M.Ö. XVIII. Yüzyılda, Kuzey Çin’de önemli yankılar bırakan iki olay meydana gelmişti. 1797’de Çin devlet erkanından Kung-liu, itibardan düşerek batıdaki Junğlar’a kaçmış, küçük bir taraftar grubu da onunla birlikte gitmişti. Böylece o, burada kendisi için küçük bir şehir kurarak, Çin Hsia hükümdarlığına karşı bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak, tarihî kaynakların bildirdiklerine göre, Kung-liu’nun “batısı Junğlar tarafından çevrilmişti. Bununla birlikte, tam 300 yıl boyunca Çinli göçmenler Junğlar’la tam olarak kaynaşmamışlar ve 1327’de onların torunları Junğlar tarafından başlarındaki prensleri Shan-fu’yla birlikte kovulunca, eski vatanlarına geri dönerek Ch’i-shan [Ts’i-shan] eteklerindeki Shen-si’nin kuzeyine yerleşmişlerdi. Böylece, kabilelerin yeniden birbiriyle kaynaşması sonucunda, bu defa Chou hanedanı vücuda gelmişti. Henüz küçük bir prenslik durumunda bulunan Chou, Junğlar’a karşı savaşmış ve M. Ö. 1140-1130’da Prens Ch’ang, Junğlar’ı King ve Luo (Kan-su eyaletinde) nehirlerinden kuzeye sürmüştü.
Junğlar, bir süre Choular’ın tebaası olmuşlar, fakat M. Ö. takriben X. Yüzyılda “bozkırlıların itaati sona ermiş, kanlı çarpışmalar başlamıştı.” Junğlar kaybettikleri toprakları geri almak istiyorlar; Çin’in birçok prensliklere ayrılmış olması da onların işlerini kolaylaştırıyordu.
Aynı günlerde bozkırlarda, Gobi’nin güney uçlarında yeni bir halk yüzeye gelmişti: Hunlar. Zaten oralarda uzun süredir H’yenyun ve Hun-yü kabileleri göçebe halde yaşıyorlardı.
Ancak, her ikisi de Hyung-nular olarak kabul edilemezdi. Çünkü, o dönemde Hyung-nular henüz yoktu. Hsia hanedanı yıkılır yıkılmaz, sürgünde ölmüş olan hükümdar Tse-kui’nin son oğlu Shung Wei, ailesi ve tebaasıyla birlikte kuzey steplerine göçetmişti. Klasik Çin tarihî kaynaklarına göre Shung Wei, Hyung-nular’ın ataları olarak kabul edilir. Bu tarih geleneğine göre Hyung-nular, Çinli göçmenlerle bozkırlı göçebe kabilelerin karışmasından türemiştir. Şüphesiz bu efsanevî bilgiler, neredeyse tamamıyla tarihî gerçekler tarafından reddedilmektedir. Öyle de olsa, bu efsanelerde rasyonal bir gerçeği aramak, bütünüyle reddedilemez. Hsia devrinin varlığı da bu efsanelere dayandırıldığı için, Shang dönemi salnamelerinde inkar edilmekle birlikte, Kuo Mo-jo gibi eski Çin tarihinin septik araştırmacıları ve hatta Hsia ile ilgili hikayelerin efsaneden ibaret olduğunu kabul eden Lattimore dahi, böyle bir hanedanın varolduğunu kabul etmekte ve eski devirlerde “Hsia” kelimesinin “Çin” anlamına geldiğini ileri sürmektedirler. Yine onlara göre Hsia hanedanının tarihi, neolitik kara seramik kültürünün tarihleriyle örtüşmektedir. Dahası, Hsia ile Shang kültürleri arasında bariz farklar olduğunu farzeden Lattimore, onların yaşadıkları dönemlerin senkronik açıdan birbiriyle kısmen uyuştuğunu ileri sürmektedir. Her ne olursa olsun, geçmişte iki kabilenin çatıştığını ve bu savaştan birinin galip çıktığını kabul etmek gerekir. Çünkü, böyle bir mağlubiyetin neticesi olarak, münhezimlerin bir kısmı, düşmanları tarafından ele geçirilmiş ana vatanlarının sınırlarından uzaklaşarak komşu kabilelere sığınmışlardır.
Peki, acaba Shung Wei’in silah arkadaşlarının kendileriyle karışıp kaynaştıkları şu esrarengiz H’yenyun ve Hun-yü kabileleri kimdi? Eski dönemlerde Çinliler, Gobi’nin uç kısımlarına “Kumlu Sha-sai Ülkesi” derler ve buraları Ting-lingler’in ülkesi olarak kabul ederlerdi. Antropolojik verilere göre de, o dönemde buralarda dolikosefal Avrupaî tiplerle, uzun yüzlü Mongoloidler, yani Çinliler birbirleriyle karışmışlardı. Aynı dönemde geniş yüzlü Mongoloid tipler, Gobi’nin kuzeyini vatan edinmişlerdi.
H’yenyun ve Hun-yü kabilelerinin, M.Ö. III. Binyılda steplerde Çinliler’in ataları olan “karabaşlar” tarafından sıkılıp çıkarılan Kuzey Çin yerlilerinin torunları olduğu neticesini çıkarabiliriz. İşte Shung Wei’le birlikte gelen Çinliler’in bu kabilelerle karışıp kaynaşması sonucunda, ilk etnik unsur olarak proto-Hunlar şekillenmiş; bilahere bunların kumlu çöllere çekilmesiyle birlikte, daha sonraki dönemlerde Hyung-nular ortaya çıkmıştır. Demek ki, Halha ovalarında yeni bir kaynaşma vukû bulmuş ve bunun sonucunda da tarihî Hyung-nular yüzeye gelmiştir. O döneme kadar bunlara “Hu”, yani bozkırlı göçebeler denilmekteydi. Böylece Hyung-nular, çöle hükmetmeyi başaran ilk millet olmuştur ki, bunu başarabilmek için de güçlü, kuvvetli ve dayanıklı olmak şarttı.
Doğu Bozkırlarının Tabiî Yapısı
Orta Asya, dört bir yandan dağlarla çevrilidir. Kuzey-batısında uzanan Sayan-Altay sıradağları, onu soğuk ve nemli ormanlarla kaplı Sibirya’dan ayırır. Bir deniz gibi uzanan Gobi Çölü, Orta Asya’yı ikiye böler. Çinliler’in bu çöle Han-hai Denizi ismini vermeleri de tevekkeli değildir. Prjevalskiy, Gobi’yi şöyle tasvir ediyor: “Tam bir hafta boyunca, çölden başka bir şey göremezsiniz. Göreceğiniz tek şey, orada burada uçsuz bucaksız vadiler, bunların üzerinde bir yıl öncesinden sararıp kalmış kuru ve parlak bitki örtüsünden başka, gâh kesif kayalıklar, gâh meyilli tepelerdir. Bu tepelerin üzerinde ise, bazan çok hızlı koşan antilopların siluetlerini görür gibi olursunuz.” Gobi Çölü’nde antiloplardan başka, XIX. Yüzyıla kadar mevcudiyetini sürdüren vahşi develer ve çok miktarda kemirgenler de bulunurdu. Eski Çinliler için bu çöl yaşanacak bir yer değildi.
Orta Asya’nın güneydoğu sınırlarında Yin-shan sıradağları (Büyük Kingan’ın meridyonal uzantıları) uzanır ve Liao-hsi Dağları’yla birleşir. Bu dağların eteklerinde hiçbir zaman gür ormanlar, bol miktarda av hayvanları, tırnaklılar ve kanatlılar olmamıştır. Yin-shan’ın kuzey tarafları ise bozkırla birleşirler.
Huang-ho dirseğinden batıya doğru Alashan Çölü uzanır. Prjevalskiy şöyle yazmaktadır: “Her on ve hatta yüz kilometrede, yolcuyu sıcaklığıyla boğup atmaya veya kum yığınları altına alarak yutmaya hazır halde bekleyen çıplak ve kayar kumlara rastlarsınız. Bu tepeler arasında bir damla su yoktur. Ne bir vahşi hayvan, ne bir kuş görürsünüz. Sadece, kazara yolu buralardan geçen insanları yutmaya hazır ölü bir çölün korkunç ruhudur sizi bekleyen.” Çölün güneyinden itibaren, Nan-shan sıradağ sistemine bağlı yüksek tepeler uzanır. Batıda zengin Tun-huang Vadisi, ondan sonra da Hami Vadisi’ne uzanan kervan yolu başlar. Bu yol, fevkalede tehlikelidir. Prjivalskiy, bunu çarpıcı bir üslubla anlatmaktadır: “Sonu gelmeyen yol boyunca, at, katır ve deve kemiklerine rastlarsınız. Kızgın zemin üzerinde, sisli, vıcık vıcık bir atmosfer tabakası vardır. Sık sık meydana gelen kum fırtınaları, ince kum tanelerini çok uzaklara savururlar. Dört bir yanınızda seraplar görürsünüz. Gündüzleri, sıcak tahammül edilemeyecek noktadadır. Gün doğumundan batımına kadar, her taraf adeta yanar kavrulur. Kızgın toprağın harareti, 63°’ye kadar çıkar. Gölgede de 35°’den aşağı değildir. Geceleri aşırı bir soğuk yoktur, ama en iyisi, geceleyin ve sabahın erken saatlerinde yol almaktır.” Çinliler, Alashan Çölü’ne “körfez” veya “Kum Denizi Koyu” (Gobi) adını vermişlerdir. Bu kum denizi, asırlar boyunca, Doğu ile Batı arasında aşılmaz bir engel teşkil etmiştir, fakat bu durum, Hunlar’ın gözünü korkutmamıştır.
Junğlar ve Hyung-nular
Hyung-nu tarihinin M.Ö. 1200- M.S. 214 yılları arasındaki ikinci dönemi gibi bu birinci dönemi de, Çin tarihi kaynaklarında tatmin edici bir şekilde işlenmemiştir. Bunun sebebi bizce malum. Dağlı Junğlar, bozkırla medenî Çin arasında iletişim halkası durumundaydılar. Batıda Hami’den doğuda Kingan [Hingan]a kadar uzanan geniş dağ etekleri, onların hâkimiyeti altındaydı. Kalabalık kabileleri “dağlık vadilere saçılarak, kendi devletlerini kurmuşlar, başlarında beyleri olmuş; nadiren çok kalabalık boylarla kaynaşmış ama onlarla birleşememişlerdir.”
Büyük bir ihtimalle bozkırlı Hunlar bazan komşularının yaptıkları seferlere iştirak etmişler ve böylece Çinliler, onların varlıklarından haberdar olabilmişlerdir. İşte Çin tarih kitaplarındaki eski Hyung-nular’la ilgili bilgilerin bölük pörçük olmasının sebebi de budur. Daha sonraki dönemlerde ise Hyung-nular’ın dağlı değil, bozkırlı olduğu nazar-ı itibare alınmadan, bir takım hipotezlere dayanılarak, bazan H’yenyun ve Hun-yü’ler, bazan da Shan-junğ-lar’la özdeşleştirilmişlerdir.
Bütün rivayetlerde, esrarengiz Junğ etnonimi gizlenmektedir. Sih-ma Ch’ien’in tüm kalem sürçmeleri veya tasvirleri, Junğlar’ı Hyung-nular’la özdeşleştirme denemeleriydi. Ancak bütün tarihî kaynaklarda Junğlar “Ti”lerle birlikte zikredilmektedir ve belki de Biçurin bu yüzden onları “Junğ-ti”ler olarak tek bir millet şeklinde göstermeyi tercih etmiştir. Kaldı ki, bir efsaneye göre, Ch’i-ti (Çı-di okunur) ve Ch’üan-junğlar tek bir atadan türemişlerdir. Zaten Junğlar ve “Ti”ler birbirlerine o kadar benzerler ki, Çinliler dahi bu yüzden bazı “Ti” boylarını Batı Junğlar’ı olarak isimlendirmişlerdir. Keza onların Kin-gan [Hingan] ve Yin-shan eteklerinde yaşayan kabilesine Shan-junğ veya dağlı Junğlar ismi verilmiştir. Daha önce kendi ana kütlelerinden kopmuş olan dağlı Junğlar’ın bir kısmı, doğulu Moğollar yani Tung-hular, bir kısmı ise Hyung-nular’la birleşmişlerdir. Sadece Çinli-ler’le değil, batıda Tibetlilerle de daha az yoğunlukta kaynaşmışlardır. En kötü halde onlar, bugünkü Tankut halkını meydana getiren kabilelerdir. Görüldüğü gibi Çin’de münferid kabilelerin mevcudiyeti meselesi, bir muamma teşkil etmektedir. Tankutlar, eskiden Kuku-nor Gölü civarında, pek de büyük sayılmayan bir etnik grup halindeyken bile, şimdikinden daha geniş topraklara sahiptiler.
Yukarıda serdedilen görüş, Avrupalı ve Amerikalı tarihçilerin ileri sürdükleri görüşlerle uyuşmamaktadır.
McGovern, genel olarak Junğ ve “Ti”ler’i Hunlar olarak kabul etmekte, fakat sadece her iki grubun etnik özelliklerinin birbirini tutmamasını şaşkınlıkla karşılamaktadır. Junğ ve “Ti”ler’in Çin sınırları dahilinde yerleşmiş bulunduklarını; göçebe değil, yerleşik dağlılar olduklarını, yani kesinlikle Hyung-nular’la ilgileri bulunmadığını düşünen Lattimore da aynı görüşü benimsiyor, ancak bu kabilelerin ırkî yönden nereden geldikleri konusunda suskun kalmayı tercih ediyor.
Meselenin doğru çözümünün Çin etnogenezinde aranması gerektiğini görmezlikten gelen N.N. Çeboksaroff ise, kesinlikle Junğ problemini ortadan kaldırıyor. Halbuki “Chin-shu”, Hyung-nular’ın batıda altı Junğ kabilesiyle sınırdaş olduğunu belirterek konuya apaçık bir aydınlık getirmekte, yani bu halkların birbirleriyle ilişkisi olmadığının altını çizmektedir.
Tarihî olayların seyrinin tetkikiyle, çağdaşlarımız konuyu net bir şekilde görmelerine rağmen, bu yazarlar, Çin sınırları içinde Junğ ve “Ti”lerin Çinliler’den, Çin dışında ise Hyung-nular’dan ayrıldıklarını görmekte zorlanmışlar. Meseleyi Grumm-Grjimaylo’nun “Ting-ling” teorisi nihaî bir çözüme kavuşturmaktadır. Esasen problem kadim Çinli yazarların “Junğ”ları ırk olarak üzerinde durulması gereken bir unsur şeklinde görmemelerinden kaynaklanmıştır.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder