal mefhumları aşırı noktalara vardırma tutumudur ki, buna «Ğulüv» denir. Bu tür ifratçılara da «Ğulat» veya «Galiye» tabir edilir.) Bunlar ister tarikat, ister mezhep adı altında olsun, İslâm şeriatının hududunu aşan, onu çığırından çıkaran, batıl noktaya vardıran davranış ve düşünüşlerdir. Her devirde de dış düşmandan çok daha zararlı olmuşlardır. Hele bir de «Nusayrilik» gibi özellikle islâmdan intikam almak için ortaya atılmış bir nazariye olursa!...



Nusayrilik türünde; İsmailiye, Safeviyye. Mevlevilik, Bektaşilik, Babailik, Bahailik. Kadyanilik sayılabilir. Ama bizim konumuz ve bütün bunların en eşedi katıksız kâfiri Nusayriliktir ki; şu an Suriye topraklarında on binlerce sünni müslümanın can ve namusunu çiğnemektedir....



Kurucusu ve Tarihçe:


Nusayriliğin kurucusu, «Ebu Şuayb M. bin, Nusayr en-Numeyri el-Basridir. H. III. cü asırda yaşadı. Acem asıllı ve (şiaca meşhur) on iki imamdan Ebulhasen el-Askeri'nin kölesiydi. Onunla beraber; Aliyyül-Hâdi (214-254), Hasenül-Askeri (230-260) ve Muhammed Mehdi; (255 -?) dönemini idrak etti. Onların çevresinde Şii kültürüyle büyüdü.

Ve bu İbni Nusayr, kendisini «Bab» olarak tanıttı. Ama Hasan Askeri’nin vefatından, sonra ve özellikle Mehdi'nin kayboluşuyla fitnesini daha da ileri götürdü ve kaybolan M. Mehdi'nin ölmediğini ve geri geleceğini söylerken fitneci Askerinin de ilah olduğunu ve kendisinin Peygamber olarak gönderildiğini açıkladı.


Çünkü o Gulat'ın inancını esas alıyor. Allah'ın bû zatın şeklinde tecelli ettiğini ifade ediyordu.


Esasen bu iddiasını Hasan Askeri zamanında da ortaya atmıştı ki; o zat bir dostuna yazdığı mektubunda; «İbni Nusayrin dediklerinden teberri ederim, Allah’a sığınırım. Allah ona ve iddiasına lanet etsin...» diye yazıyordu.


Bu Nusayri taifesi bugün, Türkiye’nin güneyinde, Lübnan’ın kuzeyinde, Suriye’nin sahil ve dağlık bölgelerinde, Türkistan ve İran’da oldukça kalabalıktır.


Bu isim (Nusayrilik) dinî ve tarihî bir ünvandır. Ama mahalli olarak değişik isimle anılırlar. Meselâ, Anadolu’nun batısında «Tahtacı», İran'da «Alevi veya Aliye tapanlar» diye tanınırken; Türkistan'da ve Türkiye'de ayrıca «Kızılbaş» tabiriyle de anılırlar. Bir yönüyle Şii istılahlarıyla konuşan ve kullanan bu taife, bir yönüyle de Batıniliğin en aşırısını yaşarlar...


Öte yandan, birçok inanç ve işlerinde de; Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibidirler...

Hal böyle iken; Fransa’nın I. Dünya Savaşı sonrası, Suriye’yi ve Türkiye'nin güney kısmını işgali sırasında bu taifeye dayanmış, buna karşılık da, ilerde Nusayrilere bu bölgede devlet kurma va’dinde bulunmuşlardır. Bu arada, Nusayriliğin, hem şiiler hem sünnilerce kâfir ve mürted sayıldığı için, tutunabilmesi bakımından Fransızlar bu taifeyi «Aleviler» diye tanıtmayı uygun gördü ve Nusayriler de bu ismi benimsediler. Çünkü İmam Ali'ye nisbet edilmiş olmak, İbni Nusayre nisbetten daha garantiliydi...




1 —  «ĞULÜV» ve «ĞULAT»


Ğulüv, bir üslup ve tutum ifade eder. Ama İslâma karşı bir hareketin tavrı ve adıdır... Gayesi; İslâmı içinden vurmaktır. Ve tabii en tehlikeli ve en müessir bir yıkım metodudur bu...


Çünkü İslâma karşı olduğunu belirtme şöyle dursun, ona hizmet onun gerçeğini bulmak sloganıyla meydana çıkıyor... İslâm tabirlerini kullanıyor, İslâm büyüklerinin adını kullanıyor. Meselâ; Hak diyor. Rıza diyor, Muhammed ve Ali diyor, bütünüyle İslâmî savunur görünüyor... En hararetli savunucu gibi...


Ğulüv: aşırılık ve aşırı gitme, işi çığırından çıkarma, çığırtkanlığı ile de hak yoldakileri itham edip hain ve zalim ilân etme manalarını içine alır. Bu anlamıyla, ehli sünnet dışındaki her fırkada bu tavır vardır. Ancak «Galat» ismi, «sevgide aşırı giderek beşeri ilâhlaştıran zümreler» için kullanılmıştır.


Ve ilk bakışta bu tipler belli olur. Meselâ; «salih kişiler, meleklerden de, nebilerden de üstün olur» diyebilen bir Sünni çıkabilir. O ğulüv, yapmıştır. Yahut; «Allah hakkıyla tanıyan ve fena fillah derecesine varan kişiden şer'i sorumluluklar düşer» diyebilen bir ehli tarik çıkabilir. O da ğulüvdedir. Aşırılığa düşmüştür... Yine: «Resulullah, benden sonra nebi yoktur. Allah’ın dilediği müstesna» buyurdu, diyerek; yeni peygamber gelmesine cevaz verenler olabilir. (Mutezile gibi). Habıti (H. 232) nin dediği gibi: «Alkıh kadim Halîktir, Meryemoğlu İsa ise hadis halîk İddiası, domuzun beyni ve yağı helâl diyen, tenasuha inananlar olur. Hariciler gibi; namaz, iki rekat sabah, iki yatsıdan ibarettir diye sadece Hud suresinin 114. ayetini alıp öbür ayetleri pas geçenler bulunur.


Meymuniye (ki yahudi İbni Meymunun kurduğu sistemdir) gibi kişinin torunlarıyla nikâhının caiz olduğunu iddia edenler olmuştur. Halbuki sadece, Yusuf suresini okumak yeterdi, anlamak için... Hepsi ğulüv, aşırılık ve sapıklıktır...


Ama «Ğulüv» adeta Şia mezhebinin asli sıfatı, tavrı ve bir ana prensibi olarak biline geldi... Ve bunun kaynağı ve ilk muharrik sebebi de, imamet meselesidir. Ehl-i beyt sevgisinde aşırı gitmeyle başlar. Ama hemen kaydedelim ki; Şianın bütün kollarında Ehl-i beyt sevgisi ve İmametin evlad-i Aliye vasiyyet edildiği iddiası varsa da, ne İsnaaşeriye, ne de Zeydiye veya Caferiye, Gulat'a benzer. Onlarda Gulüv yoktur. Bunlar arasında, aşırıların bulunabilmesi de toptan bu zümreleri itham etmeyi gerektirmez...


ulüv: Haddi aşmaktır. Bir şeyden maksat neyse, onun dışına taşmaktır. Kur’an-ı Mübin’de: «Dininizde aşırı gitmeyin» buyuruluyor. Hadisi şerifte de: «Dininde ğulüvden menederim, çünkü sizden önce geçen milletler dinde aşırılıklarından battılar» buyuruldu. Çünkü Allah'ın dini orta yoldur, ifrat ve tefriti meneder. Ulema bu tutum ve tavrı çeşitli şekilde tarif eder. Meselâ «Gulat», müslüman görünümünde bulunan ama Ali ve evladına uluhiyet isnad ederek, onlara bağlılığını güya ki böylece ifade eden garip tiplerdir. Onları olduğundan fazla göstermekle bu sapıklığa düşmüşlerdir. Abdülkerim Şehristani’nin ifadesi ise şöyle: «Galiye taifesi, İmam edindikleri zevat hakkında aşırı görüşlere saplanan, yaratılışa bile karşı gelen bir garip kafa yapısına sahiptir. Çünkü beşere ilahlık isnadeden kişi hangi çağda yaşarsa yaşasın vahşet hali göstermiş olur.».


İbni Haldun ise «Gulat», İmamlara uluhiyet isnad etmekle imandan çıkmanın ötesinde akıl hududlarını da çiğnerler. İster beşeri ilâh saysın, ister uluhiyetin o beşere hûlul ettiğini (onun içine girdiğini, onda tecelli ettiğini) iddia etsin...» diyor.


 


Gulat Taifesinin En Belirgin Kanaati:


1-Hulül: 


Bu görüş, Gulat’ın en baş ve temel sapma noktasını teşkil eder.


Bu, ilâhın bütünüyle veya cüzi olarak yahut zatıyla veya ruhuyla beşere geçmesi demek olur. «Gulat», bu halin peygamberlerde veya imamlarda vuku bulduğunu savunur. Geçmişte bu oldu. Hristiyanların «Allah İsa şeklinde cesetlendi» demesi. Hint dinlerinde tanrılarının bazı insan ve varlıklarda görünmesine inanışı böyledir. İslâmi dönemde ise bunun mucidi, yahudi dönmesi Abdullah İbni Sebe’dir. Bunlara göre Ali (RA.) gerçek anlamda ilâhtır. Bu Sebeiyye görüşüdür. Beyaniye ise. Ali'ye cüz'î şekilde uluhivvet girmiştir, dolayısıyla o gaybi bilir der.


Hattabiye taifesine göre ise, İmam Ali ilah, Hasan ve Hüseyin'in evladı ise Allah'ın evlatlarıdır. Bu iddia Ca'fer es-Sadık'a ulaşınca onlara lanet etmiştir. Ama Hattabi mel'un bu sefer de kendisinin ilah olduğunu iddiaya kalkmıştır.


 


Şeriyye zümresi, «Allah;  Muhammed, Ali, Hasan-Hüseyin ve Fatîmâ’ya hulûl etti» der.

Nusayrilere göre ise; «Allah Ali’ye hulûl etmiştir. Ali daha yer gök yaratılmadan vardı...» İbn Nusayr, aynı zamanda Ebulhasen Askerinin de tanrı olduğunu savundu.. Kendisinin de peygamber olarak onun tarafından önerildiğini iddia etti. 


Gulat hakkında değişik görüşler vardır. Bazısına göre fars kaynaklıdır. Bazılarına göre mesih fikrinden gelir. Her ne olursa olsun tevhid akidesini iptal eden «HulüI» fikrini bütün İslâm uleması şiddetle reddeder. 




2 — TENASÜH;


Tenasüh, ruhun cesed değiştirdiğine inanmaktır. Yani ölen insanin ruhu ya bir insana, ya bir bitkiye ve hayvana intikal eder. Orada yeni bir hayata başlar. Bu ölüm ötesini, ahiret hayatını, sevap ve ikabı, cennet ve cehennemi inkâr demektir. Ve zaten bütün Gulat, özellikle Nusayriler bunları inkâr ederler. Ve derler ki; ruh iyi bir cesede geçerse cennet orasıdır, kötü bir cesede geçerse orası da onun cehennemidir. İmam Eş’ari de «makalât» kitabında bunların böyle İnandıklarını ifade etmektedir. Şehristani ise: Gulatın bütün kollarının hulûl ve tenasüh görüşünde ittifak halinde olduklarını; bu fikrin de mecusi (mozdekizm) ve Hint (Brahmanizm) felsefelerinden gelme olduklarını söyler.


Bütün İslâm uleması, bu fikri de şiddetle reddeder. Çünkü tenasuha inanmak, islâmın temel akidesinden kıyamet ve hesap gününü şumüli ile inkâr demektir.



3 — TEVİL:


Bu da bütün gulatın ve bilhassa Nusayriliğin üçüncü büyük ilkesidir. Tevil, Nusayrilerin anlayışında; ilmi manâdaki gibi değildir. Çünkü muhakkak ulemanın anlayışında tevil; bir delile dayalı bir lafzın manasını eıi yakın manâdan az yakın olana yormaktır. Eğer lafzın yorumu yapıldığı o manâyla alâkası yoksa, bir karine de mevcut değilse, o fasit bir tevildir. Nassları oyuncak yapmaktır. İşte gulatın yaptığı budur. Çünkü onlar; Kur'an’ın bir zahiri, bir de batınî olduğunu iddia eder. Batınî manânın esas olduğunu söyler, her lafzın gizli bir manâsını çıkarmağa çalışırlar. Tabii kendi zevk ve anlayışlarına göre..


Bu cümleden olarak «Beyaniye» kolunun reisi Beyan İbni Sem’an: «Bu insanlar için bir beyan, müttekiler için hidayet ve öğüttür.» ayeti kerimesini şöyle tevil ediyor: «Beyan benim hidayet de öğüt de benim...» «Allah’ın vechinden başka her şey helak olucudur», «Herkes fani olur, yalnız Rabbinin vechi kalır» ayetlerini de şöyle tevil ediyor; «Allah nurdan bir adamdır, her tarafı yok olur, sadece yüzü kalır.» Başka bir taife de, müttakilere, salihlere kurtuluş vadeden ayeti imama vasıl olanlar şeklinde tevil ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır. Benzer teville bütün haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır Benzer tevillerle; farzları, haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler. Haram birtakım insanların isimleridir. Uymamız gerekir. Harama ise kendilerinden kaçınmamız gereken kimselerin isimleridir... gibi.


Bundan dolayı İmamı Gazali; böyle haşri, hissi cezaları teville inkâr edenleri tekfir etmek caizdir der.


Gulatın ve Nusayrilerin ehlisünnet akidesini ve bütün islâm ahlâkını yıkmakta kullandıkları en güçlü silah da işte bu tevil metodudur. Gulatın en eşeddi ise muhakkak ki Nusayrilerdir. Ve tevil metoduyla en şen’i günahları helal sayarlar. Meselâ: Erkeğin erkekle nikâhı ve cinsi ilişkisi Kişinin kızkardeşi veya torunuyla nikâhlanması. Namaz, oruç ve zekâtın; gereksizliği. Hz. Ebubekr gibi büvüklere lânetle anmaları. Mum söndürme ve toplu zina İçkiyi helâl saymaları...




HEDEFLERİ:


İslâmî yıkmaktır ve şu usullerle:


Dini kargaşa; Bir liderleri şöyle diyor ; «Ben Muharrimed'in dininden bunalıyorum, ordum yok ki onlarla savaşayım. Malım da yok aleyhte harcayayım. Ancak uzun vadeli hile ve plânlarım var. İmkân buldum mu, Muhammed'in dinini karmakarışık ederim.,


Nitekim onlar ilk iş olarak hulûl prensibi ile vahted akidesini gölgelemeğe kalktıkları gibi Muhammed (S.A.V.)'in son peygamber olduğunu da inkâr ettiler. Yeni bir peygamber geleceğini İddiaları bir yana, bizzat kendilerini de peygamber ilan edenler oldu. Öte yandan da Kur'an-ı Kerim’in lafızlarını tevil ederek ahkâmını tahrif ettiler. Yine onda tenakuzlar bulunduğunu söyleyenler oldu.  Ama tabii işlerine geldiği yerde de,  ona başvurmadan geri kalmadılar...


Aynı çizgide sünneti tahrife de kalktılar. Tarihte hadis uyduranların hemen hepsi bu, gulat arasından çıkmıştır. Nitekim İbn'il-Esir şöyle diyor : «İslâm düşmanları ona karşı kuvvet kullanamayınca hileye başvurdular; hadis uydurdular. Bunlarla dinin ana esaslarına zıt fikirler yaymağa çalıştılar. Sahih hadisleri ise tevil veya uydurma ayıplarla örtmek istediler...» Nitekim bu yalancılardan (Abdülkerim bin Ebi el-Avca) idam edilirken 4000 adet hadis uydurduğunu itiraf etti.


İslâm hakimiyetini yıkmak: Bu fitne ve anarşi demektir. Galiye fırkasının her devirde ve her iklimde tutumu bu olmuştur. İslâmî idarelere imkân buldukça başkaldırmışlardır. Ve bilhassa dış müdahalelerde ve istilalarda yabancılara ajanlık yapmış ve gayri müslimlere yardımcı olmuşlardır.


Gulat Hakkında Şer’i Hüküm;


İslâm ulemasının hangi mezhep ve tarikattan olursa olsun. İttifak ettiği ve onlara inanmaksızın hiç bir ferdin mümin sayılmıyacağı üç büyük din temeli var.


1 —  Allah’ın var ve bir olduğu.  Bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf, her noksandan münezzeh (sıfatı subutiye sıfatı selbiyye) olduğu.


2 — Bütün peygamberlerin genel olarak. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise özel olarak risaletini tasdik.


3 — Ölümden sonra dirilmeye, hesap ve ikaba; bunun için de dünya hayatının fani, kıyametin gelici olduğuna inanmak.


İcmalen bunları tastikle birlikte, Resulullah'in getirdiği dinin, zaruri olarak bilinmesi gereken öbür esaslarına; helâl ve haramlara, farzlara (namaz, oruç... gibi, haram ve helal olan nikâhlar, hırsızlık ve kati... gibi) inanmak da bu üç esasa bağlıdır. Mümin bu ise, kâfir de, bunlardan birini veya zaruriyeti diniyeden birini veya birkaçını inkâr edene denir. Gazali'nin ifadesiyle de; «Resulullah'tan bize tevatüren nakledilen şeylerden birini (Bunun dışındakiler ise füru kabul edilmiş) inkâr eden, sapıktır denmiş. Öte yandan, imanın altı esası, buna bağlı olarak küfre düşmenin sebepleri, çeşitli Sünni ve şii ulemanın kitaplarında tafsilatlandırılmıştır ki; meselâ şafi’i ulemasınca, namazı özürsüz terkeden de küfürdedir...


O halde bir kişinin küfre düşmesi ve kâfir denmesinin şart ve hükmü, asgari olarak başta saydıklarımızdan ibaret bile olsa, gulat için hüküm şu olur «Hulûl» inancıyla: Allah'ın birliği, kemal sıfatları ve noksandan münezzeh olduğu açısından kâfirdirler. «Tenasüh» inancıyla da; kıyamet, ahiret, hesap ve ikabı kaldırmışlardır. Kur'an’in yasak ettiği; kızkardeş, hala, teyze gibi kimselerle nikâhı, erkeğin erkekle cinsi ten temasını caiz görüşleri; namaz, oruç, hac, ibadetlerini teville iptal edişleri, gusle lüzum görmeyişleri de; zaruriyeti diniye veya te'vatüren gelen hükümleri iptalden ötürü kâfirdirler. Ayrıca Resulullah'a izafe ettikleri şeylerle ve bilhassa son nebi olmadığını iddia ile o kapıyı da kapatmışlardır..


Bütün yönleriyle kâfir olan Gulat, paravan olarak İslâmî sloganları kullanıyorsa, bu onlar için bir fazilet değil, çok daha şeni bir suçtur.

Bunun için de başta şia uleması olmak üzere topyekûn ehli sünnette bunların gayri müslim (yahudi, hristiyan ve mecusilerden daha kâfir) oldukları ve yeryüzünün bunlardan temizlenmesi gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Ve demişlerdir ki; kadınlar nikâh edilmez, kestikleri yenmez, hatta bunlar islâm toprağına, kadınları müslüman evine misafireten bile sokulmaz...




ÇEŞİTLİ KAYNAKLARA GÖRE NUSAYRİLİK



Şia - Isnaaşeriyeye göre:


Meşhurdur, Suriye’nin batısındaki Nusayri dağları. Yani orta sakinlerinin isminden gelir bu ad. Ama bu zümre, Suriye ve Lübnanda bu isimle anılırken, Türkiye’nin güney kesiminde «Tahtacılar», İran ve Türkistan’da «Anlialıcılar», bazı yerlerde ise «Kızılbaşlar» diye anılır. Bu mahalli isimler bir yana, ilmî adları ve tarifleri «Gulat» veya «Ğaliye fırkası»dır. Tarihi ve kurucusu yönündense «Nusayr bin Numeyr»e izafeten «Nusayriler» diye bilinirler. Adları farklı anılsa da felsefeleri ve yaşayışları birbirine uygundur.

 


İslâmın «Vahdaniyet» «Risalet» ve «Ahiret» akidesi bunlarda yoktur. İslâmın «helal ve haramları» bunlarda yok. Tüm insanlığın «ahlâk ilkeleri» (Meselâ, dübürden teması meşru saymaları yüzünden) bunlarda yoktur.


Ama yanlışlıkla bunlar «Şia'nın» bir kolu sanılmıştır: Çünkü, başlangıcında «Nusayr bin Numeyri» Şia İsnâaşeriye cemaatı içinde görünmüştü. Ama imamlara uluhiyet atfetmekle, bu cemaattan kovulmuştu. «Alevi» adı ise bunlara, Suriye’yi işgal eden Fransızlarca verildi. Çünkü, Fransa o zümreye dayanarak ülkeyi elde tutuyordu. Daha doğrusu, onlar, sünni kitleye karşı varlıklarını her zaman olduğu gibi Fransız (yabancı) istilasına dayıyarak sürdürme arzusundalardı. Nusayriler de uyanıklık ederek, kendilerini «Alevi» yani Hz. Ali'ye bağlı, yani «Şii» göstermeyi uygun gördüler. Hatta tarihte, 12 imamdan Haşan Askeriye nisbetleri olduğu iddiasıyla İsnaaşeriye kolundan olduklarını yaydılar. Zira «Nusayrilik» ta zamanında Şianın lânetine uğramış, her müslüman onların küfrünü öğrenmişti. Şimdi bir İslâm ülkesinde barınabilmek; özellikle, yabancı istilasından destek olarak iktidar olmak eski sıfatlarıyla asla mümkün değildi. Hatta ehli sünnet uleması bunların temizlenmesini baş vazife diye bildirmişti. Tutunabilmek için, Hz. Ali'ye nisbet daha uygundu, taraftar ve korunma temin ederdi, öyleyse, bu yönüyle en doğru haberi Şii kaynakları verecek.



Nusayrilik Nedir, Ne Zaman Çıkmış? Kimin İcadıdır?



Nevbahtinin, «Firakiş-Şia»sı, Said el-Kımmi’nin «El-Makalat vel-Fırak» adlı eserleri başta gelir. Önce onları konuşturalım:


Sa'd el-Kımmi, Şiiliği, kaynağını, çıkışını, kollarını ve esaslarını tafsilatıyla verdikten sonra, sözü «Gulot»a getiriyor ve İbni Nusayrin ortaya attığı haince tezi inceliyor. Haşan Askeri ile olan alakasını (daha doğrusu alakasızlığını) anlattıktan sonra diyor ki; «Şiiler, Ali’yi sevenlerdir, özellikle imametin nassla ona ve evladına — gizli veya açık— vasiyet ettiğini savunurlar. Onlardan imametin alınmasını da zulüm sayarlar... Bunlar on iki fırkadır. Temelde ise üç kolu vardır. Yani temel ilkelerinde, ğUlat, Zeydiyye ve İmamiyeden, ibarettirler.


Sözü «Galiye» fırkasına getirip: «Bunlar aşırılık gösterip sapan, Mazdek tipi zındıklardır. Dehrilere de benzerler. Allah kahretsin... Hepsi de Allah’ın Rububiyetine dil uzatır. Allah’ın — hâşâ— bedenden bedence gezen bir nur olduğunu söylerlerken; birbine atfederler. Sonra herbiri ötekinden teberri eder onu müfteri ilan edip lânet okur.»

 


Nusayriler içinse, ifade şudur: «Ali bin Muhammed - El Askeri imametine inananlardan bir gayri meşru zümre ise «M. bin Nusayr en-Numeyri»nin nebi olduğunu iddia edenlerdir. Derler ki, onu Ali bin M. El-Askeri, nebi ve resul olarak gönderdi... Ve bu kişi «Tenasüh» iddia eder. Ebu Haşan (A. bin M. el-Askeri) hakkında müfrit laflar eder: Ona ilahlık atfeder. Haramları hep meşru ve mubah sayar kendilerin birbiriyle nikâhını helâl sayar. Bunu da üstelik tevâzîra gereği addeder. «Mefulluâu» alçak gönüllülük sayar. Allah'ın bunları yasaklamıyacağını savunur. Ve Ibni Nusayrin ölümünden sonra da bunlar üç kola ayrıldılar. Ayrılıkta, bu kişinin ölüm sebebinden başladı...»


Bundan sonra, Nevbahti de aynı olayları nakledip aynı hükme varıyor da, sözünü şöyle tamamlıyor. «Bu fırka gulattan olup, şiadan bazı sloganlar aparmışlardır. Esasında, Mazdekizm, Dehrilik karışımı zındık bir dindir bu. Allah lanet etsin, hepsi de uluhiyeti insana izafede birleşen çeşitli fırkalara ayrılmışlardır...

Ebul-Hasan Askeriye ilahlık izafesinde ve İbni Nusayri peygamber kabul etmede, tenasuha inanma ve haramları mübah saymadaki sapıklıklarını, Nevbahti de tıpkı el-Kıhımî gibi dile getiriyor.


Bir de «Kütübur-Rical»lere bakıyoruz; («Rical’ul-Keşşiy», «Rical’ul-Tusi, «Rical’ül-Hilli», «Min A'lâm-II-Karnirrâbi» gibi). Hepsi de Nusayri liderleri ve özellikle. Haşan Askerinin yaşadığı dönemdeki kurucuları hakkında, birbirini tamamlayıcı bilgi veriyor. Bu meyanda liste veriyorlar.


«Ali bin Haske, Kasım bin Yaktiyn, Hüseyin bin Ali el-Havatımi, Haşan bin Ma'ruf bin Boba ve Muhammed bin Nuseyr en-Numeyri» meşhurlarındandır.


Kaşşi eserinde; mutedil şiadan bazılarının bu konuda görüşlerine temasla, İbrahim bin Şeybe'den naklediyor: Ebu Hasen el-Askeriye mektup yazdım. «Hakkınızda çeşitli şeyler söyleniyor, öyleki, ağza alınmaz ve tekrarı caiz olmaz. Biz bu noktada tevakkuf ediyoruz. Meselâ, «Namaz fahşa ve münkerden korur» ayetini «İmama uyan kurtulur» diye; «Namazı kılın zekâtı verin» mealindeki ayeti ise, «İmama uyup itaat etmek» anlamına geldiği şeklinde batınî manâ veriyor ve bunu da size izafe ediyorlar. Ve diyorlar ki; namaz, zekât, oruç...


Bunlar hep bazı zevatın fitnelerinden kinayedir.


Onlara parayı, pulu, malı mülkü anlatma. Siz bu bağlılarınıza ikazda bulunsanız da, dinlerini berbad eden bu tür fikir ve iddialardan vazgeçseler... Ve İmam muhterem, şöyle cevap verdi; «Bu bizim yolumuz olamaz. Onlardan uzak kalın.»


İmam Hz. ayrıca şu mektubu da yazdı, bir bağlısına: «Numeyri'nin iddialarından Allah'a sığınırınn. İbni Baba da öyle. Ve sizi topyekûn dostlarımı uyarıyorum, bu heriflerden uzak olun. Allah'ın laneti onlara. Bunlar halkın beynini yıkıyor, inancını sömürüyorlar. Allah onları kahretsin. Fitneleri başlarına geçsin de lanetle anılsın bu sahtekârlar.».


Kaşşi daha sonra, Nusayrilik konusu üzerinde duruyor: «M. bin Nusayr el-Fehri en-Numeyri’nin iddiasına göre; kendisi nebidir. Ona da Ebul-Hasen el-Askeri göndermiştir, Böylece bu zata tenasüh ve gulüv isnad eder. Onu Rab sayar. Haram olan şeyleri de nebi kendisne mubah kıldığını  söyler. ..»


Ebu Cafer et-Tusî ise (Ö. 460 H.) : «İbni Nusayr, Ebu Muhammed el'Hüseyin bin Ali’nin cemaatından idi. O ölünce, kendisinin zamanın imamı olduğunu iddiaya kalktı... İlhad ve cehlini ortaya koydu.»


Ebu Talib el-Enbari ise: «İbni Nusayr mahut tavrıyla ortaya çıkınca, Ebu Cafer ona lanet etti ve ondan teberri etti. İbni Nusayr ise Ebu Cafer’e bağlılığını ve sevgisini bildirse de, kabul edilmeyip tard edildi» diyor.


Dr. Eşşeybi'nin «Şia fikri ve Sofilikle Çatışma» adlı eserinde de, çeşitli bilgiler verdikten sonra, tarihçesi şöyle özetleniyor : «Nusayriliğin Doğuşu; Hasan Askeri dönemine rastlar. Ondan sonra ani bir yayılma göstermiş. Daha sonra da, ulemanın tahlil ve tenkitleriyle tepki görmüş, zamanla azalıp bazı bölgelere çekilmişlerdir. Bugün ise Lazkiye dağlık bölgesinde cemaatler halinde yaşarlar. Bu zümrenin, İmam Ali hakkında çok aşırı görüşlere gulüv göstermiş olduğu herkesçe bilinir. Yine Haşan Askeri’nin sağlığında, İbni Nusayr ve bağlılarından teberri ettiği ve bunları lanetlediği de kaynaklarda vardır.»


Nusayrilerin görüşleri bahsinde ise «Nusayriler. Haşan Askerinin çevresindeki kişilerdi. O vefat edince, îbni Nusayr’ın ona vekil olduğunu ileri sürdüler, imam olduğunu söylediler. Allah’a iftirada bulundular. Tenasühü savunup, haramları da mubah gördüler. Ve nihayet bu zümrenin liderleri kendilerini ilâh ilân ettiler.»



EHL-İ SÜNNET KAYNAKLARINDA NUSAYRİLİK



Geçen bahiste görüldü ki, Nusayrilerin şiilerle alâkası yok. Şiiler onları kendinden saymadığı gibi; Nusayriler de şia görüşünü benimsemiyor, oniki imamın görüşleriyle de amel etmiyorlar. Sadece o imamların isimleriyle şia mezhebinin bazı sembollerini kullanıyorlar. Ama tam anlamıyla müâihid ve dehri bir kafayla. İmamlar da onlardan teberri ediyorlar ve onlara lanet ediyor... Bütün bunlar karşısında hâlâ Nusayriler şianin bir koludur, denebilir mi? Hâlâ İbni Nusayr «Bab» olabilir mi? Ama tebaası böyle zannedebilir, babalarının dedelerinin aldandığı gibi aldanabilir...


Ama bir de ehl-i sünnet ulemasını konuşturursak, artık tereddüde mahal kalmaz. Çünkü her şeye rağmen; ehl-i sünnetle şianın mutedil kolları arasında bile anlaşmazlıklar bulunsa da; Sünni ulemanın bu konuda hakkı teslim ettiklerini görüyoruz. Ve şiayı temize çıkarıp, Nusayrilerin ayrı bir din veya dinsizlik olduğunu söylüyorlar.


Şeyh Abdülkadir Bağdadi ( ? - 429 H.) şunu söylüyor: “Bunlar, imamlara uluhiyet izafe eder, şeriatı nefyeder, farzları iskat ederler. Bağlandıkları Numeyriye (İbni Nusayr) de Allah’ın hulul ettiğine inanırlar. Hepsinin de baş hedefi, Tevhid akidesini bozmaktır.”


Ali bin Hazm (456 H.) ise bunların, nübüvvetin bitmediğine inandıklarını söyler. Yine. Ali'yi ilâh sayan bu zümrenin çok garip bir iddialarını da ekler ve «Bu fırka Hz. Ali’nin katili», . İbni Mülcem'in yeryüzünde en üstün kişi olduğunu, çünkü Ali'yi öldürmekle, «Lâhûti Ruhu ceset karanlığından kurtardığını» savunurlar der!.


M. Abdülkerim Şehristani ise, 548 H.) : Bütün Gulat fırkalarını sayıp, Nusayrilere gelince bunların ve İshakîlerin Gulat-ı Şia’dan olduklarını söylüyor. Hepsinin Ehl-i Beyt imamlarına ulûhiyet izafe etmekte aynı olduklarını, izahda farklılaştıklarını belirtiyor. Ve diyor ki; Nusayriler Cebrailin iyi insan, şeytanın kötü insan kılığında görünmesi gibi Allah da (hâşâ) insan sûretinde görünüp (önce Resulullah (s.a.v.), sonra Ali ye Evlâdı) görünüp onun dilinden konusmus, onlara yardım etmiştir, derler. Bunun isbatını da kendîlerince şöyle yaparlar; Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki; «Ben zâhirle hükmederim, Allah ise sırları takib eder» işte bundandır peygamberin müşriklerle savaşması, Ali’nin ise münafıklarla savaşmış olması. Yine derler ki; Ali yerler, gökler yaratılmadan da vardı.

'Fahruddin Razi ise (544 - 606 H .): gulat çeşitli fırkalara ayrılmıştır.  Bunlardan biri de Nusayrilerdir, bunlara göre Allah zaman zaman Ali'ye hulûl etmiştir. Meselâ: Hayber’in kapısını kopardığı zaman böyle idi.


Bir de çağımızda yetişen ehl-i sünnet alimlerini dinleyelim: Dr. Haşan İbrahim Haşan şunları söyler: «Nusayrîler Gulat-ı Şia’dandır. Yaşadıkları yer Lübnan ve Suriye arasındaki Nusayriye dağları. Hama, Humus ve Halep çevreleridir. Kuzeyde ise Antakya ve Güney Anadoluda yaşarlar. Günümüzde «Aleviler» diye tanınsa da kurucularına nisbetle esas adları Nuseyridir. Bu kişi bir şii fakihi olup Haşan Askerî’nin etbâ’ından idi... Nusayri ismi Nasara ismine tesadüfen benzememiştir. Çünkü büyük miktarda hristiyan inanç ve ahlâkiyyâtından izler görülür. Meselâ: En büyük bayramlarından biri Milad bayramı. Haç bayramıdır... Tarih boyunca da bütün şii ve sünni müslümanlar bunları gayri müslim, mülhid, putçu ve putperest kabul etmişlerdir.» 


Muhammed Ebu Zehra da «İslâm Mezhepleri» kitabında; Nusayrilerin Suriye’de oturan bir taife olduğunu. Ali evlâdının mutlak marifete sahip olduğuna ve yarı ilah olduklarına inandıklarını bâtınîler gibi şeriatın zahir ve batınının olduğunu savunduklarını, bunu ancak imamların bilebileceğini söylüyor ve diyor ki: «Zâhiri kabul etmezler, her ayetten bâtınî manâ çıkarırlar ve bu davranışlarını da şia İmamlarına atfederler. Halbuki Şia imamları onları lanetler ve onlardan teberri eder. Özet olarak; Nuseyriler Ali'nin ilah olduğuna; bazısı onun Ay'da yaşadığına, bazısı da güneşte yaşadığına inanır, ruhun tenasuhuna inanırlar, onlara göre SIR kelimesi üç harflidir (Ayın, Mim, Sin) yani Ali. Muhammed, Selman.... İnanış sistemleri çeşitli din ve mezheplerden müteşekkildir.


Hülâsa; görüyoruz ki bütün Ehl-i sünnet, Nusayriliğin Galiye'den olduğunda ittifak ediyorlar. Hepsi de bunların gayri müslim olduklarını ve aslâ İslâmî bir muameleye layık olmadıklarını ifade ediyorlar. Ibn-i Teymiyye bile bunların; küffar olduklarını, kestiklerinin yenilmeyeceğini, karılarının nikâh edilemiyeceğini, mürted olduklarından cizye ile hayat hakkına sahip olamayacaklarını çünkü ne beş vakit namazı, ne orucu ne de haccı kabul etmediklerini, Allah'ın haram kıldıklarını da helal saydıklarını bildiriyor.


Bir cümleyle Nuseyrilik apayrı bir inanç sistemiyle esasta putperesttirler. Görünüşte İslâm ismini kullanırlar.



MÜSTEŞRİKLERE  GÖRE  NUSEYRİLİK



Müsteşrikler ve misyonerler Nuseyrîliğin sırlarını ortaya koymak için büyük gayret sarfettiler. Onların inanışlarını, kitaplarını ve felsefelerini araştırdılar. Bunlar arasında Amerikalı bir misyoner enteresan bir plânla en gizli sırlarını tespit etti.


Adana’da Süleyman isminde bir genci kandırdı, Adanalı Süleyman önce hristiyan oldu ve Lazkiye vilayetine gittiler. Adı geçen misyoner Adanalı Süleyman’dan aldığı bütün bilgileri değerlendirdi. «Süleymanın Sâfiyeti» adı ile bir kitap neşretti. Beyrut’ta 1863'te neşredilen bu kitapta Nuseyri akaidinin en önemlileri şöylece tespit ediliyordu.


1).Nuseyrilik, Ali'yi ilâh sayan aleviliktir. Bir kısmı onu Ay’da, bir kısmı Güneşte  der. Onun için de bütün yıldızlar Ay ve Güneş kutsaldır.

2).Ruhun cesed değiştirdiğine inanırlar. İyi ruhlar yıldızlara çıkar derler

3).Onlara göre şeyin sırrı olan kelime üç harflidir. 

4 — Nusayrilerin Kur'an'dan başka mukaddes kitapları vardır. Kur’an ikinci derecededir.

5 — Nusayri akidesinin esası, Mezopotamya ve Suriye'de eski çağlardan beri süregelen «VESENİYE» yani yıldızlara tapan putperestliktir. Görünüşte ise müslüman ve şiidirler.


Aynı şekilde bunların kutsal kitaplarından iktibaslar yaparak 1937’de akidelerini topluca anlatan Massignon, 1946’da Hamburg'da kitap neşreden Strothmann ve ötekiler bu konulara eğilmiş ve açıklık getirmişlerdir.


Meselâ: Dr. Filip Hatte «Nuseyrilik eski Veseniye'nin kalıntısı olup Lübnan havalisinde İslâm ve Şii görünümünde devam etmektedir.

 


Hristiyanlık döneminde bunun tesirinde kalmış, islamın bu ülkelere hakim olmasıyla, yaşama imkânı bulan bu akide İslâmî bir renge bürünerek devam etmiştir. İsimler ve tâbirler değişmiş öz aynen devam etmiştir: Yıldızların kutsal sayılması buna açık misaldir. Nusayriliği İslâmî renkte kuran ise Haşan Askerî’nin hayranlarından birisidir. Bu mezhep gizli bir teşkilât ve batini bir eğitime dayanır. Gulat-ı Şia tabiatında olup Ali'yi ilâh sayar, bunlara Alevi de denir. Ancak bu isim Fransızların bu bölgeyi işgalinden sonra kullanılmaya başlanılmıştır.


Hülâsa; müsteşrik ve misyonerlerin tespitleriyle de, Nuseyriliğin Harranlı Sâbii döneminden beri gelen bir putperest din olup, bugün İslâmî ve Şİİ görünümünde devam etmekte olduğu; kendilerini şii gösteren bu zümrenin şiileri beğenmediği ve yüzeyde kalmakla suçladığı anlaşılmaktadır.




KENDİ KAYNAKLARINA GÖRE NUSAYRİLİK



Geçen bunca izahtan vardığımız netice şudur ki; Nuseyrilik, ta Fenikeliler zamanına kadar uzayan bir geçmişi olan eski bir dinin kalıntısıdır. Yıldızlara perestiş eden «Sâbiiliğin» devamıdır. Nasranilik (Hristiyanlık) da onun üstünden geçip bazı kalıntılar bırakmıştır. İslâm da onu çiğnemiş, onun birçok umdesini değiştirmiş, etkilemiş ama temeldeki şek ve ilhad sürüp gelmiştir. Görünüş ve ifadeleriyle islâm kılığına giren Nusayrilik, ruh ve kalıp olarak aslını korumuştur.


Şimdi biz, bütün bunlara rağmen, gerek şiilerin, gerek sünnilerin, Nusayriler hakkında söylediklerinin asılsız, iftira ve haksızlık olduğunu kabul edelim : Ve farzedelim ki Nusayriler gerçekten müslümandır ve mutedil ve samimi: şiidirler.


 


Aynı şekilde müsteşrikler de araştırmalarında, Sünni ve şiilere uyarak yazmış ve haksız ifadelerde bulunmuşlardır.


Peki gerçekleri nereden öğreneceğiz? Çünkü sırri bir mezheptir Nusayrilik. Batını esas alırlar, sırlarını ifşa edenleri de diri diri yakarak cezalandırırlar. Onlar içindekilerini asla açıklamaz ve hep olduklarından farklı görünürler.


Bu gizliliklere rağmen; çeşitli vesilelerle onlar arasına girenlerin tesbit ve ifadesiyle; onların hristiyan bayramlarını kutladıkları, hristiyan isimlerini kullandıklarını açıkça görür.


Meselâ: «İydül Kıyame» bayramı, Yuhanna, Matta, Hilâne... isimleri gibi. Eh, diyelim ki, bu tip bir araştırmada da yanılma mümkün. O halde bu mezhebin gerçek yüzü nasıl anlaşılır. Evet, tek yol kaldı, o da kutsal bildikleri kitaplarını incelemek.


Nusayrilik kendilerini Alevi saydıklarına göre herhalde; M. Emin et-Tavil’in «Tarihül-Aleviyyin : Alevilik Tarihi» kitabındaki tespitlere de itiraz etmezler. Çünkü bu zat Türkiyeli bir alevi olup, Suriye'ye göçmüş, orada Lazkiye şehrinin mahkeme azalığına kadar yükselmiş, sayılır bir kişidir. Tarihçidir. Aleviliğindeki taassubundan ötürü bu eseri yazmıştır.


Bu eserini Türkçe yazmış, sonra da kendisi Arapçaya çevirip ilâveler yaparak 1919'da yeniden Suriye'de neşretmiştir. Adamın temel görüş ve hedefi ise : «Tecdid, ıslah ve yeniden selef yolunu taklid» dir. Bu iddia ile çıkan M. Emin, kendi taifesini itimad ettiği bir kişi, eseri de onlarca muteber kaynaktır.


Şimdi nakiller yapalım oradan : «Mehdinin kayboluşuna kadar» Aleviler ve tüm şia, imamlara ittiba eder, onların tavsiyesiyle itminan bulurlardı. Mehdi ortadan kaybolunca halk adeta boşlukta kaldı. Çünkü Resulullah «Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır» ve «İlim arıyan kapıya başvurur» buyurmuştu.


İmam kaybolunca da onun yerini tutacak biri gerekti. İşte on iki imamdan her birinin bir de «BAB»ı vardır:

Ali (imam) — Selman (Bab)

Haşan         » — Kays  bin  Varaka »

Hüseyin         » — Reşid el-Hicri »

Aii Zeynelabidin » — Kenger »

M. Bakır » — Yahya bin Muammer»

C. Sadık » — Cobir bin  Yezid »

Musa Kâzım » — El-Kahilî »

Ali Rıza » — Fadl bin Ömer »

M. Cevad » — M.  bin  Mufaddal »

Ali el-HadI » El-Kâtibi »

Haşan el-Askerî         » İbni Nusayr »



Muhammed Mehdinin ise «BAB»ı yok. Çünkü o kaybolurken «BAB» Ebu Şuayb, yani İbni Nusayr mevcuttu, bütün sıfatlar onda toplanmıştı. «BAB» olmak ise elinin esaslarındandır.

Ama bunlar (Bablar) imamlar gibi dini himaye gücüne sahip olmadıkları için birtakım esrar perdelerine bürünmeğe ihtiyaç duymuşlardır. Takva yönünden ise “Bab”lar tamlık gösterir. İmamlardan sonra Babların da sonuncusu, Ebu Şuayb M. bin Nusayr el-Basri en-Numeyri alevilerin baş mercii olmuştur. Ondan sonra M. bin Cündüp Ve Abdullah bin Canbulani gelmiş ve kendi ismiyle anılan tarihi kurmuştur (235, 287 H.). Mısır’a gitti. Orada tanıdığı Husaybi'yi kendine çekti... Husaybi'den sonra iki merkez oluştu aleviler için: Suriye-Halep’te M. Ali el-Cisri reis idi. Bu zat İbni Kasım et-Taberani diye tanınır (358-426).»


Babların izinde aleviler üç kola ayrıldı: Bab olan İbni Nusayr’e bağlananlar. İşte bu kitap onlardan bahseder. Bir de İshakiler var, îshak en-Hahî’ye bağlıdırlar. Bab tanımıyanlar ise, Caferilerdir ki konumuz dışındadır.




Bunlar da gösteriyor ki, «Alevi» tabiri Nusayrileri ifade ediyor. Babiliği kuran İbni Nusayr’dır. Caferiler ise bu prensibi kabul etmezler. Yani Nusayrilik Şiadan ayrılmış aşırı ve kâfir bir fırka olmuştur.

 


Nusayrilerin Din Kitapları, Eğitim ve Tebliğ Usul ve Esasları:


«Kitabu Ta'limi Diyanet’in. - Nusayriye» adlı risaleden (Paris Millî Kütüphanesi 6182 No.). Sual cevap şeklindeki öğretmeyi görelim;


1  - 4 ' Bizi kim yarattı?

—  Emirelmüminin Ali bin Ebi Talib.

2 — Ali’nin ilah olduğunu  nerden  biliyoruz?

— Kendisinin hutbesinden: «... Benim sırların sırrı, göklerin delili ben... Nübüvvet sırrının hâzinesi ben!..»

3 —  Bizi Rabbimizi tanımaya kim çağırdı?

— Muhammed. Çünkü o, «O sizin ve benim rabbim» derken, Ali’yi kasdetmiştir.

4 —  O ilâh ise, nasıl insan gibi göründü?

— Hayır o Muhammed’le perdelendi,  Ali’ye göründü.

 5 — Rabbimiz kaç kere İnsan gibi göründü?

— Yedi kere göründü.


a). Habil ismiyle, Adem olarak.

b). Şit ismiyle, Nuh şahsında.

c). Yusuf ismiyle.  Yakup şahsında.

d). Yuşa ismiyle, Musa’nın şahsında.

e). Asaf ismiyle, Süleyman’ın şahsında.

f). Batıra ismiyle, İsa’nın şahsında.

g). Ali ismiyle, Muhammed’in şahsında,


Ve bu talim sürüp gidiyor, 100 soru ve 100 cevap tam; ilk dokuzu Hz. Ali’nin ilâh olduğunu, 80 kadarı da Hulûl ve tenasühü telkin eder.

90 dan sonrası ise; Peygamberliğin bitmeyip devam ettiğini, içkinin kutsal olduğunu, Takiyye (su tutma) nın önemini, yıldızların kutsallığını... öğretmeğe çalışıyor (bu da dinin Asur, Babil, Akat dinleri gibi uzayda gözlenenlerin etkisiyle temellenen bir din olduğunun açık isbatıdır.



NUSAYRİLİK ve SURİYE'de NUSAYRİ ZULMÜ

Hazırlayanlar:

Ali Gülşehri — Resul Tosun


İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-1

 İslam'dan Önce Araplarda Bilim ve Eğitim


Arap Yarımadası su açısından oldukça yoksul, çöller ve dağlar açısından zengin bir bölgedir. Toprağın verimsiz olmasından dolayı halkı tarımla uğraşamamıştır. İnsanlar bulundukları ve yaşadıkları ortama göre gelişme gösterirler. Bu yüzden Arap toplumları yaşadıkları susuz ve verimsiz toprakların zorlamasıyla hayvancılıkla özellikle de deve beslemekle geçimlerini temin etmişler ve otlaklar aramak için göçebe bir yaşam sürdürmüşlerdir. Çevre koşullarının zorlamasının sonucunda ortaya çıkan bu yaşam biçiminin etkisiyle göçebelik duyguları, uygarlık duygularına baskın gelmiştir. Yanlarında götürdükleri hayvanlara gereksinimlerinden bunlara sahip olma konusunda aralarında bir yarış oluşmuş bunun sonunda gece gündüz, açık gökyüzü altında birbirlerinin mallarını yağmalamak ve çalıp çırpmakla uğraşmışlar, çadır ve hayvanlarıyla otlaktan otlağa, köyden köye göçmeye mecbur olmuşlardır. Böyle sürekli yer değiştiren ilkel bir toplum, yollar ve otlakların yerlerini belirlemek zorundaydı. Bunun için de yıldızlardan yararlanıyorlardı. Yön ve yer belirleme konusunda yıldızlar onların en önemli kılavuzu olmuştur. Düşmanlarını takip için onların gizli yerlerini bulacak izleri araştırmaya da gerek gördüklerinden "iz sürme" metodunu buldular. Böyle bir yaşamın ve koşulların sonucu olarak yağmur, fırtına vs. gibi hava değişikliklerinden sakınmak işinde ortaya çıkan zorunluluk üzerine yağmur ve rüzgarı önceden tahmin etme metotlarını geliştirdiler ki buna "hava değişiklikleri" ve "rüzgarların estiği yönleri bilme" bilimleri adını verdiler.


Savaş ve yağmaya alışmış olmaları, yandaş gruplar oluşturmalarını gerektirdiğinden birbirleri arasında bağlantı kurabilmek için soy ve sop bilgisine önem verdiler. Bu yüzden "neseb ilmi" doğdu. Yağma ve talan için bir yerden bir yere göçmek iyi silah yapmak ve iyi at yetiştirmeyi de gerektirir. Araplar o devirde uygar bir halde bulunmadıklarından silah yapımı çok gelişmemiştir. Ancak at eğitmek, yetiştirmek ve bakıcılık konularında çok ileri gittiler.

Araplar, eski uygarlığın temellerinden olan Keldaniler, Babilliler, Fenikeliler vs.'nin kardeşleri olduklarından zeka ve akıl yönünden benzer özellikler gösterirler. Onlar gibi Fırat veya Nil vadileri gibi verimli bölgelerde yerleşmiş olsalardı, onların veya komşuları olan Yemen devletlerinin gösterdikleri uygarlığın bir benzerini ortaya çıkarabileceklerdi. Araplar açık gökyüzü altında, parlak bir güneş ve berrak bir çölde yaşam sürdükleri için gök ve güneşleri gibi saf, parlak ve berrak bir zihne sahip oldular. Yetenekleri şiir üzerinde yoğunlaştı ve gelişti. Olayları, neseblerini, duygularını hep şiir ile ifade ederlerdi. Belagat (retorik) yetenekleri de çok fazla geliştiğinden etkili konuşma ve nutuk atmada büyük gelişme gösterdiler. Bu nutuklar halkı gayrete getirmek, savaş veya barışa yöneltmek veya övünme ve büyüklüklerini sergileme yarışmaları düzenlemek için söylenirdi. Arapların yaratılışlarından sahip oldukları akıl ve zeka olmasaydı Kızıldeniz'in batı kıyılarında yaşayan halklardan daha fazla bir yetenek gösteremeyeceklerdi. Sözü edilen bölgede yaşayan halk uygarlık açısından yüzyıllarca önce ne haldeyseler günümüzde de aynıdırlar. Arapların Cahiliye dönemindeki durumları Yunanlıların Homere devrindeki hallerine benzer. Müslüman Araplar uygarlık yoluna girince Yunanlıların benzeri bir uygarlık örneği göstermişlerdir. Bununla birlikte onlar gaibden haber vermek (kehanet ve arafet), kuşlarla fal bakmak (zecr-i tayr) sonra remi atmak (bir çeşit şans oyunu) ve rüyaları yorumlama gibi inanışlarda kendileriyle çağdaş olan büyük ulusların gittikleri yola sapmadan kurtulamadılar. Toplumlarda görülen bu gibi doğal durum ve inanışlar, insanlık gereği olarak her şeyin nedeninin bilinmesi ve açıklanması arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, daha önceki halklarda olduğu gibi Araplar arasında da kahinler ve benzeri gaibten haber veren kişiler çoğalmıştı.


Arap Yarımadası'nda lslamiyet'ten önce yayılan bilim ve eğitim, bu bölge ile burada yaşayan halkın tabiatları gereği günlük yaşamda yararlandıkları şeylerdi. Bunlara bilim ve eğitim adını vermemiz diğer uygar uluslarda yer alan bilim ve eğitimle benzerlikleri olması yönündendir. Yoksa Araplar bu ilimleri ne okullarda öğrenmişler ne yazılı olarak okumuşlar ne de bunlara ait bir kitap yazmışlardı. Araplar genellikle ümmi insanlardı ne okumaları ne de yazmaları vardı. Onlarca bu bilgiler yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılarak hafızalarında toplanmış, önceki nesillerden sonrakilere aktarılmış, zamanla genişleyip dal budak salmıştır. lslamiyet'in doğuşu zamanında bu ilimler on çeşitten daha fazlaydı. Bunların bir kısmı tabiat, bazıları matematik, edebiyat, kahinlik veya bunlara benzeyen bilimlerden oluşuyordu.

Söz konusu bilim ve eğitim dikkatlice incelenecek olursa bunlardan bazılarının Araplara ait orijinal bilimler olduğu, diğerlerinin ise başka milletlerden alındığı ortaya çıkar. Arapların kendilerine ait olan ilimleri; ensab, şiir ve hitabettir. Diğer milletlerden alınan ilimler (dahili olan) ise ilm-i nücum (astronomi), ilm-i tıb, ilm-i enva (hava durumları), ilm-i hayl (at ve kısraktan anlamak), ilm-i mehab al-rth (hava değişiklikleri), esatir (mitoloji), kehanet, 'iyafet ve kıyafettir (iz sürme).


İlm-i Nücüm (İlm-i Heyet veya Astronomi)


Keldaniler (yaygın bilinen adlarıyla Keldaniler), astronomi biliminde tüm dünyanın öncüleri ve öğretmenleri kabül edilmektedir. Bu bilimin temelini atan ve direklerini kuran onlardı. Göklerinin berraklığı, havalarının kuruluğu ve ufuklarının genişliği, bu konuda kendilerine yardım ettiğinden kırk asır önce bazı gözlem aletleriyle yıldızları gözetlemişler ve yerlerini belirledikleri gibi burçları ay ve güneşin yörüngesini ve yerlerini resimleyip güneş ve ay tutulmalarını da hesaplamışlardı. Eski uygarlıklarıyla ünlenen Yunanlılar, Hintliler, Eski Mısırlılar ve diğer milletler astronomi bilgilerini Keldanilerden almışlardır. Keldaniler veya Babilliler, milattan 8 yüzyıl önce devlet kurmuş bir toplumdur. Zamanla çağdaşları olan Asurluların egemenliği altına girmişlerdir. Ancak her iki ulusun dil ve dini birbirine benzemesi nedeniyle söz konusu Asur egemenliği Keldanilerin sosyal hayatında hiçbir etki yapmamıştır. Hicri 5. yüzyılda Keldaniler İranlıların saldırısında uğradılar. İranlılar Keldanilerin ülkesini ele geçirip ma'budlarını değiştirdikleri gibi birçok baskı ve zulüm de yaptılar. Yaşam, Keldaniler açısından çekilemeyecek hale gelince birçokları komşu ülkelere özellikle de Arap topraklarına göç etti. Arap toprakları, bir taraftan sıcak çöllerle dış saldırılara karşı doğal bir engel olması, diğer yönden sami dilleri arasında var olan benzerlik etkisiyle çevreden gelen kabilelerin kolaylıkla yerleşip yaşayabilmesine çok uygundu. Bu nedenle özellikle Irak, Mısır ve Şam bölgelerinden gelen göçmenlerin bir sığınak yeri konumundaydı.


Bu göçmenler arasında kuşkusuz kahinler ve astronomlar da vardı. Araplar bu astronomlardan astronomi hakkında önemli bilgiler almışlar, yıldızların isimlerini, burçların yerlerini, ay ve güneşin yörüngelerini bunlardan öğrenmişlerdir. Arapların bu tarihten daha önce kendilerinin gayretleriyle veya Hindistan vs. yoluyla astronomi konusunda bir kısım bilgilere sahip olmaları da mümkündür. Ancak, genel anlamda Araplar astronomi bilimini Keldanilerden almışlardır. Arapların Keldanilere "sabii" (af-tab ve ahterperestler- güneşe ve yıldıza tapanlar) adını vermeleri de bu görüşümüzü güçlendirmektedir. Sabiiler bizzat Keldaniler değilse de herhalde onların takipçileri veya öğrencileri olmaları gerekir. Arap şehirlerinde yaşayan birçok sabii vardı. Hıristiyan ve Yahudilerin bu bölgedeki konumlarına benzer konumlara sahiptiler. Onlar gibi yer ve yurtları vardı. Araplar, bunlardan astronomi bilmini terminolojisiyle birlikte almışlardır. Bununla beraber gezegenlerden büyük kısmının Arapça'daki isimleri Babilce aslına benzemekten oldukça uzaklaşmıştır. Büyük olasılıkla bu durumu gerektiren sebepleri gösteren bilgiler de kaybolmuştur. Bununla birlikte (Merih) Mars gibi gezegenlerden bazıları günümüzde de Babil dilindeki asıllarını göstermektedir. Merih, Babil dilinde kelime ve anlam olarak "Merdah" kelimesinin karşılığıdır. Ancak bu isimlerin çoğu telaffuz benzerliğini kaybetmiştir. Arada yalnız anlam benzerliği kalmıştır. Örneğin Zuhal'in Arapça'daki anlamı (yükseklik) olduğu gibi Keldani dilinde adı olan "kavun" da aynı anlamdadır. Burçlarla ayın menzilleri (ayın felekleri) gelince, bunlar Keldani dilindeki orijinal isimleri Arapça'da da olduğu gibi korumuşlardır.


Burçların yerleri, Araplar ve Keldanilerce verilen adları:


Arapça isimleri Keldani dilindeki isimleri Fransızca isimleri

Hamel veya Kebir              Emr                             Belier

Sevr                                    Sevra                          Taureau

Cevza veya Tevemin          Tami                           Noix

Seretan                            Seretan                          Ecrevisse

Esed                             Arye                           Lion

Sümbüle                            Şibilta                           Epi

Mizan                            Mas asa                   Balance ou Fleau

Akrep                            Akrabu                         Scorpion

Kavs veya Rami            Qastu                         Arc ou Sagittaire

Cedi                             Gedya                        Chevreau

Delv                            Delva                         Urne

Hut veya Semek            Nunu                         Poissones




Ay ve güneşin menzillerinde de gezegenlerin adlarında zamanla olan değişiklik gibi bunların bazılarının adlarında da değişiklikler olmuştur. "Menazil-i kamer ve menazil-i şems" (ay ve güneşin konakları) terimlerine varıncaya kadar bu kural ve terminoloji Keldanilerde ne haldeyse, Araplarda da aynen korunmuştur. Keldanilerden astronomiyi alan diğer uluslar bu terimleri diğerleriyle değiştirmişler ancak yalnız Araplar ve Yahudiler olduğu gibi bırakmışlardır.


Arapların astronomi bilimine karşı duydukları büyük ilgi ve merak tarih boyu ünlüdür. Yukarıda görüldüğü üzere Araplar gezegen ve burçları öğrenmenin dışında, kevakib-i sabite (sabit yıldızların) pek çoğunu da öğrenmişler ve diğer milletlerin astronomlarının görüş ve düşüncelerinden ayrı, kendilerine özgü ayrı bir ekol oluşturmuşlardır. Bu yıldızların Arapça isimlerinin eskiliği, Arapların bu yıldızları çok önceden bildiklerini göstermektedir. Benatna'şi'l-kübra (Filles du Grand Cercuel), diğeri, Benat-ı na'şi's-sugra (Filles du Pelit Cercuel) (debb-i asgar şeklinde yedi yıldızdan oluşur), Seha (Benat-ı na'ş-i sugra içinde küçük bir yıldız), Zabba (Daim), Rüb', Ra­ bid, Avaiz, Ze'bin, Nesr, Ferkad, Kadr, Rai, Kelbü'r-Rai, Ag­ nam, Ramih, Semak, Asa'd-diya, Evladü'd-diya, Simak-i Ra­ mih, Haris-i Sema, Azfar, Fevaris, Keff-i Muhdab, Haha', Uyük, lnez, Cedyin vs. bu yıldızlardan bazılarının isimleridir. Araplar ay konaklarını Hintlilerin yöntemine aykırı olarak, yirmi sekize bölmüşlerdir. Hintlilerde bu yirmi yedidir. Arapların bu bölmeyi yapmaktaki amaçları da farklıdır. Bununla hava değişikliklerini ve dört mevsimde ortaya çıkan iklim değişimlerini anlamak istemişlerdir. Arap toplulukları genel olarak ümmi idiler. Bu nedenle bir şeyi öğrenmek için onu bizzat gözle görmeleri gerekiyordu. Bu nedenle "enva" konusunda görüleceği üzere, bu konakları ve değişiklikleri, daha iyi anlamak için birer alamet veya işaret olarak kabül ettiler. Arapça'da yirmi sekize ayrılmış olan ay konak veya durakları şunlardır:


Süreyya      Cebhe lklil         Sa'dü's-suCıd

Deberan      Zübre Kalp Sadül ahbiye

Huk'a     Surfe Şule        Fürgu mukaddem

Hen'a Awa   Neaim                Fürgu muahhar

Zira Simak   Belde               Batmıl hut

Nesre Gafr Sadüz zabih Şeretan

Tarf Zübaniyan Sadü bula Butayn


Araplar ayın duraklarını sıralarken iklimlerden dolayı Şeretan'dan başlarlardı. Abbasilerin ilk dönemlerinde aşırı Arap milliyetçileri Arapların astronomide son derecede ileri gitmiş olduklarını ve bu konuda otorite bulunduklarını iddia etmişlerdi. Örneğin lbn Kuteybe, "Arapların Arap Olmayanlara Tercih Edilmeleri Gereği" adı ile yazdığı kitapta Arapların yıldız biliminde vs.'de diğer toplumlardan üstün olduğunu söylemiştir. Bu gibi sözler abartılı olmakla birlikte, en azından Arapların bu ilimlerde oldukça geniş bir bilgiye sahip olduklarını gösterir.


Yıldızlar Arapların yaşamında çok önemli bir yer tutar. Yolculuklarında vs.'de yönleri belirlemek için onların kılavuzluğuna başvurduklarından, Arapların, yıldızların mevkilerini iyi bilmeleri konusunda uzmanlaşmalarını yadsımamak gerekir. Onlar, yolları ve yönleri belirleme işinde yıldızları o kadar yoğun kullanırlardı ki, örneğin bir adam onlardan bir şehre giden yolu sorsa "falan ve filan yıldızların yönüne git. .." derlerdi. O adam yıldızları takip ederek varmak istediği yere varırdı. Kimi zaman yer tayini için rüzgarların estiği yönleri de kullanırlardı. Bunlara "cihad" derlerdi. Bununla ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse; Süleyk b. Sa'd adında biri, Kays ibn Mekşuh Muradi adında bir başkasına karşılıklı olarak kabilelerinin yurtlarını tanımlamayı önerir. Anlaşarak yalan söylemeyecekleri konusunda birbirlerine söz verirler. Kays ibn Mekşuh kendi yurdunun bulunduğu yeri şöyle tanımlar: "Güney ile saba rüzgarları arasında gidersin. Ağacın gölgesi nerededir. Anlayamayacak hale gelinceye kadar yürürsün. Sular kesilince dört gece gidersin. Sonunda bir kumluk yere varırsın. Kumluğun ortasından giderek kavmime ulaşırsın." Süleyk ise ona karşılık şu tanımı yapmıştır: "Süheyl yıldızının doğduğu yer ile Cüza yıldızının sol tarafı arasındaki yeri tutarsın. Bu yöne doğru gide gide kavmimin yurtlarına varırsın." Arapların Cahiliye çağında özellikle bazı kabileler astronomi konusundaki derin ve geniş bilgileriyle ün salmışlardı. Mariye ibn Kelb Oğulları, Mürre ibn Hemmam eş-Şeybani oğulları bunlardan ikisidir.


Enva ve Mehabü'r-Riyah (Meteoroloji)


Arapların enva ilmi dedikleri bilim, günümüzdeki hava durumları ve değişiklikleriyle ilgilenen meteorolojidir. Ancak onlar hava ve rüzgar değişikliklerini yıldızların doğuşu ve batışına bağlıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında enva' bilmi astronominin bir dalıdır. Menzilenin doğuşuna "kalkması" diyorlardı. Doğuşun etkisini "barih" ve batışın etkisini de "nev"' kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Bunlardan birinin doğuşundan, onu takip eden diğerinin doğuşuna kadar üç günlük bir zaman vardır. Yalnız "cephe" menzilesi bu kuralın dışındadır. Zira bu menzile ile onu takip eden menzilenin doğuşu arasındaki müddet 14 gündür. Onların ünlü sözlerine göre: "Zaman esas olarak dörde ve her çeyrek de yediye ayrılmıştır. Ve her yedide doğuda bir yıldız çıkar ve batıda kaybolur. Bir yıldızın doğuşundan diğerinin doğuşuna kadar 13 gecelik bir müddet vardır."


Bununla birlikte bu konuda uzlaşamamışlardı.

Bazılarına göre bir menzilenin doğuşundan sonra onu takip eden menzilenin doğuşuna kadar her ne etki olursa doğan menzileye bağlamak gerekir. Diğer bazılarının görüşüne göre her menzilenin doğuşu ile yok oluşuna ait bir süre vardır ki bu süre içinde ne olursa ona bağlanır. Bu müddet geçtikten sonra oluşan değişiklikler ona bağlanamaz. Eğer o zamana ait etkiler gözlemlenmezse o yıldız veya menzile sükut etmiş demektir. Çünkü yağmur, sıcak, soğuk ve rüzgarın sebeplerini yıldızlar sanıyorlardı. Hatta bir iş arkasına koşup başarılı olamayanlara atasözü olarak kullandıkları "yıldızın boşa çıktı" sözü buna delil olarak söylenmişti.


Açıkladığımız şekilde yağmur yağınca bu yağmurun o sırada egemen olan yıldızın etkisine bağlandığı o dönemki Arapların birçoğunun sözünde rastlanır: "Mecre yıldızı yağmuru yağdı." Onlara göre nev'i'den amaç yıldız menzillerinden batıda fecr ile beraber bir yıldızın düşüp ona karşılık ve rakip olarak doğuda bir yıldızın çıkmasıdır. Bu yüzden onlar 28 nev' veya yıldız mevcut olduğuna inanıyorlardı. Yağmurlara, rüzgarlara, sıcağa soğuğa neden bu yıldızlar sayılıyordu. Bu devirde okuma yazma bilen çok az olduğundan ezberlemeye kolaylık olması için hava durumlarının veya dört mevsimin yıldızların yakınlığı veya doğumuyla ilgisini şiir olarak yazmışlardır. Örneğin; "Ay süreyya ile yakınlaştığı zaman kış geçmiş bulunur. Böylece Debran ? ayın 14'ü ne yaklaşınca dünyanın her yerinde kış olur" vs. derlerdi.


Bununla beraber Keldanilerde olduğu gibi Araplar da yıldızların insanların eylemlerini etkilediğine inanırlardı.


Araplar çoğunlukla bulutların şekil ve renkleriyle yağmur yağıp yağmayacağını çıkarırlardı. Onların inancına göre en az yağmurlu bulut, beyaz renkli çok yağmurlu bulut, kırmızı renkli daha da fazla yağmutlu bulut, siyah renkli bulutlardır. "Beyaz bulut boştur. Kırmızı bulut az yağmurludur. Siyah bulut ise en çok yağmur taşır" cümleleri dillerde dolaşan sözlerdendi.


Araplar yolculuklarda yolları ve yönleri bilmek için rüzgarların estiği yönleri bilmeleri gerektiğinden o yerleri gösterir isimler koymuşlarsa da sayısı konusunda uzlaşamamışlardı. Bir kısmı, rüzgarların isimlerini 6 ya çıkardığı halde diğerleri 4 kabul etmişlerdi. Dört sayanlar; "Kuzeyden esen "saba"; batıdan esen "şimal"; güneyden esen "debur"(?); ve doğudan esen "cenub" olmak üzere dört çeşit rüzgar vardır" derdi. Altı sayanlarsa sözü edilen rüzgarlara kuzeyin yanından esen nekba ve güneyin yanından esen mahve adında iki rüzgar daha eklerdi.


Esatir (Mitoloji)


Avrupalılarca mitoloji adıyla bilinen "ilmi esatir ve hurafat" astronominin bir dalı sayılır. Mitoloji; Kendilerine "ulühiyet" sıfatı verilen yıldızlar arasında, Yunan tanrılarında görülen insani özelliklerin uyuşması ile ilgili rivayet olunan haberleşmeler veya zevac vs.'den ibarettir. Araplar, Yunanlılar gibi gök cisimlerine tanrılık sıfatı vererek onları ma'büd edinmişlerdi. Ancak onların bu konudaki bilgileri kaydedilip düzenlenmediğinden kaybolmuştur. Yalnız putların isimlerine ve bazı adamların ibadet şekillerine ait bize ulaşan şeylerden Araplar arasında o gibi efsanelerin bulunduğunu anlıyoruz. Arapların Cahiliye dönemlerinde Lat adlı putu "Zühre" (çoban Yıldızı Venüs) adına dikilmişti. Zühre'ye, güneşe, aya ve şi'ra'ya tapan birçok kişi vardı. Bu ma'büdlardan hangisinin diğerlerinden daha yüce ve hayırlı olduğu konusunda, aralarında tartışmalar da yapılırdı. lddialarına göre "Şi'ra'ya ilk tapan kişi Ebü Kebşe adında biriymiş. Bu adam; "Şi'ra, gökyüzünü enine olarak geçiyor. Oysa ondan başka gökyüzünü enine olarak geçen bir güneş, ay veya bir yıldız bulamazsınız" dermiş."


Söz konusu yıldız ve gezegenlerin tesbiti ve insan şekline sokulması Araplar arasında da geçerli bir gelenek ve inançtı. Mitoloji hikayelerinden yayılmış olan üstüreler şöyleydi: "Debran Süreyya'ya nişanlanmak istemiş. Ay da bunları evlendirmeyi istemiş, ancak Süreyya kabul etmeyerek kaçmış. Ay'a 'parası olmayan bu züğürtü ne yapacağım' demiş. Bunun üzerine Debran eşyalarını toplayıp servet kazanmaya koyulmuş. Süreyya nereye giderse Debran da onun arkasından koşar ve göçünü mehir olmak üzere önüne koyar." Yine bu hikayelerden biri: "Ceda, Maaş'ı öldürmüş. lşte bu yüzden Maaş'ın kızları Ceda'nın çevresinde hareket ederek onu yakalamak isterler." Bir başka hikaye de şöyleydi: "Süheyl ayağıyla Cevza'yı tekmelemiş. Cevza da onu ayağıyla tekmeleyerek bulunduğu yere düşürmüş. Ancak buna karşılık Süheyl de ona kılıçla vurarak ortasından kesmiş." Yine bununla ilgili olarak: "Şam Şi'ra'sı ile Yemen Şi'ra'sı beraber yaşıyordu. Daha sonra Şam Şi'ra'sı diğerini bırakarak Samanyolu'nu (kehkeşan- hacipler yolu) geçmiş. Yemen Şi'ra'sı onun ayrılığına dayanamamış ve gözleri çapaklanıncaya kadar ağlamış. Bu yüzden ona 'Çapaklı Şi'ra' adı verilmiştir."


Arapların, padişahlar, kumandanlar veya diğer geçmişlerden en büyük ve ünlülerinin bazılarına tanrılık (uluhiyet) sıfatı vermeleri ve diğer bazılarını da melekler veya cinler soyundan saymaları da aynı inanışın bir sonucudur. Örneğin, eski Arapların inanışına göre Belkıs'ın annesi cinlerdendir. Cürhüm ise baba tarafından melek anne tarafından insan, yani melek bir baba ile insan bir anneden doğmuş. Zülkameyn de onların inancına göre insan bir anne ve melek bir babadan doğmuş. Tüm bu inançlar Hintlilerden, Yunanlılardan veya Mısırlılardan alınmış olabilir. Çünkü Keldaniler bu gibi efsane ve hikayelere çok önem vermezlerdi.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Gündelik Hayatımızda Yeme içme-8


İçki


Alkolikler, akşamcılar, tektekçiler, burnuna içenler... İçki halen adâbını koruyor. Her sınıfın kendi içkisi ve mekânı bulunması da adâbın ne kadar önemsendiğini, titizlikle korunduğunu gösteriyor. Ismarlaması, sofrası, ikramı, kadehiyle donanımı, içme sırası ve şerefe âdeti, ortak ve sınıfsal öğeleriyle içki kültürünü belirlemeye devam ediyor.


Bu âdetler direncini korurken, içki değişiyor. İçkideki dönüm noktasını mayalanmış içkilerden ispirtolu içkilere geçiş oluşturur. Şarap, bira gibi mayalanmış içkilerin alkol derecesi, ötekilerden on kat düşük. Yani şarap ve biradan cin, viski, konyak ve rakıya geçiş, çok daha kısa sürede çok daha fazla sarhoş olmak anlamına geliyor.


Güney Avrupa’da şarap, kuzeyde bira, modern zamanlara kadar evlerde üretilen ve ciddi beslenme yolu olarak görülen içkiler. Alman köylüsü biranın çorbasını yapıp içerdi. Bu içkilerin tarihi, hasat zamanı törenlerine, Dionysos türü ayinlere kadar gider ve içki kutsanır. İspirtolu içkiler ise, esrar gibi, ilaç niyetine kullanılırken, Sanayi Devrimi’yle birlikte yeni sınıfın tutkusu haline geldi. Mesai saatlerinin kesinlik kazanması, birdenbire kalabalıklaşan şehirlerde başka toplumsallaşma olanağının kalmayışı, işsizler ordusunun büyüklüğü yanında kadın ve çocuk emeğinin yeğlenmesi, tarımdan, yani doğa içinde, kendi cemaatiyle birlikte yaşayarak üretimini ve içkisini yapma geleneğinden sürülen erkekleri, meyhanelerin müdavimi yaptı. Artık akraba ve dostlarla, her kutlama vesilesiyle toplanıp, kendi sofrasında bütün gün içmek, halen düğün vb. gibi özel günlerde taklidi yapıldığı gibi, mümkün değilken, ücretli şehir yaşamının belirlediği çevre ve koşullarda ve hızda içmek gerekiyordu. Vahşi kapitalizm dönemi kapanırken, yeni sınıflar, kökleri çok eskilere giden ritüellerden devraldıklarını yeni alkol dereceleriyle kaynaştırıp ehlileştiler.


Alkolün (Arapça el-kuhl; Parfüm) 9-10. yüzyıllarda Müslüman Ortadoğu’da elde edildiği tarihi kayıtlara geçmişse de, içkinin ilk nerede damıtıldığı tartışmalıdır. Avrupa’da İtalya’nın kimyasal araştırmalarıyla ünlü Salerno tıp okulunda 1100 yılında, Çin’de veya Sasaniler döneminden kalma bilgilere göre ikisinin arasında bulunan İran’da ilk ispirtolu içki üretilmiş olabilir. Aqua vitae (yaşam suyu) adıyla ilaç olarak kalan alkol, 15. yüzyıldan itibaren içki olarak içilmeye başlanmış, Fransa’da damıtma ruhsatı ilk kez 1514’de sirkecilere verilmiştir. Avrupa şarap ticaretinde aslan payını ellerinde tutan Hollandalılar, şarabın bozulma tehlikesine karşı (yanmak ve şarap sözcüklerinden gelen ve İngilizcedeki brandy’den brandi biçimiyle bildiğimiz) brandeuıijn adını verdikleri yeni içkiyi daha kârlı bulmuşlar ve Avrupa’ya yaymışlardır. 16. yüzyılda tahıldan elde edilen öteki damıtılan içki türleri de üretilmiş, 17. yüzyılda piyasa için üretim canlanmış ve teknik geliştirilmiş, 18. yüzyılda popülerlik kazanmıştır.


Kapitalizme geçişin Avrupa veya Batı Avrupa gibi yaşanmadığı, içkinin dince yasak olduğu Türkiye’de de, şiddet ve süresi farklı olmakla birlikte, benzer bir süreçten geçildiği anlaşılıyor, içki türlerinden şarap, rakı, bira ve viskinin tarihi, bu dönüşümü ortaya koyuyor.


Bu zengin konuyu özetleyebilmek için, içki terminolojisinden seçme örneklerle, içki kültürünün tarihi ve geçirdiği evreler hakkında fikir verilebilir:


Osmanlı döneminde içki gedikli meyhanelerde satılır. Lonca sistemine bağlılığı ifade eden gedik usûlü II. Meşrutiyet’te kaldırıldı. Açacak olanlara koltuk meyhanesi denildi. Çaylak Tevfik (1843-1893) Meyhane Yahud İstanbul Akşamcıları kitabında İstanbul’da bulunan 83 gedikli meyhanenin adını sayar. Onun anlatımıyla “zamanımızda olduğu gibi” on dört, on beş yaşındakiler, değil meyhaneye gitmek, Tavukpazarı’ndan güç geçtiklerinden onlara da başında ‘şerbetiye’, üstünde cübbe, peştamal, cübbenin cebinde kadeh, kuşakta gövdesine dolanmış bağırsak içinde rakıyla gezen ayaklı meyhaneler hizmet eder.


“Küfelik” deyimi bu derecede içenleri evlerine götürmek için küfeleriyle meyhane kapılarında bekleyenlerin varlığından gelir. 1960’lı yıllara kadar küfelikler karikatürlere konu olmaya devam ediyordu.

 “Unutma Beni”, Ramazan boyunca kapalı kalan meyhane esnafının, gedikli müşterilerinin evlerine arife ya da bayram günleri gönderdikleri, “gene bekleriz” anlamındaki ikram tepsisinin adıdır. Tepsiye mevsimine göre biber, uskumru dolması gibi yiyecekler konulur.


Ankara yönetimi içki yasağıyla başlamıştır denilebilir. 14 Eylül 1920’de kabul edilen Men-i Müskirat Kanunu ile içki yasaklanmıştır. Yasak boyunca Ankara’da kaçak içki üreten polis müdürü Dilaver Bey, kaçak meyhanelerden birinin sahibi de, ünlü İttihatçı ve o sırada Meclis’te Eskişehir mebusu olan Eyüp Sabri’nin kardeşi Dayko’dur. Yasak 9 Nisan 1924’de kaldırılmıştır.


İspirto ve ispirtolu içkiler 1925 yılında devlet tekeline alınmış, bir yıl boyunca bir Polonya şirketine verilen işletme, 1926’dan itibaren doğrudan İnhisar (Tekel) idaresince yürütülmeye başlanmıştır. Tekel’in bir hedefi de halkı alkol derecesi yüksek olan rakı yerine şarap ve biraya alıştırmak olarak ifade edilmektedir. 1942 yılında şarap imalatı tekel dışına çıkarılmıştır.


Şarap


Yakındoğu, Kafkasya ve Güney Rusya şarapçılığın başladığı yerdir. IO 8000 yılında Türkiye, Suriye’de üzüm yeniyordu. Şarap endüstrisini başlatanlar Eski Mısırlılar oldu, ama Romalılar Yunan şarabını beğenir, Mısır şarabı içeceğimize sirke içeriz derlerdi. Fransa’da yaşayan Galyalılar IO 6. yüzyılda şarap düşkünlükleriyle tanındıkları gibi, Eski Yunanlılar körkütük sarhoş olmayı “İskit gibi içmek” diye tanımladıklarına göre, Rusya’da yaşayan İskitler de iyi içkiciydi.


Ortaçağ Müslüman dünyasında şarap, en azından tarihi bilinen yönetici sınıflar için baş köşeye oturdu. Doğu geleneğine göre şarabı İran şahlarından Cemşid bulmuştu. On beş gündür yedikleri üzümün kaynadığını görünce tadını beğenmemiş, birkaç gün sonra üzüm suyu durulunca zehir diyerek süzüp bir şişeye doldurmuşlardı. Yarımbaş ağrısı çeken bir cariye intihar etmek için bu suyu içince faydası ve tadı görüldü. Bu nedenle şaraba Şahdâru adı verildi. Şarabın Nuh peygamberin gemisinde Tufan sırasında mayalanan üzümle bulunduğu da anlatılır. Türkçede eskiden süci ve çakır da denirmiş.


Alevi inanışları arasında ibadetin bir parçası haline gelen şarabın ve Kırklar Cemi’nin hikâyesi şöyledir: Hz. Muhammed Miraç’tan dönerken bir evde toplantı olduğunu görür. Kapıyı çaldığında içeridekiler kim olduğunu sorarlar, peygamber olduğunu söyleyince, “Aramıza peygamber sığmaz” diyerek kapıyı açmazlar. Peygamber dönüp giderken Hak’tan gelen nida üzerine kapıyı tekrar çalar. Bu defa ‘Bir fukarayım,” diye cevap verir ve içeri alınır. İçeride 39 kişi vardır. “Biz Kırklarız” denince, Peygamber kırkıncıyı sorar. Hz. Ali kolunu uzatır ve neşter vururlar, 39’unun da kolundan kan akar, bir damla kan da dışarıdan gelir. Bu, yiyecek toplamaya giden Salman-ı Farisi’nin kanıdır. Salman-ı- Farisi bir üzüm tanesiyle gelerek Peygamber'den kırka bölmesini ister. Hak’tan Cebrail’e emrolunur, Peygamber’e bir tabak üzüm verir. Peygamber üzümü cennetten gelen nurdan tabakta parmağıyla ezer ve şerbet yapar. Kırklar bunu içerek mest olur ve semaha dururlar.


Ömer Hayyam’ın şiirleri Osmanlı aydınlarınca ezbere bilinirdi. Divan edebiyatında şaraba sayısız ad takıldığı gibi, Bektaşi ve Bekri Mustafa fıkraları da şarap edebiyatını zenginleştirmiştir. İçkiyi, yani özellikle şarabı yasaklayan padişahlar çıktıysa da, bunun Amerikan tarihindeki içki yasaklarından pek farkı yoktur. Yüzlerce anekdot içinde, akıncı beyi Mihailoğlu’nun Avusturya’ya izinsiz akınlar yapmasıyla ilgili şikâyet görüşülürken, Kanuni’ye Galata kadısının söyledikleri şöyle: “Mihailoğlu Ali Bey’i uçbeyi tayin edip Avusturya’ya sefer yapma demek, beni Galata’ya kadı tayin edip şarap içme demeye benziyor.”


Şişeleme, mantar gibi şarabın saklanma ve nakledilmesinde önemli olan yönsem ve teknikler 17. yüzyıl sonlarına kadar bilinmiyor, şarap kısa sürede ekşiyordu. Şarabı yıllandırmak bundan sonra mümkün oldu, ticareti ve kalitesi arttı, dünyaca tanınmış türleri üretildi. Ama kalitesi ne olursa olsun, şarabın halk arasında yaygınlaşması, meyhanelerin açılması, şehir nüfuslarının arttığı 16. yüzyılda başladı.



Rakı


Rakının sofrası olur, meclis içkisidir. Mercimek Ahmet ‘nuklcu (meze, çerez düşkünü) olma’ öğüdünde bulunur ama bol çeşit evde de dışarda da rakıyla aranır. Rakıyı saki koyar, ilk damlasını arındırır. Eskinin şarap meclisi bugün rakıyla devam eder. Şarap bugün ucuzluğu nedeniyle ya öğrencilerin veya toplum dişiliği ifade eden ‘şarapçıların içkisidir. Özel kutlama günlerinin veya lüks yerlerin şarabı Batılı bir tarzı ifade eder.


Rakı yenidir, eski Osmanlı kaynaklarında adı geçmez. Arapça arak’tan geldiği anlaşılmaktadır ve arak Orta Asya’ya kadar girmiştir, Çincede de arak sözcüğü vardır. 1526’da Delhi Sultanı’nın şarap yerine pirinçten yapılan arak içtiği biliniyor. 1638’de Gucerat’ta arak içildiği saptanmıştır. Ahmet Talât Onay rakıyı Afganistan’a tanıtanın, Emanullah Han’ın (iktidarı 1919-29) özel doktoru olan ve bu ülkenin sağlık teşkilatını kuran Çankırılı doktor Rıfkı Kâmil olduğunu bildirir; bu nedenle rakıya Afganistan’da şurûb-ı Rûmî denilmiştir.


Evliya Çelebi, “Leh diyarında bin güne arak olur amma gülfeş ve horlika rakı cümleden kattâldür [çok öldürücü]. Bunun dahi sekri [sarhoşluğu] haramdur yoksa katresi haram değildür,” diye fetvayı verdikten sonra, tarabhane-i gülfesr, nûşhane-i horlika, keyfhane-i fırnâ, ârâmhane-i sü-dînâ, eğlencehane-i poloniyye, nedimhane-i hardaliyye, tevanhane-i ima-miyye gibi on beş arak çeşidi ve esnafını sayar (Evliya Çelebi Seyahatrıâmesi, I. Kitap, s. 314).


Evliya’nın saydığı arakla bugünün rakısı aynı olmasa gerek. Orta Asya’ya kadar yayılmış olan arakın rakıyla aynı olmayışı da bunu gösterir. Rakı, Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren tüketimi artan ve artık kendi türleriyle bugünkü toplumun içkisi olarak mayalanmış içkilerle bir kopuşu ifade eden ispirtolu içki sınıfına girer. Evliya’nın zamanında yaygın bir içki olan ve esrarla karıştırılarak bozahanelerde içildiği anlaşılan boza veya IV. Murad’ın yasağına hedef olan şarap, eski toplumun içkileridir. Zeki Velidi Togan (1890-1970) anılarında, Başkurt toplumunda kımız içmenin nasıl olağan sayıldığını, etkisinden sallanarak namaza durulduğunu, fakat bir Rus düğününde votka içmemek için direnişini ve üstüne votka dökülmesinin bile kendisini ne kadar rahatsız ettiğini anlatır.

Sakızlı rakı mastika ve anasonlu saf rakı düziko, adlarından da belli olduğu üzere İstanbullu Rumların icadıdır. Yunanistan’da da uzo üretilmiştir. Anadolu’da boğma rakı ve Tekirdağ’ın ünlü boğma incir rakısı, Tekel’in kurulmasından sonra yıllarca kaçak üretilmiştir. Tekel rakıyı tescil çalışmalarına nihayet başlayarak, 70’lik ve 35’lik rakıdan sonra litrelik Tekirdağ rakısını da üretti.


İlk rakı fabrikasını yabancı sermaye kurdu. Bomonti kardeşler daha önceki bira fabrikalarından sonra 1912’de İzmir Halkalı’da rakı fabrikası açtılar. 1922’de kurulan bir fabrika Tekel tarafından işletilemedi ve 1926’da yönetimi bir Polonya şirketine verildi. 1929’da Tekel bu şirketin bütün imalathanelerini devraldı ve 1931’de Diyarbakır’da, 1933’de Antep’de rakı fabrikaları açtı. 1940’da Aydın bira fabrikasını alarak burada da rakı üretimine başladı. Özel sektörün de rakı ürettiği dönemde 10, 25, 50 ve 100 santilitrelik rakılar da vardı. Tekel bir ara rakı tüketimini azaltmak için rakıyı iki litrelik şişelerle piyasaya verdiği gibi, 1946’da da ispirto kullanımını azaltmak için rakıyı ucuzlatmıştı.


Bugün eskinin limonata bardağı rakı bardağı olarak biliniyor, karafaki birkaç lokantada kaldı. Fakat artık topluca veya tek tek içkiler için olduğu gibi, rakı adâbını öğreten kitaplar da yazılmıyor değil.



Bira


Tarihi ekmekle iç içe geçen bira IÖ 3000 yılından beri Mısır, Mezopotamya ve Avrupa’da bilinen fakat Eski Yunanlılar ve Romalılarca bilinmeyen, Yunan kaynaklarında Trak ve Frig biraları yoluyla sözü edilen içkidir. Sözcüğün kökü tartışmalıdır, Latince içmek anlamında bibere’den türetilen biber (içki) sözcüğünden geldiği iddia edilir. Avrupa 17. yüzyıl sonlarına kadar güneyde şarap ve kuzeyde bira içen bölgeler olarak ikiye ayrılır. Kaliteli bira üretimi bu yüzyılda Almanya, Bohemya, Polonya’da başlamıştır. Hollandalıların güneye inmeleriyle ve Yedi Yıl Savaşları (1756-63) gibi savaş dönemlerinde güneyde bira tüketimi ve birahaneler artmıştır. Bu yüzyılda güneydeki birahanelerin müşterilerini gene kuzeyliler oluşturmaktadır. 

Türkiye’de bira içildiğine dair bilgiler 1850 Zonguldak’ına gider. Zonguldak’ta kömür üretiminde çalışan çoğu Sırp, Hırvat, Doğu Avrupalı işçiler zor gurbet koşullarına birayla dayanmaktadırlar ve Müslüman yoldaşları da bu kültürü benimsemiş, şehirde kaptan denilen gemi sahibi girişimcilerin Batı modasını yakından takip etmelerinin de katkısıyla daha o zamandan şehir Avrupai birahanelerle dolmuştur. Ankara’ya 1890’ların başında birahane ve biranın girişi de Avrupalı ve gayri Müslim demiryolu işçileriyle olmuştur.


Türkiye’de ilk bira fabrikasının açılışı da 1890’lardadır. İsviçreli Bomonti kardeşlerin İstanbul’da kurduğu fabrikanın ardından birahaneler de çoğalmıştır. 1888’de İstanbul’da faaliyet gösteren birahanelerin toplam sayısı 3l ’dir. 1894’te İstanbul’da 33, İzmir’de 5, Selanik’te 4 ve Ankara’da 3 birahane faaliyet göstermektedir. Bomonti’den önce 1846’da İzmir’de Prokopp birasının üretildiği söylenmekteyse de, bu firmanın Bristoll’den ithal ettiği şişelerin dolu mu geldiği yoksa İzmir’de mi doldurulduğu belli değildir. 1909’da kurulan Büyükdere Nektar Bira Fabrikası kısa süre sonra Bomonti-Nektar Birleşik Bira Fabrikaları adıyla Bomonti’yle birleşmiştir.


Abdülhamid baskısından uzak Selanik’te gazino ve birahaneler ailece gidilebilen, müzikli yerlerdir, ittihatçılar birahanelerde rahatça toplanıp siyaset konuşabilmektedirler. Ali Canip, Beyaz Kule bahçesinde Italyan maestro yönetiminde güzel melodiler çalan Lehli kızlardan pek beğendiği Irma’nın masasına geldiğini, Ziya Gökalp’in ise bu buluşmalar sırasında “önüne bakar, sağ elini sol elinin içine alır, parmaklarını oğuşturur” vaziyette beklediğini anlatır.


1926 yılında Tekel idaresi kurulunca Bomonti-Nektar Tekele bağlanmış ancak 1928’de Bomonti-Nektar A .Ş. adıyla yeniden kurulan firma üretimini 1938 yılına kadar sürdürmüş ve o yıl yeniden Tekel’e devredilmiştir. 1933 yılına kadar tek bira fabrikası olan Bomonti-Nektar’dan sonra 1933-34’de Atatürk Orman Çiftliği bünyesinde ikinci büyük bira tesisi kuruldu. 1939’da Ankara’daki fabrika da Tekel’e devredildi.


Birada devlet tekelinin kalkması 1960’lı yıllarda oldu. 1966’da bira üretme izni alan Erciyes Biracılık ve Malt Sanayi açtığı isim yarışmasının birincisine 5 bin lira ödül vererek Efes Pilsen adıyla 1969’da piyasaya çıktı. Aynı yıl Danimarka patentiyle Türk Tuborg üretime başladı.


Bira tüketimi büyük şehirler ve tatil beldelerinde artarken, 1984’de alkollü içki olduğu kararı alınarak ruhsatsız satışı ve reklamı yasaklandı. Rakının genellikle sofra donatmak gerektirmesine ve törenselliğini korumasına karşın, biranın fast-food ortağı olarak görülmesi, kaçamak yapmaya olanak vermesi, iş çıkışı biracılarını yarattı. Devletin kararı ne olursa olsun, rakı halen gazete kâğıdına sarılmadan bakkaldan alınmazken, biranın yaşadığı serbestlik, ikisinin toplumda ne kadar farklı değerlendirildiğini gösteriyor.



Viski


12 Mart öncesinde solcuların rakı değil, viski içtikleri bir dedikodu gibi yayılmış, hatta bazı mahallelerde küfürlü el ilanları bile dağıtılmıştı. TIP listesinden bağımsız aday olarak seçilip Meclis’e giren Çetin Altan’a, milletvekillerince linç edilme girişimini de atlattıktan sonra, 1975’de yayımladığı Viski kitabını yazdıran süreç de herhalde buydu.

Viski pahalı ve Amerikan filmlerinde görülen bir içkidir. Filmlerden ve çizgi romanlardan Kızılderililerin ateş suyu dediklerini öğrendiğimiz bu içki geleneğe göre İS 450’de İrlanda’nın koruyucu azizi St. Patrick tarafından bulunmuştur ama adı, Kızılderilileri doğrular biçimde, Galce yaşam suyu anlamındaki uisgebeathe sözcüğünden gelmektedir. Geleneksel olarak viskiye katılan sherry (beyaz İspanyol şarabı) adını, İngiltere’ye ithal edilen İspanyol şarabının geldiği Xeres (bugün Jerez) limanından alır ve gelenek, bu şarap fıçılarının viski fıçılamakta kullanılmasından kalmıştır.


Türk halkını viskiye yabancılaştıran nedenler vardı. Viskinin kendine özgü törenselliği vardır. Bir kere türünü iyi bilmek, ona göre sek veya buzlu içmek gerekir. Buz hazırlamak bir meseleyken yanında “çocuk gibi” çikolata yenecektir. Sonra viski şişesinin dibi bulunmaz, kaldırılıp dolaba konulur ki, bu da eşi dostu tatmin etmeyecektir. Hem sert hem de pahalı bu içki, bu hazırlıklara karşılık tükettiği zamanın kısalığıyla çelişki yaratır. Kovboyların rakı gibi içtiği viskiyle, gecenin geç saatinde iş adamının içtiği viski arasında bir yer tutturmaya olanak yoktur. Viskinin bu çetrefilliği onu uzun zaman ismi var, kendi yok bir içki yapmıştır. Birileri viski içip tadına varmaktadır ama (örneğin Demirel, 12 Mart paşalarının kendisini danışmak üzere çağırmak zorunda kalmalarını dönüşte arkadaşlarına viski sunarak kutlamıştır) Türk halkına viski uzun zaman tahtakurusunu hatırlatmıştır. Bu çağrışımlarla 1970’lerde siyasete, 1980’lerde lahmacunla viski diye magazin haberlerine konu olmuştur.


Cumhuriyet bürokrasisi Türk viskisini yaratmak için uzun çaba harcamıştır. Ocak 1957’de başlayan çalışmalar Mart 1959’da tamamlanarak 1963’deki resmi muayenede başarılı bulunmuştu. Bundan sonra geniş çapta imal kararı alındı, fakat üç yıl zarfında azar azar piyasaya sürülmesi benimsendi. 1964’de imalata geçildi ve 1968 kalkınma planında viski ithalatının ikame edilebileceği öngörüldü. Turgut Yazıcıoğlu Ankara Bira Fabrikasında Yapılan Viski İmal Denemeleri ve Elde Edilen Viskiler Üzerine Yapılan Araştırmalar adlı kitabını AÜ Ziraat Fakültesi Yayını olarak 1974’de, Çetin Altan’dan bir yıl önce yayımladı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

29 Nisan 2023 Cumartesi

PEYGAMBERLERİN DAVETLERİNİN ÖZELLİKLERİ

 



Davetin Şekilleri Ve Özellikleri


Peygamberlerin Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?


Peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) davetlerinde bulunan en önemli özellikleri ve şekilleri kısaca şöyle Özetleyebiliriz:


1).Peygamberlerin daveti Rabbanidir. Yani onların daveti, Şanı Yüce Allah'tan gelen teklif ve vahiy iledir.

2).Peygamberler, Peygamberlik görevini yaparken insanlardan bir ücret istemeyip aksine ücretlerini yalnızca Allah'tan istemeleri,

3).Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için uğraşmaları ve ibadeti, yalnızca Şanı Yüce Allah'a yapmaya çağırmaları

4).Davette kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri veya sözü anlaşılır bir şekilde söylemeleri.

5).Peygamberlerin, davetinde mevcut olan hedefi ve amacı insanlara açıklamaları.

6).Dünyada zühd hayatı yaşamaları ve ahireti, dünya hayatına tercih etmeleri.

7).Tevhid akidesini insanların arasına yerleştirmeleri ve gayba iman konusunu sağlamlaştırmaları. İşte bunlar, Peygamberlerin davetinde bulunan özelliklerin en önemlileridir. Bu özelliklerden her birini izah ederek açıklamaya çalışacağız. Allah, kendisinden yardım istenilendir. 


Birinci Özellik:


Peygamberlerin davetinin Rabbani oluşuna gelince, bununla anlatılmak istenilen şudur: "Peygamberlerin daveti, Şanı Yüce Allah'tan gelen teklif ve vahiy iledir. Zira Peygamberlerin bu daveti, insanların yaşadığı üzüntü verici halleri araştırma veya onların düşüncelerinin incelenmesi sonucu olmadığı gibi insanların yaşadıkları zamanda ortaya çıkmış zulüm, bağy, sapma ve zorbalığın sosyal unsurlarında bir sonucu da değildir... Bunların aksine Peygamberlerin daveti, Allah'tan gelen bir vahy ve Şanı Yüce Allah'tan gelen bir teklif iledir. Buna göre Peygamberlerin getirdiklerinin hepsinin kaynağı vahiydir. Çünkü Yüce Allah'ın insanlara gönderdiği her Peygamber şöyle söylemekteydi:

"Ben ancak bana vahyolunan şeye uyarım."


Bu ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere; Peygamberler için, Şanı Yüce Allah'tan kendilerine vahyolunan emirleri ve yasakları insanlara tebliğ etme vardır.

Üstad Ebu'l-Hasen en-Nedvi (Allah onu her türlü kötülüklerden korusun) "en-Nübüvvet ve'l-Enbiyâ" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

"Seçkin kimselerin en önemlileri ve ilkleri, Peygamberler topluluğudur. Zira onların, insanların arasına yaydıkları ilim, davet ettikleri akide, insanların arasına yerleştirmeye çalıştıkları dava; onların, zekalarından, izzet-i nefislerinden veya içinde yaşadıkları hayatın, ihmal ettiklerini araştırmalarından yahut önemli hissi duygularından ve feyizli kalplerinden veya hikmet dolu geniş tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası bunların hiçbirisi değildir. Bunların aksine onların davet ettikleri akide ve insanların arasına yerleştirmeye çalıştıktan davanın kaynağı, vahiy ve risâlettir. Çünkü Peygamberler, bunun için seçilmiş ve bununla değer kazanmışlardır... Bundan dolayıdır ki Peygamberler; filozoflarla, liderlerle, ıslahatçılarla ve insanlığın, düzgün tarihi ile uzun savaşları sonucu yetiştirilen ileri gelenlerinin oluşturduğu sınıfların hiç biriyle ölçülemezler. Çünkü filozof, lider ve ıslahatçıların yaptıkları; içinde bulundukları konumlarının bir sonucu, hikmetlerinin bir fidanı, çevrelerinin bir yankısı ve yaşadıkları toplumlardaki anarşi, bozgunculuk vb. hareketlere karşı koyma şeklinde ortaya çıkan bir harekettir... Bu iki topluluk arasındaki ayırıcı sözü, Kur'ân-ı Kerîm, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in lisanıyla şöyle açıklamaktadır:

"(Ey Muhammed!) Deki: 'Eğer Allah dileseydi, Kur'an-ı size okumazdım. Hiçbir suretle de size onu bildirmezdi.' Ben, bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hala aklınızı kullanmayacak mısınız?"


Yine Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'inde konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"İşte böylece (senden Önceki Peygamberlere veya sana nitelediğimiz şekliyle vahiy halleriyle) sana da buyruğumuzdan bir ruh vahyettik Sen, kitap nedir? İman nedir? (vahiyden önce) bilmezdin. Fakat Biz, onu (Kur'ân-ı Kerîm'i), kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sende dosdoğru bir yol (olan İslam)a davet etmektesin."


Yine Kur'ân-ı Kerîm, risalet için seçilmiş Peygamberlerin asaletinin tabiatı, başlangıcı ve kaynağı hakkında şöyle açıklamada bulunmaktadır:


"O (Allah), kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona ruh (vahiy) ile 'Benden başka hiçbir ilah olmadığını inzar edin, benden sakının' diye melekleri indirir."


İşte bundan dolayı Peygamberler, dahili kişisel unsurlara veya harici-tarihsel olaylara boyun eğmezler. Zira şartlar, durumlar, şekiller ve toplumsal olaylar değiştiği halde Peygamberlerin risâletinde bir değişme söz konusu değildir. Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)'e dair şöyle buyurmaktadır:


"(O), kendi arzu ve isteğine göre söz söylemez. Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir."


Bu ayette de görüldüğü üzere; Hz. Peygamber (s.a.v), (ve diğer Peygamberler,) risâletinde ve Allah'ın hükümlerinde bir değiştirme, tahrif etme, eksiltme ve bunları düzeltip daha iyi bir şekli koymaya güç yetiremez. Sadece kendisine vahyolunana tabi olmakla mükelleftir. Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)'e bu konuda hüccet olması sebebiyle telkin ederek şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammed) Senden, Kur'an-ı değiştirmeni ve onun yerine başkasını getirmeni isteyenlere: 'Onu kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunandan başkasına tabi olmam. Eğer Rabb'ime isyan edersem şüphesiz büyük gün (olan) kıyametin azabından korkarım ' de.'


İşte buraya kadar anlatılanlar; Peygamberler ile filozoflar ve büyük kimseler arasında ortaya çıkan temel farklılıkları göstermektedir. Zira Peygamberlerin risâleti, mücadeleleri, savaşları, çevreleriyle olan durumları, kültürleri ve sünnetleri vardır. Filozof ve büyük kimseler ise devamlı olarak çevreyi, toplumu, şartları ve durumları gözden geçirip menfaati ve politikayı gözetirler. Politika ve menfaati ilgilendiren durumların ve şartların çoğuna da boyun eğerler. Bundan dolayı çıkarları ve menfaatleri için bir çok konularda mücadele ederler, gruplarla pazarlık ederler ve bir çok şeyi menfaat sağlayacak şeylerle değiştirirler ve çoğunun sarıldığı temel prensip ise: "Zaman nasıl dönerse sen de Öyle dön" yani zamana göre hareket et."


Buna göre Ebu'I-Hasen en-Nedvi'den aldığımız bu alıntı; filozofların, büyük kimselerin ve ıslahatçıların davasının aksine para, mevki, makam, yöneticilik gibi önemli olan konularda, davasından vazgeçmesi şartıyla pazarlığı kabul bile etmeyen peygamberin gidişatındaki ve metodundaki net ve açık farkı bize açıklamaktadır...

Müşrikler de, Resulullah (s.a.v)'a, cömert tekliflerde bulunmuşlardı ki bunlardan bazıları şunlardır:

1). Müşrikler, davasını terk etmesi karşılığında Resulullah (s.a.v) ye; kendilerinin üzerine hükümdar olmasını,

2).Mekkeli kadınlardan dilediği ve istediğiyle evlendireceklerini,

3).Kendilerine ait değerli mallarını ona vereceklerini, 

Resulullah (s.a.v) ise onların bu teklifini de kabul etmedi. Resulullah (s.a.v)'in, bu teklifleri de kabul etmediğini gören müşrikler, bu seferde ondan; Mekke'deki dar vadileri; kıtlık ve sıkıntı veren Mekke'deki dağları kaldırması için Rabbine dua etmesini ve onların yerine, Şam ve Irak'ta olduğu gibi ırmaklar akıtmasını, ovalar yapmasını ve ayrıca geçmiş baba ve atalarını özellikle de Kusay b. Kilab'ı diriltmesini ve kendisinin Peygamber olduğunu tasdik etmesi gibi şeyler istediler.

4).Mal ve kıymetli ticaret eşyalarından dilediğini kendisine vereceklerini söylüyorlardı.

Bunun karşılığında ondan; ilahlarını kötülemekten ve taş ile bakırdan yapılmış putlarıyla da alay etmekten vazgeçmesini istiyorlardı. Resulullah (s.a.v)'in onlara cevabı ne oldu? Ve Resulullah (s.a.v)'in doğruluk payı neydi? Doğrusu Resulullah (s.a.v), onların bu tekliflerine karşı zamanı durduracak şu sözleri söylemiştir:


"Allah'a yemin ederim ki, bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koyacak olsalar bile, Allah bu davayı tastamam ortaya çıkarmadıkça bu davadan vazgeçmem yada bu davanın yolunda helak olur giderim!!"


İkinci Özellik:


Hz. Peygamber (s.a.v)'in davetlerinin ikinci özelliğine gelince ise o da; Onların, hiç bir kimseden bir ücret istememeleri ve Peygamberlik görevini tebliğ etmede insanlardan bir değer ve para kabul etmemeleridir. Zira onlar, mükafatı ve sevabı yalnızca şanı yüce olan Allah'tan isterler. Peygamberlerden her biri aleni ve açık olarak kavmine ve kavminin ileri gelenlerine, davetine karşılık kendilerinden bir ücret istemediğini ilan etmekte ve davetinin dünyalık bir istek veya mal isteğinde olmadığını bütün açıklığıyla ve netliğiyle açıklamaktaydılar. Kur'ân-ı Kerîm, bu konuda, Hz. Hûd (a.s)'ın, kavmine şöyle hitap ettiğini açıklamaktadır:

"Ey kavmim! Ben (Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ etmek için) bu tebliğe karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?"


Yüce Allah, bu hakikati, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'e de, açık ve net bir şekilde şöyle bildirmektedir:


"(Ey Muhammedi Onlara:) 'Bu (tebliğime ve uyanlarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabbine doğru bir yol isteyen kimseler olmanızı istiyorum' de."


Yine Şanı Yüce Allah, Kur'an'm bir başka yerinde, Resulullah (s.a.v)'e, davetiyle ilgili olarak şöyle demektedir:


"(Ey Muhammedi Onlara:) 'Bu (tebliğime ve uyarılarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum Ve ben, kendiliğimden bir şey teklif edenlerden de değilim."


Böylece Peygamberlerin hiçbir kimseye maddi kazanç veya dünyevi kazanç maksadıyla davette bulunmadıklarını görmekteyiz. Zira Onlar, kavimlerindeki hiçbir kimseden bir ücret istemediklerini, ücretlerini ancak Allah'tan istediklerini ilan etmektedirler. Davetlerinde, işi ihlasla yapmaktalar. Nasihatlerinde ve irşatlarında ise övgü ve methiye istememektedirler. Sadece Ahiret sevabını ve Allah'ın rızasını arzulamaktadırlar. Yüce Allah bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurmaktadır: "Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette, hiçbir şeyi ortak koşmasın.


Üçüncü Özellik:


Peygamberlerin davetlerinin üçüncü özelliğine gelince o da; Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için uğraşmak ve ibadeti yalnızca Şanı Yüce Allah'a yapmadır. İşte bu, bütün Peygamberlerin her asır ile her zamanda ve her durum ile her mekanda davet ettikleri en önemli gayedir, Çünkü Peygamberlerin gayesi; zayıf olarak yaratılan mahluku, kendisini yaratana döndürmeleri ve insanların yönünü, kullara kulluktan kurtarıp Şanı Yüce Rab'lerine ibadet etmeye yöneltmekti. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:


"Halbuki kendilerine kitap verilmiş olanlar, doğruya yönelerek dini yalnız Allah'a mahsus kılarak O'na kulluk etmek, namaz kılmak ve zekat vermekle -Müslüman olmaları-emrolunmuşlardı. İşte bu, en doğru dindir."


Allah bütün Peygamberleri, bu yüce ve kutsal olan "Tevhid davası" ile ibadet yoluyla niyeti ve ameli yalnızca yüce olan Allah'a mahsus kılmak için göndermiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Senden önce hiçbir Peygamber göndermedik ki ona, 'Benden başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet edin' diye vahyetmiş olmayalım.".


Büyük Üstad Ahmed Şah Veliyullah ed-Dihlevî, "Hüccetullah Baliğa" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:


"Her zaman ve her şartta Peygamberlerin davetlerinin ilki ve en büyük amaçları; Yüce Allah konusunda "akideyi düzeltmek ve "kul ile Rab arasındaki bağı sağlamlaştırmak" ve "din ile ibadeti", bir olan Allah'a mahsus kılmaya çağırmak olmuştur. Bu da zararlı olanı faydalı kılmak, ibadeti, duayı, sığınmayı ve kurban kesmeyi bir olan Allah'a tahsis etmektir... Onların hamleleri; kendi zamanlarında mevcut olan taş ile bakırlardan yapılmış putlara, diri yada ölü kimselerden Salih ve kutsanan zatlara tapmada bütün açıklığıyla çeşitli şekillere bürünmüş putçuluğa yönelmiş olanları durdurmaktı. Çünkü cahiliyyet dönemi halkı; Yüce Allah'ın, bu gibi kimselere, şeref ve şan elbisesi verdiğine, onları bazı özel işlerde tasarruf sahibi yaptığına, her bölgeye bir hükümdar gönderen ve o ülkeyi yönetme hususunda ona görev verdiği hükümdarlar hükümdarı derecesinde kayıtsız-şartsız, onların, kendileri hakkındaki şefaatlerini kabul ettiğine inanmaktaydılar."


Dördüncü Özellik:


Peygamberlerin davetlerinin dördüncü özelliğine gelince ise oda: Davette kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri ve sözü anlaşılır bir şekilde söylemeleridir.


Bu özellik, bütün Peygamberlerin davetinde açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü onlar, davetlerini, insanların tabiatına uygun bir şekilde yürütürler. İnsanlara, akılları miktarınca hitap ederler. Bazı büyük kimseler ile ıslahatçıların yaptığı gibi davetlerini zorlaştırmayıp insanların anlayamadıkları veya idrak edemedikleri şeyle insanlara hitap etmezler. Yahut sözleri, insanların anlayabilecekleri bir şekilde söylerler... Peygamberler, büyük kimseler ile ıslahatçıların aksine davet ve tebliğlerinde "Hikmet" yolunu tutarlar. İşte bundan dolayı Kur'an, bunu, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in diliyle şöyle haber vermektedir:

"Ben, kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden değilim."


Nitekim Rabbi, ona, "Hikmet" ile insanları, Allah'a davet etmesini emretmektedir. Şanı Yüce Allah bu konuda ise şöyle buyurmaktadır:


"(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, 'Hikmet'le, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da iyi bilir."

Davetin başarılı olabilmesi için;


1).Zanaat ve meslek yöntemlerinden sakınmak,

2).İnsanları davet etmede yahut onlara hitap etmede zorluk çıkartmamak,

3).Büyük-küçük, bilen-bilmeyen her türden insanın anlayabileceği mantık ve akli delil ile hüccetin getirilmesi gerekmektedir...


Hz. İbrahim (a.s), keskin delillerini; yolların en kolayıyla, yolunu keserek ve delilleri beynine vururcasına ortaya koyarak azgın ve zalim düşmanına karşı şöyle getirmektedir:


"İbrâhîm, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, sende batıdan getirsene' dedi. (İbrahim'in, meydan okurcasına ileri sürdüğü bu delil karşısında) inkar eden, şaşırıp dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez."


Böylece zanaat ve meslek yöntemlerinden, kelamı metodlardan ve zor işlerden uzak olarak yaratılışa hitap eden "Yaratılış Yöntemi"nin, davet yolunda daha başarılı olduğunu görmekteyiz. Hüccetü'l-îslam İmam Gazâlî (rh.a), bu konuda, şu çok güzel sözü söylemiştir:


"Kur'ani deliller, her insanın faydalandığı gıdaların misâli gibidir. Kelamcıların delilleri ise birçok insanın faydalandığı ve çoklarının zarar gördüğü ilaçların misâli gibidir. Kelamcıların delillerinin aksine Kur'ani deliller, bebek ve kuvvetli adamın faydalandığı suyun misâli gibidir. Diğer deliller ise kuvvetli kimselerin bir defasında faydalandığı, başka bir defada ise hastalandığı ve bebeklere kesinlikle fayda sağlamayan yiyeceklerin misâli gibidir."

İmam Fahreddin er-Râzî de (rh.a) bu konuda şöyle der: "Kelami yöntemleri ve felsefi metodları araştırdığında, hastaya şifa vermediğini ve çoğu kimseyi sulamadığını yani derdine çare olmadığını görürsün. Fakat Kur'an metodunun, Allah'a en yakın yol olduğunu gördüm. Benim gibi (böyle) tecrübe eden, benim bildiğimi bilir."


Beşinci Özellik:


Beşinci özellik de Peygamberlerin daveti hakkındadır. Bu da; davet hakkındaki gaye ve amacı açıklamaktadır. Bundan dolayı bütün Peygamberler, insanları açık bir amaca ve apaçık bir düşünceye çağırmakta olup davetlerinde şüphe ve gizlilik söz konusu değildir... Yüce Allah, bu konuda, nebilerin ve Resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammed! Onlara:) İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir delil ve hüccete dayanarak (sizleri), Allah 'a davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlarda (benim sünnetime, siretime ve yoluma) davet ederler. Allah'ı tenzih ederim. Ben, müşriklerden değilim' de."


Burada da görüldüğü üzere Peygamberlerin metodu açıktır ve onların davetleri, gündüzleyin öğle vaktindeki güneş gibi ortadadır. İşte bundan dolayı Yüce Peygamber (s.a.v), konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:


"Ben, sizleri, gecesi, gündüz gibi aydınlık olan dosdoğru bir yol (olan İslam) üzere bıraktım. Benden sonra hiçbir kimse ondan sapmaz, sapan ise helak olur."


Böylece Peygamberlerin, insanları açık bir amaç ve şerefli bir gaye olan rabbani risâlete davet ettiklerini görmekteyiz. Zira Peygamberler, davetlerinde; maksatlarını ve amaçlarını gerçek ve hakiki şekliyle bilmeyen bazı büyük kimseler ile filozofların durumu gibi, davetin arkasına gizlenmiş amaç ve gaye ile eğrilmiş yolları tutmazlar.


Altıncı Özellik:


Altıncı özellik de: dünyada züht yaşantısı ve Ahireti, dünya hayatına tercih etmektir...

Bu özellik, Peygamberlerin daveti için gerekli olan bir Özelliktir. Buna göre Peygamberlerin gayesi; dünyanın süsü ve ziynetiyle mal kazanmak değildir. İşte bundan dolayıdır ki bütün Peygamberler, dünyada nimetlenmeye ve orada büyük kimselerin yaşayışı şeklindeki bir yaşamaya güçleri yettiği halde, zor şartlar ve sıkıntı içerisinde yaşamışlardır...


Buna rağmen onlar, devamlı olanı (yani Ahiret hayatını), geçici olana (yani dünya hayatına) tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, "Allah katında olan daha iyi ve devamlı "(Kasas: 28/60) ve "Allah katında olan şeyler, iyi kimseler için daha hayırlıdır" (Ali İmrân: 3/198)' de geçenlere şüphesiz yekinen inanırlar ve bilirler. İşte bundan dolayı onlar dünyada zühd hayatı yaşamışlar ve Ahirette de makbul kimselerdendirler. Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v)'e şöyle hitap etmektedir:

"Kendilerini imtihan etmek için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme! Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır."


Resulullah (s.a.v)'in hanımları, Resulullah'tan, nafakalarını genişletmesini ve geçimlerini artırmasını istemekle; dünyada bolluk, rahatlık ve güzel nimetler içerisinde yaşamakta olan diğer kadınlar gibi hareket etmek istemişlerdir...


Ayrıca onlar Resulullah (s.a.v)'den, -bu, onların hayata göğüs germeleri için bir ders olması gerekirken- kendileri için gökten bir serbestlik indirmesini istediklerinden dolayı Yüce Allah, peygamberine, hanımları serbest bırakmasını şu sözüyle emretmiştir:

"Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: "Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu İstiyorsanız bilin ki, Allah, içinizden iyi davrananlara büyük bir mükafat hazırlamıştır."


Bir adam Nebi (s.a.v)'e geldi ve o'na: "Ey Allah'ın Resulü! Allah'a yemin ederim ki, ben seni, gerçekten seviyorum", dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o adama:


'Ne söylediğine iyice bir bak!' buyurdu. Adam sözünü Resulullah (s.a.v)'e üç defa tekrarladı.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) o adama:

'Gerçekten beni'seviyorsan, korunmak üzere fakirliğe hazırlan. Şüphesiz ki fakirlik, beni sevene (dağdan ve tepeden) selin akması gibi varacağı yere süratle gelir.' buyurdu."


Üstad Ebu'l-Hasen en-Nedvî, "en-Nübüvvet ve'î-Enbiyâ" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

"Peygamberlerin daveti, yalnıza dil ile ve yalnızca kendi ümmetlerine olmayıp aynı zamanda sadece ahirete, ahireti dünyaya tercih etmeye ve dünyanın mal ve mülkü ile kıymetinin değersizliğine de değildi. Onların daveti, hem kendileri için ve hem de ümmetlerinin yaşantıları için, bir başlangıç ve bir yöntem idi. Ayrıca onlar, ahirete iman edenlerin ve yaşantılarında davet üzere yürüyenlerin ilkleriydiler. Bundan dolayı onlar dünyada önem vermeyen ve yalnızca ahirete yönelen kimselerdi. Gerçekten de onlar, büyük makamlara ve (yaptıkları daveti) tehlikeye sokacak yerlere de önem vermemişlerdi. Üstelik onlar, kendilerini, davetleri yolunda adamışlardı....


Acaip konuları ortaya çıkaran, nefisleri büyüleyen, kalpleri; büyüklük ve heyecan ile dolduran, davet ve Peygamberlik yolunda yürüyenlere ışıklardan yüce bir ışık saçan Hz. Peygamber (s.a.v)'in geçimi, kendi ve Ehli beytinin hayatı, tarih kitaplarında ve nebevi siyerde bilinmektedir. Davetçinin şiarı ve devamlı olanı şöyle demesidir: "Ey Allahım! Benim için sadece ahiret hayatı vardır, (dünya hayatı yoktur)."


Yedinci özellik:


Peygamberlerin davetlerinin yedinci özelliği ise, "İnsanların arasına Tevhid akidesini yerleştirme ve gayba iman konusunu sağlamlaştırmasıdır."

Bu, bütün Peygamberlerin davetinde -gören gözler için-bütün açıklığıyla ve genişliğiyle ortaya çıkan apaçık özelliklerden biridir. Zira onların hepsinin mücadelelerinin temel noktası; insanların arasına "Tevhid akidesini" yerleştirme, gayba iman konusunu sağlamlaştırma, Allah'ın vahdaniyetini yani birliğini ispat etmeye ve yaratıcının varlığım ortaya koymaya çalışmak olmuştur. Bundan  “ Yüce Allah, hiçbir insanın içinde iki kalp yaratmamıştır. Peygamberlerin hanımları: "Vallahi, bu meclisten sonra Allah'ın Resulü'nden elinde olmayan bir şeyi istemeyeceğiz" diye yemin etmişlerdi. Kur'an davanın esasını ve sebeplerini tespit için indi. Haddizatında mesele, talep edilen şeyin peygamberin elinde bulunup bulunmanızı değildi. Mesele; Allah'ı, peygamberi ve ahiret yurdunu bütünüyle tercih, yahut dünyanın süsü ve metaını tercih etmekte idi. İster yeryüzünün bütün hazineleri ellerinin allında olsun, isterse evlerinde yiyecek ekmek bulunmasın, eşit idi. Onlar kesin olarak serbest kılındıktan sonrıı Allah'ı, peygamberi ve ahireti tercih ederek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanındaki yüce mevkilerini, o ''Büyük Elçinin" evine layık, şerefli ve yüce ufukta korumasını bilmişlerdir. Peygamberimizin bu tercihe memnun olduğuna dair rivayetler vardır. (Seyyid Kutub, Fizilalrl-Kur'an, 12/14-15).


a- Rububiyyet (itikadi) Tevhidi: Rabb içindekilerinin yaratıcısı olduğuna, tasarrufunda bir ortağı bulunmadığına, bu alemin bütününün egemenliğinin O'nun olduğuna, hükmünde hesap vermediğine, her şeyin Rabbinin O olduğuna, her canlıya O'nun rızık verdiğine, bütün işleri O'nun evirip çevirdiğine, yalnızca O'nun yükselttiğine ve alçalttığına, yalnızca O'nun verdiğine ve engel olduğuna, zarar ve yarar verdiğine, sadece O'nu izzetli ve zelil kıldığına. O'nun dışındaki her şeyin ne kendisi için ne de başkası için, ne bir hayra ne de bir şerre ancak Allah'ın dilemesi ve izniyle gücü yettiğine inanmaktır.


b. Uluhiyyet (Ameli) Tevhidi: Bu tevhidin anlamı; ibadette, boyun eğmede, kesin itaatle, ne yerde, ne gökte tek ve ortağı olmayan Allah'ı birlemektir.


Tevhid; rububiyyet tevhidine, uluhiyyet tevhidi katılmadan kesinlikle gerçekleşmez. Bu tek başına yeterli değildir. Müşrik Araplarda, Rububiyyeti, kabul ediyorlardı. Bununla birlikte putlara tapmak suretiyle Allah'a ortak koştuklarından dolayı bu onları, İslam'a sokmadı. Allah ile birlikte başka ilahlar edindiler. Bunların, kendilerini Allah'a daha fazla yaklaştıracağını, Allah katında onlara şefaat edeceğini sanıyorlardı. (Yûsuf Kardavi. Tevhidin Hakikati, s. 20-23)


Tevhid, Allah'ın sıfatlarının bazılarını kabul edip sadece bunlara inanmakla gerçekleşmez. Ve böylesi, Tevhidi parçalayan, tavırlarla bütün peygamberler mücadele etmiştir. Peygamberimizin de gayesi tevhidi yaymaktır. O Tevhide davet etmiş, putçulukla hep mücadele içinde olmuştur.


"La ilahe illallah diyen cennete girer." (Buharî, İman: l; Müslim. İman 43-45; Tirmizî, İman 2775) müjdesinin muhatabı olamaz. Ayrıca insanlara bu biçimiyle anlam kazanan bir Tevhid inancı içinde Peygamberler gönderilmemiştir; "insanlarla 'La ilahi illallah' deyinceye kadar savaşmakla, emrolundum." (Buharı, Zekat 689; Müslim, İman 32-38; İbn Mâce, Fiten 3927; Nesai, îman 4970; Tirmizî, 2733) ifadesinde anlam bulan Tevhid de, Allah'ı sadece yaratıcı, İlah, Rab veya Melik olarak tanımak değildir. Zira bunların hepsi Tevhidin büyük bir kısmını ifade eder, fakat tamamım değil Dolayısıyla parçacı düşüncelerin hiçbirini, Peygamberlerin tebliğlerinin esasını oluşturan "'La ilahe illallah"ı kabul anlamına gelmez.


"La ilahe İlallah"ın sadece benimsenen bir söz olarak ifade edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir ilgisi yoktur. Elbette ki "La ilahe İllallah" bir sözdür. Resulullah (s.a.v), insanların, bu sözü söylemelerinin cennete vesile olacağını açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz olarak ta söyleseniz olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, onun, Mekke müşriklerinin hiç tereddüt etmeden söyleyecekleri bir söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili bir çok örnekler vardır... Onlar, muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün, kendilerinin kabul ettikleri Tevhidi unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten kaçındıkları ulııhiyyet konusunu da Tevhid 'in kapsamına aldığını bilirler. Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bîr anlam ifade etmeyeceğini, O'nun Öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda açığa çıkması gereken hayat tarzı olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de Tevhidin bir defa değil, on defa dahi söyleseler, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini. Resulullah (s.a.v)in de bir söz söylemekle sadece söylemeyi kastetmediğini iyi bilirler. (Celalettin Vatandaş. Tevhid ve Değişim, s. 54-55).

 


Peygamberlerin Sıfatları


Yüce Allah, Peygamberleri; kendisiyle kulları arasında elçiler olmaları ve onları, büyük emanet olan vahiy emanetini yüklenmeleri ile risâleti, kullarına tebliğ etmeleri için diğer mahlukatı arasından seçmiştir... Allah'ın, yüce hikmeti, onları; ahlak bakımından insanların en mükemmeli, ilim bakımından insanların en üstünü, soy bakımından insanların en şereflisi ve güvenirlilik bakımından insanların en yücesi kılmıştır. Ayrıca onları, kendi yardımıyla korumuş, gözetimiyle gözetmiş, bizzat Şanı Yüce Allah onları terbiye etmiştir. Nitekim Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a. v.)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:


"(Ey Muhammed!) Rabbinin hükmü, (yerine gelinceye kadar) sabret Doğrusu sen, gözetimimiz altındasın." 


Nitekim Şanı Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)'a hitaben de şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Mûsâ!) gözümün önünde yetişesin diye."


Biz Kur'ân-ı Kerîm'e tabi olduğumuzda, onu inceden inceye düşündüğümüzde ve anlayacak bir şekilde okuduğumuzda ve Peygamberlik müessesesi ile Peygamberlerden haber veren Kur'an'ın ayetlerine yöneldiğimizde onda; Allah'ın, kendilerine Peygamberlik verdiği ve risâleti yüklemek için seçtiği Allah'ın salih kullarından seçilmiş kimseler için övgüler bulmaktayız.


Allah, Peygamberleri; "hidayet" ve "düzeltme" meşalesini yüklenmeleri ve insanlık yoluna girenleri; mutluluğa, emniyet ile selâmete götüren kimseler olmaları için onları diğer mahlukatı arasından seçmiştir.


Biz, övülmüş olan bu kitaba yönelmekteyiz. Bundan dolayı Allah bu kitabı, kainatta ondan daha güzelini yaratmadığı bir örnek ve şekil ile -içindekileri bilsinler diye-bize göndermiştir. Peygamberlerin sözleri ile ilgili Kur'an'ın yöntemini; hayat fışkıran, güler yüzle dolup taşan ve sevgiyle, teşvikle büyüyüp gelişmekte olan bir yöntem olduğunu görmekteyiz... Bundan dolayı Kur'an, onları; güzel övgülerle anlatmış, onları, aklı ve yaratılış sıfatları ile vasıflarının ismiyle nitelendirmiştir. Bütün bunların hepsi; Peygamberlerin, Allah'ın mahlukatı arasından seçilmiş tertemiz kimseler ve insanlık alemi için çıkarılmış mükemmel "yüce bir örnek" olduklarına delalet etmektedir.. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"O (Peygamberleri), emrimiz altındaki insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendir." Yüce Allah, Hz. İbrâhîm Halil (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:


"(Ey Muhammedi) Kitab da İbrâhîm ile ilgili anlattıklarımızı da (müşriklere) an. Şüphesiz O, dosdoğru bir peygamberdir."

Yine Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

(Başlı başına) bir ümmet olan İbrâhîm, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (ya da önderdi) puta tapanlardan değildi- Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu (Peygamber olarak) seçmiş ve kendisini dosdoğru bir yola iletmişti.


Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:

"(Allah) 'Ey Mûsâ! Ben, seni, risâletim (i tebliğ etmek için sana indirmiş olduğum Tevrat gibi mesajlarım) ve (Benim seninle) konuşmam ile,) seni, (çağdaşın olan)insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğim (Peygamberlik şerefin)i al! ve (sana vermiş olduğum nimetlerden dolayı da) şükredenlerden ol' buyurdu.


Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in başka yerlerinde peygamberi ve kendisiyle konuştuğu Hz. Mûsâ (a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:


"(Ey Muhammedi) Kitap’da Mûsâ 'ya dair (anlattıklarımızı da) an! (Zira o, Allah'ın göndermiş olduğu müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberlerinden ve kendileriyle birlikte insanlar arasında anlaşmazlıkları konusunda hükmetmek üzere beraberinde hak kitabı indirdiği kimselerdendir). Çünkü o, ihlasa erditilmiş ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir."


Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. İsmâîl (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Kitab 'da İsmâîl 'e dair (anlattıklarımızı da) an! Çünkü o, sözüne sadık ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir."


Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm, kerem sahibi Peygamberlerden bir topluluğu da, güzel övgülerle şöyle nitelemektedir:


"(Ey Muhammedi dinde) kuvvetli ve basiretli kullarımız olan İbrahim, İshâk ve Ya'k'ûb'u da hatırla. Doğrusu Biz, onları, (sahip oldukları bu Özellikle,) ahiret yurdunu hatırda tutmak için (güzel) bir hasletle mahsus kıldık.


İşte böylece Kur'ân-ı Kerîm'i; Peygamberleri, yüce sıfatlarla donatılmış isimlerle vasıflandırır, niteliklerin en mükemmeliyle nitelendirir; sevgi, ikram, seçme vb. öğretilerin, onun satırları arasında ortaya çıktığını görmekteyiz.


Buna göre Kur'an, Peygamberleri; bazen itaat ve yönelme (veya tevbeyle) vasıflandırır; bazen de onları, kendilerini, Allah'ın yoluna adamakla ve ahireti, dünyaya tercih etmekle nitelendirir; bazı yerlerde ise onları, doğrulukla veya kötülüklerden uzak olmakla anlatır. Kısacası bu anlatılanların hepsi, onların durumlarının yüceliğine, mekanlarının yüksekliğine ve risâletlerinin yüceliğine işaret etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki Peygamberler, aleme yol gösteren ve insanlığın Önderleridirler."

 

Peygamberlerin Vasıfları


Peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun-insan olmaları itibariyle; yerler, içerler, sağlıklı olurlar, hastalanırlar, kadınlarla evlenirler, çarşı ve sokaklarda gezip dolaşırlar; insanlara gelen zayıflık, ihtiyarlık ve ölüm gibi arızalar onlara da gelir... Fakat onlar, hususi özelliklerden dolayı insanlar üzerine üstün kılınmışlar ve insanlarda olmayan büyük ve yüce niteliklerle vasıflandırılmışlardır. Bu da ancak onlar için gerekli olan levazımlara ve önemli olan şeylere nispetle olur. Peygamberler ile ilgili olan bu vasıfları kısaca şöyle özetleyebiliriz:



1).Sıdk (Doğruluk)

2).Emanet (Güvenilir olma)

3).Tebliğ

4).Fetanet (Zeki ve akıllı olma)

5).Nefret verici kusurlardan uzak olma

6).İsmet (masumiyet veya masiyet ile günahtan korunmuş olma). 



Sıdk (Doğruluk):


Bu Özellik, Peygamberlik müessesesi için gerekli olan bir özelliktir. Çünkü bu özellik, Peygamberlerin davetine nispetle insanlık içinde zaruridir. Ama bu özellik, Peygamberlerde, yaratılıştan var olan özelliklerdendir. Bundan dolayı herhangi bir peygamberden yalan, hainlik, insanların mallarını batıl yol ile yeme ve daha bir çok çirkin vasıflar gibi kişiliğini zedeleyecek olan bu tür şeylerin meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu çirkin vasıflar, normal bir kimse için bile uygun olmadığına göre, nasıl bir nebi ve resul için uygun olabilir?

Peygamberlerden birinde yalan gibi herhangi bir çirkin vasıf meydana gelmesi caiz olsaydı, Şanı Yüce Allah'tan naklettiği yahut vahiy haberlerinden aktardığı konularda insanların kendisine dair bir güvenilirliliği kalmazdı... Eğer böyle bir şey olsaydı bunun, Peygamberlerin getirdikleriyle bizzat kendilerinin karşılaşması yahut daha önceden kafalarında oluşmuş fikirler ile bu yeni getirmiş olduklarına karşı hainlik etme ihtimali olup bunları da -Peygamberlerin böyle bir şey yapacağını onlardan uzak görüp- Allah'a karşı bir yalan ve iftira olarak nispet edebilirler. Bu ise mümkün değildir. İşte böylece Kur'ân-ı Kerîm'i, Allah'a iftira eden veya diliyle Allah'ı yalanlayan herkes hakkında aşağıda gelen bu ayırt edici hükümle hükmediyor. Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) hakkında şöyle buyurmaktadır:


"Eğer Bize karşı, kendisine vahyettikîerîmize bazı sözler katmış olsaydı, Biz, onu kuvvetle yakalardık, sonra da onun şahdamarını koparırdık. Hiçbirinizde onu koruyamazdınız. Doğrusu Kur'an, mûttakiler için bir öğüttür."


İslam Şehidi Seyyid Kutub (rh.a), "FizHali'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:


"Sonuçta o korkunç tehdit, akide konusunda Allah'a iftira edenlere gelip çatıyor. Halbuki akide konusu boş boğazlığa yer vermeyen ciddi bir konudur. Daha önce geçen ayeti kerime, başka hiçbir ihtimal olmayan biricik ihtimali belirtiyor. Bu biricik ihtimal ise Resulullah (s.a.v)'in tebliğ ettiği hususlarda 'Emin' ve 'sıdk' (doğru) olduğudur. Yüce Allah'ın, onu, katiyen cezalandırmaması da bunu göstermektedir. Halbuki tebliğ görevinden en ufak bir sapma söz konusu olsaydı, Allah onu muhakkak şiddetli bir biçimde cezalandırırdı. Bu sözün ifade ettiği mana, Hz. Muhammed (s.a.v)'in tebliğ ettiği şeylerde "sıdk" (doğru) olduğu yönündedir.


Eğer Hz. Muhammed (s.a.v) kendisine vahyolunmamış birtakım sözleri Kur'an'a karıştırmış olsaydı, Yüce Allah Onu cezalandırır ve ayetlerin belirttiği şekilde, peygamberini öldürürdü. Hz. Peygamber (s.a.v)'in cezalandırılmasına veya öldürülmesine dair bir şey meydana gelmediğine göre, elbette ki Hz. Muhammed (s.a.v), 'Sıdk' (doğru)dur." (İslam Şehidi Seyyid Kutub'un sözü burada bitmektedir.)

Resulullah (s.a.v), küçüklüğünden itibaren Kureyş kabilesinin içerisinde "Sıdk"ı (Doğruluğu) ve "Emin"liği (Güvenirliği) ile meşhur olmuştu. Hatta Mekkeli müşrikler, Onu, "doğru" ve "emin" diye isimlendirerek; "Doğru" ve "emin" (olan Muhammed) geldi ve "doğru" ve "emin" (olan Muhammed) gitti... derlerdi, İşte Hz. Peygamber (s.a.v) böylece Peygamber olarak gönderilişinden önce Kureyşliler arasında doğruluğu, eminliği ve makamının yüceliğiyle bilinmekteydi.


Rivayet edildiğine göre; Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi, Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil ile karşılaşır. Onu durdurarak: "Ey Ebu'l-Hakem! Şu anda burada senden ve benden başka hiçbir kimse yok. Muhammed 'in doğru mu? Yoksa yalancı mı? olduğunu bana Allah'ın adıyla söyle" der. Ebu Cehil ise ona bütün açıklığıyla şöyle cevap verir:


"Allah'a yemin ederim ki, Muhammed gerçekten 'doğru' sözlüdür. O hiç yalan söylememiştir."

Ebu Cehil'in bu sözü üzerine o adam:

"Sizi, Ona uymaktan alıkoyan şey nedir?" diye sorar. Bunun üzerine Ebu Cehil, o adama:

"Şimdiye kadar biz ve Haşim oğulları şan ve şeref hususunda yarışır ve malın çokluğu ile övülmede de çekişip dururuz. Onlar hacılara yemek yedirdiklerinde, biz de yedirdik,  Onlar hacılara su dağıttıklarında, biz de su dağıttık. Onlar (Kabe'yi örtme vb.) çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar insanlara bir şeyler verdiler ve iyilik ettiler, biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde, karşılıklı diz çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk. Daha sonra onlar bize, şu eklemeyi yaptılar: 'Bizden (kendisine gökten vahiy gelen) bir Peygamber gönderildi' dediler. Biz onlara nereden bir Peygamber getirelim? Allah'a yemin ederim ki, bundan dolayı biz, Ona, asla inanmayız ve Ona tabi olmayız" cevabını verdi. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. M uhammed (s.a.v)'i teselli etmek için şu ayeti indirmiştir:

"(Ey Muhammedi) Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler, Allah'ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlar." (En 'am: 6/33)." İşte bundan dolayıdır ki, Allah'ın düşmanı olan Ebu Cehil, Resulullah (s.a.v)'in doğruluğunu kabul ediyor ve ayın zamanda itiraf da ediyor. Fakat onu, Resulullah (s.a.v)'e tabi olmaktan alıkoyan şey; kavmi arasındaki liderliği, şan ve şerefidir. Şöyle söyleyen gerçekten de doğru söylemiştir:

"Üstün kimse; düşmanlarının, kendisinin doğruluğuna şahitlik ettiği kimsedir."

Rum kralı Herakliyüs, Müslüman olmayışından önce Ebu Süfyan'a; Muhammed'in, Peygamber olduğunu söylemesi hakkında şöyle soru sormuştu:


"Siz, Onu bu iddiasından önce hiç yalan ile itham ettiniz mi?" Ebu Süfyan'da, ona:

- "Biz, Onda, kesinlikle bir yalan görmedik"!! der. Ebu Süryan'ın bu sözü üzerine Herakliyüs, ona, şöyle çok muhteşem bir cevap vermiştir:

- "O, ne insanlara ve ne de Allah'a yalan söyleyecek biri değildir."

İşte bu, büyük kimselerin, bir Peygamber hakkındaki düşüncesi ve gerçek ile yanlışı ayırıcı bir sözüdür.



Emanet (Güvenirlilik):


Bu, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği herhangi bir peygamberin vahiy konusunda emin olması ve Allah'ın aşağıda gelecek olan sözüne sarılarak Yüce Allah'tan aldığı emirleri ve yasakları; ziyadesiz, noksansız, tahrif etmeksizin ve değiştirmeksizin Allah'ın yarattığı kullarına tebliğ etmesiyle ilgilidir. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"Allah'ın göndermiş olduğu (vahiyleri) tebliğ eden (Peygamberler; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka (hiçbir kimseden) korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."


Bundan dolayı Peygamberlerin hepsi, vahiy konusunda güvenilir kimseler ve kendilerine nazil olduğu şekilde Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden kimselerdir. Bundan dolayı Yüce Allah'ın, kendilerine yapmakla emrettiği şeyleri gizlemeleri ve bunlara hainlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü hainlik, emanet ile birlikte bulunmaz. Buna göre peygamberin, kendisine emanet edilene hainlik etmesi, Peygamberlik olarak gönderildiği ümmetine nasihat etme ve Allah'ın kendisine gönderdiği vahiyleri tebliğ etmemesi" bir Peygamber için hiç uygun olur mu? Buna binaen bütün Peygamberler, en mükemmel şekilde emaneti yerine getirirler. Zira Yüce Allah'ın gönderdiği her Peygamber, kavmine şöyle demekteydi:

"Ben sizin için güvenilir ve sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim."

Bu konuda Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Peygamber, görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz."


Yani Peygamber, vahiy ve gayb hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz demektir. Eğer Peygamberler de emanet (güvenirlilik) vasfı olmasaydı, kendilerine, Allah tarafîndan gelen risâletin ortaya çıkmasında değişmeler vuku bulurdu. Ama müminler, inmekte olan vahye inandılar... İşte bundan dolayı Hz. Aişe (r. anha) şöyle demektedir:


"Eğer Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi: "Allah 'ın (yakında) açığa vuracağı (Zeynep ile evlenmeye dair) şeyi içinde saklıyordun. İnsanlar (a bunu söylemek) ten çekmiyordun. Oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur. " (Ahzab: 33/37) ayetini gizlerdi." Aynı şekilde Yüce Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v)'in bizzat kendisini azarlayan şu ayetleri gizlerdi: "Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü astı ve geri çevirdi."


Yine aynı şekilde şu ayeti de gizlerdi:

"Hiçbir Peygamber, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadan esirler alması yaraşmaz. (Sizler) geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti istiyor. Allah, Aziz'dir. Hakim'dir. Eğer daha önceden (Bedir savaşına katılanlar günah işledikleri takdirde bile) Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı aldıklarımızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu."


Emanet vasfının, vahyin selâmeti ve peygamberin getirdiği -o da yalnızca Yüce ve Hakim Allah'ın katındandır- her şey de, nefsin mutmain olarak gölgelendirilmesi için her nebi ve resulde çokça bulunması gerekmektedir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:


"O, kendi istek ve arzusuna göre söz söylemez Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir."



Tebliğ:


Bu, Peygamberlere -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun - mahsus bir özelliktir. Bununla, Peygamberlerin, Allah'ın, kendilerine indirmiş olduğu hükmünü tebliğ etmesi kast olunur. Zira onlar, kendilerine gökten inen vahyi insanlara tebliğ ederler. Bundan dolayı da onlar, insanlara yaptıkları tebliğ sırasında büyük eziyetler ile kötü ve günahkar kimselerin zorluklarıyla karşılaşsalar bile yüce Allah'ın, kendilerine vahyettiği hiçbir şeyi gizlemezler. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nûh (a.s)'ın kıssasında bunu şöyle dile getirmektedir.

"(Bunun üzerine Nûh): 'Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, alemlerin Rabbi (tarafından size gönderilmiş) bir peygamberim. Size, Rabbimin (bana) vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ta bulunuyorum. Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, Allah 'tan (gelen vahiy ile) biliyorum' dedi.


Hz. Salih (a.s)'dan ise bunu şöyle haber vermektedir:


"Bunun üzerine O (Salih) da kavminden yüz çevirdi ve: 'Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin (bana) göndermiş olduğu vahyi tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz' dedi."


Hz. Şuayb (a.s) hakkında ise şöyle demektedir:

"(Bunun üzerine (Şuayb) kavminden yüz çevirip (kendi kendine): 'Ey kavmim! And olsun ki ben size, Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Artık ben, siz kafirler topluluğuna nasıl tasalanıp üzülürüm?' dedi."


Peygamberlerin hepsinin bütün açıklığıyla ve genişliğiyle; Allah'ın, kendilerine verdiği elçilik (risalet) görevini tebliğ ettiklerinin belirtilerini görmekteyiz. Zira onlar, Allah'ın risaletini tebliğ etmekte ve kavmi içerisindeki insanlara nasihat etmektedirler. Hatta Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed, (s.a.v)'e, risaletini etmesini emretmektedir. Yüce Allah, ona hitaben şöyle buyurmaktadır:


"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni (tebliğ et Eğer bu görevini yerine getirmezsen O'nun elçilik (görevini) yapmamış olursun. Doğrusu Allah, kafirleri doğru yola iletmez."


Her Peygamber, Allah'ın, kendisine indirdiği risâleti ve daveti, tebliğ etmekle mükelleftir. Buna göre Peygamberlerden her birinin, kendisine inenden herhangi bir harfi eksiltmesi ve bunlara bir harf eklemesi mümkün değildir. Eğer bir Peygamber, bunlardan birisini yaparsa Allah'ın emrine muhalefet etmiş olur ve yerine getirmekle emrolunduğu emanete hainlik etmiş olur. Bundan dolayı bazı surelere ve ayetlere, Yüce Allah'ın "Kul" = ("De" - "Söyle") sözüyle başladığını görmekteyiz. Bu ise Allah'ın emrini, kendi ümmetine tebliğ etmesi için peygambere yönelik bir emirdir. İşte bundan dolayı bir Peygamber, kendisine ineni eksiksiz ve fazlasız olarak tebliğ etmektedirler. Yüce Allah bu konuda bir örnek olması için şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Benim yolum, budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah 'a davet ederiz."

Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Ey Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam."

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Tan yerini ağartan Rabbe sığınının."

Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"De ki: İnsanların Rabbine sığınırım"


Hz. Peygamber (s.a.v)'in bizzat kendisine hitap edildiği (emir sığasındaki) bu lafızlar olmasa da, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sadece ilahi emirleri insanlara tebliğ etmesi de yeterlidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), vahiy konusunda güvenilir olduğundan dolayı Rabbinin risâletindeki bir harfi bile değiştirmeksizin, fazlalaştırmaksızın ve eksiltmeksizin -kendisine vahyedildiği şekilde- insanlara tebliğ etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), "İşte bu, benim yolum budur. Ben yalnızca Allah'a davet ediyorum" (Yûsuf: 12/108) ve "Ben, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım." (Felak : 113/1) veya "İnsanların Rabbine sığınırım" (Nas: 114/1) dememiştir. Ancak harflerin ve sığanın kendisiyle, yüce Allah'tan kendisine yöneltilende "emir sığasını" da kullanmıştır. İşte bu, (Allah'ın, kendisine vahyettiği) risâleti ve daveti tebliğ hususundaki "güvenirliliğine" delildir.


Tebliğden maksat; Allah'ın, kıyamet gününde insanların (bizzat kendilerinin- suçsuz olduklarına dair) ileri sürebilecekleri hüccetlerini boşa çıkarması ve hiçbir kimsenin mazeretini beyan etmemesi anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insanlara kendisi tarafından Peygamberler gönderip risâleti tebliğ ettirmeden önce azab etmekten ve insanlara, günah işlememiş olduğu halde azab etmez. O en keremli ve en merhametli olandır. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Biz, Peygamber göndermedikçe hiçbir kimse (veya bir topluluğa) azab etmeyiz."


Yine Şanı yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin, kendilerine ayetlerimizi (vahyimizi) okuyacak bir peygamberi, memleketlerin ana şehirlerine (yani asıl olanlarına yahut büyüklerine veya başkentlerine) göndermedikçe, (hiçbir zaman) o memleketleri helak edici değildir. Zaten Biz, (ancak zulümleri sebebiyle azabı hak eden) halkı zalim memleketleri helak etmişizdir. "


Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)'i; alemlere uyarıcı olması için göndermiş ve aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların, "bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmemiştir" şeklindeki mazeretlerini boşa çıkarmak için Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada göndermiştir. Yüce Allah bu konuda Yüce kitabı Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır.


"Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi' dersiniz diye, size açık anlatacak Peygamberimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadir'dir."


Resulullah (s.a.v), Rabbinin davetini tebliğ ettiği sırada ona, yüce ve büyük Rabbinin şu ayeti inmiştir:

"Şimdi sen, ne ile emrolunuyorsan, (müşriklere) apaçık bildir. Müşriklere de aldırış etme. " Resulullah (sav), Rabbinin davetini açıklamaya ve risaletini tebliğ etmeye koyulmuştu. Böyle bir sırada Safa tepesine çıkarak kabileleri ve Kureyş'in içindeki toplulukları şöyle davet etmeye başladı:


"Ey Abdulmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Ka'b oğulları!.. Nihayet herkes oraya toplandı.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara:

"Ben, size, şu vadiden veya dağın eteğinden atlıların çıkıp geleceğini ve size saldıracaklarını haber versem, beni tasdik eder miydiniz?" diye sordu. Onlarda:

"Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Ben, size, (tebliğ ettiklerimi kabul etmediğiniz taktirde) önünüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum..." dedi. Bunun üzerine amcası Ebu Leheb:

"Ey Muhammedi yazıklar olsun sana! Bunun için mi bizi buraya topladın?" diyerek Hz. Peygamber (s.a.v)'e hakaret etti. Bunun için Yüce Allah, onun bu sözüne karşılık olarak şu sureyi indirmiştir:


"Ebu Leheb 'in elleri kurusun; zaten kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda sağlamadı, (Yaptıklarından dolayı) alevli ateşe yaslanacaktır. Karısı da (yaptıklarından dolayı) boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır." (Tebbet:! /2-5)" 



Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):


Fetanet zeki ve akıllı olmak demektir. Buna göre Peygamberlerden her biri, mükemmel bir akıl ve doğru görüşlülüğün yanı sıra akıllı, zeki ve harikulade bîr şekilde gönderilmişlerdir. Yüce Allah, Hz. İbrahim Halil (a.s)'ın vasfı hakkında şöyle buyurmaktadır:


"And olsun ki daha (Peygamberlik verilmezden) önce İbrâhîm'e, 'doğru görüşlülüğü' verdik. Biz, Onu (n buna uygun olduğunu) biliyorduk."


Yine bu konuda Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, kavmi içerisindeki müşriklere delil getirmedeki doğruluğuna bakıldığında, Onun seçkinliğine ve zekililiğine dair deliller bulunmaktadır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:


"Derken ona başvursunlar diye; (büyük puta başvurup bu putları kıranın kim olduğunu sorarlar, böylelikle putun acizliği ortaya çıkar diye) içlerinden büyüğü müstesna hepsini paramparça edip bıraktı. (Geri dönüp İbrâhîm'in put kırma eyleminin sonucu olan manzarayı gördüklerinde,) 'bunu ilahlarımıza kim yaptı? Doğrusu bunu yapan zalimlerden biridir' dediler, (ibrâhîm 'in, putlarına karşı bir tuzak hazırlayacağına dair yemin ettiğini işiten kimseler) dediler ki: 'İbrâhîm denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. (Emretme yetkisini ellerinde bulunduranlar) dediler ki: 'O, halde onu halkın gözü önüne getirin. Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek onun aleyhine) şahitlik ederler. '(İbrâhîm, onların huzuruna getirilerek): 'Ey ibrâhîm! İlahlarımıza bu işi sen mi yaptın?' dediler. (O da, kırmaksızın bıraktığı putu kastederek: ) 'O işi, şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!' dedi. Bunun üzerine kendi kendilerine dönüp, 'Doğrusu siz zalimlersiniz. Konuşmayan bu putlara tapmakla hakka karşı zalimlik ediyorsunuz)' dediler. Sonra (kendilerinin, zalim olduklarını kabul ettikten) tekrar kafalarında olan eski inanca (küfre) döndürüldüler ve: 'Ey İbrâhîm! Bunların konuşamayacağını, and olsun ki, sende bilirsin' dediler. (Onlar bunu itiraf edince, ibrahim'de, onlara karşı şöyle bir delil getirdi:) 'O halde Allah 'ı bırakıp ta size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Size ve Allah'ı bırakıp ta taptıklarınıza yazıklar olsun! Daha hala akıllanmayacak mısınız?' dedi.


Bir gerçek olarak Hz. İbrâhîm (a.s.)in, büyüğü hariç bütün putları paramparça etmesine dair hakkında tecelli eden bu ayetler, onun zekiliğiyle ve seçkinliğiyle sona ermektedir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), eliyle putları kırmış ve daha sonrada kavmine delil gösterebilmek için baltayı büyük putun boynuna asmıştı... Bunun üzerine muhakeme etmek için, halkın ve kendilerinin huzuruna getirdiklerinde ona şu soruyu sormuşlardı:


"İlahlarımızı paramparça ederek kıran ve onları kırmaya gelen kimdir? 'Yoksa Ey İbrâhîm! bunu sen mi yaptın?' Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s), onlara:

"Onları, ben kırmadım. Fakat sizinde gördüğünüz gibi büyük put, onları kırmıştır. Çünkü büyük put, sizin, kendisiyle birlikte şu küçük putlara da tapmanıza razı olmadığından dolayı onları o kırmıştır. Buna delil ise baltanın büyük putun boynuna konulmasıdır. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz, bu işi kimin yaptığını, onlara sorun...' dedi.


Burada Hz. İbrâhîm (a.s), hedefine ulaşmıştı. Zira akıllarının kıtlılığından ve kendilerini gülünç bir duruma soktuktan sonra onlara delilini getirmişti. İşte bu, Peygamberlerin düşüncesidir.

Hz. İbrâhîm (a.s)'ın başka bir doğruluğu ise, Allah'ın mülkünde çekişen Tağut Nemrut ile olan mücadelesidir. Zira Nemrut, kendisinin ilah olduğunu ve Allah'ın dışında, kendisine tapılması gerektiğini savunuyordu. Halbuki Allah, Nemrut gibi kendisine tapılan kimselerin de Rabbiydi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Nemrut'a karşı doğru görüşlüğü ve zekiliği nasıldı? İnatçı düşmanı, Hz. İbrâhîm (a.s)'in sözü karşısında nasıl şaşırıp kalarak delilsiz kalmıştı? Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır.


"Allah, kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim'le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrâhîm, Ona: 'Benim Rabbim dirilten ve öldürendir' demişti. O da: 'Bende diriltirir Öldürürüm' dedi. Bu defa İbrâhîm, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, (haydi bakalım) sende onu batıdan getirsene' dedi. (Allah'ın varlığını, kanun koyma yetkisini ve ilahlığını) inkar eden (bu delil karşısında) şaşırıp dona kaldı. Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez."


İşte bu, batılın sırtını yere vuran keskin bir delildir. Bundan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'ı, apaçık "Hakk Nur"unu açıklayıcı kılmıştır.


İşte bütün nebiler ve resuller, böyledir. Zira Allah onlara, akıl ve doğru görüşlülük vermiştir. Bundan dolayı onlar, zekililik ve akıllılık şekillerinin en mükemmel örnekleridirler. Çünkü Yüce Allah, onlara, kavimlerini hidayete getirmeye dair delil getirmede güç yetirebilmeleri için zekililiği, harika olmayı, fetaneti ve akıllılığı tahsis etmiştir. Hakk ışığını insanlara açıklamak ve Allah'ın davetini insanlara ilan etmek için akıl bakımından insanların en mükemmel olanını, zeka bakımından onların en geniş olanını, delil ve kanıt bakımından da onların en kuvvetli ve güçlü olanını, risâlete seçmede, Allah'ın ezeli hikmeti, böyle tahakkuk etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"Allah, Peygamberlik vereceği kimseyi (herkesten) daha iyi bilir. Suç işleyene, Allah katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azab erişecektir."


İnsanoğlunun kendisine zafiyet geldiğinde ve akli melekeleri zayıfladığında, bazen insanlardan bir kısmı ihtiyarlık çağına ulaştıklarında bunama gibi bir hal onlara hasıl olur... Buna göre Peygamberler, -her ne kadar ömürleri uzun olursa olsun-mükemmel bir akıldan ve güçlü bir düşünceden dolayı büyük bir mevkide gölgelenmektedirler. Çünkü Yüce Allah onları, inayetiyle kuşatmış ve gözetimiyle onları korumuştur. Bundan dolayı da onların, düşünce hislerinin zayıflaması ve akli sezgilerinin ihmal edilmesi mümkün değildir. İşte bu, Allah'ın dilediğine verdiği üstünlüktür. Doğrusu Allah, büyük fazilet sahibidir.



Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:


Bu özellik, Peygamberlerin Özelliklerindendir. Çünkü insanların onlarla bir araya gelmelerinde, onlara tabi olmalarında ve onların davetlerini işitmede, nefret verici fıtri ve ahlaki kusurlardan herhangi birisinin Peygamberlerde olması mümkün değildir. Nitekim alaca hastalığı, cüzzam ve vücudun çirkinleşmesi gibi insanlara nefret verici hastalıklar; Peygamberlerden, hiç birinde meydana gelmez. Zira onlar, her kadar insan olsalar da; insanlardan birine isabet eden arızalar, onlara da isabet eder. Ancak Şanı Yüce Allah, onları, nefret verici kusurlardan korumuş ve insanlara tiksinti verecek çirkin hastalıklardan uzak tutmuştur.

Rivayet edildiğine göre; "Hz. Eyyüb (a.s), hastalanmış ve hastalığı, onun her tarafını kaplamış. Nihayet vücudu bulmuş ve kurtçuklar vücudundan çıkmaya başlamış. Karısı ise onun bu halinden hoşlanmamış." Hz. Eyyüb (a.s) hakkındaki bu ve benzeri anlatılan rivayetlerin tamamı, tasdik edilmesi ve inanılması doğru olmayan İsrailiyattan nakledilen yalan ve batıl rivayetlerdir. Çünkü böylesi rivayetler, Peygamberlerin vasıflarıyla birlikte bulunması mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm ise Hz. Eyyüb (a.s)'ın bu hastalığına dair hiçbir şeyi bize anlatmamıştır. Ancak Hz. Eyyüb (a.s)'ın vücuduna, bir derdin isabet ettiği ve dert ve kederin, onun vücudunun tamamını kapladıktan sonra kendisinden kaldırması için Rabbine dua ettiği, bunun üzerine Allah'ın, keder ve beladan isabet edeni ondan kaldırdığı anlatılmaktadır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

 

"Eyyüb'ü de (an)! Hani Rabbine (dua ederek) 'başıma bir dert (sıkıntı, hastalık, zayıflık vb.) geldi. Ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin' diye dua etmişti. Bizde onun (bu) duasini kabul etmiş uğradığı derdi kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve ibadet edenlere de, bir ibret olsun diye" ona, hem ailesini ve hem de onlarla birlikte bir mislini vermiştik.


Hz. Eyyüb (a.s)'a isabet eden derdin, hem kendi vücudunda ve hem de ailesinde meydana geldiği; ayeti kerimede açıklanmaktadır. Bu çeşit dert, hem insanlarda ve hem de Peygamberlerde bulunabilir. Çünkü ölüm, nasıl ki Peygamberlere gelmekteyse, hastalığında onlara gelmesi mümkündür. Böyle bir hastalığın -Hz. Eyyüb (a.s)'ın vücudunun tutması ve vücudundan kurtçukların çıkması şeklinde değildir- onlarda ortaya çıkması, onların kudretlerinden bir şeyi eksiltmez ve onların makamlarına zarar vermez.



PEYGAMBERLER TARİHİ

Muhammed Ali Sabuni

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak