16 Nisan 2022 Cumartesi

Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 3

 



Aydınlanma


Önce meşale, sonra yağ lambası vardı. Eski Yunanca ve Latincede aynı olan lamba sözcüğü Avrupa ve Yakın Doğu’da ortaktır. Kükürtlü zeytinyağı yakılır, fitil üstüpü ve papirüsten yapılırdı. 7. yüzyıldan sonra kandiller yaygınlaştı (Eski Türkçesi yula, Farsça ve Osmanlıcası çirağ). Etrüsk döneminden beri bilinen kandil Latince candela, candere (parlamak, aydınlık olmak), Sanskritçe cand (parlamak) kökünden gelir. Kandilde balmumu, hayvan yağı mumlar yakılırdı. Bizans döneminden itibaren mumhaneler çoğaldı ve evlerde de kandil kullanımı arttı. Orta Asya’da avus, ovuş, Anadolu halk ağızlarında balavuz olarak bilinen mum ve beliklik, kebez olarak bilinen fitilli pamuk daha çok halk tarafından kullanılırken, kandiller camilerde ve kamu yapılarında kullanımdaydı. Cam şişelerle kullanılan kandillerin çok kollu ve zincirle asılanlarına Farsça —asılan anlamında—avize denmişti. Pirinç, gümüş, bronz, tombak kandiller zenginlerin lüksünü yansıtıyordu.

1700’lere kadar kandillerde donyağı, balmumu kullanılırdı. İspermeçet mumu kokusu az ve ışığı parlak olmakla birlikte fabrika üretimiydi ve yaygınlaşmasının önündeki bir engel de eti haram hayvan yağı var diye mutaassıpların gösterdiği direnişti. Tanzimat’tan sonra sokakların aydınlatılması medeniyetin gereği sayıldı ve dükkânların kandil asmaları istendi. Konaklar kandil asmaya mecbur tutuldu, esnaf ve mahalle halkının fener asmaları istenerek fenerlerin tek tip olması için zaptiye aracılığıyla örnekler gönderildi.


Petrolün 1850’lerden itibaren Amerika ve Avrupa’da kullanımı yaygınlaştı ve aydınlanmada yeni bir evreye girildi. Osmanlı Devleti de Avrupa’dan sonra Romanya ve Rusya’dan ithal gazyağı ile Tanzimat’tan itibaren başlattığı şehir ve sokak aydınlanmasında yeni teknolojiden yararlanmaya başladı.

 

Gaz Lambası


Cam, metal, porselen, fayans hazneleri, bazılarının içine konulduğu lambalıkları ve saydam veya buzlu cam karpuzları, aynaları bulunur. Fitillerine göre tek, çift, yuvarlak fitilli, büyüklüklerine göre 14, 7 ve evlerde en çok kullanılanı olan 5 numara diye adlandırılan ayrıca asma ve köşe lambası cinsleri bulunan gaz (idare) lambaları, elektrik kesintileri nedeniyle işlevlerini hiç yitirmediler.

Tabii, Tanpınar’ın seyyar lamba satıcıları artık yok: “Bu satıcıların içinde benim en çok hoşlandığım lambacı idi. Her gün, ikindiden sonra, sırtında çok havaleli bir sepetle geçerdi. Garip bir seslenişi vardı. ‘Lamba’ kelimesini ilk hecesinin üzerine basarak bir balon gibi ağzında şişirdikten sonra, ‘ci’ ekini kendini bir hamlede ortadan silmek ister gibi yutar, şişeleri, ‘i’nin üzerine iyice basarak parlatır ve ‘ler’i sanki dünyanın bütün camdan eşyasını ağzında toz haline getirmiş gibi uzun uzun dört yana üflerdi. Bu camcı, mahallemizin aydınlık satan adamıydı. Yaz gecelerinde etrafında pervaneler uçuşan, kış gecelerinde altında masal dinlediğim, kitap okuduğum lambaları; merdiven başında, sofalarda, taşlıklarda evin bütün yalnızlığını bekleyen, el ayak kesilir kesilmez tahta gıcırtılarını dinleyen idare lambalarını ondan alırdık,” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 1946).


1958’de Paşabahçe, 11 milyon adet Tekel şişesi, 9 milyon adet piyasa için şişe, 7 milyon adet züccaciye eşyası üretirken, 5 milyon adet de lamba ve fener şişesi üretiyordu.


Kömür gazını bulan Belçikalı Jan Baptista van Helmont metalleri altına çevirmeye çalışan bir simyacıydı. Onun çalışmalarını geliştiren, hatta gazlı lamba modeli de üreten Fransız kimyacı Antoıne Lavoisier Fransız Devrimi sırasında giyotinde can verince, tasarılarını uygulamaya koyamadı. Lambada gelişmeyi sağlayan 1775’te yassı fitili ayrı ayrı bulan Leger ve Alstroemer ile, 1783’te boru şekilli fitille çift hava akımlı lambaları ve ‘şişe’yi bulan Argand oldu. Argand’la gaz lambası büyük ilerleme kaydetti ve lamba üretimi yeni bir aşamaya girdi. Flava gazının aydınlatılmada kullanılması William Mudock’un başarılı çalışma ve gayretleriyle benimsendi. 1792’de kendi evini ve bürosunu aydınlatan Murdock, 1802’de havagazıyla bir ‘donanma gecesi’ düzenledi, ancak bu gösteri yetkilileri ikna etmekten çok ürküttü. 1806 yılbaşı gecesinde Manchester iplik fabrikasını aydınlattıktan sonra da sokakları aydınlatma teklifi kabul edilmeyen Murdock ancak sermaye çevrelerini ikna ettikten sonra 1812’de Londra’da ilk gaz şirketi kuruldu ve 1813’te Westminster Köprüsü’nün aydınlatılmasına başlanarak havagazı sistemi kabul görmeye başladı. Alman Robert von Bunsen’in gazı havayla karıştırarak saflaştırması yeni teknolojinin yayılmasına hizmet etti. 1860’larda sokaklar ve evler gazla aydınlatılmaya başlanmıştı.


Gazın inceltilmesi, nebati yağı köylerde de saf dışı bırakacak yaygınlığı kazanmasından sonra 1850’lerde benzin çakmak ve lambalarda kullanılır hale getirildi. Karbüratörde buharlaştırılan benzinin akkor gömleğiyle kullanılması (1895) lüks lambasını getirdi.


Türkiye’de ilk havagazı Dolmabahçe Sarayı’nda kullanıldı ve bunun için Dolmabahçe Gazhanesi yapıldı. Bu gazhaneyi İngilizler geniş ızgaralar yerleştirerek, yalnızca İngiliz kömürü kullanılabilecek tarzda yapmışlardı. İkincisi Kuzguncuk’ta kuruldu. Saraylar 1853’te, üretim fazlasıyla Grand Rue de Pera 1856’da aydınlatıldı, 1870’lerden itibaren belediyeler aydınlatmayla görevlendirildi. 1880’lerde belediyelere bağlı gazhaneler yaygınlaşmış ve artan, tüketimle oluşturdukları tehlike göz önüne alınarak şehir dışlarına taşınmaya başlanmıştı. İstanbul sokaklarının havagazı lambalarıyla aydınlatılması için 1891’de Fransız Charles George’un kurduğu Kadıköy Gaz Şirketine elli yıl için imtiyaz verildi.

1960’lara gelindiğinde akaryakıt ihtiyacını karşılamak üzere bütün büyük şehirlerde ve belediye bulunan kasabalarda gazhaneler kurulmuş durumdaydı. Havagazı fabrikaları ise İstanbul, Ankara ve İzmir’de vardı.


1944 -45'te köy monografilerinin öncü çalışmalarından birini yapan İbrahim Yasa’nın Hasanoğlan incelemesi, eşitsiz gelişimi çok açık yansıtmaktadır. İdare lambası şöyle anlatılmaktadır:


“Eskiden babam Ankara’da idare lambasını görmüş, amcama şöyle anlatmış: Ağa, yeni bir ışık çıkmış, şuraya koyuver, sabaha kadar kendi kendine yanıyor.’


Köylüler bu ışığı merak etmişler. Köy odalarından birine bir idare lambası almışlar. Yatsıya kadar ışığında oturmuşlar. Namaz vakti gelince herkes abdestini almış. Namaza duracakları sırada, bu gavur icadıdır diyerek idareyi söndürmüşler; namazlarını karanlıkta kılmışlar.


Tren yolundan önce [1892] köylülerin çoğu idare lambasını kullanmazdı. Zengin olanlar mum yakar, fakirler de dağlardan çıra getirirdi.”



Elektrik


Elektrik Abdülhamid’in korkusu nedeniyle, İstanbul’a diğer Osmanlı şehirlerinden daha sonra girebildi. Yıldız Sarayı özel jeneratörle aydınlanırken, sokaklar havagazıyla yetinecekti.


Edison’un 1879’da ampulünün (Fransızca ampoule) patentini almasından sonra elektrik satan şirketler kurulmaya başlandı. 1882 Aralık’ında Manhattan’da 203 müşteri elektrikle aydınlanıyordu. Ancak elektriğin yaygınlaşması o kadar hızlı olmadı. Yedi yıl sonra müşteri sayısı ancak 710’a çıkmıştı.


II. Meşrutiyetken sonra Macar-Belçika ortaklığı olan Osmanlı Anonim Elektrik Şirketi’ne tanınan imtiyazla şirket 1914 yılında hizmete başladı. 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde yalnız İstanbul, Tarsus, Adapazarı’nda elektrik vardı. Elektrik üretim ve dağıtımı yabancı ortaklıklar tarafından kurulmuş şirketlere tanınmış imtiyazlarla gerçekleşiyordu. 1924’de Ankara, 1925’te İzmir, Adana, Mersin, Trabzon, Artvin, İnebolu, Akşehir, 1926’da Malatya, Sivas, Bursa, İzmit, Konya, Aksaray, Ayvalık, Kütahya’ya elektrik geldi. 1930 Belediye Kanunu’nun şehrin aydınlatılması görevini belediyelere vermesinden sonra 1938’de İstanbul, 1939’da Ankara, Adana, Bursa, Mersin, Gaziantep, Edirne, Tekirdağ,  1943’te İzmir’de elektrik üretimi imtiyazlı şirketlerden satın alınarak belediyelere devredildi. 1963’te köylerin yalnızca % 0,5’inde elektrik mevcuttu, 1988’de % 99,2’si elektriğe kavuşarak aydınlanma ile birlikte yeni teknolojilerin kırsal kesime girme olanağı doğmuş oldu.


İlk yerli ampul üretimi 1948’de General Elektrik Türk Anonim Ortaklığı için verilen izinle başladı. Renksiz, kokusuz, tatsız bir gaz olan neon 1898’de iki İngiliz kimyager, William Ramsay ve Morris Travers tarafından bulundu ve Yunanca yeni anlamında neon adı verilen bu gazı 1909’da Paris’te Grand Palace’ı aydınlatmada kullanan Fransız kimyager Georges Claude oldu. Neonlu reklam levhası ilk kez Paris’te Boulevard Mont-martre’de 1912’de göründü. Bundan sonra neonlu lambalarla her türlü rengin üretilebileceği kısa sürede anlaşıldı.


Floresanın tarihi 1859’da Fransız fizikçi Antoine-Henn Becquerrel’in uranyumun radyoaktif olmasını bulmasıyla başlıyor. Becquerrel fosforu denedi, daha sonra birçok kimyager denemeler yaptılar ve Ramsay’la Travers’in neonu buluşları da bu denemeler sırasında oldu. İlk kullanılabilir floresan lamba General Electric adına Dr. Arthur Compton tarafından 1934’de yapıldı. Daha ucuz olan floresan, soğuk ışığıyla işyerlerinin, banyo, tuvaletin ışığı oldu.


Kristal avizelerden abajura (Fransızca abat-jour), aplik (Fransızca appliyue) ve çocuk odaları için üretilen her tür gece lambalarına kadar çeşit çeşit lambayla dolu avizeci dükkânları, savurgan 1960-70’li yıllarda kendilerine Fransa yansıması Osmanlı konaklarını örnek almaya çalışan şehirli orta sınıfların salonlarına hizmet ediyordu. 1990’lı yılların ‘stüdyo’ tarzı genç evlerinde ise halojen ampullerle yerden aydınlatma moda oldu.



Fener


1960’lı yıllarda bakkallarda 23 Nisan süslemeleri için kâğıt fener de satılırdı ama fazla rağbet görmezdi. Osmanlılar zamanında ise, daha sokaklar aydınlatılmaya başlanmadan önce, fenersiz sokağa çıkmak yasaktı. Zenginliğe göre muşambadan (veya işkembe) ve camlı olanı vardı, muşamba fenerin üstünlüğü de kapanmasıydı ama ekabirin önünde fenerleri uşakları taşırdı. Büyüklüklerine göre vüzera, çelebi, imam, cep, davulcu, tulumbacı, balıkçı feneri gibi adlar alırlardı.


Fener olmadan sokağa çıkıldı mı, yerine göre yeniçerisi bostancısı adamı tutardı. IV. Murad fenersiz sokağa çıkanları “bilâ aman katlettiğinden”, on yılda binden fazla “erazil makulesi [reziller türünden olanları  katledilmiş” diye tarihlerde yazar. Zaten yatsıdan sonra sokakta kalmak için mazeret gereken bu yıllarda hava karardıktan sonra dışarısının kalabalığının devam ettiği, hatta canlandığı tek zaman Ramazandı. Çocukların eğlencesi de, yaşlı, saf veya şaka kaldırır cinsinden birini gördüler mi fenerini kapıp kaçmaktı. Görülen tepkiye göre parola verilir, köşe bucak saklanılır, gizlenilen yerden çıkılmayıp fenersiz kalan koca adamın seyrine bakılırdı. Ondan sonra çete, “Bakkalda üzüm/ Fenerde gözüm/ Bakkalda kursak/ Feneri vursak” tekerlemesini söyleyerek sokaklarda koştururdu.


Elektrik gelmemiş köylerde pilli fenere doğrudan ‘elektrik’ denirdi.


Sonra bir zaman evlere Japon feneri asmak moda oldu.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak