31 Mayıs 2022 Salı

Hezil Çayı Irak Sınırı / Silopi

 


Gök-Türkler ve Orhon Yazıtları

 Yenisey ve Orhon Yazıtları

Türk yazıtlarının en eskileri Yenisey’de bulunanlardır. Yenisey yazıtları Orhon alfabesiyle yazılmışltı. Üzerlerinde kesin tarih olmamakla birlikte, Orhon yazıtlarından daha eski oldukları, VII. yüzyılda yazıldıkları tahmin edilmektedir.

Yenisey’de o dönemde Kırgızlar yaşıyorlardı. Bilim adamları, Çin kaynaklarındaki bilgilere de dayanarak bu yazıtların Kırgızlara ait olduğu kanaatine varmışlardır. Yazıtlarda Kırgızların hayat hikâyelerine yer verilmesi ve Kırgızların kullandığı hayvan takviminin kullanılması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Tarihî bilgiler içermese de, bu yazıtlar eski Türk boylarının yaşayışlarından bahsetmesi bakımından önemlidir.

Türklerde yazının gelişmesi Gök-Türk dönemine rastlar. VIII. yüzyılda yazılan Orhon yazıtları sayesinde Türklerin kültürü, hayat anlayışı, inançları ve savaş yöntemleri hakkında bilgiler edinmekteyiz. Daha da önemlisi, bu bilgileri artık yalnızca Çinlilerden değil, bizzat Türklerin kendilerinden öğrenmekteyiz. Yazıtlarda savaşların önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bunların çoğunu boylar arasındaki savaşlar oluşturuyordu. Yazıtlarda Gök-Türk Kağanlığı’nın resmî ideolojisi de ortaya çıkmaktadır.

Çin kültürü bilinçli bir şekilde reddedilmekte, komşular üzerinde egemenlik kurulmasının önemi vurgulanmaktadır. Orhon yazıtları Doğu Gök-Türklere aittir. Batı Gök-Türkleri kendilerine ait herhangi bir bilgi bırakmamışlardır (sadece küçük mezar yazıtları vardır). Kağan, Türk boylarını yazıtları okuyarak olaylardan ders almaya çağırmakta, talihsiz günlerde çekilen zorlukları hatırlatmaktadır. Kan dökücülüğün övülmemiş olması, onların ileri seviyede olduğunu göstermektedir.

Kültigin adına hazırlanan yazıt 732’de dikilmiştir. Metin kısmının bu tarihten 14 yıl kadar önce hazırlandığı tahmin edilmektedir. Dünyanın yaratılışına değinildikten sonra ilk kağanın hizmetleri ve kağanlığın yıkılışı anlatılmaktadır. Çin (T’ang) imparatorluğu egemenliğinde geçen dönem ve Kağanlığın İlteriş tarafından ikinci kez kuruluşu hikâye edilmektedir. Kapgan Kağan’ın savaşları ayrıntılı bir şekilde anlatıldıktan sonra Bilge Kağan’ın yaptığı hizmetler sıralanmaktadır. Bütün bu olaylar Bilge Kağan’ın ağzından anlatılmaktadır.

735’te dikilen ikinci yazıtta Bilge Kağan, Kültigin’in mezar taşına yazdırdığı savaşları ve diğer olayları kendi mezar taşına da yazdırmıştır. Yazıt, Kültigin yazıtında yazılanların tekrarı ve tamamlayıcısı niteliğindedir.

Tonyukuk yazıtı, Kültigin döneminde yazılmıştır. 720 yılına kadar olan olaylar anlatılmaktadır.

Vezir Tonyukuk Çin kültürü içinde yetişmiş, fakat kendi kültürünü korumasını bilmiş bilge bir kişidir.

Onun deneyimi ve siyaset bilirliği taşa da yansımıştır.


Alıntıdır.

30 Mayıs 2022 Pazartesi

Bitkilerdeki Duyular

 Bitkinin içine biraz daha yakından baktığımızda çok ilginç sistemlerle karşılaşırız. Bu sistemlerin en önemlilerinden biri, bitkilerin içindeki tepki mekanizmalarıdır. Yani dışarıdan bakınca ne ağzı, ne gözü, ne de bir sinir sistemi olan bitkiler, yeri geldiğinde bazı duyular konusunda insandan bile hassas olabilmektedir. Bitkilerin bizim gibi gözleri yoktur, ama bizim gördüğümüzden daha fazlasını görürler. Çünkü onların ışığa duyarlı bileşiklerden oluşmuş proteinleri vardır. Bu sayede bizim gördüğümüz ve göremediğimiz bütün dalga boylarını algıladıkları gibi, ışığa karşı duyarlılıkları insan gözününkinden daha fazladır. 

Bitkiler bu görme yeteneklerini kullanarak büyümek ve hayatta kalmak için gerekli olan; ışığın yoğunluğu, kalitesi, yönü ve periyodu gibi koşulları tespit ederler. Bitkinin bir günlük hayat düzeni kendini ışığa göre kuran bir "iç saat"in kontrolündedir. Bu aşamada neler olduğunu bilimsel olarak açıklamak gerekirse, bitkide ışığı görmekle görevli iki protein ailesi bulunur. Bu iki aileden biri, beş farklı çeşidi olan "fitokrom", diğeri ise iki farklı çeşidiyle "kriptokrom" adlı proteinlerdir. Bu proteinler aynı zamanda ışığı algılayabilen birer ışık reseptörüdürler. Bu sayede bitkinin içindeki saati, ışığın her an yaptığı değişikliklere göre kurmakla görevlidirler. 

Bitkiler sadece güneş ışığıyla yaşayamazlar; ihtiyaçları olan besinleri tatmak için dilleri yoktur ama yine de bunu başarmaları gerekir. Tat duyusu, topraktan mineral ve besinleri alan bitki kökleri için çok önemlidir. Arabidopsis (tere otu) adlı bitkide yapılan araştırmalarda, bir genin nitrat ve amonyum tuzlarının bol olarak bulunduğu yerleri tespit ettiği ortaya çıkarılmıştır. Bu gen sayesinde kökler gelişigüzel değil, besin yönünde gelişerek bilinçli bir hareket sergilemektedir. Nitratları tespit eden bu gen ANR1'dir. 

Bu gen dışında, Teksas Üniversitesi'nde yapılan diğer bir araştırmada "apiraz" adlı yeni bir enzim keşfedilmiştir. Kök yüzeyinde bulunan bu enzim, mantar gibi toprağa karışmış mikroorganizmaların ürettiği ATP'yi (adenozin trifosfat) tadabilmektedir. ATP molekülü doğada her zaman hazır olan kısa süreli bir enerji rezervidir. Apiraz, bitkinin ATP'yi alıp fosfat besinlerine dönüştürmesini daha sonra da emmesini sağlar. Bitkilerin bir çöpçü gibi hücre dışındaki ATP'yi toplayıp kullanılır hale getirmesi ise yeni keşfedilmiş bir mucizedir.

Tatma duyusu gibi dokunma duyusu da bitkilerde çok sık rastladığımız algılardandır. Venüs (Dionaea muscipula) gibi etçil bitkiler, üzerlerine konan böceği bir anda yakalarlar. Mimoza (Mimosa pudica) bitkisi ise en hafif dokunuşta bile ince yapraklarını aşağı doğru indirir. Bezelye ve fasulye gibi tırmanıcı bitkiler hassas dokunma duyuları sayesinde filizlerini sağlam desteklerin etrafına sararlar. Son yapılan araştırmalarda neredeyse bütün bitkilerin bu dokunma duyusuna sahip oldukları ortaya çıkmıştır. Bitkiler genelde yapraklara büyük zarar verebilecek rüzgarın şiddetine karşı da dokunma duyusunu kullanırlar. Rüzgar altında kalan bitkiler dokularını sertleştirerek tepki verir ve böylece şiddetli rüzgarlarda kırılmaktan kurtulurlar. Araştırmacılar, dokunma duyusunun güçlendirilmiş doku üretimine nasıl yol açtığını halen bulmaya çalışmaktadırlar. En çok üzerinde durulan teoriye göre, bitki sallandığında kalsiyum iyonları, hücrede kimyasal depo işlevi gören geniş odalardan yani vakuollerden hücre sıvısına geçer. Bu kalsiyum akışı bitki hareket ettiğinde veya bitkiye dokunulduğunda meydana gelen ilk harekettir. Bu hareket, saniyenin onda biri gibi bir hızla gerçekleşir. Daha sonra kalsiyum iyonlarının akışı hücre duvarlarının güçlendirilmesiyle ilgili olan genleri harekete geçirir ve son derece kompleks bir süreç sonunda dokunulan bölgede kalınlaşma olur.

Başta North Carolina Wake Forest Üniversitesi olmak üzere çeşitli merkezlerde yapılan araştırmaların sonucunda, bitkilerin belirli bir ses frekansını veya titreşimi algılayabildiklerinin düşünüldüğü belirtildi. Örneğin, Wake Forest'da yapılan bir deneyde, normal filizlenme oranı %20 olan turp tohumlarının, belirli bir frekanstaki sese uzun süre tabi tutulduklarında, filizlenme oranlarının %80-90 civarında arttığı görülmüştür. Araştırmacılar, elongasyon (uzama) ve tohum filizlenmesinde aracılık eden "giberellik asit" adlı bitki hormonunun, "işitmeden" de sorumlu olduğunu düşünmektedirler. 


Alıntıdır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi – 13

 Keser, Çekiç, Çivi


Erdal İnönü kendisine evde fare olduğu haber verildiğinde “Ben kedi miyim?” diye cevap vermiştir ama erkeklerin çoğunluğu evdeki tamiratları üstlenmeyi benimsemişlerdir. Bunun için gerekli ‘alet çantası’ herkesin merakına göre büyüyüp küçülse de, su tesisatı, elektrik işleri, yeni alınan aletlerin montajı erkek işi kabul edilir. Çamaşırlık, meyve odası, kiler, bodrum, odunluk, kömürlük ve nihayet balkonlara ve evin eski eşya konulan yerlerine saklanan aletlerin evde bulundurulması bu rol ve para tasarrufu için şarttır.


Braudel marangoz aletlerinin tarihinin çok eskiye gittiğini, Roma döneminde geliştirildiklerini ve İtalya’da bu mirasın korunduğunu bildirir. Türkçede bulunan İtalyanca sözcüklerin varlığı da böylelikle açıklanmaktadır. Fakat Türkçe sözcüklerde bile anlam kaymaları vardır. Sürmeneli kayıkçıların tek keserle kaç tonluk tekne yaptıkları bilinir, ama evdeki keser kesmeye değil, çivi çakmaya ve çekmeye, evde çekiç bulunduğunda ise adının tersine genellikle yalnızca çakmaya yarar.


Çivi konusu daha karışıktır. Eskiden mıh’la halk dilinde çivi karşılığı olarak kullanılan ve bugün bulmacalarda sorulan, yeğseri’den gelen enser/ ekser şimdiki çivilerden farklıydı. Örneğin, Trabzon’da örgü şişine çivi denirdi, bir adı da Oltu kebabıyla büyük şehirlerde de tanınan sözcükle ca idi. Evliya Çelebi İstanbul’da 100 dükkân, 200 neferle mıhçıyan, 1006 dükkân, 3000 neferle mismaran yani enserciyan ve 100 dükkân, 200 neferle burgucıyan esnafını birbirinden ayırt eder (Evliya Çelebi Seyahat-nâmesi, I. Kitap, s. 268 vd.).



Testere


Farsça destene sözcüğünden gelen testere bugün unutulan ene adlı bıçkının bir biçimi, el (dest) bıçkısı. Bahattin Ogel bıçkı, bıçak ve biçmek sözcüklerinin kökenlerini tartışmaktadır. Evliya Çelebi destereciyan esnafı için pirlerinin Beni İsrail’den Simail olduğu, Haleb’de Hazret-i Zekeriyya’yı ikiye biçmek için bu aleti icat ettiği bilgisini verir. İstanbul destereciyan esnafının piri ise Abdülgaffar Münşari’dir; “Selman-Paris beline şed bağlayup pir oldı” ve kabri Niğde şehri cephanesindedir. Bu esnaf dükkânlarında testere, bıçkı, minsar, erre ve keski satar. Bu aletleri satmayıp kullanan, ayrı bir esnaf kolu olarak örgütlenen bıçkıcılar ise marangoz sınıfı içinde yer alırlar.




Tornavida


Vidanın İO 5. yüzyılda Pythagorasçı filozof Tarentumlu Arkhytas tarafından geliştirildiği, Mısır’da İO 3. yüzyılda Arkhimedes tarafından alet yapımında kullanıldığı kaydedilmiştir. Romalıların iki taraftan vidalı pres ütüleri Pompeu harabelerinde bulunmuştur. İS 1. yüzyılda şarap ve zeytinyağı preslerinde ahşap vidalar yaygın biçimde kullanılmaya başlanır. Madeni somun ve vidalar Avrupa’da 1550’lerden itibaren yaygınlaşır.


Tornavida İtalyanca (toma-vite) olduğu gibi, vida da Italyancadan gelir. Cıvata İtalyanca giaveta, somun Fransızca saumon, menteşe Farsça bend-fceje, perçin Farsça perçin'den gelir. Eskiden Türkçe burgu da varmış.

Artık tornavidaların yalnız yıldızı değil, mıknatıslı ve elektrikli olanları da var.



Kerpeten, Pense


Sözcüğün Arapçaya da (kelbetan) Farsçadan geçtiği söylenmektedir.

Kerpetenin aynı zamanda nalbant ve dişçi aleti olduğunu biliyoruz. Avrupa’da namlı işkence aletlerindendi, adını da, Eski Fransızca pinchure, İngilizce pincers, yani çimdiklemekten, kıstırmak, sıkıştırmak, tutam tutam yolmaya kadar anlam kazanan fiil kökünden alır.



İngiliz Anahtarı, Kargaburun


İngilizlerle anahtar konusunda tam anlaşamıyoruz. Onlar bizim anahtar dediklerimize genel olarak spanner derken, kargaburun çeşitlerine plier ve bizim İngiliz anahtarının çeşitlerine de, kullanım yerine göre, ikisini veya wrench diyorlar. Wrench türleri içinde İngiliz anahtarına karşılık gelen pipe (boru) ve monkey (maymun) urench’dir. Wrench burkma, bükme, zorla çevirip koparma anlamlarıyla 1460’den beri İngilizcede kaydedilmiştir, 1552’den beri alet adıdır, monkey biçimi 1750’den beri bilinir. Böylece Fransız somununu, İngiliz anahtarıyla çeviririz. Bu aleti anahtara benzetenler Fransızlardır; biz Fransızcası clef anglaise'in çevirisini kullandığımıza göre, Fransızlar da Ingiliz anahtarını kullanıyorlar. 


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


29 Mayıs 2022 Pazar

DÎNİ SÖZLÜK “A”

 ÂHİR ZUHUR:

 

Cumâ namazının dört rekat son sünneti ile iki rekat vaktin sünneti arasında kılınan dört rekatlık namaz.

 

Şehirde bir kaç câmide Cumâ namazı kılınabilir. Fakat Hanefî mezhebinin bâzı âlimleri ile üç mezhebin çoğunluğu bir câmiden fazla yerde Cumâ kılınmaz dedi. Bunun için şehir olduğu ve Cumâ'nın kabûl olması şüpheli bulunan yerlerde "Üzerime son farz olan kılmadığım öğle namazını kılmaya" diye niyyet ederek âhir zuhur kılmalıdır. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

ÂHİRET:

 

İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Kim de mü'min olduğu hâlde âhireti ister ve onun için gereken şekilde çalışırsa, işte onların çalışmaları makbûl olur. (İsrâ sûresi: 19)

 

Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış. Âhiret için orada sonsuz kalacağına göre çalış. Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itâat et. Cehennem'e dayanabileceğin kadar günâh işle. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)

 

Sizden öncekiler, âhiret işleri ile uğraşıp, sâdece artan zamanlarını dünyâ işlerine harcarlardı. Siz ise, bugün hep dünyâ işleri ile uğraşıyor, zaman kalırsa âhiret işlerini yapıyorsunuz. (Avn bin Abdullah)

 

Âhireti düşünmek akıllılığın alâmeti, kalbin canlılığıdır. (Ebû Süleymân Dârânî)

 

Bir kalbde, âhiret arzusu çoğaldıkça, dünyâ düşüncesi o kalbden kaybolur. (Ali Müzeyyen)

 

Allahü teâlânın bildirdiği bir âhiret günü bin dünyâ senesi kadardır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir. Niçin bu kadar zaman olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir. Çünkü âhirette, dünyâda bulunan gece, gündüz, ay ve sene yoktur. (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

 

Âhiret Âlimi:

 

Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.

 

Denildi ki, şunlar Âhiret âlimlerinin alâmetlerindendir: Haşyet (Allah korkusu), tevâzu (alçak gönüllülük), güzel ahlâk ve zühd (dünyâya rağbet etmemek). (İmâm-ı Gazâlî)

 

AHKÂF SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin kırk altıncı sûresi.

 

Ahkâf sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Otuz beş âyettir. Yirmi birinci âyet-i kerîmede geçen Ahkâf kelimesi sûreye isim olmuştur. Ahkâf, uzun ve yüksek kum yığınları demektir. Sûrede adı geçen Ahkâf, Arabistan'ın güneyinde Umman ile Mehre arasındaki kumluk bölgedir. Bu hususta başka rivâyetler de vardır. Hûd aleyhisselâm, Âd kavmini(milletini) burada îmâna dâvet etti, çağırdı. Sûrede, Allahü teâlânın birliğinin delilleri, şirkin (cenâb-ı Hakk'a ortak koşmanın) yanlışlığı bildirilmekte, inananların, Allahü teâlâdan korkarak günahlardan sakınanların büyük mükâfâtlara kavuşacakları müjdelenmekte, mü'minlerin, analarına, babalarına iyi davranmakla mükellef (yükümlü) oldukları, dünyânın fânî, geçici varlığına ve lezzetlerine kapılmanın uygun olmadığı anlatılmakta, Âd kavminin kıssası ve Hûd aleyhisselâma inanmamaları, ona karşı gelmeleri netîcesinde acı bir azabla helak oluşları haber verilmekte ve daha başka konular yer almaktadır. (Abdullah ibni Abbâs, Senâullah Dehlevî)

 

Kur'ân-ı kerîmde Ahkâf sûresinde buyruldu ki:

 

"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra istikâmet üzere bulunanlara (evet) onlara (kıyâmet günü) korku yoktur. Onlar (ölürken) mahzun da olmayacaklardır. (Âyet: 13)

 

Hâlâ şu hakîkati bilmedilermi ki gökleri ve yeri zahmetsiz, yorulmadan yaratan Allahü teâlâ, ölüleri de diriltmeye kâdirdir. Evet O, her şeye elbette kâdirdir, gücü yetendir. (Âyet:

 

33)

 

(Habîbim) Ülü'l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Âyet: 35)

 

Kim Ahkâf sûresini okursa, onun için, dünyâdaki kumların her birine karşılık on sevâb yazılır. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-tenzîl ve Esrârü't-te'vîl)

 

AHKÂM:

 

Hükümler. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları. Hükm'ün çokluk şeklidir.

 

Peygamberler aleyhimüsselâm, Allahü teâlânın kendilerine melek (Cebrâil) ile bildirdiği ahkâmı kendi zamanındaki insanlara noksansız olarak bildirmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)

 

Kur'ân-ı kerîm, bütün peygamberlere aleyhimüsselâm gönderilmiş olan ahkâmı ve daha fazlasını kendisinde toplamıştır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyen, kulluk vazîfesini yapmamış olur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Ahkâm-ı Şer'iyye:

 

İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.

 

Ahkâm-ı şer'iyye sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mübah, haram, mekruh, müfsid. (İbn-i Âbidîn)

 

Bütün insanlara her şeyden önce lâzım olan, îtikâdı (inancı) düzeltmektir. Yâni doğru bir îmân sâhibi olmaktır. İkinci olarak, ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmektir. (Ahmed Fârûkî)

 

Beden, ahkâm-ı şer'iyyeyi yapmakla süslenince, nefs dünyâ kötülüklerinden ve zararlarından kurtulur. (Ahmed Fârûkî)

 

Îmân muma benzer. Ahkâm-ı şer'iyye mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca da îmân söner. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi yerine getirmek kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Bir çok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır, hastalara ise güçtür. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ahkâm-ı Fıkhiyye:

 

Fıkıh ile ilgili hükümler. Bedenle yapılması ve sakınılması lazım gelen şeyler, emirler ve yasaklar

 

Her müslümanın kendisine lâzım olan ahkâm-ı fıkhiyyeyi öğrenmesi ve yapması lâzımdır (Yûsüf Sinâneddîn Âmesi).

 

Ahkâm-ı fıkhiyye dört büyük kısma ayrılır: 1- İbâdât (Namaz, oruç, zekât, hac, cihad), 2-Münâkehât (Evlenme, boşanma, nafaka ve dalları), 3- Muâmelât (Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs), 4- Ukûbât (Cezâlar). (Ahmed Zühdi Efendi)

 

Ahkâm-ı İctihâdiyye:

 

Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.

 

Ahkâm-ı Mâneviyye:

 

Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgiler, tasavvuf bilgileri.

 

Peygamber efendimizin vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin ahkâm-ı mâneviyyesini, ümmetinin yüksek (olgun) olanlarının kalblerine akıtmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

AHLÂK:

 

İnsanda yerleşmiş huylar. Hulkun çokluk şeklidir.

 

İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Câmi'us-sagîr, Künûz-üd-dekâik)

 

İnsanları memnûn etmek için malınız yetmez. Ancak güleryüz ve güzel ahlâkla onları memnun edebilirsiniz. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)

 

Allahü teâlânın en sevdiği şey, güzel ahlâktır. (Hadîs-i şerîf - Ahlâk-ı Celâlî)

 

İçinizde en sevdiğim kimse, ahlâkı en güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-müfred)

 

İslâm âlimlerinin çoğuna göre insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak kötü huyları meydana getirir. (Ali bin Emrullah)

 

Ahlâk İlmi:

 

Kötü huylardan uzaklaşıp, güzel huylar edinme yollarını öğreten ilim.

 

Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzumlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir. Kuvvetli rûhlar ahlâk ilmi sâyesinde güzel ahlâk sâhibi olur. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşur. (Ali bin Emrullah)

 

Ahlâk-ı Hasene:

 

Güzel huylar. Dînin ve aklın beğendiği huylar.

 

Ahlâk-ı hasenenin alâmeti, insanlardan gelen sıkıntı ve eziyete katlanmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Ahlâk-ı hasenenin on alâmeti vardır: Çok îtirâz etmemek. Adâlet sâhibi olmak. Kendini beğenmemek. İnsanların ayıplarını örtmek. Müslüman kardeşinin kusurunu görünce hüsn-i zân etmek (onu iyiye yorumlamak ve hakkında iyi düşünmek). Başkasından gelen eziyet ve sıkıntılara katlanmak. Nefsine (kendine) zulmetmemek. Kendi ayıplarına bakıp başkalarının ayıplarını araştırmamak. Herkese karşı güler yüzlü, yumuşak ve tatlı sözlü olmak. (Yûsuf bin Esbat)

 

Ahlâk-ı İlâhiyye:

 

Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.

 

"Velî olmak için ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmalıdır." demişlerdir. Bu sıfatlar evliyâda meydana gelir. Fakat bu benzerlik yalnız isimdedir ve uygunluk sıfatların topluluğundadır. Yoksa sıfatların husûsiyetlerinde berâber olunmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Allahü teâlânın bir ismi "Melik"tir. Bu, her şeye hâkim, gâlib demektir. Talebe tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, gâlib olur ve başkalarının kalblerine tesir etmeğe başlarsa ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmış olur. Allahü teâlânın bir ismi de Semi'dir. Yâni işiticidir. Talebe, doğru sözü herkesten kabul eder ve gizli hakikatleri, can kulağı ile duyarsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Basîr"dir. Yâni Allahü teâlâ herşeyi görür. Talebenin kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile kendi ayıblarını ve başkalarının iyi huylarını görürse yâni başkalarını kendisinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü göz önünde bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Muhyî"dir. Yâni Allahü teâlâ dirilticidir. Talebe unutulmuş sünnetleri canlandırır, meydana çıkarırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bir sıfatı da "Mümit" öldürücü demektir. Talebe sünnetlerin yerine yerleşmiş olan bid'atleri, dinde sonradan çıkarılıp din diye yapılan şeyleri men eder yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar bunlar gibidir. (Hâce Muhammed Pârisâ)

 

Ahlâk-ı Zemîme:

 

Kötü ahlâk. Dînin ve aklın beğenmediği huylar.

 

İnsana dünyâda ve âhirette zarar veren her şey, ahlâk-ı zemîmeden meydana gelmektedir. Zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. (Ali bin Emrullah)

 

Ahlâk-ı zemîme kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb olur. En kötü huy, küfür yâni îmânsızlıktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kendinde ahlâk-ı zemîme bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. (Hâdimî)

 

AHMAK:

 

Aklı az, görüşü kısa olan.

 

Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah'ın rahmetini bekler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım. (Îsâ aleyhisselâm)

 

Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur. (Hazret-i Ömer)

 

Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur. (İbn-i Hibbân)

 

Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Ca'fer-i Sâdık)

 

Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır. (Sırrî-yi Sekatî)

 

Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Temel Dini Bilgiler "32 ve 54 Farz ve Tuvalet Adabı

32 FARZ

Namazın farzları 12’dir. 6’sı içinde 6’sıda dışındadır. Dışındakilere şart, içindekilerede Rükun denir.

DIŞINDAKİLER:

1 – Hadesten Taharet: Abdesti olmayanın abdest alması, cünüp olanında gusülabdesi almasıdır.

2 – Necasetten Taharet: Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olmasıdır.

3 – Setr-i Avret: Avret yerlerini örtmek.

Erkeklerde göbeğin üstünden diz kapağının altına kadar.

Kadınların iç yüzü, elbilekleri ve ayak topukları müstesna her yerinin örtülmesi lazımdır.

4 – İstikbâli kıble: Namaza başlamadan kıbleye (Kabeye) dönmektir.

5 – Vakit: Namazın vaktinin girmesini beklemek.

6 – Niyet: Kılacağı namaza niyet etmek.

İÇİNDEKİLER:

1 – İftitah tekbiri: Namaza haşlarken alınan ilk tekbir.

2 – Kıyam: Namazda ayakta durmak.

3 – Kıraat: Namazda Kur’an-ı kerim okumak.

4 – Ruku: Namazda rukuya varmak.

5 – Sucut (Secde): Namazda secdeye varmak.

6 – Teşhhüt miktarı oturmak; Son oturuşta ettahiyyatü’yü okuyacak kadar oturmaktır.

İMANIN ŞARTI 6’DIR.

1 – Allah’ın birliğine inanmak.

2 – Meleklere inanmak.

3 – Kitaplara inanmak.

4 – Peygamberlere inanmak.

5 – Öldükten sonra dirilmeğe inanmak.

6 – Hayır ve şerrin Allah’dan geldiğine inanmak.

ISLAMIN ŞARTI 5’DİR

1 – Namaz kılmak.

2 – Oruç tutmak.

3 – Zekat vermek.

4 – Hacca gitmek.

5 – Kelime-i şahadet getirmek (Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu.)

ABDESTİN FARZI 4’DÜR

1 – Ellerini ve yüzünü yıkamak.

2 – Kollarını dirsekleriyle beraber yıkamak.

3 – Başın dörtte birine mesvetmek.

4 – Ayaklarını küçük topukları ile beraber yıkamak.

GUSLÜN FARZI 3’DÜR

1 – Ağzına dolu dolu su alarak çalkalayıp yıkamak.

2 – Burnuna dolu dolu su alarak yıkamak.

3 – Bütün vücudunu hiç kuru yer kalmadan yıkamak.

TEYEMMÜN’ÜN FARZI 2’DİR

Teyemmün, suyun bulunamadığı yerde, temiz toprakla yapılan abdesttir.

1 – Niyet etmek (Şöyle niyet edilebilir: Niyet ettim Allah rızası için Teyemmün almaya).

2 – Ellerini temiz toprağa vurmak, yüzlerini ve kollarını meshetmektir.

ELLİ DÖRT FARZ

1. Allah Tealayı zikretmek :

Zikir iki türlüdür. Lisan ile zikir, kalb ile zikir. Birinci nev’i

zikir zikir sahibini imana, ikinci nev’i Cennet’e erişitirir. Zikirden

maksat, Allahü Teâla’nın varlığını, birliğini, yüceliğini, kudretini,

rahmetini bildiren sölerle O’nu anmaktır. En güzel zikir sözleri

Kur’an-ı Kerm’de, Resulullah’ın hadislerinde ve evliyaullah’ın

kitaplarındadır. Namazlardan sonra okunan tesbihler zikirdir, güzel bir

çiçeğe hayran kalarak Allah! Allah!” demek zikirdir. Yemeğe başlarken

“Bismillahirrahmanirrahim”, yemekten sonra ” Elhamdüliilah” demek hep

zikirdir.

  • Helalinden kazanıp, yemek içmek
  • Abdest almak
  • Beş vakit namaz kılmak
  • Cünüplükten yıkanmak
  • Kişinin rızkına Allah’ın kefil olduğunu bilmek :

Kur’an-ı Keri’de Cenab-ı Hakk’ın, bütün canlı yaratıkların rızkına kefil olduğu, her nerede olursa olsun rızkını ona eriştireceği beyan buyurulmaktadır.

  • Helalden temiz elbise giymek
  • Allah’a tevekkül etmek
  • Kanaat etmek
  1. Nimete karşı şükretmek
  1. Allah’tan gelen kazaya razı olmak
  1. Allah’tan gelen belaya sabretmek
  1. Günahlardan tövbe etmek
  1. İhlasla Allah’a ibadet etmek
  1. Şeytanı düşman bilmek
  1. Delil ve hüccet ile amel etmek:

Yani dünyada yapacağı her işin İslam’a uygun olup olmadığını sorup raştırmak ve ona göre hareket etmek.

17. Ölüme hazırlanmak :

Ölümü düşünmek ve hesap gününde müflis olmamak için hayırlı ve yararlı işler yapmağa çalışmak, azgınlıktan vazgeçmek.

18. Allah’ın sevdiğini sevip, sevmediğinden uzak durmak:

Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık etmek. bu farz çok mühimdir. Her müslüman şuna son derece riayet etmelidir: Bir müslüman asla bir din düşmanını seveme. Allah’a ve Resülü’ne isyan eden, onlara düşmanlık besleyen, İslam’ın kurallarını tanımayankâfirlere ve mürtedlere düşman olmak mecburiyetindeyiz. Allah ve Resülünün dostlarını da candan sevmemiz gerekir.

  1. Ana-babaya iyilik etmek
  • İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak
  • Akrabayı ziyaret etmek
  • Emanete hiyanet etmemek
  • Gücü yetenler için hacca gitmek
  • Allah’a ve Peygamberine itaat etmek
  • Günahlardan kaçıp Allah’a sığınmak
  • Müslüman idarecilere itaat etmek
  • İbret Almak :

Bir müslüman her şey’e ibret ve tefekkür gözüyle bakmalıdır. Geçmiş milletlerin ve kavimlerin tarihini, etrafındaki canlı ve cansız alemi, kâinatın düzenini ibret gözüyle müşahede ve tetkik eden kimse Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini anlar.

  • Tefekkür etmek, düşünmek
  • Dili kötü sözlerden korumak
  • Oruç tutmak
  • Kimse ile alay etmemek
  • Harama bakmamak
  • Sözünde doğru olmak
  • Kulağı, yasak şeyleri dinlemekten alıkoymak
  • İlim öğrenmek
  • Ölçü ve tartıyı doğru yapmak
  • Allah’ın azabından korkmak
  • Allah uğrunda cihad etmek
  • Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek
  • Nefsin arzularına uymamak
  • Allah yolunda yemek yedirmek
  • Yetecek kadar rızık kazanmak
  • Zekatı vermek ve fakirlere yardım etmek
  • Hayız ve nifas hallerinde zevceye yaklaşmamak
  • Bütün günahlardan kalbi arındırmak
  • Kendini büyük görmemek
  • Büluğa ermemiş yetimin malını korumak
  • Livatadan (cinsi sapıklıktan) sakınmak
  • Beş vakit namaza devam etmek
  • Haksız yere kimsenin malını yememek
  • Allah’a eş koşmamak
  • Zinadan sakınmak
  • İçki içmemek
  • Yalan yere yemin etmemek ve yalan konuşmamak.

Tuvalete girerken “Allahım bütün zararlı varlıklardan sana sığınırım” demek, çıkarkende “Bana eziyet veren şeyleri benden gideren Allaha hamdolsun” demek sünnettir.

TUVALET ADABI

1- Lafza-i Celâl yazılı yüzük ve Kur’an ayetleri ile tuvalete girilmez.

Yüzük avuç içine çevrilebilir. Ayetler naylona sarılabilir.

2- Tuvalete girmeden önce “Euzü Besmele” çekmeli, çıkarken “Elhamdülillah” demelidir.

3- Tuvalete girmeden önce çoraplarımızı çıkarmalı, pantolonumuzu suyun sıçramayacağı kadar katlamalıyız.

4- Allah ve Peygamber ismi yazılı bir şey yanında bulundurmamalıdır.

5- Tuvalete sol ayakla girmeli sağ ayakla çıkmalıdır.

6- Kıbleye, aya, güneşe karşı önünü ve arkasını dönmemeli, konuşulmamalı zikredilmemeli.

7- Tükürülmez ve sümkürülmez.

8- Def-i hacet yaparken avret mahalline ve pisliğe bakılmaz.

9- Otururken sol tarafa meyletmelidir.

10-Tuvalet taşını ve tuvaletin kirli taraflarını temizlemelidir.

11-Tuvalet taşına dışkı ya da sidik gibi şeyleri bulaştırmamalıdır.

12-Taharet yaparken su ile temizlenmelidir.

13- Ayakta bevl edilmemelidir.

14- Def-i hacet anında mukaddes şeyler düşünülmemelidir

Choular’ın Zaferi ve Sonuçları

 Chou prensliği, bugünkü Shen-si’nin bulunduğu topraklarda kurulmuştu ve savaşçıları arasında pekçok Junğdan başka, Çinliler’e sınır baskınları düzenleyen kişiler de vardı. Aynı günlerde Aheyler Tru-va’yı yıkmışlar; Hyung-nular Gobi’yi baştan sona ele geçirmişler, Chou hükümdarı Wen-wang ise, “sarı saçlı (ve hatta kara saçlı) barbarlarla, deniz ile Tibet dağlık bölgeleri arasının fetih işini tamamlamış” ve oğluna “kaplan ve kurt yürekli” kalabalık bir savaşçı güç bırakarak, Shang-Yin devletini ele geçirmekle görevlendirmişti. 

Babasının buyruğuyla harekete geçen Wu-wang, pusatlarını kuşanmış; Huang-ho nehrine kadar varmış, fakat hezimete uğramıştı. Aradan iki yıl geçtikten sonra, M. Ö. 1027’de yeni bir saldırıda bulunmuş, fakat bu defa başarılı olmuş ve Shang-Yin devleti yıkılmıştı. Pek çoğu köle yapılmış olan mağluplar, Chou kumandan ve devlet erkanının insafına terkedilmişler; onlar ise bütün bir kabileyi affetmişlerdi. Kölelerin çoğu Shang-Yin’in komşuları olan doğulu “İ” [Yih]ler ve güneyli “Man”lardı. Chou hükümdarı, büyük Huang-ho ve Yang-tse nehirleri arasıyla sahillerini tamamen ele geçirmişti.

Shang hanedanının yıkılışı konusunda, kesinlikle birbirini tutmayan üç görüş var. Avrupalı tarihçilere göre Shang hükümdarlığı, batıdan Huang-ho Vadisi’ne sarkan Chou kabilelerinin saldırıları neticesinde yıkılmıştır. Feodal Çin tarihi kaynakları, Shang hanedanının soysuzlaştığını ve 1066’da Chou hanedanını işbaşına getiren devlet darbesinin ileri doğru atılmış bir adım olduğunu varsaymaktadırlar. Ve nihayet, iç karışıklıklardan faydalanan Choular’ın iktidarı

zorla ele geçirdikleri görüşünü ileri süren Kuo Mo-jo ise, bu darbenin sadece Çin’in parçalanması ve yıkılmasına yol açtığının altını çizmektedir. Chou devleti, hükümdarın hâkimiyetini sadece göstermelik olarak kabul eden bağımsız ülüş sahibi prenslikler tarafından 1855’de kurulmuştu.

Bazı tarihçiler, bu dönemi Çin feodalizminin başlangıcı olarak kabul ederler.

Acaba, küçük prenslerin toprak ıslah işleriyle nehir kenarlarına bent çekilmesini organize etmeleri yüzünden mi ülkenin birçok prensliğe bölünmesi halkın işine gelmemişti? Mülkiyet, kesinlikle sona ermişti.

Ayrıca, ideoloji de değişmişti: “Dünyanın hâkimi olan tanrıların en yücesi Shang-ti hakkındaki düşünceleri karanlığa gömen Choular, yeni bir naturalist din ve kahramanlar kültünü getirmişler” ve insanların tanrılara kurban edilmesi geleneğini ortadan kaldırmışlardı. Böylece etnik bir kaynaşma başlamıştır ki, bunun sonucu olarak, Çinliler arasında gaga burunlular ve gür sakallılara rastlanmıştır.  

Kabiliyetli ve çalışkan Çin halkı, düzenli ve sakin bir hayat için can atıyordu, ama böylesine parçalanmış bir toplumla bunu gerçekleştirmek imkansızdı. Hükümdarlık yönetimi, onun karşısında acz içindeydi. Prenslikler, zaman içinde komşularının aleyhine genişlemeye başlamışlardı. Ch’un-ch’ü döneminde (“Baharlar ve Sonbaharlar”, 722-480 yılları) sadece 124 büyük prenslik vardı. Daha sonraki Chan-kuo (“Muharip Hükümdar”, 403-221 yılları) döneminde ise, ancak yedi büyük ve üç küçük prenslik kalmıştı. Bu devre, “Shang-shu” isimli eserin klasik taksimini inceleyen “Yü-kung” coğrafî çalışmasında gösterilmiştir. “Yü-kung”un tasvirleri, Kuzey Çin hükümdarlığının çağdaş Sih-ch’uan (Sıçuan okunur) bölgesiyle ilişki içinde bulunduğu “Baharlar ve Sonbaharlar” dönemine aittir ki, eserde işaret edildiği gibi, burada demir filizi işlenmekteydi. 

“Yü-kung”da anlatıldığına göre Çin, Huang-ho ile Yang-tse’nin orta akımlarıyla, Kuang-tung’u da içine alan Yang-tse’nin ağzından güneye doğru uzanan sahiller arasındaki bölgeyi kapsayan dokuz eyalete ayrılmaktadır. Yazar, güneye Annam adını vermekte; fakat batı bölgelerinde yeralan Tibet, Ch’ing-hai, Hsi-ang, Kan-su, Yünnan ve Kui-chou (Guycav okunur) konusunda ise herhangi bir bilgi vermemektedir. “Dağ, orman ve çölleri ele geçirmiş olan güçlü ve cesur barbarlar -”Yü-kung”un yazarı onları bu şekilde tasvir etmektedir- “ merkezi doğunun kültürünü Batı Akdeniz ve Güney Hint kültüründen uzun bir süre ve kesin bir şekilde ayırmışlardı.”

Peki, Doğu ile Batı’yı birbirinden ayıran bu barbarlar kimdi? Bunlar, o dönemde kervan yollarının geçtiği yönde, oldukça kuzeyde yaşamakta olan Hyung-nular olamazlardı.

Bu karmaşık soruya, antik batı tarihçileri ve özellikle de Ptolemaeus kısmen ışık tutmaktadır. Ptolemaeus, içinde bulunduğu çağda, Çin topraklarına iki ayrı halkı yerleştirmektedir: “Hsin”ler ve “Ser”ler. “Ser”lerin güneyinde yer alan “Hsin”lerin başkenti, Tina idi ve Kattigar limanın iç kısımlarında yer almıştı.

O dönemde ulaşılması çok zor olan oldukça uzak bir bölgenin coğrafî yönden tasviri hayalî olarak kabul edilmezse, Ptolemaeus’un haritası, aşağı yukarı doğrudur. Ancak, bizi burada tamamen başka bir şey ilgilendiriyor: “Hsin”ler, kesinlikle Ch’in dönemi Çinlilerinin uzantılarıdır ve Parth ve Roma İmparatorluğu’nu Serika ipeğiyle besleyen “Ser”lerle özdeşleştirilemezler. “Ser”ler, başka bir yerde “Hsin”lerden daha önce zikredilirler. Mesela, Greko-Baktria Hükümdarı Eutydemus, M. Ö. takriben 200’de, hâkimiyet alanını “Faunaların ve “Ser”lerin bulunduğu” doğuya kadar genişletmişti. Bilahere, büyük kervan yolunda ipek ticareti yoluna girince, “Ser” kelimesi Çinliler için değil, Tarım Havzası’na ipek gönderenler için kullanılmaya başlandı.

Daha da önemlisi, Thompson’un “saçma” olarak nitelediği “Ser”ler hakkındaki bilgilerin, Seylan elçilerinin rivayetlerine dayanmış olmasıdır. Onlara göre Serler, gür ve sarı saçlı, mavi gözlü insanlardır. “Yemod”da yani Himalayalar’da yaşarlar. Yule, bu bilgileri mesnetsiz bir şekilde gerçek dışı kabul ederek, reddeder. Halbuki Pse-udo-Arrian, (Perikles, Erythreia Denizi, § 39, 49, 64) Serler’in ülkesinden Baktria, oradan da Hint savanlarına uzanan bir yoldan bahseder. Binaenaleyh, Seylanlılar’ın Serler’le karşılaşmış olmalarında şaşılacak bir şey yoktur. Tomson’un raporlarına göre “Serika” toprakları, Kaşkar’dan “Bautlar”ın yani Tibetli-Botlar’ın kuzeyindeki Kuzey Çin’e kadar uzanıyordu. Bu bölge, gerek coğrafî açıdan ve gerekse fizikî özellikler itibariyle Serler’le özdeşleştirebileceğimiz Ti kabileleri tarafından iskân edilmişti.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak