Vazo
Arkeologların son teknik olanaklar çıkana kadar tarihöncesi buluntuları tarihlendirme ve adlandırmalarında, kültürleri tanımlamalarında en önem verdikleri veri grubunu oluşturan, hatta kültürleri keramik ve akeramik olarak ayırmalarına yol açan vazolar bugün biblo kategorisinde değerlendirilebilir. Latince vas, Fransızca vase’dan adını alan vazomuzun, Hacı Bektaş taşı, lületaşı gibi belirli yörelerin özel taşından toprağından üretilenleri bir yana, tarihe geçmiş ve bugünkü Paşabahçe’yi yaratan, dünya çapında ün kazanan türü çeşm-i bülbiil’dür. Sözcük Burhân-ı Katı’da renkli kumaş anlamıyla bulunmaktadır. Vazo Venedik’ten getirilirken III. Selim devrinde İtalya’da ustalık öğrenen Mevlevi Mehmet Dede Beykoz’da açtığı tezgâhlarda Kuran tezhibinden esinlenen, bülbül gözü gibi harelenmesinden adını alan ürünlerini vermeye başladı. Çizgili ve hareli, yakut, zümrüt, lal renginde, süt mavi, ince bardak, fincan, testi, kâse ve vazolarla ölümsüzleşti.
Çin porselen ve vazolarının dünyaya egemen olduğu, Çin’den ithal eşyanın Osmanlı yerli üretimini baltaladığı ‘fağfur’ dönemini andıktan sonra, hem yeni renklendirme teknikleri, hem yeni malzeme özellikle plastik türevlerini akılda tutarak daha önemlisi yeni sanat anlayışları ile vazoların, natürmort ressamlarının konusu olmaktan çıkacak kadar biçim değiştirdiklerini hatırlatarak vazo konusunu bağlayalım.
Saksı
Çiçek dikilen saksı Avrupa’dan gelmiş ve en beğenilen cinsleri Saksonya ürünü olduğu için Saksonya’ya ait anlamında saksı adıyla anılarak bütün türün adı haline gelmiştir. Saksının tarihi çiçeklerin bahçeden taşınmasının da tarihidir. Dünyanın yedi harikasından biri olarak belleklere kazılan Babil’in asma bahçeleri İÖ 6. yüzyıla ait kabul edilmektedir ve park-bahçe kültürüyle zevk ve ihtişam anlayışının çakışmasını simgeleyen bir gösterge olarak dikkat çekmemiştir. Bugün park-bahçe kültüründe Japon, Ingiliz sistemlerinden söz edilirken, Hint kıtasının Ingiltere’ye etkisi veya Ahmet Haşim’in “Acem bahçesinden muradının ne olduğu üstünde durulmuyor. Babil bahçelerinin de II. Nabukadnezar tarafından Iranlı karısının memleket özlemini dindirmek için yaptırıldığı söylenmektedir. Fransa mutfağının uluslararası düzeyde kendisini kabul ettirebilmesi için merkezi Fransa devleti ve burjuvalaşan Fransa’da Fransız aristokrasisi ile sarayının önemini teslim etmek gerektiği gibi, Ingiliz bahçesinde de Britanya Imparatorluğu’nu görmek gerekir. Osmanlı/Türk mutfağının sanayiden beslenemeyen imparatorluk-saray kültürü nedeniyle sistemleşememesi gibi, Osmanlı lale çılgınlığı da tarihe mal olup, lale Hollanda’yla özdeşleşmiştir.
Osmanlı-Istanbul çiçekçiliğinde, çiçek bahçe (bağçe) ve bostandan aynlmaz. Çiçek aynı zamanda ilaç ve şerbet anlamına gelmektedir. Fatih’le başladığı kabul edilen ‘has bahçe’ uygulaması Lale Devri (1718-1730) ile doruğuna çıkmış ve çiçekçilik şükûfeciyan adı altında esnaf örgütlenmesine ve narh ve mezadı ile nizamnameye kavuşturulmuş, sünbülname, şükûfe-name, revnak-ı bostan adlarıyla edebiyatını yaratmıştır ama, Osmanlı yönetici sınıfının çiçek hediye etme anlayışı çok daha eskiye gitmektedir.
Cuma selamlıklarında padişaha çiçek sepetleri sunulması gelenek olduğu gibi, düğünlerde, tebrik ve bayramlarda şekerleme ve meyve sepetleriyle birlikte çiçek sepeti, vazo ve laledanlıkla çiçek vermek âdetti, ilaç, şerbet, reçel yapımı yanında, bu geniş sektör İstanbul’da, bülbül dinleme korularında olduğu gibi, estetik ihtiyaç için geniş bahçelere yayılmıştı.
19. yüzyılda çiçekçilik eski önemini kaybetti. Sabuncakis, Kamelya, Fulya gibi köklü çiçek evleri yaşamlarını sürdürüp Mısır Çarşısı gibi belirli pazarlar korunsa da çiçekçi dükkânlarının sayısı azaldı. Çiçekçilik Arnavutların ve Çingenelerin ilgi alanı haline gelirken, haremlik selamlıktı, aşçılı arabacılı konakların emekçilerinden olan Arnavut bahçıvanlar konaklar ve bahçeleri ile birlikte ortadan kalktı. Şehirler büyüyüp avlulu evler apartmanlara dönüştükçe, bahçedeki ağaçlarla birlikte çiçekler de yok oldu. Tipik Türk evi olarak karikatürlere giren, cumbasında teneke saksılar bulunan evlerin yerini ise çiçekli balkonlar aldı. İstanbul çiçekçi esnafı 1960’lı yıllarda köklü çiçek ve tohumcularla kesilmiş sap çiçekçiler olarak ikiye ayrılırken, şehir varoşlarında, mahalle pazarlarında toprak saksı üretip satanlar da plastik saksıların çıkmasıyla devirlerini tamamladılar.
Saksı sözcüğünün yalnızca bugünkü saksı anlamına sonradan indirgendiği, sürahi, kadeh, kupa, kâse, vb. cam eşyaya saksonya, bugün billuriye dediğimiz bu tür eşyayı satanlara saksonyacı denilmesinden anlaşılmaktadır. 1875 yılında Abdülmecid’in kızı Refia Sultan Kalpakçılar Caddesi’ndeki Saksonyacı Mardik Krakırian’dan alışveriş etmektedir. Refia Sultan’ın terekesinden çıkan eşyaya saksonya adı verilirken, bu eşyanın Saksonya yapımı olmaması da sözcüğün ne kadar tür adı haline geldiğini gösterir. Örneğin, terekeden çıkanlar arasında “Paris-kâri saksonya desti, Paris-kâri saksonya çay takımı” görülmektedir, yani bunlar Paris işidir (Ali Akyıldız; Mümin ve Müsrif Bir Sultan Kızı Refia Sultan, 1998).
Biblo
Küllüğe eskiden tabla denirdi, tozluk diyenler de vardı. Evin kadınları sigara içmez, çocuklar gizli içer, erkekler de evde oturmadığından, bir misafir küllüğü evin ihtiyacını karşılardı. Şimdi o dönemde sigara içen kadınlar evin büyükhanımı yaşına geldiler, torunlar dışında sigara içmeyen yok ve bir dönem şirketlerin reklam diye dağıtabildikleri plastik ve metal, tenekeden küllükleri eve kimse sokmaz. Küllük biçimlerindeki değişime bakarsak, evdeki biblo nitelikli küçük süs eşyasının evrimini de hatırlayabiliriz.
Fransızca bibelot sözcüğü 1432 yılına tarihleniyor, biblocu 1484, biblocu dükkânı ise 1751 tarihli. Fransız bebekleri, Alman, Çek porseleni biçimiyle yaygınlaşan bibloların konuları 18. yüzyıl kıyafetli Avrupalı aşıklar, eski Yunan esintili heykelciklerden oluşuyordu. Topkapı Sarayı’nda bulunan ve özel olarak üretilen Alman Meissen damgalı porselen yeniçeri biblolar 1730-40 tarihini taşıyor. Aristokrasinin kişiye özel sanatkârane işlerinden sonra porselen ve camda seri üretim, burjuva evlerinin büfe-vitrin anlayışına hizmet vermeye başlıyor. Duvara asılan zenci erkek ve kadın başları herhalde Türkiye’de her eve giren ilk biblolar. Hediyelik eşya kavramı geliştikçe kimliğin biblolara yansıtılması konu çeşitliliğini artırdı. Artık her türlü malzemeden üretilen biblolar eleştirel, esprili, siyasal da olabiliyor ve işyerlerinde de önemli yer tutuyor.
Paspas
Eskiler “hoş-amedi etmek” derlerdi, şimdi “hoş geldiniz” deniyor ama fiil hali yok. Şehirli nüfus çarşıdan paspas almaya başladığında üstlerinde “hoş geldiniz” veya “welcome” yazardı. Oysa bugün halen işyerleri için söz konusu olan ve plastik sıkma kapları çıksa da, ev hanımlarını tatmin etmeyen paspaslamak ve paspas eskiden beri gemicilerin işiydi. Paspaslamak, gemilerde eski halatların tellerini açarak yapılan ve halat süngeri denilen paspaslarla gemilerdeki ıslak yerleri, su birikintilerini silip kurulamaktır (Pars Tuğlacı, Okyanus). Henri ve Renee Kahane’yle Tietze’nin muhteşem The Lingua Franca In The Levant sözlüğünde iki kullanım tanık gösterilerek paspasın gemici işi olduğu ve papaz sözcüğünden geldiği anlatılır. Evliya Çelebi 1640’da “gemi üzerindeki büyük yapağı çuvallarını, papaz hasırlarını, balık turşusu fıçılarını (...) denize attılar” ve Halil Efendi Bulak baskısı Kanuname-i Bahriyeli Cihâdiye adlı eserinde 1827’de “bütün dış yüzü beher yevm ala’s-sabah kum ve ma-i derya ile gusl olunup papazlar ile tals ve teybis oluna” demektedirler. Yaklaşık 140 yıllık bir sürede ‘papaz hasırı’nın ‘papaz’a dönüştüğü anlaşılıyor ve Lingua Franca Arapça ve Yunancada da aynı sözcüğün bulunduğunu gösteriyor. Ancak papaz’ın nasıl ve ne zaman paspas’a, sert ve sık dokunmuş ayakkabı sileceğine ve paspaslama fiiline dönüştüğüne dair bilgi yok.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder