30 Nisan 2022 Cumartesi

GÜNEŞ

  

Dünya'dan 150 milyon km. uzakta olmasına rağmen, Güneş bizim için gerekli olan enerjiyi kesintisiz olarak ulaştırır.

Bu dev enerjili gök cisminde hidrojen atomları devamlı olarak helyuma çevrilmektedir. Her saniye 616 milyar ton hidrojen, 612 milyon ton helyuma çevrilmektedir. Bu esnada dışarı salınan enerji 500 milyon hidrojen bombasının patlamasına denktir.

Dünya'da hayat Güneş'ten gelen enerjiyle sağlanır. Yeryüzündeki dengenin devamı ve canlılık için gereken enerjinin %99 'u Güneş'ten sağlanır. Söz konusu enerjinin yarısı gözle görünür ve ışık olarak alınır. Geriye kalan enerjinin büyük bir kısmı gözle görülmeyen, ama sıcaklık biçiminde ortaya çıkan kızıl ötesi ışınlardır.

Güneş'in bir özelliği de çan gibi genleşip salınmasıdır. Bu olay her beş dakikada bir tekrarlanmakta Güneş'in yüzeyi bu sırada saatte 1080 km. hızla, 3 km. kadar bize doğru ilerleyip sonra geri dönmektedir.

Güneş, Samanyolu'nu oluşturan 200 milyar yıldızdan biridir. Dünya'dan 325.500 defa büyük olmasına rağmen, evrendeki küçük yıldızlardan sayılmaktadır. Çapı 125 bin ışık yılı olan Samanyolu'nun merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıktadır. (1 ışık yılı= 9.460.800.000.000 km.)

 

GÜNEŞ'İN YOLCULUĞU

 

Astronomların hesaplarına göre Güneş, içinde bulunduğu galaksinin hareketi nedeniyle, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı'na doğru saatte 720.000 km.'lik bir hızla yolculuk etmektedir. (Bu, kaba bir hesapla Güneş'in günde 720.000x24=17.280.000 km. yol katettiğini gösterir. Tabi ona bağlı olan Dünyamızın da...)

 

YEDİ KAT GÖK

 

Atmosferde katları birbirinde ayıran yüzeyler bulunmaktadır. Encyclopedia Americana'nın (9/188) verdiği bilgiye göre, sıcaklığa bağlı olarak yerden itibaren şu katlar sıralanır.

 

1.Kat Troposfer: Kalınlığı kutuplarda 8 km. ekvatorda 17 km'ye kadar ulaşır. Bu kat bulutların büyük bir bölümünü kapsar. Sıcaklık yükseltiye bağlı olarak kilometrede 6.5°C azalır. Bu katmanın Tropopoz diye adlandırılan ve hızlı hava akımlarının olduğu kısımda sıcaklık -57°C'de sabit kalır.

 

2.Kat Stratosfer: 50 km yüksekliğe ulaşır. Burada mor ötesi ışınlar soğurulduğu için ısı açığa çıkar ve sıcaklık 0°C'ye kadar yükselir. Bu soğurma sırasında ısının yanında Dünya için hayati önem taşıyan ozon tabakası da ortaya çıkar.

 

3.Kat Mezosfer:Yüksekliği 85. km'ye kadar çıkar. Burada sıcaklık -100 C'ye iner.

 

4.Kat Termosfer: Sıcaklık giderek yavaşlayan bir tempoda artar.

 

5.Kat İyonosfer: Bu bölgedeki gazlar iyon halinde bulunur. Radyo dalgalarının İyonosfer tarafından tekrar Dünya'ya gönderilmesi sayesinde yeryüzündeki iletişim sağlanır.

 

6.Kat Ekzosfer: 500 ila 1000. km'nin ötesinde, özellikleri tamamen Güneş'in etkinliklerine göre değişen tabakadır.

7.Kat Manyetosfer: Burası Dünya'nın manyetik alanın kapladığı büyük bir boşluğu andıran alandır. Enerji yüklü atom altı parçacıklar Van Allen Kuşakları olarak adlandırılan bölgelerde tutulur.

Aynı kaynakta sayıldığı üzere yer kabuğunun katmanları da 7 bölümden oluşur:

1.Kat      Litosfer(su)

2.Kat      Litosfer(kara)

3.Kat      Astenosfer

4.Kat      Üst manto

5.Kat      Alt manto

6.Kat      Dış çekirdek

7.Kat      İç çekirdek

 

Alıntıdır.

SUYUN ÖZELLİKLERİ

 ÜSTTEN DONMANIN FAYDASI

Suyun en ilginç ve önemli özelliklerinden biri, diğer tüm maddelerin aksine, katı halinin sıvı halinden -yani buzun sudan- daha hafif olmasıdır. Bu nedenle, denizlerde donma üst taraftan başlar, çünkü donan tabaka, suyun diğer sıvı kesiminden daha hafiftir. Bu sayede, denizin tümünün donması ve canlılığın yok olması tehlikesi ortadan kalkar. Çünkü donan ve üste çıkan tabaka, denizin altta kalan sıvı kısmını dışardaki soğuk havadan izole eder.

Eğer buz, sudan ağır olsaydı (ki normalde olması beklenecek durum da budur) bu kez denizler de alttan donmaya başlayacaktı. Bu durumda, söz konusu izolasyon gerçekleşmediği için denizlerin tümü kolayca donabilir ve sudaki yaşam yok olabilirdi. Donan su, sıvı sudan daha çok yer kapladığı için, donan denizler eskisine göre daha çok yer kaplayacak ve diğer denizlerin yükselip taşmasına neden olacaktı.

Bunun yanısıra, suyun en ağır halinin, +4°C'deki hali olması da yaşam için büyük önem taşır. Denizlerde +4°C ısıya ulaşan su en ağır konumunda olduğundan dibe çöker. Bu nedenle yüzeyi buz dağları ile kaplı denizlerin dibi daima sıvı haldedir ve canlıların yaşayabileceği +4°C'lik bir ısıdadır. Aynı şekilde kış aylarında buz tabakası ile kaplanan göl ve nehirlerin de alt kısımları yaşama elverişlidir.


SUYUN GEÇ ISINIP GEÇ SOĞUMA ÖZELLİĞİ 

Suyun diğer bir özelliği de buharlaşma ve donma hızının çok yavaş olmasıdır. Yaz aylarında gündüz sıcağı ile çok çabuk ısınan kumun, gece ile birlikte çok çabuk soğuduğu bilinir. Buna karşın, deniz suyu sıcaklığı gece ile gündüz arasında ancak 2-3 derece fark etmektedir. Bunun nedeni suyun ani ısınmalarda veya soğumalarda sahip olduğu sıcaklığı bir ölçüde koruyarak buharlaşma ve donma olayını geciktirmesidir. Suyun bu etkisini yeryüzünün tamamı için düşünecek olursak, okyanuslarda ve atmosferde sıvı veya buhar halde bulunan suyun Dünya'nın sıcaklığında en önemli rolü oynadığı görülür. Yeryüzünü kaplayan sular, Dünya'nın güneş ışınlarına maruz kalan kısmında sıcaklığı emerek fazla ısınmayı engeller. Aynı şekilde güneş ışını alamayan kısımlarda ise okyanuslar ve diğer sular sahip oldukları ısı sayesinde kalorifer görevi görerek sıcaklığın fazla azalmasını önlerler. Böylece gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarının karalara oranı daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, Dünya çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı.


Alıntıdır.


Mardin

 


Kutuplardaki hayvanlar nasıl yaşıyorlar?

 Bütün memelilerin vücutlarının ısı derecesi 35-38 derece aralığındadır. Uçabilenlerde bu birkaç derece daha yüksektir. İnsan ısıya karşı çok hassastır. Hava sıcaklığı 30 derece olunca denize girer de, beş derece üzerine palto giyer. Oysa hayvanların giysileri yoktur. Köpekler eksi 40 derecede kutuplarda kızak çeker, buzlu sularda balıklar çırılçıplak yüzerler.

Aslında ısıdan etkilenmek sadece insana mahsus değildir. Güneşin bulut arkasına girmesi ile havadaki iki derecelik ısı düşüşü uçan sineği zor yürür hale getirebilir. Öğlen güneşinde zıp zıp zıplayan çekirge, sabah serinliğinde hareketleri ağırlaştığından çok rahat yakalanabilir.

Kendi vücut ısısından çok daha düşük ısı koşullarında yaşayabilmek için canlıların iki silahı vardır. Biri vücut ısılarını ayarlamaları, diğeri de kürk denilen vücut örtüleridir. Kutup bölgesinde yaşayan bir canlı, tropik bölge de yaşayana nazaran on kat daha fazla ısı meydana getirmek veya vücut örtüsü on kat daha fazla koruyucu olmak zorundadır.

Çok soğuk iklimlerde yaşayan hayvanların yaşam nedenleri araştırılırken hep kürkleri üzerinde durulmuştur. Halbuki burada yaşayan hayvanların kürkleri ile ılıman bölgelerde yaşayan hemcinslerinin kürkleri arasında çok ciddi bir fark yoktur. Üstelik domuzlar hiç kürkleri olmamasına rağmen deri altı yağ tabakaları sayesinde vücut ısılarından 20 derece daha düşük ısı ortamlarından hiç etkilenmezler.

Zaten dünyamızda üzeri tamamen kürkle kaplı hiçbir hayvan yoktur. Çoğunun ayak ve burun gibi kısımları görevlerini yapabilmek için açıkta bırakılmıştır. Ancak buralarda vücuda sıcak kan ileten atar damarlar kılcal damarlar vasıtası ile deriye daha yakın olan toplar damarları ısıtırlar. Bu sayede buzun üstünde yürüyen bu tür hayvanların ayakları üşümez. Ama bu da, hayvanın tüm vücudunun üşümeden bu soğuk ortamda nasıl yaşayabildiğini açıklayamaz.

Kutuplarda, buzlu sularda yaşayan balıkların, sıfır ve sıfır altı derecedeki ortamda donmamalarının sırrının, bu balıkların derilerindeki buz kristallerinin donma derecesini düşüren bir protein olduğu tespit edilmiş, hatta genetik mühendisleri laboratuar ortamında bu proteini üreten geni yaratmayı başarmışlardır.

Bilim insanları bu örnekten yararlanarak, meyve ağaçlarını dondan, uçak kanatlarını ve yolları buzdan kurtarabileceklerini düşündüler ama henüz geniş çaplı üretimi zor görülmektedir. Ne yazık ki, sıcak kanlı hayvanların kendilerini çok soğuk ortama nasıl adapte ettiklerinin sırrı hala tam çözülmüş değil.


Alıntıdır.


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 8

 AKKIZLAR


İyilik tanrıçaları. "Kıyanlar" adı da verilir. Ülgen Han'ın kızlarıdırlar. Sanat, estetik ve zevk için insanlara ilham verirler. Hiçbirisinin ismi bilinmez. İsimsiz olmaları onları bu dünyadan tamamen uzak kılar ve başka bir aleme ait varlıklar olduklarının en önemli göstergesidir. Hatta bu durum onların çağrılamayacakları ve ancak kendi istekleriyle gelebilecekleri şeklinde de yorumlanabilir. Erkek kardeşleri ise Akoğlanlar olarak bilinirler. Kutlu sayılan kuğu kuşuna kimi lehçelerde "Akkuş" adı verilir.



AKKULA


Manas Han'ın atıdır. Sıra dışı özellikleri vardır. Sahibine sadıktır ve zekidir. Savaşlarda durumu anlayarak onunla birlikte düşmana isteyerek saldırır. Manas ile Akkula'nın aynı gün doğdukları söylenir. Çölde doğup taşlar arasında büyümüş, tay iken yedi kısrağın sütünü emmiştir. Çok görkemlidir. Bacakları o kadar yüksektir ki altından bir devenin bile geçebileceği söylenir. Boğanınki gibi baldırları vardır, hızı dağ yeli veya kasırga gibidir. Bazen ona diğer atların yetişmesi bile mümkün olmaz. Sivri kulakları vardır ve çok uzaklardaki sesleri bile işitir. Katıldığı tüm yarışları kazanır ve Manas Han da atına verilen ödülleri dört boyun halkı arasında paylaştırır.



AKOĞLANLAR


İyilik tanrıları. "Kıyatlar" adı da verilir. Ülgen Han'ın oğulları

olan bu tanrılar yedi kardeştirler. Yedi Altay boyunun koruyucusudurlar ve yedi kat gökyüzünü sembolize ederler. Kız kardeşleri ise  Akkızlar olarak bilinirler. Akoğlanların adları şöyledir:

1. Karağus Han: Kuşlar Tanrısı.

2. Baktı Han: Lütuf Tanrısı.

3. Pura Han: At Tanrısı.

4. Burça Han: Zenginlik Tanrısı.

5. Yaşıl Han: Doğa Tanrısı.

6. Kanım Han: Güven Tanrısı.

7. Karşıt Han: Temizlik Tanrısı.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


GÖÇEBELİKTEN DEVLETE

 


Anadolu tarihinin kilit noktalarından biri olduğu, sürekli adının geçmesinden de belli olan Kültepe’de ele geçen ve bir çeşit noterlik belgesi niteliği taşıyan bir tablet üzerinde kral Pithana ve merdiven büyüğü Anitta adları geçmektedir. Merdiven büyüğü ya da Asurca biçimiyle rabi similtim unvanının hem veliahda, hem de saraya çıkan merdivenlerde, yani bir tür açık hava mahkemesinde hukuksal işlere bakan kişilere verildiği sanılmaktadır. Sadece bu belge üzerinde bulunsaydı, tarih açısından çok büyük önemi olduğu herhalde anlaşılamayacak bu adlar, birkaç yazılı belgede daha geçerek, Hitit tarihinin ilk evrelerinin sorunlarına ışık tutmakta ve Hitit Devleti ile Asur Ticaret Kolonileri çağı arasında köprü kurulmasını sağlamaktadır. Yukarıda adı geçen ve yapılan kazılarda eski adını bilemediğimiz bir karum’a sahip olduğu anlaşılan Alişar’da ele geçen 2 tablet üzerinde yine Anitta’nın adına rastlanmaktadır. Bunlardan birinde, kral Anitta’nın mührü yazısı vardır ki, Kültepe’de veliaht olarak tanıdığımız bu kişinin, belgenin yazıldığı zaman babası Pithana’nın yerine geçtiğini kanıtlamaktadır. İkinci belgede ise Büyük Kral Anitta, merdiven büyüğü Beruwa adlarını bulmaktayız. Buradan da, Anitta’nın krallıkla da yetinmeyip Büyük Kral unvanını aldığını ve oğlu Beruwa’yı veliaht atadığını anlıyoruz. Diğer yönden, Anitta’nın hem Kültepe’de, hem Alişar’da belge bırakmış olması, egemenlik alanı oldukça geniş olan bir devletin varlığına işaret etmektedir. Anitta’ya ait başka bir önemli belge, yine Kültepe Höyüğü’nde elde edilmiştir. Önce hançer olduğu sanılan, sonra bir mızrak ucu olduğu anlaşılan bu belge üzerinde ise “kral Anitta’nın sarayı” yazısı vardır. Bütün bunlar bize, Koloni çağında Anadolu’da kurulmuş bir yerel devletin iki kralını ve bir prensini tanıtmaktadır. Beruwa’nın kral olup olmadığını ise bilmiyoruz.

Kazılar sonunda Hititlerin başkenti Hattuşa olduğu anlaşılan Boğazköy’de, önce 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında H. Winckler tarafından başlatılan kazılar, 1. Dünya Savaşı’nın çıkması ile kesintiye uğramış, 1931 yılında K. Bittel yönetiminde çalışmalara tekrar başlanarak, 1939’da bu kez de 2. Dünya Savaşı’nın patlamasına kadar sürdürülmüştür. Aynı bilim adamının yönetiminde bugüne değin sistemli ve sürekli olarak yapılan üçüncü dönem Boğazköy kazılarının başlangıç tarihi 1951 yılıdır. Şimdiye kadar ele geçen tablet sayısı 25.000’i aşmıştır. İlk dönemde bulunanların bir bölümü Doğu Berlin Müzelerinde, bir bölümü İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesindeki Çiviyazılı Belgeler Arşivinde, 2. Dünya Savaşından sonraki kazı dönemlerinde ortaya çıkarılanlar ise Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde saklanmaktadır.

Bu tabletler arasında bulunan 8 tanesi, 79 satırlık bir belgenin birbirlerini tamamlayan üç nüshasını oluşturur. A nüshasının Eski Hitit dilinin özelliklerini taşıdığı, diğer iki nüsha olan B ve C’nin ise, yine dil ve yazı açısından Hitit dilinin yeni evresine ait özellikler yansıttığı ve bu yüzden A nüshasının daha sonra yapılmış kopyaları olduğu anlaşılmaktadır.

Boğazköy’de bulunan bu belge sayesinde, Alişar ve Kültepe belgeleri üzerinde rastlanan Anitta’nın kişiliği açık seçik ortaya çıktığı gibi, Hitit başkenti ile Asur Ticaret Kolonileri çağındaki Alişar ve Kültepe ile de tarihsel köprüler kurulabilmektedir. Kısaca Anitta Metni olarak bilinen bu belge şu sözlerle başlamaktadır:

Anitta, Pithana’nın oğlu, Kuşşura kralı, söyle: O Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın sevgilisi idi. Kuşşara kralı, kentten büyük bir kudretle inip, Neşa’yı bir gecede gücü sayesinde aldı. Neşa kralına saldırdı, ama Neşa’nın halkına kötülük etmedi. Onları “analar” ve “babalar” yaptı (yani öyle davrandı). Babam Pithana’dan sonra ben bir isyanı bastırdım; hangi ülke ayaklandı ise, onu tanrı Şiu’nun yardımıyla yendim. Kral Anitta, bundan sonra giriştiği Askeri Yüksek İdare Mahkemesi seferlerden söz etmekte, bu arada Hatti ülkesiyle olan savaşımını anlatmaktadır. Daha sonra tekrar geriye dönerek, babası Pithana zamanında deniz kenarındaki Zalpa olarak adlandırılan bir kentle aralarındaki savaşlara değinerek, şöyle demektedir: Bu sözleri bir tablet üzerinde kapıma koydurdum. Gelecekte bu tableti kimse kırmasın, kim kırarsa, o Neşa’nın düşmanı olsun! Burada dikkati çeken nokta, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın, sözlerini üzerine yazdırıp kapısına koydurduğu tableti kıranın, Neşa’nın düşmanı olacağının belirtilmesi, Anitta’nın, ileride tekrar göreceğimiz gibi, Neşa’yı kendi kenti olarak benimsediğini göstermektedir. Metin şöyle sürer: Bir zaman önce, Zalpa kralı Uhna, tanrımız Şiu’yu (yani onun yontusunu) Neşa’dan Zalpa’ya kaçırmıştı. Fakat ben, büyük kral Anitta, bizim tanrımız Şiu’yu, Zalpa’dan Neşa’ya geri getirdim. Zalpa kralı Huzziya’yı ise, canlı olarak Neşa’ya getirdim. Tabletin bundan sonraki bölümü sonradan Hitit Devleti’nin başkenti olarak tarih sahnesinde çok önemli bir rol oynayacak Hattuşa’nın adının geçmesi nedeniyle ilgi çekicidir: Hattuşa kenti açlıktan kırılınca, tanrım Şiu, onu taht tanrıçası Halmaşuit’e teslim etti; ve ben bir gecede onu güçle aldım ve kentin yerine yabani otlar ektim. Bundan sonra kim kral olur da Hattuşa’yı yeniden iskan ederse, o, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın lanetine uğrasın! Bundan sonra Anitta, Neşa kentini sağlamlaştırdığını orada tanrısı Şiu, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı ve Taht Tanrıçası Halmaşuit için tapınaklar yaptırdığını, seferlerinden elde ettiği ganimet ile bunları donattığını, ayrıca aslanlar, yabandomuzları, leoparlar ve dağ keçileri gibi 120 vahşi hayvan getirerek, bir hayvanat bahçesi kurdurduğunu anlatmaktadır. Bu bayındırlık işlerinin ardından Anitta’nın yine başka düşmanlara yöneldiğini, onları da yenip, tutsaklar, savaş arabaları ile altın ve gümüş ele geçirdiğini metinden okumaktayız. Belge şu sözlerle sona ermektedir: Ben sefere çıkınca, Puruşhandalı adam (yani kral) bana armağanlar getirdi; bunlar demirden yapılma bir tahta ile, yine demirden yapılma bir asa idi. Neşa’ya geri dönerken Puruşhandalı adamı da birlikte götürdüm. O, taht odasına (B nüshası: Zalpa’ya) girince, önümde, sağda oturacak.

Buradaki Puruşhanda kenti, birinci bölümde sözünü ettiğimiz, Sargon’dan yardım isteyen tüccarların oturmuş oldukları kenttir. Yine yukarıdaki bölümde adı geçen Zalpa kentinin önemine ise biraz sonra değineceğiz. Görüldüğü gibi, Anitta metninde Neşa kentinin önemi açıkça vurgulanmasına karşılık, kendisinin bir sarayı bulunduğunu az önce sözünü ettiğimiz belgeden öğrendiğimiz Kaniş’e hiç değinilmemektedir. Buna bir açıklama getirmek isteyen araştırıcılar, Kaniş’in daha Anitta’nın babası zamanında ele geçirilmiş olduğu için Anitta metninde yer almadığını öne sürmekteydiler. Fakat bu pek kabul edilebilir bir varsayım olamazdı. Çünkü Anitta, babasının da başarılarını belirttiği gibi, kendi sarayı bulunan bir kentten söz etmeyi ihmal etmemiş olmalıydı. Bazı araştırıcılar ise, soruna başka bir açıdan yaklaşmayı denediler. Onlar göre Kaniş ve Neşa, aynı yerin değişik biçimlerde yazılmış adlarıydı. Gerçekten de bu kentin asıl adı Kneşa ise, bunun, hece sistemi kullanan ve dolayısıyla sessiz harfleri tek tek belirtemeyen çiviyazısı ile ancak Ka-neşa olarak yazılabileceği açıktır.

Durum böyle olunca, günümüzdeki bazı modern Hint-Avrupa dil ailesine ait dillerdeki, örneğin İngilizce’de başta bulunan kn- sessizlerinden k-‘nın telaffuz edilmemesi (know, knee gibi) olayına benzer bir biçimde, Kneşa’nın Neşa olarak okunması ve zamanla yazıda da k- sessizinin düşerek, kent adının Neşa biçiminde kalması olasıdır. Eğer bu kuram doğru ise, metinde sözü geçen Neşa, Kaneş’ten başka bir yer değildir. Bu sorun Anitta hançeri olarak arkeoloji literatürüne geçen mızrak ucunun bulunduğu 1957 yılından, Boğazköy’de 1970 yılında ortaya çıkarılan bir tabletin okunmasına değin, yeri geldikçe tartışıldı. Söz konusu bu tablet, efsane türünde bir anlatımı içermektedir, fakat tarihsel olaylara da ışık tutabilecek ipuçlarına sahip olması bakımından ilginçtir: Kaneş kraliçesi bir yıl içinde 30 erkek çocuk doğurdu. “Ben ne biçim bir şey doğurdum!” dedi; kapları pislikle doldurdu, çocukları içine koyup, ırmağa bıraktı. Irmak onları Zalpuwa ülkesinde denize çıkarttı. Tanrılar çocukları denizden aldılar ve onları büyüttüler." Burada üzerinde durulacak bazı noktalara hemen değinmek gereklidir. Çocukların ırmağa atılması ve tanrılar tarafından büyütülmesi, Ön Asya’da pek sevilen bir motiftir. Akadlı Sargon ve Hz. Musa ile ilgili bu tür efsaneler vardır. Genellikle toplumsal köken bakımından geldikleri yüksek yere uygun görülmeyen, yani soylu sınıftan olmayan yönetici ve önderlerle ilgili bu tür efsaneler uydurularak, esas soyları gizlenilmeye çalışılmakta ya da efsaneleşmiş kişiler tanrısal bir gücün koruyuculuğunda büyütülmüş gibi gösterilmektedir. Burada, Kaniş kraliçesinin çocuklarını attığı ırmak, Kültepe yakınında bir kolu bulunan Kızılırmak olsa gerekir. Kızılırmak ise, Bafra’da Karadeniz’e dökülür. Zalpuwa ya da aynı metinde biraz aşağıda Zalpa olarak görülen ülke, bu nedenle Kızılırmak ağzı yakınlarında bir yerde olmalıdır. Metin özetle şöyle sürmektedir: Aradan yıllar geçti. Kraliçe bu sefer de 30 kız çocuk doğurdu. Onları kendisi büyüttü. Bu sırada oğullar Neşa’ya doğru yola çıktılar. Tamarmara denilen yerde konakladılar. 'Şimdiye değin nereye gittikse, orada kadınlar yılda sadece bir çocuk doğurur, bizi ise anamız bir batında doğurmuş' dediler. Kentin insanları ise, 'bizim Kaniş kraliçemiz de bir kez, bir batında 30 kız doğurdu, yine öyle doğurduğu oğlanlar ise kayboldu' dediler. Oğlanlar bütün kalpleriyle 'daha ne arıyoruz, işte anamızı da bulduk, gelin Neşa’ya gidelim!' dediler. Neşa’ya vardıklarında anaları onları tanıyamadı ve kızlarını oğullarına verdi. İlk oğullar kız kardeşlerini tanımadılar ama sonuncu oğul dedi ki kız kardeşlerimizi almayalım, günah işlemeyelim. Görüldüğü gibi metinde Kaniş ve Neşa adları birbirinin yerine sık sık kullanılmaktadır. Bu belge yardımıyla, önce sadece bir varsayım olarak tartışması yapılan Kaniş=Neşa eşitliği, kesinlikle kanıtlanmış olmaktadır. Zalpa ya da Zalpuwa olarak geçen kentin yaklaşık yerine yukarıda değindik, arkeolojik veriler henüz yetersiz olduğu için, kesin bir şey söylenememekle beraber, buranın Bafra yakınındaki İkiztepe Höyüğü olabileceği düşünülmektedir. Eğer bu doğrulanırsa, metinde geçen üç önemli yerin nerede olduğu tümüyle belirlenmiş olacaktır. (Kaniş, Hattuşa, Zalpa). Bunların dışında Kuşşar’ın lokalizasyonunu saptamak olası değildir. Ancak, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın belgelerinden 2 tanesi de Alişar’da bulunduğuna göre, Kuşşar = Alişar eşitliği de akla yakın gelmektedir.

Gerek Anitta Metni’nin, gerekse yukarıda ana hatlarını verdiğimiz Zalpa Öyküsü olarak bilinen belgenin Hitit başkenti Hattuşa’da bulunması, Asur Koloni çağında kurulmuş yerel devletlerle büyük bir siyasal otorite halini almış Hitit Devleti arasındaki bağları açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağların sadece bu kadarla da kalmadığı, Hitit Devleti’nin ilk kralı kabul edebileceğimiz 1. Hattuşili’nin yine Boğazköy’de ele geçmiş, Akadça ve Hititçe olarak yazılmış 2 belgesinden anlaşılmaktadır. Bunlardan biri, kralın Kuşşar kentinde, hasta yatağında yazdırdığı ve kendisinden sonra Hitit tahtına oturacak veliahdı belirlediği, içinde tarihsel olayların da anlatıldığı, siyasal içerikli bir vasiyetnamedir. Metni özetlemeden önce hemen açıklamamız gereken nokta, Anitta’nın lanetlemesine karşın Hattuşa’nın Hititlerce yeniden iskan edilmesi ve bu belgeyi yazdıranın burayı devletin başkenti yaptığı için kendi adını da Hattuşalı anlamına gelen Hattuşili olarak değiştirmesidir. Asıl adının Labarna ya da Tabarna olduğu anlaşılan Hattuşili’nin vasiyetnamesini şöyle özetlemek olasıdır: Hattuşili bir tür soylular meclisi olan pankuş’un üyelerine, önce evlat edinerek veliaht edindiği ve iyiliği için her şeyi yaptığı (kendisi ile aynı adı taşıyan) Labarna adlı prensi, kötü davranışları nedeniyle şikayet etmektedir. Hattuşili’nin kız kardeşinin oğlu olan bu prens, annesi ve kardeşlerinin entrikalarına alet olmuştur. Prensle kralın arasındaki baba-oğul ilişkisi kesilince, oğlunun taht üzerindeki hakkının kalmadığını gören Hattuşili’nin kız kardeşi, bir sığır gibi böğürmeye ve yakarmaya başlar, ama bu da yarar getirmez. Kralın gözünde o da bir yılandır. Hattuşili, babasına sevgi göstermeyenin, uyruğuna karşı da sevgi göstermeyeceğini söyler. Prens öç almaya kalkarsa, ülkenin kargaşa içine düşebileceğini düşünerek, kralın barış içinde tuttuğu ülkesini başkalarının çökertmesine izin vermeyeceği vurgulanır ve Labarna, ılımlı bir biçimde “enterne” edilir. Evi, tarlası ve hayvanları olacaktır; hatta iyi davranışı görülürse kente dahi gelebilecektir. Ama kötülüğü görülürse, gözaltından kurtulamayacaktır. Kral, şimdi Murşili’yi veliaht ilan etmektedir. Murşili’nin yetiştirilmesine adamlar görevlendirilir; bunlar kralın gösterdiği biçimde davranacaklardır. Emirlere kesinlikle uyulacak, uymayan eskiden de olduğu gibi cezalandırılacaktır. Veliahdın aklını çelmek için başkaları ile ilgili suçlamalarda bulunmak ve bazı kent yaşlılarının devlet işlerine karışmaları yasaklanmıştır. Böyle davranışların iyi sonuçlar getirmediğine, Hattuşili’nin bir başka oğlu olan Huzziya örnektir; bir zamanlar o da, yöneticisi bulunduğu Tappaşanda kenti yaşlılarının kışkırtması ile babasına başkaldırmış ve bu nedenle görevinden alınmıştı. Bu isyan ülkede kargaşalıklar yaratmış, bu arada kralın kızlarından biri de kendi oğlunu tahta varis yapmak için entrikalara girişmişti. Bu isyan da bastırılmış, prenses de enterne edilmişti. Ülkenin büyükleri de düzenli yaşamalıdır, yoksa ülke karışır. Hattuşili’nin büyükbabası (adı verilmemekle beraber Puşarruma olabileceği, aşağıda değineceğimiz kurban listelerine dayanılarak ileri sürülmektedir), yine Labarna adlı bir prensi veliaht ilan etmişse de, ileri gelenler Papahdilmah’ı tahta çıkarmışlar ve ülke kötü durumlara düşmüştü. Kralın vasiyeti tutulmalı ve her ay Murşili’ye okunarak, iyice belletilmelidir. Tanrılara saygılı olunmalı, günah işlemekten kaçınılmalı, gereğinde pankuşun fikrine başvurulmalıdır. Hattuşili’nin vasiyetnamesi, karısı Haştayar’a hitaben şu sözlerle sona ermektedir: Cesedimi geleneklere uygun biçimde yıka; beni kollarına al ve kollarında toprağa ver!

Hattuşili’nin diğer belgesi, daha çok askeri icraatının anlatıldığı, yine çift-dilli olarak kaleme alınmış ve 1957 yılında Boğazköy kazılarında ortaya çıkarılmış bir tablettir. Bu belgenin başlangıç bölümünde Hattuşili kendisini şöyle tanıtmaktadır: Hattuşili, büyük Kral, Hattuşa kralı, Kuşşarlı adam. Bu sözler Kuşşar kralı Anitta ile Hitit kral ailesinin bağlantısını, artık kuşkuya hiç yer bırakmayacak şekilde gözler önüne sermektedir. Ne yazık ki eldeki belgeler, Anitta ile Hattuşili arasında geçen dönemde neler olup bittiğini bize daha açık anlatacak kadar fazla değildir. Ancak, Hattuşili’nin ilk metninde sözü edilen tarihsel geriye bakışlar, devletin ilk kuruluş yıllarında tahta geçmiş kişileri ve oluşan karışıklıkları, tam kronolojik bir sıra içinde olmasa da, belirtmektedir. Hitit dinsel inançlarına göre, öldükten sonra tanrı olan krallar için yapılacak kurbanları düzenleyen kurban listeleri olarak nitelediğimiz belgeler de bu konuda fazla yardımcı olmamaktadır. Bunlarda Hattuşili’ye değin Kantuzili, Tuthaliya, Puşarruma ve Pawahtelmah ile yukarıdaki belgede geçen Papahdilmah aynı olduğuna göre, Kuşşar soylu Hitit kralı sülalesini gerilere doğru götürmek ve yaklaşık olarak İÖ 1650-1620 arasına tarihlenen 1. Hattuşili ile Anitta (yak. İÖ 1750) arasındaki boşluğu kısmen doldurmak olası görülmektedir. Böylece, Anadolu’ya sonradan göç eden Hint-Avrupalı Hititlerin hangi aşamalardan geçtikten sonra bir sülale kurdukları ve yerel krallıkları yavaş yavaş kendilerine bağlayarak merkezi otoriteyi güçlendirdikleri, yazılı belgelerden sağlanan bilgilerin mozaik taşları gibi yan yana getirilmesiyle, ana çizgileriyle de olsa, gözler önüne serilmektedir.


Alıntıdır.


Mardin

 


29 Nisan 2022 Cuma

Mardin

 


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 6

 Mobilya


Mobilya konusunda Çin ve Roma iki merkez olarak ortaya çıkmaktadır. Çin’den etkilenmiş olan geleneksel Japon evinde mobilya halen yerde oturma seviyesine göre düzenlenmişken, sandalyenin ilk kez İS 3. yüzyılda girdiği Çin’de özellikle kuzeyde, yerde ve sandalyede oturma düzenlerine göre ikili mobilya sistemi, yüzyıllara dayanmaktadır. Çin’e de girmiş olan Roma tarzının Avrupa’da gösterdiği yayılma ortaçağda gerilemiş, 1400’ler den itibaren İtalya’dan tekrar kıtaya yayılmaya başlarken, kapitalizmin gelişim tarihine paralel biçimde ikinci sıçrama halkasını Hollanda oluşturmuştur. Mobilya yapımında meşe dışında ceviz vb. ağaç kullanımı önce Hollanda’nın Anvers kentinde görülmüştür. Mutfak kültürünün tarihine benzer biçimde Fransa sarayı, 18. yüzyıldan sonra, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde geliştirilen tarzların yeniden üretildiği ve moda olarak bütün Avrupa’ya yayıldığı bir merkez işlevini görmüştür.


Mobilya sözcüğü, Latince mobilis (hareketli) sözcüğünden gelen İtalyanca mobili, Fransızca meuble’den birçok dile ve de Türkçeye girmiştir. 1851 Londra Sergisi’nde mobilya sanayiinin Avrupa çapındaki gösterisi, Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen İngiliz ve Fransızlar, 1853-55 yıllarında yapımı tamamlanan Dolmabahçe Sarayı’nın etkileriyle, Osmanlı ülkesinde Avrupa tarzı mobilya kullanımı ivme kazanmıştır. Sini yerine masa, minder, iskemle yerine sandalye, koltuk, sandık yerine dolabın benimsenmesinde saray kadar Pera semtinde yaşayan Avrupalılar, Levanten ve gayri Müslim yurttaşlar da etkili olmuş, 1867 yılında Pera’da Psalti Mefruşat Mağazası açılmıştır. Abdülaziz’in sarayları bu yönelimde etkili olduğu gibi, II. Abdiilhamid kendisi marangoz olduğu için doğrudan modalar yaratmış, Yıldız’da kurduğu marangozhane, çini fabrikası onu taklit etme mecburiyeti duyanlara ve gücü olanlara örnek oluşturmuştur.


Ev eşyası yapımı geleneksel olarak yalnızca ‘kaplamacı’ ve ‘çatmacı’ olarak ayrılan marangozların işiyken, Fransızca e'beniste’den (abanoz) ‘ebe-nist’ ve Almanca Tauschireriden (Tauschierer: altın ve gümüş kakmacı, Arapça tahsiyya’dan) ‘tavşan’ adı altında ince marangozluk işleri yapan esnaf gelişmiştir. Osmanlı döneminde açılan sanayi mektepleri, Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi), Cumhuriyet döneminde

 


Ankara’da açılan Gazi Enstitüsü ile Avrupalı ve Avrupa’da eğitim görmüş hoca ve ressamların mobilya zevkinin gelişiminde rolü büyüktür. Mobilya üretimi bugün atölye üretimi olmaktan sanayi olmaya doğru gitmektedir. Sanayinin öncü kuruluşlarından Kelebek Mobilya 1935’te, başlangıçta uçak kanadı üretmek amacıyla kurulmuştur.


Mobilyada seri üretim yapan şirketlerin kurulması ve çam, sunta (1954’de Kerimol kardeşlerin İstanbul Kartal’da kurduğu fabrikada, orman artıklarının sıkıştırılmasıyla üretildi; adını suni ve tahta sözcüklerinin birleştirilmesinden alır; ilk renkli sunta da aynı fabrikada 1972’de üretilip satışa çıkarıldı), formika (fenol formol reçinesine batırılmış, yüzeyi yapay reçine ile kaplanmış kâğıt tabakanın İngiltere’deki ticari adı Formica’dan) gibi dönem dönem moda olan yeni malzemelerin kullanımı ve modül uygulamasının başlamasıyla, evin en değerli işli yatak takımları, yastık ve şilteler, seccade ve havlularla döşenmiş misafir odasının yerini salona bırakması çakışınca, ev hanımları radyo, televizyonun, sehpa ve masaların üstünü el işleriyle donatsalar da, yeni tarz teşrifat kendini kabul ettirdi.


Köylerde son yıllara kadar varlığını devam ettiren duvarların ahşap bölmelerine yapılan oyma ve çıkma rafların dolaplara (Anadolu ağızlarında en yaygın adlarıyla terek ve sergen) dönüşmesi mobilyanın da başlangıcını oluşturur. Mutfak dolapları da, sandık ve kutu biçimli çekmeler de Anadolu’da ve Avrupa’da düz tahtalardan yapılırdı. Tahtaların bozuk yerlerinin görünmemesi ve evin içine renk getirmesi için bu eşyanın kırmızı, yeşil gibi parlak renklere boyanması âdeti Avrupa’da 16. yüzyılın sonundan itibaren yerini cilaya bırakmaya başladı. 18. yüzyıldan itibaren Fransa’da-yeni malzeme, moda ve adlarla üretilen değişik biçimlerde dolap ve Sehpalar, Osmanlının son döneminden başlayarak 1970’lere kadar Türkiye’de de, zenginlerden orta sınıfa doğru yayılan, klasik ev döşeme anlayışının temelini oluşturdu. Masa ve yatak üstünde ilgili bölümlerde durulduğundan, bu anlayışın en önemli mobilya parçalarını burada kısaca şöyle sıralayabiliriz:


Gardırop: Fransızca garde-robe 13. yüzyılda dolap anlamını kazandı ve ortaçağda şato surlarına genellikle hendek ya da ırmağın üstüne gelecek biçimde yapılmış asma tuvalet hücresine ad oldu.


Şifoniyer: Fransızca chiffonier 1640, üst üste çekmeceleri olan çamaşır dolabı.

Komodin: İtalyanca comodine, Fransızca commode 17. yüzyılda çekmeceli sandığa verilen, kolaylık anlamında addır. Gardırop gibi 18.-19. yüzyıllarda oturağı saklayan sandık anlamına da geliyordu.


Konsol: Tablasının arka yanı duvara gelen ve ön yanı süslü ayaklarla daha çok masa ve sehpayı andıran, üstüne süslü endam aynaları konulan ve lüks sayılan möble İtalya’da 17. yüzyılda gösteriş eşyası olarak yaygınlaştı. Fransa’da XIV. Louis döneminde içbükey ayaklar, süslü aynalarla rokoko üslubunun gözde parçası oldu ve genellikle çift olarak kullanıldı. Yeni-klasik akım sırasında İngiltere’de maun, sarı hint ağacından yapılan örnekleri modaydı.


Portmanto: Fransızca portemanteau, 16. yüzyılda kayıtlara geçmiştir


Büfe: Fransızca buffet 12. yüzyılda masa anlamındadır, 1268’de bugünkü möble anlamını kazanmıştır. Mutfak masasıyla mutfak dolabının bileşiminden gelişen büfe, hali vakti yerinde olanlarca günlük kullanım dışında tutulan değerli mutfak eşyasının, kap kacak, bardak ve şişelerin konulduğu, evin ‘ikinci büfesi’ olarak mutfaktan çıkarılıp salonlara alınmış, mobilya anlayışı ve zevki gelişince evin en itibarlı eşyası haline gelmiştir.

Vitrin: Fransızca vitrine, verre (cam) sözcüğünden türetilmiştir. Salonlarda evin porselen, kristal misafir takımlarının sergilendiği vitrinler, 1830’lu yıllardan itibaren moda oldu. Zenginler vitrinlerini Paris’ten getirtiyordu. Ceviz, formika, çam ve nihayet suntaları üretilmeye başlandığında salon döşeme anlayışı da artık oldukça değişmişti. Bugün sözcüğün kullanımı dükkân vitrinleriyle sınırlanmıştır.


Büro: 1850’lerden itibaren kullanıma giren açılır kapanır kapaklı, çekmeceli ve gözlü yazı masası.

1960’lı yıllarda tül perde, koltuk takımı, karyola prestij konusuydu, 70’lerde bunların yerini buzdolabı, televizyon sonra teyp pikap vb. aldı. 1970’lerde İstanbul Gültepe’de yapılan bir araştırma, evlerin buzdolabı ihtiyacının düdüklü tencere, teyp ihtiyacının elektrik süpürgesi, pikap ihtiyacının fırından önce geldiğini gösterir. Gültepe’de evlerin ihtiyaçlarını karşılama oranları şöyledir: Karyola % 92, tül perde % 91, buzdolabı %70, televizyon % 63, koltuk % 57, çamaşır makinesi % 30, teyp % 24, pikap % 23, düdüklü tencere % 21, fırın % 19, elektrik süpürgesi evlerin %10’unda vardır (Tansı Şenyapılı, Bütünleşmemiş Kentli Nüfus Sorunu, ODTÜ , 1978, s. 136).


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


28 Nisan 2022 Perşembe

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 7

 AKBOZ-AT VE GÖKBOZ-AT (İKİZ ATLAR)


Demirkazık'ın (Kutup Yıldızı) etrafında dönerler. Masal kahramanlarının atı olarak görünürler. Akboz-At en çok Ural Batur Destanı ile özdeşlemiş durumdadır. Köroğlu'nun Kırat'ı da yine Akboz At motifinin bir türevidir. Bamsı Beyrek'in atının adı da Bengi-Boz veya Dengi-Boz olarak anılır. Burada yine atın renginin Boz olması öne çıkar. Gökboz At ise masallarda ve nağıllarda (halk öykülerinde) kanatlı bir at olarak görünür. Sıra dışı yetenekleri ve olağanüstü güçleri bulunur.



AKBUGA (TIP TANRlSI)


Hekimlerin koruyucusudur. Kolunda taşıdığı büyük beyaz bir yılanla simgelenir. Hekimler kendisine dua ederler ve yardım dilerler. Elinde bilgiyi ve bilgeliği temsil eden bir asası vardır. Bu asayla kime dokunursa hemen iyileşir. Ak yılanı ise yeryüzündeki yılanlardan farklı olarak ağulu (zehirli) değildir. Onun ağusu (zehri) ilaçtır, her tür hastalığı sağaltır. Yılanın deri değiştirmesi onun ölümsüz olduğu, toprak altında gezmesiyse ölüler dünyasına inebildiği şeklinde bir inancın doğmasına neden olmuştur. Bu nedenlerle onun gizemli bir canlı olduğu düşünülmüş ve tıp simgesi haline gelmiştir. Yılan ayrıca gücü ve koruyuculuğu simgeler. Zehri öldürücü olabildiği için de ona karşı korkuyla karışık bir saygı duyulur. Ayaklarının olmaması ve sürünerek ilerlemesi dikkat çekici başlıca özellikleridir.



AKGÖL


Yaşam havuzu. "Süt-Ak Göl" olarak da adlandırılır. Gökyüzünde (göğün üçüncü katında) bulunur. Yaşam Ağacı'nın üzerinde yer alan sütten bir göldür. Yaşamsal unsurları taşır ve hayatın kaynağı olarak kabul edilir. Yeryüzüne gelecek ruhlar bu gölün içindedir. Kübey Ana meşin kırbalarda (deri tulumlarla) buradan alarak getirdiği sütü doğacak çocukların ağzına damlatır. Bu damla çocuğun ruhunu simgeler. Pek çok Türk boyundaysa bebeklere annesinin ilk sütünün bu gölden alınan damlayla Umay Ana tarafından verildiğine inanılır. Yakutlarda ise Ayzıt adlı tanrıçanın gebe kadının yanına gittiği anlatılır. Süt Gölü'nden aldığı damlayı çocuğun ağzına damlatır ve daha fazla süt isteyen çocuk ana karnından çıkmak ister. Bu süt aslında çocuğa verilen ruhtur. Süt beyazlığı, saflığı, temizliği ve ruhu sembolize eder. Altay halk inanışına göre iyi insanlar yakınlarıyla birlikte Süt Gölü'nde altın sandallada gezerler. Bu gölün kıyısındaki uçsuz bucaksız sedef kumsallarda eğlenirler. Altay efsanelerinde "Pura" adlı boynuzlu atlar Süt Gölü'nden çıkarlar. Bu inanış soylu hayvanların (veya atalarının) sudan çıkarak geldikleri anlayışının en eski kökenini oluşturur. Ayrıca "Süt Golü" motifı Nasreddin Hoca'nın gölü süt olarak düşünüp maya çalması toplumsal bilinçaltı düzeyinde de olsa alakalıdır. 


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Yavuz Sultan Selim Köprüsü

 


Hindistan'daki Mughal İmparatorluğu ve Sihizm

 1526 yılında Cengiz Han ve Aksak Timur'un soyundan gelen Müslüman bir Türk olan Babur Hindistan'a yürüdü. Kuzey Hindistan'ın merkezi bölgelerini fethetti.  Afganistan'daki Kabil'i de içeren Babur'un toprakları Mughal imparatorluğu olarak biliniyordu. "Mughal" kelimesi Moğol sözcüğünden türetilmişti ve imparatorun geldiği kökene işaret ediyordu.

Babur'un ardından bir dizi önemli imparator başa geçti. Akbar (1556-1605 yılları arasında tahtta kaldı) güçlü bir yönetim sistemi kurdu. Hindulara dinlerini özgürce yaşamaları için izin verdi. Hindistan imparatorluğu'nun sınırlarını doğuda Bengal'den batıda Gujarat'a ulaşacak şekilde genişletti.  Babur  imparatorluğu'nun önemli  liderlerinden   olan  Şah  Cihan  (1628-1658)   inşa  ettirdiği muhteşem sarayı ile tanınıyordu.

Pers kültürü ve dilinin yaygınlaşması, mimari ve minyatür alanında kendine özgü bir Hint-islam tarzının gelişmesini sağladı. Günümüz dillerinden Urdu bu dönemde ortaya çıktı (Arapça ve Pers dillerinden belirgin bir biçimde etkilenmiştir). Hindistan'ın pek çok sarayı, anıt mezarı ve kalesi Mughal döneminde inşa edilmiştir. Bunların arasında Agra'daki Tac Mahal ve Delhi'deki Red Fort da bulunmaktadır. Her ikisi de şah Cihan döneminde inşa edilmişlerdir.

16. yüzyılın   başlarında   yeni   bir   tektanrıcı   din   olan   Sihizm, Pencap'ta yaygınlaşmaya başladı. Bu inanç Guru Nanak tarafından kurulmuştu. Hinduizm ve islam'dan etkilenmişti. Hinduizm'in reenkarnasyon ve karma inançlarını kabul etmekle birlikte kast sistemini reddediyordu. Onuncu ve son guru olan Gobind Rai (1666- 1708) Singh adının tüm vaftiz edilmiş erkek Sihlere verilmesini istedi. Sihizmin saç uzatma (türbanla örtülü olmalı) ve sakal kesmeme gibi    dış   görünüşe     ilişkin     kurallarını    biçimlendirdi .     Mughal düşmanlığına karşı Sihleri silahlandırdı. Daha sonra Sihler Pencap'ta önemli bir politik güç haline geldiler.


Alıntıdır. 


Safranbolu

 


Mardin

 


DÜNYA'NIN KORUNMUŞ TAVANI: ATMOSFER

 Biz çoğunlukla pek farkında olmayız, ama her gezegene olduğu gibi Dünya'ya da çok sayıda göktaşı düşmektedir. Diğer gezegenlere düştüklerinde dev kraterler açan bu göktaşlarının Dünya'ya zarar vermemelerinin nedeni, gezegenimizi saran atmosferin düşmekte olan göktaşlarına karşı büyük bir direnç göstermesidir. Göktaşı bu dirence fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı yanarak büyük bir kütle kaybına uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol açabilecek bu tehlike, atmosfer sayesinde savuşturulmuş olur. 


Gökyüzünün "korunmuş bir tavan" oluşunun en önemli örneklerinden biri Dünya'yı saran manyetik alandır. Atmosferin en üst tabakası "Van Allen" adı verilen bir manyetik kuşaktan oluşur. Bu kuşak Dünya'nın çekirdeğinin sahip olduğu özellikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Ancak bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan oluşmuş olmasıdır: İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. İşte Van Allen Kuşakları bu manyetik alanın, atmosferin en dışına kadar ulaşan bir uzantısıdır. Bu manyetik alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur.

Bu tehlikelerin en önemlilerinden biri, "Güneş rüzgarları"dır. Güneş, Dünya'ya ısı ve ışıktan başka, radyasyon ile beraber saatteki hızı 1.5 milyar kilometreyi bulan, proton ve elektronlardan oluşan bir rüzgar da gönderir. Güneş rüzgarları, Dünya'nın 40.000 mil uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları'ndan geçemezler. Parçacık yağmuru şeklindeki güneş rüzgarı, bu manyetik alanla karşılaşır ve ayrılarak bu alanın çevresinden akar. Güneş'ten gelen X ve ultraviyole ışınlarının büyük bölümü ise atmosfer tarafından emilmektedir. Bu emilme olmadan, yeryüzünde hayat olması ise mümkün değildir.

Etrafımızı saran atmosferik kuşaklar, sadece zararsız orandaki ışınlar, radyo dalgaları ve görünür ışığın Dünyamıza ulaşmasına imkan verecek bir geçirgenliğe sahiptirler. Eğer atmosferimiz bu geçirgenlik özelliğinden yoksun olsaydı, ne haberleşme dalgalarını kullanabilir, ne de canlılığın temeli olan gün ışığını bulabilirdik. 

Dünya'yı saran ozon tabakası da Güneş'ten gelen ve canlılar için zararlı olan morötesi ışınların yere kadar ulaşmasını önlemektedir. Güneş'ten gelen ultraviyole ışınları yeryüzündeki tüm canlıları öldürecek kadar fazla enerji yüklüdürler. Bu nedenle, Dünya'da yaşamın var olabilmesi için, gökyüzünün "korunmuş tavan"ına bir de ozon tabakası eklenmiştir.

Ozon, oksijenden üretilir. Oksijen gazının (O2) moleküllerinde 2 oksijen atomu bulunurken, ozon gazının (O3) moleküllerinde 3 oksijen atomu bulunur. Güneş'ten gelen ultraviyole ışınları, oksijen gazına bir atom daha ekleyerek ozonu oluştururlar. Ve ultraviyole sayesinde oluşan ozon tabakası, öldürücü ultraviyole ışınları tutarak yeryüzünde yaşamın en temel şartlarından birini oluşturur.


Alıntıdır.


ATMOSFERDEKİ BÜYÜK DENGE

 




Dünya'nın atmosferinde dört temel gaz bulunur. Bunlar azot (%78), oksijen (%21), argon (%1'den az) ve karbondioksittir (%0.03). Atmosferde bulunan gazlar "reaksiyona giren" ve "reaksiyona girmeyen" olarak iki ana sınıfa ayrılırlar. Reaksiyona giren gazları incelediğimizde bunların yaptıkları reaksiyonların hayat için vazgeçilmez olduğunu, diğer gazların ise reaksiyona girmeleri durumunda canlılığı yok edecek bileşikler oluşturduklarını saptayabiliriz. Örneğin argon ve azot pasif gazlardır, bunlar çok çok az kimyasal reaksiyona dahil olabilirler. Ancak bunlar örneğin oksijen gibi kolaylıkla reaksiyona girebilselerdi, okyanuslar nitrik asit haline gelirlerdi.

Öte yandan oksijen diğer atomlarla, organik bileşiklerle ve hatta kayalarla bile reaksiyona girer. Bu reaksiyonlar su gibi, karbondioksit gibi hayatın varlığı için en temel molekülleri oluştururlar.

Gazların reaksiyona girme-girmeme özelliklerinin yanısıra, mevcut oranları da canlı hayatı için son derece kritiktir.

Örneğin oksijeni ele alalım. Oksijen atmosferimizde en yoğun bulunan reaktif gazdır. Atmosferimizdeki bol oksijen bizi diğer gezegenlerden de ayıran bir özelliktir, çünkü Güneş Sistemi'ndeki diğer gezegenlerde oksijenin zerresine bile rastlanmamıştır.

Atmosferde şimdikinden daha fazla oksijen olsaydı, yanma reaksiyonları daha süratli olarak gerçekleşecek, kayalar ve metaller çok daha çabuk aşınacaktı. Bu yüzden yeryüzü hızla aşınıp eriyecek ve canlı yaşamı için büyük bir tehdit oluşacaktı. Eğer biraz daha az oksijenimiz olsaydı, solunum zorlaşacak, daha az ozon gazı üretilecekti. Ozon miktarındaki değişmeler de canlılık için öldürücü olacaktı. Şimdikinden daha az ozon, Güneş'in morötesi ışınlarının Dünya'ya daha şiddetli ulaşmasına ve canlıların yok olmasına sebebiyet verecekti. Şimdikinden daha fazla ozon ise güneş ısısının Dünya'ya ulaşmasını engelleyeceğinden öldürücü etkiye sahip olurdu.

Karbondioksit de benzeri hassas dengelere sahiptir. Bitkiler bu gaz sayesinde Güneş'in radyasyonunu alır, onu suyla karıştırır, bunun sonucunda da kayaları eriten bikarbonatı oluşturur ve onu okyanuslara bırakırlar. Yine bu gazı ayrıştırarak oksijeni atmosfere geri verirler. Canlıların vazgeçilmez ihtiyacı olan oksijen bu sayede atmosfere sürekli olarak verilir. Öte yandan yine bu gaz sayesinde Dünya bir "sera etkisi" yaşayarak şimdiki ısısını muhafaza eder.

Eğer daha az karbondioksit olsaydı, karadaki ve denizdeki bitkilerin miktarı azalacaktı, böylece hayvanlar için daha az besin üretilmiş olacaktı. Okyanuslarda ise daha az bikarbonat olacak, bunun sonucunda da asit oranı artacaktı. Atmosferdeki karbondioksitin artması ise kıtaların kimyasal olarak aşınmasını hızlandıracak, okyanuslarda zararlı alkali bir ortam oluşacaktı. Öte yandan sera etkisi artacağından Dünya'nın yüzey ısısı yükselecek ve hayat yok olacaktı. Görüldüğü gibi Dünya'daki yaşamın sürekliliği açısından atmosferin varlığı son derece önem taşımaktadır. Atmosferin varlığının gerçekleşmesi için bazı astrofizik şartların birarada bulunması gerekir.


A ) Dünya yüzeyi belirli bir sıcaklıkta, devamlı ve ılımlı ölçüler içinde kalmalıdır: Bunun sağlanması için:

1- Dünya Güneş'e belli bir uzaklıkta olmalıdır. Çünkü bu uzaklık Güneş'ten Dünya'ya ulaşan ısı enerjisinin miktarında rol oynayacaktır. Dünyanın bugün Güneş etrafında izlediği yörüngeden, biraz yakınlaşma ya da uzaklaşma şeklindeki bir sapma, Güneş'ten Dünya'ya ulaşan ısı enerjisinin miktarında büyük değişmelere neden olacaktır. Hesaplara göre Dünya'ya ulaşan güneş enerjisindeki %13'lük bir azalma yeryüzünün 1000 metre kalınlığında bir buzul tabakasıyla örtülmesiyle sonuçlanır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.

2- Yerküre'nin bütünündeki ısının homojen olması gereklidir. Bu amaçla Dünya'nın kendi etrafında belirli bir hızda (Ekvatorda 1670 km/saat) dönmesi gerekir. Eğer Dünya'nın dönüşü belirli hızdan daha fazla olursa, atmosfer fazlaca ısınacağından gaz moleküllerinin Dünya'dan kaçış hızları artacak, bu nedenle de atmosfer uzaya dağılarak yok olacaktı. Dünya'nın dönüş hızı gerekenden daha az olsaydı, bu sefer Dünya'dan kaçış hızları azalan gaz molekülleri, yerçekiminin etkisiyle toprak tarafından emilerek yok olacaktı.

3- Dünya'nın ekseninin 230 27´lik eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.


B ) Oluşan ısının dağılmasını önleyecek bir tabakaya ihtiyaç vardır:

Dünya'nın yüzey ısısının kararlı kalması için özellikle geceleri ısı kaybının önlenmesi gerekir. Bunun için atmosferde ısı yansımasını engelleyen bir bileşiğe ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, atmosfere karbondioksit ilave edilerek giderilmiştir. Bu gaz, yeryüzünü adeta bir yorgan gibi örterek ısının uzaya dağılıp yok olmasını engeller.


C) Yeryüzünde, kutuplar ile ekvator arasındaki ısı farkının dengelenmesini sağlayan yapılar vardır:

Bilindiği gibi Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında 120°C'lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, burada öyle şiddetli bir atmosfer hareketi olurdu ki, hızı saatte 1000 km'ye varan fırtınalar Dünya'yı allak bullak ederdi. Bu fırtınalar sonucunda, kısa sürede atmosferdeki statik denge yok olur ve atmosfer dağılırdı.

Halbuki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, Çin'de Himalayalarla başlar, Anadolu'da Toroslarla devam eder ve Avrupa'da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus'la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.

Görüldüğü gibi yaşamın en önemli temellerinden biri olan havanın varlığı binlerce fizik ve ekolojik dengenin kurulması sayesinde sağlanmıştır. Üstelik Dünya üzerinde canlılığın devamı için gezegenimizdeki şartların tek başına gerçekleşmiş olması da yeterli değildir. Dünya, jeofizik yapısından uzaydaki hareket şekillerine kadar bugünkü haliyle var olsa, ancak bulunduğu galaksideki konumu farklılık gösterse, gerekli dengeler yine alt-üst olacaktı.

Örneğin Güneş'in yerinde daha küçük bir yıldızın var olması, Dünya'nın aşırı derecede soğumasına, büyük bir yıldızın var olması ise Dünya'nın sıcaktan kavrulmasına neden olurdu.

Dünya'nın birtakım tesadüflerin eseri olmadığını anlamak için uzaydaki milyonlarca ölü gezegene bakmak bile yeterlidir. Yaşam için gerekli koşullar, asla ve asla "kendiliğinden" oluşamayacak kadar karmaşıktır ve yalnızca Dünya, yaşam için özel bir yaratılışla yaratılmıştır.


AZOT DENGESİ VE BAKTERİLER

Dünya'nın insan yaşamı için yaratıldığının bir başka göstergesi de, yeryüzündeki azot çevrimidir. Azot tüm canlıların dokularında bulunan en temel elementlerden biridir. Atmosferin %78'ini oluşturduğu halde havadaki azot, insanlar ve hayvanlar tarafından doğrudan doğruya alınamaz. Azot ihtiyacının karşılanmasında en önemli görev bakterilere verilmiştir.

Azot çevrimi havadaki azot gazı (N2) ile başlar. Bazı bitkilerde yaşayan bakteriler, havadaki azotu amonyağa (NH3) dönüştürürler. Başka cins bakteriler ise amonyağı nitrata (NO3) çevirirler. (Havadaki azotun amonyağa çeviriminde yıldırımlar da önemli rol oynamaktadır.)

Bir sonraki aşamada nitrat, yeşil bitkiler gibi besinini kendi üreten canlılar tarafından emilir. Kendi besinlerini üretemeyen insan ve hayvanlar ancak bu bitkileri yiyerek azot ihtiyaçlarını karşılarlar.

İnsanlar ve hayvanlardaki azotun yeniden doğaya dönmesi ise, bu canlıların atıkları ve ölülerinin yine bakterilerce parçalanması ile gerçekleşir. Bakteriler bu işi yaparken sadece temizlik işi yapmakla kalmaz, azotun temel kaynağı olan amonyağı da tekrar ortaya çıkarırlar. Amonyağın bir kısmı başka bakterilerce karbona dönüştürülerek tekrar havaya karışırken, diğer bir kısmı da yine başka çeşit bakterilerce nitrata dönüştürülür. Bunlardan bitkiler faydalanır ve çevrim böyle sürüp gider.

Dikkat edilirse, bu çevrim içinde sadece bakterilerin bulunmamasının bile hayatın sonunu getireceği anlaşılacaktır. Çünkü bakteriler olmadan bitkiler karbon ihtiyaçlarını karşılayamayacak ve yok olacaklardır. Bitkilerin olmadığı bir ortamda ise elbette hayat söz konusu olamayacaktır.


Alıntıdır.

26 Nisan 2022 Salı

Mardin

 


KADEŞ SAVAŞI KİM KAZANDI?

 Karnak, Luksor, Ramesseum, Abydos ve Abu Simbel'de bulunan eski Mısır tapınakları, mezar anıtları ve saraylarının duvarlarında yazılı ve çizili olanlara bakılırsa, Mısır firavunu II. Ramses'in, Kadeş savaşında, Hitit kralı Muvatallis'e karşı büyük bir zafer elde ettiği anlaşılıyor. Christian Jacq'ın dünyada çok satanlar listesine girmiş ve Türkiye'de de aynı konuma gelmiş olan beş ciltlik Ramses adlı kitabında da aynı şeyler yazılı. Dizinin, Kadeş Savaşı başlığını taşıyan cildinde II. Ramses'in başlangıçta yenilir gibi bir konuma düşmesine karşın sonradan toparlanarak Hititleri darmadağın ettiği ve Muvatallis'in kendisiyle barış yapmak için yalvar yakar olduğu anlatılıyor. Christian Jacq, bütün bunları yukarıda saydığımız tapınak, mezar ve saraylardaki yazılardan aktarıyor. Yani özetle konuya Ramses ve onun saray yazman ve şairlerinin gözüyle bakarak bir öykü yaratıyor. Böyle yapması son derecede doğaldı. Çünkü romanı, Mısır'ın tanıtımına ilişkin bir sipariş üzerine yazmıştı.

Mısır kaynakları ve sonradan bu kaynaklara dayanılarak yazılan öyküler Hititleri barbar ve istilacı bir ulus olarak sunuyorlar. Bunlara göre Mısırlılar, ülkelerini ve ulaştıkları üstün uygarlık düzeyini korumak isteyen bir ulus. Bu konuda o kadar çok kitap ve yazı var ki bugünkü dünya bu yaklaşımı fazlasıyla benimsemiş durumda.

Gerçek böyle mi acaba? Bilim her konuda bu soruyu sorarak başlar işe. Hitit tabletlerindeki Hititçe yazılar çözüldükten ve savaşın sonuçları değerlendirildikten sonra gerçeğin tam tersi olduğu çıkıyor ortaya. Eğer bu tabletlere ulaşılamasa ve savaşın sonuçlarının ne olduğu anlaşılamasa Mısırlıların Hititlere karşı Kadeş'te büyük bir zafer kazandığı sanılacaktı. Gerçi bu kaynaklara ulaşılmış ve gerçek ortaya çıkmış olsa bile Mısırlıların bu savaşta zafer kazandığını ileri sürenler hala var. Bunların başında da Christian Jacq geliyor.

Hititler Barbar mı?

Eski dünyanın merkezi Anadolu ve Ortadoğu idi. İÖ yaklaşık olarak 1800'lerde Anadolu'da Hititler ortaya çıktı. Hititlerin ortaya çıktığı tarihlerde Anadolu'dan Suriye'ye kadar uzanan coğrafyada en önemli iki krallık Hititler ile Mitanniler'di. Aynı coğrafyada bulunan çeşitli beylikler Hititlere bağlıydılar. Bu bağlılık, ödenen vergiler karşılığı bir özerklik içeriyordu. Buna karşılık o ülkelerin, Hitit kralı savaşa giderken ona asker vermek zorunluluğu vardı.

Hitit krallığını bir imparatorluk haline getiren kral Suppiluliuma'dır. İÖ 1375 ile 1335 arasında hüküm süren Suppiluliuma çağın önemli krallıklarından olan Mitanni devletini yıkarak imparatorluğunun sınırlarını Lübnan'a kadar genişletiyor. Buraları fethetmesine karşın buralarda yaşayan insanları köle yapmıyor. O ülke halklarını Hitit imparatorluğuna bağlı halklar haline getirmekle yetiniyor ve içişlerinde özerk bırakıyor. Bu bilgiler yalnızca Hitit tabletlerinde taraflı yazılmış olabilecek yazılardan değil, aynı zamanda o dönemde yaşamış tarafsız ulusların tabletlerinden de anlaşılıyor. Oysa aynı dönem Mısır'ında inanılmaz bir kölelik düzeni sürüyor. Köleliğin boyutları o kadar aşırı ki sonuçta Ramses döneminde Yahudilerin isyanı ve Musa'nın yahudileri alarak Mısır ülkesini terketmesine kadar varıyor işler.

Kaldı ki Hititlerin yayılmacı bir politikadan çok kendi imparatorluklarını koruma amacına dayalı ilerlemeleri söz konusu. Bunu da Hititlerin kurucusu kabul edilen kral Labarnas'ın yazdırdığı bir tabletten anlıyoruz. Şöyle diyor Labarnas: "Ve ülke çok küçüktü… Ne tarafa kıpırdansa hemen bir düşman ülke ordusu yolu kesiyordu." Labarnas bu durumdan kurtulmak, en azından tüccarlarına yol açmak amacıyla çevreyi ele geçirerek krallığı büyütmeye başlamıştı.

Hititler, ele geçirdikleri ülke halklarını köle yapmaz onlara bir çeşit özerklik tanırken, Mısırlılar kendi içlerinde yaşayan insanları köle yapıyorlar. Hitit uygarlığının üzerinden Frigler, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar geçtiği için geriye kalan kalıntılar ne yazık ki Mısır'da kalanlardan daha az. Ona karşın bu uygarlığın sanat, kültür ve bilim alanında oldukça ileriye gittiğinin kanıtları duruyor hala. Kaldı ki Asurlulardan öğrendikleri ticareti de oldukça geliştirmiş oldukları anlaşılıyor. Demek ki Mısır yazıtları ve resimleri Hititleri barbar ve istilacı olarak gösterirken gerçeği anlatmıyor.

Savaşta Hititler mi Daha Üstün Yoksa Mısırlılar mı?

Bu konuda da çeşitli tezler ileri sürülebilir. Çoğu çıkarsamalar yine tapınaklarda yer alan yazı ve resimlerden geliyor. Buna karşılık bugün elimizde iki önemli bulgu var Hititlerin savaş gücü ve tekniğiyle ilgili. Bunlardan ilki Hitit başkenti Hattuşa'daki kazılar sırasında bulunmuş olan yaklaşık bin satır uzunluğundaki bir metni içeren bir tablet. Hititçe yazılmış olan tablette at yetiştiriciliği ve binicilik kuralları anlatılıyor. Bu metin, Hititlerin bu konuyu hangi uzmanlık düzeyine getirdiklerini ortaya koyuyor. Gerçi metnin yazarı Kikkuli adında bir Hurri ve Mitanni ülkesinden getirtilmiş ama Hititler ondan aldıkları eğitimle işi bir sanata dönüştürmüşler.

Hititlerin savaş gücünü gösteren ikinci kanıt savaş arabaları. Hitit savaş arabası o zamana kadar kullanılan 4 tekerlekli savaş arabalarından farklı olarak 6 tekerlekliydi. Tekerlekler de, diğer ülkelerin savaş arabalarında kullanılan tek parça tahtadan yapılmış tekerleklerden değildi. Bugünkü tekerleklere benzeyen çubuklarla desteklenmiş tekerlekler kullanılıyordu. Dolayısıyla savaş arabaları çok daha hafif ve hareket yeteneği yüksek olabiliyordu. Arabanın benzerlerine göre hafif olması her savaş arabasında iki yerine üç askerin yer almasına olanak sağlıyordu. Askerlerden birisi arabayı sürüyor, ikincisi arabadaki diğer iki kişiyi koruyacak biçimde kalkan kullanıyor, üçüncüsü ise ok ve mızrak atıyordu.

Kadeş savaşında Mısır ve Hitit ordularının sayıları hakkında çeşitli iddialar var. Mısırlılar, savaştaki fedakarlık ve kahramanlıklarını abartmak için rakibi fazla sayıda göstermek ihtiyacı duymuşlar. Bugün kabul edilen genel görüşe göre Hititler bu savaşa 17,000 piyade ve 4,500 savaş arabasıyla katılmışlar. Her savaş arabasında 3 asker olduğuna göre 13,500 de arabalı asker demektir. Buna göre Hititlerin toplam savaşçı sayısı 30,000 dolayında bir sayıyı göstermektedir. Buna karşılık Mısırlıların 20,000 dolayında olduğu sanılmaktadır. Bu sayılar kesin değil. Buna karşın Kadeş savaşında Hititlerin Mısırlılara karşı sayısal üstünlüğü olduğu biliniyor. Bu da Hititlerin savaş gücünü ve üstünlüğünü gösteren üçüncü kanıt.

Savaşa Giden Yol

O zamana kadar bilinen dünyanın en büyük iki imparatorluğu olan Hititlerle Mısırlılar niçin savaşa girdiler? Bu soruyu yanıtlamak için biraz geriye gidelim. Tek tanrıya inandığı için sapkın firavun diye adlandırılan firavun Akhenaton'un ölümünden sonra yerine büyük oğlu Smenkare geçiyor. Smenkare'nin ölümle sonuçlanan kısa süren firavunluğu sonrasında Mısır tahtına Tutenkamon geçiyor. Tahta geçtiğinde Tutenkamon henüz çocuk yaşta. Üvey kızkardeşi Ankesenamon ile evlendiriliyor. Tutenkamon 18 yaşındayken, sonradan mumyası üzerinde yapılan röntgen incelemeleriyle anlaşıldığı üzere, kafatasına aldığı bir darbeyle öldürülmüş. Cinayetin Başrahip Eje tarafından işlendiği kabul ediliyor bugün. Buraya kadarki öykü konumuzu çok yakından ilgilendirmiyor. Yalnızca altyapıyı verebilmek için değindim. Konumuzu asıl ilgilendiren bölüm dul kalan kraliçe Ankesenamon'un başına gelenler ve bunların Hititlerle ve Kadeş savaşıyla ilgisi.

Başrahip Eje, firavun Tutenkamon'u öldürdükten sonra firavun olmak istiyor. Bunun en kestirme yolu kraliçe Ankesenamon ile evlenip tahta geçmek. Ankesenamon, kocasını, Eje'ın öldürdüğünü bildiği için mi yoksa Eje kendisinden çok yaşlı olduğu için mi bilinmez onunla asla evlenmek istemiyor. Ama Eje bu konuda kararlı. Ankesenamon'un bulabildiği tek çözüm adını ve ününü duyduğu Hitit kralı Suppiluliuma'dan yardım istemek. Suppiluliuma'nın oğlu II. Murşiliş'in yazdığına göre bu yardım isteği şöyle çıkıyor ortaya: "Mısırlılar, Amka zaferini duyunca korktular. Üstelik firavunları da ölmüş olduğu için, Mısır'ın dul kraliçesi babama bir elçi ile şu mektubu yolladı: Kocam öldü. Benim oğlum yok. Duyduğuma göre sende oğul çokmuş. Eğer bana oğullarından birisini verirsen onu koca yapacağım. Tebamdan birisini kocam yapmayı asla istemiyorm. Ona koca olarak saygı duyamam." II. Murşiliş devam ediyor: "Babam bunu duyunca inanamadı. Hatti'nin büyüklerini toplayıp danıştı." Sonunda Suppiluliuma, danışmanı Hattuşa-ziti'yi Mısır'a elçi olarak gönderip durumu tam olarak anlamayı kararlaştırdı. Hattuşa-ziti, Mısır'da gerekli araştırmaları yaparken Suppiluliuma bir yandan da Karkamış'ı ele geçiriyor ve inanılmaz büyüklükte bir savaş ganimeti elde ediyordu. Bu, onun Ortadoğudaki ününü iyiden iyiye arttırmış olmalı. Bir süre sonra Hattuşa-ziti, Ankesenamon'un ikinci mektubuyla dönüyor. Mektupta Suppiluliuma'ya hitaben şunlar yazılı: "Niçin bana inanmıyorsun? Niçin alay edildiğini sanıyorsun? Ben başkasına değil yalnızca sana yazdım. Bir çok oğlun olduğu söyleniyor. Oğullarından birini bana verirsen o, hem bana koca hem de Mısır'a kral olacak." II. Murşiliş devam ediyor anılarına "Babam iyi yürekli olduğu için kadının sözünü dinledi ve göndereceği oğlunu seçti." Suppiluliuma, Mısır firavunluk soyunun Hititlere geçeceği hayalini kurarak oğlu Zannanza'yı küçük bir askeri birlikle Mısır'a yollar. Hitit tabletlerinden anlaşılacağı üzere, prens Zannanza'nın sınırı geçtikten bir süre sonra öldürüldüğü haberi gelir Hitit ülkesine. Firavun olmak için gün sayan Eje, Ankesenamon'un bu girişimini öğrenmiş ve Mısır orduları başkomutanı Horemheb aracılığıyla yolladığı orduyla Zannanza'nın birliğini kuşatarak yok ettirmiş hepsini. Suppiluliuma, bu olaya çok üzülmüş. Yine tabletlerden anlaşıldığına göre günlerce ağlamış ve intikam yeminleri ederek başta fırtına tanrısı Teşup olmak üzere tanrılara kurbanlar sunmuş. Zannanza'nın davet edildiği bir ülkede cinayete kurban gitmiş olması Suppiluliuma ve bütün ailesi üzerinde bir Mısır nefreti yaratmış olsa gerek. Ne var ki o sırada Anadolu'da yayılmağa başlamış olan veba salgını bu nefret ve intikam duygularının yoğunluğuna karşın Suppiluliuma'nın Mısır üzerine bir seferi göze almasını engelliyor. Nitekim Suppiluliuma da vebaya yakalanıp İÖ 1335 yılında ölüyor. Ardından tahta geçen oğlu III. Arnuvandas da yalnızca bir yıl krallık yaptıktan sonra vebadan ölünce tahta II. Murşiliş geçiyor. Tahta geçer geçmez, Hitit imparatorluğunda bu kadar taht değişimini fırsat bilerek ayaklanan Arzava'lılarla savaşa girişiyor. İki yıl süren bu savaş sonunda Arzava ülkesini yıkıyor. Kuzey'de ayaklanan Kaşka'lıları ve diğer ulusları da yeniyor. II. Murşiliş'ten günümüze kalanlar yalnızca babası Suppiluliuma'yı anlattığı anılar değil. Onun çok ünlü bir de veba duası var. II. Murşiliş, ardında büyük ve güçlü bir imparatorluk bırakarak İÖ 1306'da ölüyor. Tahta oğlu Muvatallis geçiyor.

Bu sırada Mısır tahtında Akhenaton'la birlikte ortaya çıkan gevşeklik ve karışıklıklar sonrasında artık güçlü bir firavun vardır: II.Ramses. II. Ramses, daha imparatorluğunun ilk yıllarında düzeni kurmak ve Mısır'ın gücünü çevreye kabul ettirebilmek için seferlere başlıyor. Hititler açısından bardağı taşıran damla Suriye topraklarında Hititlere bağlı olarak yaşayan Amurruların birden Ramses'e bağlılıklarını açıklamaları. Amurru prensi Benteşina, kendisine çok daha fazla tavizler önermiş olan II. Ramses'in sözüne güvenerek Hititler'den kopmuş ve Mısırlıların safına katılmıştı.

O dönemin güç dengeleri içinde II. Ramses'in ilerleyişini durduracak tek güç vardı dünyada: Hititler. Artık Muvatallis için yapacak başka bir şey kalmıyordu: Hem sınırlarına yeniden biçim vermek hem de Suppiluliuma'dan kalma intikamı almak (Prens Zannanza'nın öldürülmesi olayı). Dolayısıyla iki ulusun savaşa girişmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. İki ordu, Halep ile Şam'ın ortasında bir yerde olan Kadeş'te karşı karşıya geldiler.

Bu noktada savaşı Hititlerin değil Mısırlıların çıkardığına ve gerçek barbar aranıyorsa bunun kim olduğuna dikkat etmek gerekir.

Savaşı Kim Kazandı?

İki büyük ordu İÖ 1296'da Kadeş yakınlarında karşılaştılar.

Ramses'in Kadeş'e yaklaşımı askeri strateji açısından hataların en büyüklerinden birisi olarak tanımlanıyor bugün. Ordusunu dört bölüme ayırmıştı. Her bir bölüm Mısır'ın en büyük tanrılarının adını taşıyordu: Amon, Ra, Ptah ve Seth.

İlk karşılaşmada Muvatallis'in, kardeşi III. Hattuşiliş ve oğlu Urhi Teşup ile birlikte kumanda ettiği Hitit birlikleri, Ramses'in ordularını darmadağın edivermişti. Ramses canını zor kurtarmış kendisini Amon tümeninin içine zor atmıştı. Savaşa soktuğu Ra tümeninden geriye çok az asker kaldığı anlaşılıyor. Onlar da tam bir bozgun halinde kaçmağa başlamışlar. Bu ilk yenilgi Mısır yazıtlarında şöyle anlatılıyor: "Yürüyüş kolundaki Ra tümeninin ortasına saldırdılar. Ra tümeni harekat halindeydi. Savaşa hazır değildi. Bu nedenle majestelerinin (II. Ramses) askerleri de savaş arabaları da onlar (Hititler) karşısında yenildi."

Amon tümeni, ordunun geri kalanından ayrılmıştı. Hitit savaş arabaları yapılarının getirdiği hafiflik ve manevra üstünlüğüyle kısa sürede Amon tümenini de sarmışlardı. Üstelik Ramses de sarılmış olan Amon tümeninin ortasındaydı. Tam anlamıyla bir toplu yok edilmenin eşiğindeydi Ramses ve Amon tümeni. Onların yok edilişinin ardından başsız kalan Ptah ve Seth tümenlerinin yok edilmesi çok kolay olacaktı. Hitit imparatorluğunun önünde Mısır toprakları açılıyordu artık.

Hitit ordusu pek çok ulustan derlenmiş askerlerden oluştuğu için disiplini çok güçlü değildi. Mısır ordugahına girdikleri anda yağmaya başladılar. Emir komuta herşey bir anda yok olmuştu. Mısır ordugahı çok zengindi. İşte tam bu sırada Mısır yazmanları ve şairlerine göre Ramses, tanrısal bir güçle Hitit askerlerine saldırıp onları dağıtıyor ve savaşı birden lehine döndürüyor. Bundan sonra Ramses'in kahramanlığı üzerine öyküler sonu gelmez biçimde sıralanıp duruyor Mısır yazıtlarında. Aynı kaynakları kullanan Christian Jacq da Ramses dizisinin Kadeş adlı bölümünde Ramses'in kahramanlıklarını ve elde ettiği zaferin öyküsünü anlatıyor.

Oysa Hitit kaynakları böyle anlatmıyor. Mısır ordugahının yağmasına dalmış bulunan ve emir dinlemez halde olan Hitit askerleri hiç beklenmeyen anda küçük ve düzenli bir birliğin saldırısına uğruyorlar ve toparlanmaya fırsat bulamadan dağılıyorlar. Bu birliğin nereden geldiği bugün hala bir sır. Fakat bu birliğin Ramses ordularına ait olmadığı kesine yakın bir biçimde biliniyor. Çünkü Ramses'in ağzından şöyle anlatılıyor: "Yanımda ne bir prens var, ne bir sürücü, ne bir piyade subayı, ne de bir araba savaşçısı. Yaya askerim de araba savaşçılarım da beni onların karşısında ganimet gibi bırakarak çekip gitti. Onlarla savaşmak için kimse beklemedi."

Savaş bir süre daha sürüyor. Ondan sonra her iki ordu da geri çekildiği için kimse kimseye üstünlük sağlayamıyor. Mısır kaynaklarında Muvatallis'in Ramses'e şöyle bir mektup yolladığı yazılı: "…Mısır ve Hatti ülkeleri senin emrindedir ve ayaklarının altına serilmiştir..." Oysa o durumda Hitit kralı Muvatallis başkent Hattuşa'dan yaklaşık 600 kilometre uzakta, Suriye topraklarında bulunmaktadır. Daha iki ordu arasındaki ilk çatışmada Mısır orduları geriye dönmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla Muvatallis'in bu tür bir mektup yazması için ortada hiç bir neden yok. Bugün, çoğu araştırmacı böyle bir mektubun Ramses'in hayal ürünü olduğu konusunda hemfikir.

Mısır tapınaklarında, mezarlarında ve saraylarında Ramses'in Kadeş savaşını kazandığına ilişkin yazılara ve resimlere karşılık savaşı Hititlerin kazandığını gösteren bazı kanıtlar var ortada. İlk kanıt: Prens Benteşina'nın Mısır'a bağladığı Amurru ülkesinin savaştan hemen sonra yeniden Hititlere bağlı hale getirilmesidir. İkinci kanıt savaştan yaklaşık 9 yıl sonra Hitit kralı III. Hattuşiliş ile II. Ramses arasında imzalanan Kadeş barış antlaşması (İÖ 1286) sonrasında Hattuşiliş'in büyük kızını Ramses'e çok büyük törenlerle gelin vermesidir. Ramses, sonradan Maatnefrure adını alan bu kızı Başkraliçe yapmıştır. Böylece bir Hititli Mısır sarayında başkraliçeliğe gelmiştir. Savaşı kazananın değil kaybedenin kabul edebileceği bir gelişme bu.

Hitit kaynakları ve diğer kaynaklar bulununcaya kadar Kadeş savaşının kesin galibinin Mısırlılar olduğu sanılıyordu. Buna karşın böyle bir galibiyetten sonra nasıl olup da Hititlerin Amurru prensliğini kendilerine yeniden bağladıkları ve yine nasıl olup da Mısır'ın Hitit ülkesini haraca bağlamadığı anlaşılamıyordu. Bugün bilinen, Hititlerin bu savaşı kazandıkları ama galibiyetlerinin sonradan yağma sırasında müdahale eden bir birlikçe durdurulduğu biçimindedir. Özetle her iki ulus da bu savaştan kesin galibiyet elde edemese de savaştan sonra Hititler'in, Mısırlılara karşı çok daha üstün bir konuma geçmiş olması savaşta Hititlerin üstün geldiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Mısır kaynaklarına dayanarak aksini anlatan öyküler ya da yorumlar doğru değildir.

Hititleri, Christian Jacq'ın, dünya çapında çok satan Ramses romanından barbar ve istilacı bir ulus olarak tanıyanları ve Mısırlılar'ın Hititleri Kadeş Savaşında yendiğini düşünenleri hayal kırıklığına uğrattığımızın farkındayız. Ama öyküler ile bilimsel kanıtlar her zaman örtüşmüyor.


Kaynaklar:

  1. Ana Britannica, Cilt 12, s. 370 - 71.
  2. Christian Jacq, Ramses: Kadeş Savaşı, 1998.
  3. C.W.Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu, 1994.
  4. Ekrem Akurgal, Hatti ve Hitit Uygarlıkları, 1995
  5. İlhan Akşin, Hititler,1991.
  6. Jürgen Seeher, Hattuşa Rehberi (Hitit Başkentinde Bir Gün), 1999.
  7. C.W.Ceram, Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, 1994.
  8. Bob Brier, Tutanhamon Olayı, 1999.
  9. Muazzez İlmiye Çığ, Hititler ve Hattuşa, 2000.
  10. Mahfi Eğilmez, Ortadoğuda Siyaset 1 ve 2 (Light Günlük kitabı içinde).

 

Neden yükseklik korkusu olur?

 Yükseklik korkusu, genellikle düşmekten korkma ya da boşluktan tedirgin olma diye bilinir.

Ama tam da böyle değildir. Bu, esasında bir denge sorunudur.

İnsanın dengesi birkaç unsur tarafından belirlenir. Görme, dokunma ve duyma. Olağan hareketler sırasında, bütün bu unsurlar kesişir.

Ama olağan dışı bir harekette, değişik sinirler tarafından bu hareketle ilgili olarak beyne yollanan bilgiler çelişki yaratır. Beyin bunları yorumlamakta zorlanır. Deyim yerindeyse beynin "kafası karışır".

İşte insan çok yüksek bir yerde durduğu zaman, böyle bir karışıklık meydana gelir.

Aşağı bakan göz, yerin uzaklığını saptayamaz ve beyne kesin bilgi yollayamaz. Halbuki, ayaklar sert bir şeyin üstünde durdukları için "yere dokunuyorum" mesajını verir. Bu iki farklı bilgi beyinde çelişki yaratır ve beyin, vücudun pozisyonunu netleştiremez.

Alıntıdır.

25 Nisan 2022 Pazartesi

Mardin

 


KUŞLARIN GÖÇLERİ

 GÖÇ ZAMANINI NASIL BELİRLİYORLAR?

Kuşların nasıl ve neden göç etmeye başladıkları, "göç kararı"nı neye dayanarak aldıkları yüzyıllardır merak edilen bir konudur. Kimi bilim adamları göçün nedenini mevsim değişikliklerine, kimileri de yiyecek arayışına bağlarlar. Önemli olan, bu uzun mesafeli uçuşların kendi bedenlerinden başka hiçbir korunmaya, teknik donanıma ve güvenliğe sahip olmayan bu hayvanlar tarafından nasıl gerçekleştirildiğidir. Çünkü göç olayı yön bulma, gıda depolama, uzun süre uçabilme gibi beceriler gerektirmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan bir hayvanın birdenbire göç eden bir hayvana dönüşmesi mümkün değildir.

Bu konuya cevap vermek için yapılan deneylerden biri şöyledir: Bahçe bülbülleri, ısı ve ışık gibi iç koşulları değiştirilebilen bir laboratuvarda deneylere tabi tutulmuştur. İçerideki koşullar dışarıdakilerden farklı olarak düzenlenmiştir. Örneğin dışarıda kış mevsimi yaşanırken, laboratuvarda bahar ortamı sağlanmıştır, bunun üzerine kuşlar içerideki şartlara göre vücutlarındaki düzenlemeleri yapmışlardır. Aynı göç vaktinin yaklaştığı zamanlarda yaptıkları gibi, yakıt için yağ depolamışlardır. Fakat kuşlar, yapay mevsime göre kendilerini ayarlayıp, erkenden göç edecekmiş gibi hazırlansalar da, göç hareketine vaktinden önce girişmemişlerdir. Kuşlar dışarıdaki mevsime uymuşlardır. Bu sonuç kuşların göçe başlama kararını mevsim şartlarını gözlemleyerek almadıklarının bir ispatıdır. 

Peki kuşlar göç vaktini neye dayanarak belirlerler? Bilim adamları bu sorunun cevabını hala bulamamışlardır. Bu nedenle, canlılarda, kapalı bir ortamda zamanlama yapabilmeyi ve mevsim değişikliklerini ayırt edebilmeyi sağlayan bir "iç saat"in var olduğunu düşünüyorlar. Ama, "kuşların bir iç saati var, bu sayede göç vaktini anlıyorlar" cevabı bilim dışı bir cevaptır. Bu nasıl bir saattir, vücudun hangi organına bağlı olarak çalışmaktadır ve nasıl oluşmuştur? Bu saatin bozulması, geri kalması durumunda ne olur? 

Aynı sistemin sadece tek bir göçmen kuş için değil, bütün göç eden canlılar için geçerli olduğunu düşünürsek bu soruların cevapları daha da önem kazanır.

Bilindiği gibi göçmen kuşlar aynı yerden göçe başlamazlar, çünkü her biri aynı yerde bulunmamaktadır. Çoğu tür, önce belirli bir yerde toplanır, sonra hep birlikte göçe başlarlar. Peki bu zamanlamayı nasıl yapmaktadırlar? Nasıl olup da, kuşların sahip oldukları kabul edilen "saat"ler, birbiriyle bu denli uyumludur? Bu denli düzenli bir sistemin kendi kendine oluşması düşünülebilir mi?

Göç gibi planlı bir hareketin kendi kendine oluşması imkansızdır. Ayrıca kuşlarda ve göç eden diğer tüm canlılarda ne çeşitte olursa olsun bir saat yoktur. Göç eden bütün canlılar bunu her sene kendi belirledikleri zamanlarda yaparlar, ama bunu bir iç saate uyarak yapmazlar. 


ENERJİ KULLANIMI

Kuşlar uçmak için büyük bir enerji sarfederler. Bu yüzden de kara ve denizdeki tüm canlılardan daha çok yakıta ihtiyaç duyarlar. Örneğin, 3.000 km.’lik Hawai-Alaska mesafesini katedebilmek için bir kaç gramlık "sarısalkım kuşu", yolculuğu boyunca 2.5 milyon kez kanat çırpmak zorundadır. Buna rağmen 36 saat gibi uzun bir süre havada kalabilmektedir. Bu yolculuğu sırasındaki sürati ise saatte ortalama 80 km.dir. Bu kadar yorucu bir uçuş sırasında, kuşların kanındaki asit miktarı aşırı derecede artar ve yükselen vücut ısısı nedeniyle de kuş bayılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bazı kuşlar bu tehlikeyi karaya inerek engellerler. Peki engin denizlerin üzerinde göç etmekte olanlar nasıl kurtulacaktır? Kuş bilimciler bu durumda kuşların kanatlarını mümkün olduğu kadar açıp, kendilerini bırakarak serinlediklerini gözlemlemişlerdir.

Göçmen kuşların metabolizmaları da, bu işi kaldıracak kadar güçlüdür. Örneğin göç eden en küçük kuş olan "kolibri"nin vücudundaki metabolizma hareketi, bir filinkinden 20 kat daha fazladır. Kuşun vücut sıcaklığı 62°C’ye ulaşır.


UÇUŞ TEKNİKLERİ

Kuşlar, böyle zorlu uçuşlar için uygun bir tarzda yaratılmış olmalarının yanında, bir de elverişli rüzgarlardan faydalanmalarını sağlayacak yeteneklerle donatılmışlardır.

Örneğin leylek, yükselmekte olan ılık hava akımlarıyla 2.000 m.ye kadar çıkar, ardından kanat çırpmaksızın bir sonraki ılık hava akımına doğru süzülür.

Kuş sürülerinin bir başka uçuş tekniği ise "V" şeklindeki uçuştur. Bu sayede, önde giden kuvvetli ve büyük kuşlar, karşı hava akımına karşı bir çeşit kalkan oluşturarak, daha zayıf olanların işlerini kolaylaştırırlar. Uçak mühendisi Dietrich Hummel bu şekilde bir organizasyonun sürü genelinde %23 tasarruf sağladığını ispatlamıştır.


YÜKSEK İRTİFADA UÇUŞ

Göçmen kuşların bir bölümü çok yüksek irtifada uçarlar. Örneğin kazlar 8.000 m. yükseklerde uçabilirler. Atmosferin, 5.000 m.'de bile deniz seviyesine kıyasla %63 daha az yoğun olduğu hatırlandığında kazların uçtuğu yüksekliğin ne denli akılalmaz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, atmosferin bu denli seyrek olduğu bir yükseklikte uçan kuş, daha hızlı kanat çırpmak ve dolayısıyla daha fazla oksijen bulmak zorundadır.

Ancak bu hayvanların ciğerleri, yükseklerdeki oksijenden maksimum oranda faydalanabilecek şekilde yaratılmıştır. Memeli hayvanlarınkinden farklı bir şekilde çalışan akciğerler, kuşların seyrek havadan normalden fazla enerji almalarını sağlar.


MÜKEMMEL DUYMA YETENEĞİ 

Kuşlar göçleri sırasında hava olaylarına da dikkat ederler. Örneğin yaklaşan bir fırtınanın odağına girmemek için yollarını değiştirirler. Kuşların bu özelliğini araştıranlardan ornitolog Melvin L. Kreithen bazı kuşların atmosferde çok uzak mesafelere yayılan son derece küçük frekanslı sesleri işittiklerini saptamıştır. Bu sayede göçmen kuş, bulunduğu yerden çok uzaktaki bir dağın üzerinde patlayan fırtınayı veya yüzlerce kilometre ileride, denizin üzerindeki gök gürültüsünü işitebilmektedir. Ayrıca, kuşların göç yollarını, hava şartlarının genelde tehlikeli olduğu bölgelerden uzak tuttukları da bilinmektedir.


YÖN ALGILAMA

Kuşlar, binlerce kilometrelik uçuşları sırasında, pusula, harita ya da benzeri yön belirleyicilerden yoksun olarak, nasıl doğru yönü bulmaktadırlar?...

Bununla ilgili olarak ilk öne sürülen teori, kuşların yer şekillerini ezberledikleri ve böylece yolu şaşırmadan katedebildikleri şeklindeydi. Ama yapılan deneyler, bu teorinin yanlış olduğunu göstermiştir. 

Konuyla ilgili olarak güvercinler üzerinde yapılan bir deneyde, hayvanların gözlerine etrafı görmelerini engelleyen donuk lensler takılmıştır. Ancak, böylece yeryüzü şekillerini görmeleri engellenmiş güvercinler, sürülerinden birkaç kilometre ötede bırakılsalar bile, yine gidecekleri yolu bulabilmişlerdir. 

Daha sonra yapılan araştırmalarda, dünyanın manyetik alanının özellikle kuş türleri üzerinde etkili olduğu anlaşılmıştır. Yapılan çeşitli çalışmalarla, kuşların yerin manyetik alanından yararlanarak yönlerini bulmalarını sağlayan oldukça gelişmiş bir "manyereseptör" (manyetik alan algılayıcısı) sistemine sahip oldukları ortaya konmuştur. Bu sistem sayesinde, kuşlar, göç sırasında dünyanın değişen manyetik alanını hissederek, yönlerini belirlemektedirler. Deneyler, göçmen kuşların, manyetik alandaki %2'lik bir değişimi bile algıladıklarını göstermiştir.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak