28 Ocak 2024 Pazar

Mecusilik ve Sâbiîlik

 




İran ve Irak yöresinde tarih boyu birçok dini gelenek varlığını sürdürmüştür. Bunlardan önemli bir bölümü tarihi süreçte yok olmuş bir kısmı ise varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Bu yörede yaşamakla birlikte zamanla yok olan inanç sistemleri arasında kuşkusuz Maniheizm ve Mitracılık gibi geleneklerin önemli yeri vardır. Bu her iki gelenek de bu yörede ortaya çıkmakla birlikte kısa sürede İran ve Irak sınırları dışında yayılma fırsatı bulmuştur. Mitracılık Anadolu’yu geçerek Yunan, Roma ve Kuzey Afrika’da yayılmıştır; Maniheizm ise henüz kurucusu Mani’nin yaşamı esnasında Suriye, Anadolu ve Orta Asya içlerinde yayılmaya çalışmıştır. Öyle ki zamanla Atlas Okyanusundan Çin’e kadar bir alanda yaygınlık kazanmış, hatta 8. Yüzyılda Uygur Türklerinin resmi dini haline gelmiştir.

Günümüzde İran ve Irak coğrafyasında yaşamakta olan en önemli dini gelenek İslâm’dır. Miladi 7. Yüzyıldan itibaren İslâm egemenliği altına giren bu bölgede kısa zamanda Müslümanlar çoğunluk haline gelmişlerdir. Günümüzde Müslümanlar yanında bu yörede çeşitli Hıristiyan gruplar, Yahudiler, Mecusi ya da Zerdüştiler ve Sabiiler de yaşamaktadırlar. Ayrıca Yezidiler gibi çeşitli senkretik topluluklar da varlığını devam ettirmektedir. İslâm dışı yaşayan dini gelenekler arasında özellikle Mecusilik ile Sâbiîlik dikkat çekicidir.


MECUSİLİK


Zoroastrianizm ya da Zerdüştçülük ve inanç sisteminde önemli yer tutan ateş kültünden dolayı “Ateşperestlik” olarak da adlandırılan Mecusilik, Eski İran kökenli bir dinsel gelenektir. Bu inanç sistemi büyük ölçüde bağlılarını kaybetmiş olsa da Mecusilik bugün hâlâ yaşayan bir din olarak varlığını devam ettirmektedir. İran’da yaşayan Gabarlarla Hindistan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde varlıklarını sürdüren Parsiler, Mecusi geleneğinin temsilcileridirler.

Mecusi ismi, Eski İran geleneğindeki bir toplumsal sınıfı ifade eden Mecuş’tan gelmektedir. Persler döneminden itibaren bu yönetici-rahip sınıf mensupları, başta Anadolu olmak üzere çeşitli bölgelerde oluşturulan kolonilerde yerleşmişler ve onların temsil ettiği inanç sistemi zamanla yerli halk tarafından Mecusilik olarak adlandırılmaya başlanmıştır.



KURUCU ŞAHSİYET: ZERDÜŞT


Zerdüşt’ün yaşadığı zaman konusunda çeşitli tartışmaların varlığı bilinmektedir. Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki ifadelerle Vedalar arasındaki benzerlikten hareketle bazı günümüz araştırıcıları Zerdüşt’ün MÖ 1600-1400 arasında yaşamış olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadırlar. Diğer taraftan yaygın İran geleneği Zerdüşt’ün Büyük İskender’in İran Seferinden (MÖ 258) 258 yıl önce yaşamış olduğunu var saymaktadır. İran kaynakları Zerdüşt döneminde onun öğretilerine tabi olan kral Viştaspa’dan bahsetmektedir. Viştaspa’nın Büyük Darius’ün babası olan Histaspes ile aynı kişi olduğu kabul edilirse Zerdüşt MÖ 7.-6. yüzyıllarda yaşamış olmalıdır. İran geleneğinde Zerdüşt 77 yıl yaşamıştır. Bu durumda onun MÖ 630/628 – 553/551 yılları arasında yaşamış olduğu söylenebilir.

Genelde Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki sınırlı bilgiler dışında Zerdüşt’ün yaşamıyla ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Zerdüşt’ün annesi Dugdova, babası ise Poyruşaspa’dır. Babasının bir rahip olduğu söylenir. Yirmi yaşlarında evlenen Zerdüşt’ün bu evliliğinden İşatyastra adındaki bir oğlu ve üç kızı olmuştur. Mecusi kaynaklarına göre çocukluğundan itibaren sürekli bir arayış içerisinde olan Zerdüşt, 20 yaşına geldiğinde önemli değişikler yaşamaya başlamış; sık sık dağlara ve ıssız yerlere çekilerek inziva yaşantısı sürmeye çalışmıştır. 30 yaşındayken, ibadet amacıyla nehirden su alıp çıkarken aniden kıyıda Tanrının meleği Vohu Manah kendisine gelmiştir. Vohu Manah ona bu ilk karşılaşmada ilk vahiyleri iletmiş ve kendisini ruhsal olarak Ahura Mazda’ya götürmüştür. Bu vahiy tecrübesini ileride diğerleri izlemiş ve Zerdüşt, yaşadığı dönemin çoktanrıcılığına karşı tek tanrı inancına dayalı bir öğretiyi insanlara yaymakla görevli olan bir elçi olarak faaliyetlerine başlamıştır.

Faaliyetlerinin başlarında Zerdüşt’ün fazla başarılı olmadığı; aksine içinde yaşadığı toplum tarafından tepkiyle karşılandığı anlatılmaktadır. Öyle ki otuz yaşındaki ilk vahiy tecrübesinden sonra başladığı inancı yayma çabalarında ilk on yıl içerisinde yalnızca kuzenini kendisine inandırabilmiş olduğu söylenmektedir. Bunun üzerine o, bulunduğu bölgeden ayrılarak daha doğudaki kral Viştaspa’nın ülkesine göç etmiş ve orada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu yeni yerleşim merkezinde Viştaspa’nın, Zerdüşt’ün öğretilerini kabul etmesi yeni din için tam manasıyla bir dönüm noktası olmuştur. Zerdüşt, kral Viştaspa ile yakın ilişkiler kurmuş ve onun maiyetiyle birlikte dine girmesini sağlamıştır. Bundan başka o, kraliyet hanedanıyla akrabalık ilişkileri de kurmuş ve kız kardeşini kralın danışmanlarından biriyle evlendirmiştir. Kendisi de kralın bir diğer danışmanının kızıyla evlenmiştir. Böylelikle Viştaspa’nın yanında güçlü bir yer edinen Zerdüşt, inanç sisteminin yayılması için yoğun bir çabaya koyulmuştur. Bu savaşların birisinde komşu Turanlıların Viştaspa’yı ve ordusunu yenmesi bir bakıma Zerdüşt’ün de sonu olmuş ve bu savaşta ölmüş ya da öldürülmüştür.

Zerdüşt’ün yaşamına ait Mecusi kaynaklarında –özellikle de sonraki dönemlere ait Pehlevice metinlerde- birçok menkıbe anlatılmaktadır. Buna göre örneğin annesi 15 yaşındayken Zerdüşt’e mucizevî şekilde hamile kalmıştır. Onun doğumuna bütün âlem sevinmiş, yeryüzünü neşe kaplamış ve insan şeklinde serbestçe dolaşan şeytanlar yeraltına kaçmışlardır. Yine buna göre Zerdüşt gülerek doğmuş, yüce tanrı Ahura Mazda ile konuşmuş, Ehrimen’den yüz çevirmiş ve kutsal ateşi bulmuştur. O, rahiplik, savaşçılık, çiftçilik, tabiplik ve sanatta da eşsiz bir üstünlük göstermiştir.



TARİHSEL GELİŞİMİ


Mecusiliğin tarihsel gelişimini birkaç dönemde ele almak mümkündür. Zerdüşt’le başlayan ve tek tanrı Mazda tapıcılığını ön plana çıkaran ilk inanç dönemi monoteizm içeren bir dönemdir. Bu dönemde çok tanrıcılığa ve pagan kült ve ritüellere karşı çıkılmış; peygamber Zerdüşt’ün yüce tanrı Ahura Mazda’dan aldığı vahiyler doğrultusunda öğretiler savunulmuştur. Bu dönemde din evrensel boyutta yayılma temayülü göstermiştir. Özellikle Daryüs zamanında İran sınırları dışında Anadolu ve Avrupa’da Zerdüştçülük yayılmaya çalışmıştır. Bu döneme ait bazı İranlı krallar Kitabı Mukaddes’te de geçmekte, örneğin kral Cyrusi tanrının “çobanım” ve “mesihim” iltifatına mazhar birisi olarak İşaya kitabında anılmaktadır (İşaya 44:28, 45:1). Ahura Mazda’nın tek tanrı olarak ön plana çıktığı bu monoteist dönemdeki dinsel yapı aynı zamanda Mazdaizm olarak da adlandırılır.

Persler zamanında Zerdüştçülüğün yayıldığı geniş alanlarda Zerdüşt’ün öğretilerinden yer yer ayrılmış olan bazı heretik ekollerin ortaya çıktığı görülür. Ahemenidler döneminde imparatorluğun Batı bölgelerinde kurulan ve Hıristiyanlığın başlangıcına kadar varlığını sürdüren çeşitli kolonilerin rahip sınıfı olan Magianlar (Mecuş) bunlar arasındadır. Yunan kaynaklarında Zerdüştçülüğün Ortodoks olmayan taraftarları diye tanımlanan Magianlar, Zerdüşt’ün öğretileriyle yaşadıkları bölgenin inanç ve gelenekleri arasında senkretik bir yapı oluşturmuşlar ve daha çok astroloji ile uğraşmışlardır.

Sasaniler döneminde Mecusilik düalist yapısıyla dikkati çeker. Bu dönemde iyi ve kötü düalizmine dayalı teolojik doktrinler genel kabul görmeye başlamış ve Mecusiliğin sözlü geleneği yazıya geçirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde, özelikle MS 272’de imparatorluk başrahibi Kartir’in göreve gelmesiyle Mecusilik resmi din ilan edilmiş ve imparatorlukta yaşayan diğer din mensuplarına yönelik bir takibat başlatılmıştır. Yine bu dönemde Mecusilik Sasanilerin siyasal ve askeri gücüne paralel olarak İran dışında Irak, Bahreyn, Umman ve Yemen gibi bölgelerde yöneticilerin dini olarak da yayılmış, hatta Batı Hindistan ve Çin’de de Mecusi topluluklar oluşmuştur.

Sasanilerin yıkılması ve İran’ın İslâm egemenliğine girmesiyle birlikte Mecusilik hızla gerileme sürecine girmiştir. Müslüman yöneticiler Mecusilere Zımmi muamelesi yapmıştır. “Onlara Ehli Kitab gibi muamele yapın” diyen Hz. Muhammed’in bizzat kendisi Yemen ve Hecer Mecusilerine bu muameleyi yapmıştır. Hz. Muhammed, onların kadınlarıyla evlenmemek ve kestiklerini yememek kaydıyla cizyeye bağlanmasına izin vermiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde zaman zaman Mecusilere karşı takibatlar yapılmış, ateşgedeler yıkılmış ya da mescide dönüştürülmüştür. Nitekim Mecusilerin bazıları İran dışına, özellikle Hindistan’a göç etmek durumunda kalmışlardır. 1600’de Parsi rahip Bahman tarafından yazılan Kıssa i Sancan’a göre, Müslümanların İran’ı fethi üzerine yaklaşık 100 yıl dağlarda saklanmış olan Mecusiler, daha sonra İran körfezini geçerek Hindistan’ın batı sahilinde bulunan Gujerat’a gelmiş ve buradaki yöneticilerin, dinsel inançlarını açıklamak, silah taşımamak, yerel Hint elbiseleri giymek ve evlilik törenlerini akşamları yapmak şartlarını kabul ederek yerleşmişlerdir. Yeni yerleşim bölgelerinde Parsîler (Parsîk) olarak tanınan Mecusiler, zamanla yerel kültür ve geleneklerden etkilendiler. 18. yüzyılda kaleme alınan Kıssa i Zarduştan i Hindustân’a göre, Gujerat Parsi toplumu zamanla farklı yerleşim merkezlerinde müstakil cemaatler halinde gelişmiş ve böylelikle her biri bir rahip grubunun idaresi altında olan 5 ana bölgeye (panth) ayrılmıştır: Sancaralar, Bhagaryanlar, Godavralar, Bharuchalar ve Khambattalar.

İslâmi dönem Mecusi dinsel literatürünün derlenmesi açısından da önemlidir. MS 9. yüzyılda Denkard, Bundahişn, Pendname i Zartuşt ve Datistan i Menok i Hrat gibi Pehlevice metinler derlenmiştir. Yine bu dönemde çeşitli Mecusi ekolleri de ortaya çıkmıştır. Örneğin Şehristani, Mecusilerin Keyûmartiyye, Zurvaniyye, Zarâdaştiyye ve Seneviye gibi fırkalarından, Abdulkahir el-Bağdadi ise Zervaniyye, Messihiyye, Hurremdiniyye ve Bihaferidiyye gibi ekollerinden bahseder.

Zerdüşt hayattayken, inancını Tacikistan ve Belucistan’ı da içine alan Harezm bölgesinde yayma fırsatı bulmuştur. Zerdüşt’ün ölümü sonrası ise onun öğretileri İran genelinde hızla yayılmaya başladı ve kısa zamanda İran’ın yaygın dini haline geldi. Yeni dinin sağladığı dinamizmi de arkasına alan Daryüs, imparatorluk sınırlarını hızla genişletti. Özellikle Perslerin Asur ve Babil imparatorluklarının mirasına konmasıyla Zerdüştçülük buralarda da yayılmaya başladı. İlerleyen dönemde Hindistan’dan Anadolu ve Avrupa’ya, Horasan bölgesinden Arap yarımadasına kadar oldukça geniş bir bölgede taraftar edinen yeni din, doğal olarak yavaş yavaş kendi özgün teolojik doktrinlerini kaybetmeye ve yayıldığı bölgelerin yerel inanç ve gelenekleriyle kaynaşmaya başladı. Farklı yerel geleneklerle bu karşılıklı temas ve birbirinden etkileşim süreci, sonunda, Zerdüşt’ün öğretilerinin irtibatta olunan geleneksel dinler ve kültürler çerçevesinde yorumlanarak Zerdüştçülüğün senkretik bir dinsel gelenek şeklinde ortaya çıkmasını sağladı. Örneğin bu süreçte, Zerdüşt ve ilk taraftarlarının politeizmle mücadele kapsamında karşı çıktıkları ve ortadan kaldırılmasına çalıştıkları eski İran’ın Mitra kültü yeniden adapte edildi; ışık ve güneş tanrısı Mitra Zerdüştçü öğretilere uyarlandı. Mitra kültünü ön plana çıkaran Mitraizm, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında Roma imparatorluğunda da kendisine önemli ölçüde taraftar buldu. Günümüz Mecusileri büyük oranda Hindistan’da ve başta ABD ve Kanada olmak üzere çeşitli Batı ülkelerinde yaşamaktadır. 20. yüzyılda önemli miktarda Parsi başta İngiltere ve Kanada olmak üzere çeşitli ülkelere göç etmişlerdir. Günümüzde Parsi diyasporası yaygın olarak Londra’da bulunmaktadır. Bütün dünyadaki Parsilerin toplam sayısı ise 100.000 civarındadır


AVESTA


Mecusiliğin kutsal metni Avesta’dır. Birkaç ana bölümden oluşan Avesta’nın bölümleri; Yasna, Visperad, Yaşt, Videvdat (Vendidat) ve Hurda Avesta (Küçük Avesta) olarak adlandırılır. Bu bölümler arasında en eski metinler 72 kısımdan oluşan Yasna’da bulunur. Yasna’nın 16 kısmı, geleneksel olarak Zerdüşt’ün kendisine atfedilir ve bunlar Gathalar (ilahiler) diye adlandırılır.

Mecusi geleneği orijinal Avesta’nın, kral Viştaspa tarafından 12.000 öküz derisi üzerine altın mürekkeple yazıldığını (ya da yazdırıldığını) ve bunun iki nüshasından birisinin Şiz kraliyet hazinesine, diğerinin ise Stakhr arşivine konulduğunu kabul eder. Bu inanışa göre, Stakhr nüshası Büyük İskender’in İran’ı istilası esnasında (MÖ 4. yüzyılda) çıkan yangında yok olmuş; Şiz nüshası ise ele geçirilerek Yunancaya çevrilmiştir. Bu orijinal Avesta metninden ancak üçte birlik bir kısım hafızalarda kalarak sonraki dönemlere aktarılmıştır. Yine geleneğe göre, yazılı fragmentleriyle hafızalarda kalan sözlü malzemeden hareketle Avesta’nın yazılı bir nüshasının derlenmesi çalışmaları Arsakid kralı Valkaş (MS 51-75) ve Sasani hanedanının kurucusu Ardeşir Papakan (MS 226-241) tarafından başlatılmış; neticede kral II. Şapur (MS 310-379) döneminde derleme tamamlanmıştır. Diğer taraftan yapılan araştırmalar ise, elimizdeki yazılı Avesta metninin MS 4. yüzyıl öncesine gitmediğini göstermektedir.

Avesta, muhtevası itibarıyla MÖ 7. yüzyıl ile MÖ 4 veya 3. yüzyıl arası bir dönemi kapsamaktadır. Sasaniler dönemiyle ilk İslâmi dönemlerde birçok Pehlevice metin yazılmıştır. Mecusi rahiplerince yazılan ve adeta Avesta’nın yorumu olan bu metinler, genel olarak Zend adıyla adlandırılmaktadır. Bu metinler, genellikle Sasanilerin son yüzyıllardaki teolojik görüşlerini yansıtırlar. Pehlevice metinlerin çoğu ise MS 9. yüzyıla aittir. Bunlar arasında Avesta’nın kayıp kitaplarının bir özetiyle Zerdüşt’e dair çeşitli efsanelerin yer aldığı Denkard ile evrenin yaratılışıyla ilgili kozmogonik bir metin olan Bundahişn oldukça önemlidir.


İNANÇ ESASLARI


Mecusiler, inanç sistemlerinin tarihin en eski hatta ilk evrensel tektanrıcı dinsel geleneği olduğunu sıkça vurgularlar. Örneğin Mecusiliğin günümüzde Hindistan’daki temsilcisi olan ve buradan dünyanın çeşitli ülkelerine göç ederek diyaspora yaşantısı süren Parsiler, Mazdayasna olarak adlandırdıkları yüce varlık Ahura Mazda’nın her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten tek rab olduğu inancına sahiptirler. Ayrıca onlar Zerdüşt’ün peygamberliğine, vahye, ruhun ölümsüzlüğüne, haşre, hesaba ve öte dünya (cennet ve cehennem) yaşantısına da inanırlar.

Bununla birlikte tanrı inancı açısından tarihin çeşitli dönemlerinde monoteizmden politeizm ve düalizme kadar farklı inanç özellikleri Mecusi geleneğinde kendisini göstermiştir. Örneğin Gathalarda gözlemlenen erken dönem Mecusiliğinde, evrensel bir monoteizm dikkati çekmektedir. Peygamber Zerdüşt, başlangıçtan beri var olan bir tek üstün gücün, Ahura Mazda’nın üstünlüğünü savunmuştur. Ahura Mazda her şeyi bilen, mutlak iyi ve mükemmel olan tanrıdır. Bu düşüncesiyle Zerdüşt, yaşadığı dönemde İran’da yaygın olan naturalistik politeizmi reddetmiş; politeist gelenek içerisinde oldukça önemli olan Mitra gibi tanrısal varlıklara inanç sisteminde yer vermemiştir.

Zerdüşt bütün varlıkların Ahura Mazda’dan zuhur ettiğine inanmaktaydı. O, var oluşun başlangıcını yüce tanrıdan zuhur eden ya da onun tarafından yaratılan 7 asli ilahi varlıkla açıkladı. Ahura Mazda öncelikle kendisinin kutsal ruhu Spenta Mainyu ile diğer 6 ilahi varlığı yarattı. Ameşa Spenta (kutsal ölümsüz) olarak da adlandırılan bu altı yüce varlık; Vohu Manah (iyi düşünce), Aşa Vahişta (iyi gerçek), Spenta Armaiti (iyi sadakat), Khşatrha Vairya (cazip hükümranlık), Haurvatat (bütünlük) ve Ameratat (ölümsüzlük)tür. Bu ilahi varlıklar, aynı zamanda Bilge Rab Ahura Mazda’nın soyut veçheleri olarak da görülürler. Bunlardan sonra ise diğer ilahi varlıklar, yani Apam Napat, Sraoşa, Aşi ve Geuş Urvan gibi varlıklar var olmuştur. Bu diğer ilahi varlıklar Yazatalar ya da “tapınmaya değer varlıklar” olarak da nitelenir. Adeta bir südûr süreciyle Ahura Mazda’dan tezahür eden bütün bu ilahi varlıklar bir bakıma yüce tanrıyı çevreleyen melekler konumundadır.

Zerdüşt, iyilikle (aşa) kötülüğün (drug) metafizik boyutta değil ahlaki boyutta var olduğunu düşünmüş ve kendisinden tezahür eden varlıklar içinden kötülüğe ve yalana yönelişler nedeniyle kötülüğün ortaya çıktığına inanmıştır. Kötülük ve yalana rağbet eden ruhlar, Ahura Mazda’nın düşmanları olarak görülmüştür. Kötü olan ruhlar arasında en başta geleni Angra Mainyu’dur. Kötü karakterli ruhlara verilen genel bir ad olarak Daevalar (devler) terimi kullanılmıştır. Diğer taraftan Ahuralar ismi ise, hakikati yani Aşa’yı tercih eden ve doğru karakter taşıyan ruhlar için kullanılmıştır.

Zerdüşt’ün kurmaya çalıştığı bu tek tanrıcı inanç sistemi fazla başarılı olamamış; doğa tapınmacılığına dayalı Mitraik politeist geleneği tam anlamıyla alt edememiştir. Öyle ki Ahemenidler döneminde yüce tanrı Ahura Mazda ön plana çıkarılmış; fakat sonradan Baga diye bahsedilen diğer tanrısal varlıklardan da vazgeçilmemiştir. Böylelikle Zerdüştçü rahipler, vaaz ve dinsel uygulamalarında Zerdüşt tarafından bahsedilen meleksi ilahi varlıklarla birlikte geleneksel İran politeizminin Mitra ve Anahita gibi tanrısal varlıklarına da yer vermişlerdir. Ayrıca sonraki döneme ait kaynaklarda Ahura Mazda’nın karılarından bahsedilmiş; bundan başka o, Vohu Manah ve Armaiti’nin babası olarak nitelenmiştir.

Sonraki dönemlerde Zerdüştçüler arasında kötülük problemini açıklama konusunda bazı kesimlerce monist yaklaşımlar tercih edilmeye başlandı. Aslında iyi ve kötü talihin dağıtıcısı olarak kaderin efendisi ve zamanın kaynağı olan ilahi varlık olduğuna inanılan Zürvan’ın, yani zamanın ezeli ve ebedi bir güç olarak her şeyi var ettiği düşüncesinden hareketle iyi ve kötü karşıtlığının metafizik düzlemdeki temsilcileri olarak kabul edilen Ahura Mazda (Ohrmazd) ile Angra Mainyu’nun (Ehrimen’in) Zürvan tarafından yaratılan iki kardeş oldukları ileri sürüldü. Böylelikle Zürvanist monizm, geleneksel Mecusi düalizmi öncesi Zerdüştçüler arasında heretik bir akım olarak ortaya çıktı.

Mecusiliğin dikkat çekici özelliği olarak bilinen Ahura Mazda ile Angra Mainyu düalizmi ise Sasaniler dönemi ve sonrası ortaya çıkmıştır. Her ne kadar daha önceki dönemlerde de düalizmin referansı olabilecek inanç ve düşünceler var idiyse de Mecusi düalizminin sistematize edilmesi bu dönemde olmuştur. Pehlevice Mecusi metni Bundahişn bu düalizme dayalı var oluşu açık bir şekilde anlatır. Buna göre başlangıçtan itibaren iki asli tanrısal varlık vardır. Bunlardan Ohrmazd, kudret ve iyiliklerle çevrili ışık dünyasında yaşıyor; Ehrimen ise karanlıklarla çevrili olan derin çukurlarda kana susamış bir halde yaşıyordu. Her iki tanrısal varlık da kendi alemlerinde bir dizi yaratma eylemi gerçekleştirdiler. Böylelikle Ohrmazd, zamanı, ilahi varlıkların özünü, Ameşa Spenta’yı ve diğer ilahi varlıkları yarattı. Ehrimen de benzer şekilde kendi ruhsal varlığıyla 6 kötü varlığı ve diğer kötü/şeytani varlıkları yarattı. Sonra Ohrmazd dünyayla ilgili olarak göğü, suyu, yeri, bitkileri, sığırı ve insanı yaratırken; Ehrimen canavarları ve benzeri kötü varlıkları yarattı. Görüldüğü gibi bu düalizmde, her ikisi de yaratılmamış olan, bütün iyiliklerin yaratıcı ve sorumlusu bir iyi tanrı ile bütün kötülüklerin yaratıcısı ve sorumlusu bir kötü tanrının varlığı esas alınmakta; bu iki güç ve onlara bağlı Aşa ile Drug arasında çetin bir mücadelenin var olduğu kabul edilmektedir.

Ahura Mazda yaratmayı iki aşamada tamamlamıştır. O, önce her şeyi ruhsal (menog) sonra da maddi (getîk) olarak var etmiştir. Varlıkların maddi olarak ortaya çıkmasıyla iyi-kötü savaşı aktif hale gelmiştir. Öyle ki Mecusi inancına göre, Ehrimen metal alemini yararak su yoluyla yeryüzü dünyasına çıkmış, buradaki bazı bölgeleri çöle çevirmiş, Ahura Mazda tarafından yaratılan ilk insan ile boğayı öldürmüş ve kutsal ateşi duman ile kirletmiştir.

Mecusilikte yeryüzüyle ilgili yaratılış Ahura Mazda’dan südûr eden 7 asli varlıkla da ilişkilendirilir. Bu asli varlıklardan Vohu Manah sığırın, Aşa Vahişta ateşin, Khsatra Vainya metallerin, Spenta Armaiti yeryüzü tabakasının yani toprağın, Ameretat bitkilerin, Haurvatat ise suyun efendisi olarak görülür. Son olarak insanın ise Ahura Mazda’nın ruhsal varlığı olan Spenta Mainyu’nun koruması altında olduğuna inanılır.

İnsanın yaratılışı konusunda Mecusilik, Ahura Mazda’nın önce ilk prototip insan olan Gayomart’ı yarattığını düşünür. Gayomart, Ahura Mazda ile Spendarmat’ın yani yeryüzünün oğlu olarak tanımlanır. Daha sonra öldürülen Gayomart’ın tohumları/zürriyeti yeryüzüne dökülmüş ve bundan Adem’le Havva’ya tekabül eden ilk insan çifti olan Maşye ile Maşyâna doğmuştur

Mecusilikte kozmik zaman tıpkı Sâbiîlik ve Maniheizmde olduğu gibi üç döneme ayrılır. Bunlardan ilk zaman yaratılış dönemini içermektedir. Tanrı yeryüzünü, yeryüzündeki varlıkları, insanı ve yaratıcı iyiliğin sembolü olan boğayı bu dönemde yaratmıştır. İkinci zamanda kötü tanrı Angra Mainyu’nun saldırısı gerçekleşmiş ve ondan kaynaklanan kötülük yeryüzüne karışmıştır. Bu İkinci dönem iyilikle kötülük arasındaki aktif mücadele dönemidir. Bu dönemde insan, Angra Mainyu ve beraberindeki Daevalar ve diğer karanlık güçlere karşı Ahura Mazda’ya Ameşa Spentalara ve diğer iyi güçlere (Yazatalara) yönelerek korunup kurtulabilir. Bu dönemin sonunda iyilikle kötülük arasında son bir savaş yapılacak ve kötü güçler alt edilecektir. Üçüncü ve son dönem ise kötülüğün yok edileceği ve adeta yeniden ilk döneme dönüleceği restorasyon ya da iyilikle kötülüğün birbirinden ayrılma dönemidir. Kötülüğün egemenliğinin ebediyen ortadan kalkacağı bu dönemde insanlar ebediyen mutlak iyilik içinde yaşayacaklardır.

Mecusilikte dünyanın gidişatı, var oluştan kıyamete kadar süre açısından birbirine eşit dört devre ayrılır. Toplam 12.000 yıllık bu dört devirden sonuncusunda Zerdüşt peygamber olarak yeryüzüne gönderilmiştir. Zerdüşt, Gathalarda kendisini Manthra, yani peygamber olarak tanımlamıştır. Aynı nitelemeyi Zerdüşt sonrası yaşayan bazı Mecusi ileri gelenleri de kendileri için yapmışlardır. Dolayısıyla Mecusilikte peygamberliğin Zerdüşt sonrası da devam edeceğine inanılmaktadır. Dördüncü dönem ahir zamana tekabül etmektedir. Bu zamanın sonlarına doğru kurtarıcı Saoşyant gelecektir. Zerdüşt’ün soyundan olan ve bir bakireden doğacağına inanılan Saoşyant’la yeryüzünde iyiliğin egemenliği tekrar tesis edilecektir.

Ölüm sonrası ruh, ilahi aleme, sırasıyla yıldızları, ayı ve güneşi geçerek ulaşmak durumundadır. Ayrıca ruh, dünyada sergilemiş olduğu inançlar ve davranışlar açısından sorgudan geçirilir. Sraoşa, Mitra ve Raşnu tarafından yapılan bu sorgulamada kişinin amelleri bir terazide tartılır. Bu terazi adeta bir köprü gibidir. Şayet kişinin iyilikleri ağır basarsa Çinvat adı verilen bu “ayrışma köprüsü” genişler ve kişi oradan yukarıdaki cennete gider. Ama günahları ağır basarsa o zaman da köprü adeta bir bıçak ağzı gibi daralır ve kişi aşağıdaki cehenneme düşer. Bedeninden ayrılarak cennete giden ruhlar orada güzel bir kız suretindeki kendi eşiyle buluşup birleşir. Zira Mecusi inancına göre yeryüzündeki her canlının ilahi alemde bir sureti ya da eşi vardır. Fravaşi öğretisi olarak da bilinen bu inanca göre, yeryüzündeki maddi varlık geçicidir; aslolan ruhun ilahi alemdeki bedeniyle birleşmesidir. Cehennem bir arınma yeridir; Angra Mainyu tarafından yönetildiğine inanılan bu mekanda arınan ruhlar da sonra cennete gideceklerdir. Zamanın sonunda metal eriyiğinden oluşan bir nehir dünyaya akacak ve herkes bu nehirden geçmek zorunda olacaktır. Bu nehir, iyiler için adeta ılık bir süt gibi olacak kötüleri ise yok edecektir. Nihayet bu nehir cehenneme de dökülecek ve oradaki Angra Mainyu’yu da yok edecektir.

Mecusilikte önemli bir kült objesi olan ateşle ilgili inanışlar ve uygulamalar oldukça önemlidir. Yedinci yaratılışla özdeşleştirilen ve ilahi varlıklardan Aşa Vahişta tarafından korunduğuna inanılan ateş, tanrı tarafından yaratılan saf, temiz ve iyi bir varlık olarak görülür. Bu nedenle erken dönemlerden itibaren ateş Mecusi tapınaklarında önemli bir yer tutar. Özellikle Sasaniler döneminde ortaya çıkan ikonaklazm hareketinde tapınaklardan temizlenen tanrı suretlerinin yerini kutsal ateş almış ve ateşin ibadet esnasında kullanımı yaygınlaşmıştır. Ateş motifi eski İran paralarında da kullanılmıştır. Mecusilikte ateş bir tapınma objesi ya da bir tanrı değildir; tanrısal saflığın, temizliğin ve iyiliğin bir sembolüdür. Bu nedenle Mecusilikte ateşle ilgili temizlik kurallarına riayet etmek oldukça önemlidir. Örneğin ateşe çöp ve benzeri kirli/pis şeyler atılmaz, ateş kirletilmez. Ateşte kullanılan yakıtların temiz ve kuru olmasına özel bir itina gösterilir.

Mecusi tapınaklarında farklı kategoride sınıflanan ateşler de vardır. Bunlardan Ataş Vahram (Bahram) tapınakta 24 saat yakılı tutulan önemli bir kutsal ateştir. Bunun dışında önem açısından daha alt derecede olan çeşitli ateşler de bulunmaktadır. Tapınakta yanan ateş; tapınaktaki özel bir bölmede bir yükselti üzerinde bulunan bir kap (Ataş-dan) içinde bulunur. Kutsal ateşin önünde yapılan dualar esnasında rahipler, nefeslerinin ateşi kirletmemesi amacıyla yüzlerinde peçe benzeri beyaz bir örtü bulundururlar.


TEMEL İBADETLERİ


Mecusiliğin ahlak sistemi özünü “humuta, hukhta, huvarşta” yani iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranış esasına dayalıdır. Beş vakit dua Mecusiliğin günlük ibadetleri arasında oldukça önemlidir. Güneş doğarken, öğlen tepedeyken, öğleden sonra, güneş batarken ve gece olmak üzere bu beş vakitte her Mecusi güneşe, ışığa ya da ateşe dönerek dua okur. Dua öncesi İslâmdaki abdeste benzer bir temizlenme ibadeti yapılır. Bunun için öncelikle yüz, sonra eller ve ayaklar yıkanır; bu arada kutsal kuşak (kutsi) çözülür. Dua esnasında yeniden bu kuşak bağlanır.

Doğum, evlilik ve cenaze törenleri dini olaylar olarak değerlendirilir. Doğum sonrası bebek tapınağa götürülür ve rahip tarafından ağzına kutsal hom suyu verilir. Evlilik (nikah) törenini de rahip yönetir.

Mecusilikte her çocuk 15 yaşına geldiğinde kendisi için bir çeşit dine giriş (inisiyasyon) töreni sayılabilecek bir tören düzenlenir. Navcot olarak adlandırılan bu törende çocuklar dualarla dini elbiseler giyinip, kutsal kuşak Kusti’yi takarlar. Üç kez bele dolanan ve önden ve arkadan bağlanan bu kuşağı erkek ve kadın dindar Mecusiler her zaman bağlarlar.

Mecusilikte yılın çeşitli aylarına dağılmış vaziyette bir dizi kutsal gün ve bayram bulunmaktadır. Yıllık olarak kutlanan 7 büyük bayramdan en önemlisi No Ruz (Nevruz) adı verilen yeni yıl bayramıdır. No Ruz tabiatın dirilişi anısına kutlanan bir çeşit bahar bayramıdır. Güneş takviminin ilk ayı olan Fervardin’in ilk gününde (21 Mart) bahardaki gündüz-gece eşitliği döneminde kutlanmaya başlanan Nevruz efsanevi İran kralı Cemşid’le ya da Zerdüşt’le ilişkili olarak görülür. Nevruz ateşin efendisi Aşa Vahişta’ya atfedilmiştir. Nevruz kutlamalarında sonbaharla birlikte yeryüzünden ayrılan bitkilerin ve suların koruyucusu ilahi varlık Rapitvan’ın ilkbaharda yeniden yeryüzüne dönüşü de kutlanmaktadır. Diğer altı bayram ise genel olarak Gahambar adıyla bilinir. Bu bayramlar Ahura Mazda, Ameşa Spentalar ve onlar tarafından var edilen ya da korunan kutsal yaratıklar adına kutlanır. Bunlardan başka sonbaharda hasat zamanı kutlanan Mehregan (Mihrican) da önemli bir bayramdır. Mecusilikte erken dönemlerden itibaren özel olarak bazı bitki sularından elde edilen ve süt ile karıştırılan Haoma içeceği de önemli bir işleve sahiptir. Kutsal metinlerde Haoma içeceğinin kişiye ölümsüzlük kazandırdığı belirtilir. Zerdüşt kanlı kurbanın yerine Haoma içeceğini ve kişinin ibadetlerine bir şahit olarak da ateş sembolizmini kullanmıştır.

Çok eski dönemlerde ölü gömme adetinin varlığını gösteren işaret bulunmakla birlikte sonraları Mecusilikte tıpkı Tibet Budistlerinde olduğu gibi cesetlerin açıkta bırakılarak etlerin vahşi hayvanlar ve kuşlarca yenilmesi adeti yaygınlaşmıştır. Mecusilerce ruh bedenden ayrıldıktan sonra ceset kirli sayılır ve onu toprağa gömmek, suya atmak ya da ateşte yakmak suretiyle temiz olan toprağı, suyu veya ateşi kirletmesine izin verilmez. Bunun yerine eski dönemlerde ıssız dağ başlarında, yakın zamanlarda ve günümüzde ise Dakhma ya da Sessizlik Kulesi’nde ceset açık alanda taş bloklar üzerine yatırılır ve üzerindeki elbiseler tamamen çıkartılarak açığa bırakılır ve akbabalar gibi vahşi hayvanlarca cesedin yenilerek yalnızca kemikler kalıncaya kadar bu şekilde bırakılır. Mecusilikte cesede yalnızca cenaze taşıyıcıları gibi bazı özel kişiler yaklaşabilir; bu kişilerin de özel bazı arınma ayinlerini yapmaları gerekir.

Mecusilikte temizlik kuralları oldukça önemlidir. Ateşle ve su ile ilgili kurallar oldukça önemlidir. Suyu ya da çeşme, dere veya göl gibi su kaynaklarını kirletmek günah sayılır. Hatta su, kirli ya da pis şeye doğrudan temas ettirilmez. Eski dönemlerde Mecusiler kirli şeyleri temizlemek için üçlü bir metot uygularlardı. Buna göre kirli bir şey önce sığır sidiğiyle yıkanır, ardından da toprak veya kumla silinip kurulanırdı. Ancak bundan sonra o şey su ile yıkanarak durulanırdı. Benzer temizlik kuralları toprak için de geçerlidir. Mecusilikte kan, nefes, tükürük ve benzeri vücuttan çıkan şeyler kirlenme unsuru olarak kabul edilir ve bu bağlamda adet gören kadınlar toplumdan tecrit edilir; hatta bazen bunların normal günlük işlerini yapmaları da yasaklanır. Hindistan Mecusileri dini ayinlerinde kullanılmak üzere kılları tamamıyla beyaz olan bir boğa (varaysa) beslerler. Bu boğa, kesilmek için değil, hom suyunu süzmeye yarayan eleğin yapımında kullanılan kuyruk kılları için beslenir. Ayrıca onlar domuz ve sığır eti yemezler ve tek evlilik yaparlar. Zorunlu olmadıkça boşanmayı uygun görmezler.



Mecusilikte Din Adamları ve Mabet


Mecusilikte çeşitli rahiplik sınıfları var olmuştur. Bunlardan en önemlisi Mecuş ya da Meci denilen rahip grubudur. İran imparatorlukları hakimiyeti altındaki Batı bölgelerinde yerleşik Mecusi kolonilerinde etkin olan Meciler eski Yunan gibi Batı dünyasında Mecusiliğin bu adla adeta özdeşleşmesine neden olmuşlardır. Bunlardan başka rahipler hiyerarşisi içinde Erbad (Herbad), Mobad (Magbad) ve Bagnapad gibi rahip grupları da dikkati çekmektedir. Bunlardan Mobadların ateş tapınaklarındaki baş rahipler oldukları bilinmektedir. Hindistan’da yaşayan Parsiler, rahiplik hiyerarşisinde sıradan rahiplere Mobed, başrahiplere ise Dastûr adı verirler. En yüksek dereceli rahipler ise Dastûrân Dastûr olarak adlandırılır. Diğer taraftan Kadmîler grubu din adamları için Molla ismini kullanırlar. Mecusilikte rahiplik babadan oğula geçen bir sistemle devam ettirilmektedir. Rahiplerin giysileri başa takılan külah benzeri bir başlık, bir elbise, ağzı kapatacak şekilde yüze takılan bir peçe ve bir kuşaktan oluşmaktadır. Bu giysiler beyaz olmak zorundadır; zira temizlik ve saflığı simgeleyen beyaz rahip rengi olarak bilinir. Rahipler cenaze ve evlenme törenleri, inisiyasyon ayinleri ve benzeri törenleri idare ederken bunun karşılığında belirli bir ücret alarak geçimlerini sağlarlar.

Erken dönem Mecusiliğinde tapınmak amacıyla kullanılan kutsal mekanlar ya da sunak yerleri (atlarlar) fazla görülmemektedir. Ancak zamanla özellikle Mecusiliğin toplumda yaygın egemen bir din haline gelmesiyle tapınaklar ve sunak yerleri oluşturulmaya başlanmıştır. Ataşgede adı verilen ve içerisinde kutsal ateşin yakılı olduğu tapınaklar İran’ın dört bir tarafında inşa edilmiştir. Ateş tapınakları genellikle iki bölümden; kutsal ateşin yakılı tutulduğu bir özel kısım ile inananların dini ibadetlerini yerine getirdiği daha büyük bir kısımdan oluşmaktadır. Sasanilerin yıkılışı sonrası ataşgedeler hızla yok olmuştur. Bugün İran, Azerbaycan ve Hindistan’da çeşitli Ataşgedelerin var olduğu bilinmektedir. Parsi tapınağı Dar ı Mihr ya da Agyari olarak adlandırılır. Tapınakta kutsal ateşin bulunduğu mekanı ifade eden Adaran ile törenlerin yapıldığı İzişngâh bulunur. Tapınaklardaki ateşler, kutsiyet derecesine göre 3 grupta toplanır. Bunlardan en kutsalı Ataş Bahram’dır. Bunlar, en yüce ateşler olarak değerlendirilir. Ataş Adaran olarak adlandırılan tapınak ateşi ise ikinci derecede kutsaldır. Ataş Bahram ve Ataş Adaran’a yalnızca rahipler dokunabilirler; sıradan halkın dokunması yasaktır. Son sıradaki ateş ise Ataş Dadgah olarak adlandırılır. Bu ateş, tapınaklar yanı sıra evlerde de tutulabilir Bu her üç ateşle Parsi olmayanların temas kurmalarına ise kesinlikle izin verilmez.



SÂBİÎLİK


Kur’an’ın üç ayetinde (Bakara 62, Maide 67, Hac 17) diğer bazı dini gruplarla birlikte Sâbiîlerden de isim olarak bahsedilir. Ancak bu ayetlerde Sabiilerin kim oldukları, nerede yaşadıkları ve hangi özelliklere sahip oldukları gibi konulara değinilmez. Çeşitli hadis metinlerinde de Sabii teriminin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak bu metinler incelendiğinde bu terimin bir cemaat ismi olmaktan öte, “dönek” anlamına bir sıfat olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Sâbiî isminin Kur’an’da kullanılıyor olması bu dini grubun, Kur’an’ın nazil olduğu dönem Arap toplumunca biliniyor olduğuna işaret etmektedir.

Tedvin dönemi olarak adlandırılan dönemde Sâbiîlerin kim olduklarına dair çeşitli spekülasyonların İslâmi eserlerde yer aldığı bilinmektedir. Bunun en önemli nedeni Halife Me’mun döneminin sonlarından itibaren Harranlı yıldız ve gezegen tapıcılarının zimmilik statüsünü devam ettirebilmek amacıyla “es-Sâbiî el-Harranî” ismini adapte etmeleridir. Harranlı politeist ve paganların yaklaşık Miladi 922 yılından itibaren bu şekilde Sâbiî ismini adapte etmeleri, İslâm dünyasında Sâbiîlerin kim oldukları konusunda bir karmaşaya da neden olmuştur. Bu tarih sonrası İbn Nedim ve Biruni gibi çeşitli Müslüman yazarlar Sabiilerin Vasıt (ya da Bataklık) Sâbiîleri ve Harran Sâbiîleri şeklinde ikiye ayrıldıklarını; bunlardan birinci grubun gerçek Sâbiîler olduğunu ve diğer gruptan her anlamda farklı olduklarını belirtmişlerdir. Ancak ilerleyen tarihsel süreçte Harran Sâbiîleri olarak adlandırılan grup içerisinden birçok filozof ve bilim adamı Bağdad ve Basra gibi merkezlerde meşhur olmuş ve bunlar aracılığıyla Harraniler Sâbiî ismi altında hep ön plana çıkmıştır. Bu da doğal olarak Müslüman yazarların eserlerinde onların ön plana çıkmasına neden olmuştur.

Sâbiîler kendi dinlerine mensup olan sıradan cemaat üyelerini Mandayye (Mandenler, bilenler ya da arifler) diye adlandırırken, cemaat içerisinde ilmi ve otoritesiyle ayrıcalıklı yere sahip olan kimselerle atalarını ise Nasurayye (Nasuralar, doğru inancı koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Bu arada onlarla ilgili kullanılan Sâbiî (Subbâ, Subbî, Sâbiûn) ve Sâbiîlik terimleri, Sâbiîlerin kendilerince kullanılan bir isim olmaktan ziyade, Arap komşularınca nehirde boy abdesti almak ayininden hareketle onlar için kullanılmaktadır. Sabilerce kutsal metin ve ibadet dili olarak kullanılan ve Aramicenin diyalektlerinden biri olan Mandencede bilgi, hikmet anlamına gelen “manda” teriminden türetilen Mandayuta, Sâbiîliği ifade eden ve Sâbiîler arasında yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Bu terimden hareketle Batılı araştırıcılar Sabiîliği Mandeizm olarak isimlendirirler. Sami dillerdeki Nasara (İbranca ve Mandence nasara, Akadca nasâru, Arapça nazara, “korudu, gözetti, muhafaza etti”) fiil kökünden gelen Nasaruta ise, Sâbiî literatürü içerisinde erken dönemlere ait metinlerde Sâbiîlik için kullanılan ve Nasuraizm anlamına gelen bir isimdir.

Sâbiîler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerle Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde ve İran’da Karun nehri boyunca yer alan yerleşim birimlerinde yaşarlar. Ayrıca başta İsveç, Danimarka, ABD, Avustralya ve Kanada olmak üzere birçok Batı ülkesinde yaşamlarını sürdüren irili ufaklı Sabii cemaatleri bulunmaktadır. Sabiilerin dünya genelindeki nüfuslarının 80 ila 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.


TARİHSEL GELİŞİMİ


Her ne kadar Sâbiîler, kendi dinlerinin Hz. Adem’le birlikte başlayan bir “ilk-din” olduğunu iddia etseler de Sâbiîliğin tarihçesi gerçekte günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlar. Sâbiîlik MÖ son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut olan heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenmiştir. Sâbiîler tarafından “büyük bir önder” ve “bir ışık peygamberi” olarak adlandırılan Hz. Yahya da büyük ihtimalle Nasuralar cemaatiyle ilişki içerisindeydi. Hz. İsa’nın çağdaşı olan Yahya, Yahudi toplumunun bir üyesi olarak doğmuştu. Ancak sonradan bir peygamber olarak Yahudiliğe karşı çıkmış ve Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştu. Yahya’nın faaliyetleri resmi Yahudilik taraftarlarını telaşlandırmıştı. Birçok eziyet ve işkenceden sonra Hz. Yahya, başı kesilmek suretiyle idam edildi ve taraftarları sıkı takibat ve katliama tabi tutuldu. Bu katliam olayına Sâbiîler kutsal kitaplarında geniş yer verirler. Ginza’nın ifadesine göre Yahudiler, başta 365 ileri gelen olmak üzere binlerce Nasurayı (Sâbiîlerin atalarını) katlettiler. Katliamdan kurtulanlar ise, zamanın Arsakid kralı himayesinde kuzey Mezopotamya’ya doğru kaçtılar. Sâbiî kutsal kitapları bunların sayısının 60.000 civarında olduğunu vurgular. Bir müddet sonra Nasuralar/Sâbiîler buradan güney Mezopotamya’ya göç ederek buraya yerleştiler. Mecusiliğin İran’da resmi din olarak kabul edildiği MS 3. yy’ın ilk yarısına kadar Sâbiîler bu bölgede altın çağlarını yaşadılar. 7. yy’da Irak’ın Müslümanlarca fethedilmesi üzerine, diğer yöre halkı gibi Sâbiîler de zimmi statüsüyle İslâm hakimiyeti altına girdiler.

Sâbiîler, değişik inanç ve kültür mensubu çeşitli halklarla komşuluk ilişkileri içerisinde yaşadılar. Doğal olarak zamanla bu geleneklerden çeşitli alanlarda etkilendiler. Kendi asli Yahudi kültürleri yanı sıra İran dinlerinden (ölü ile ilgili bazı törenler, ayin yemekleri ve yıldızlarla ilgili çeşitli tasavvurlar konusunda olduğu gibi), Babil-Asur dininden (sihir ve büyü formülleri ve benzeri) ve Hıristiyanlıktan (Pazar gününün kutsallığı gibi) çeşitli unsurları adapte ettiler. Bu arada Filistin’deki katliam ve takibat nedeniyle Yahudilere karşı birçok polemik geliştirdiler ve zamanla Yahudilikten iyice uzaklaştılar.



KUTSAL METİNLERİ


Sâbiîlerin kutsal kitapları yazılı metinler ve sır metinleri şeklinde iki ana grupta toplanabilir. Yazılı metinler de kendi aralarında temel kutsal kitaplar, esoterik (gizli) özelliğe sahip metinler, divan, şerh ve tefsirler, astrolojik metinler ve büyü ve sihir yazmaları şeklinde çeşitli gruplara ayrılabilir. Sâbiî kutsal kitapları arasında en önemli yeri oluşturan temel kitaplar Ginza, Draşya d Yahya ve Kolasta’dır. İki ana kısma (Sağ Ginza ve Sol Ginza) ayrılan ve “hazine” anlamına gelen Ginza yaklaşık 600 sayfadan oluşur. “Adem’in Kitabı” diye de adlandırılan bu kutsal kitap, çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası hayat ve benzeri konuları ihtiva eder. Draşya d Yahya (Yahya’nın Öğretileri) ise adından da anlaşılacağı gibi, büyük ölçüde Yahya’yı ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. Kolasta (Kolleksiyon ya da Övgü) ise gusül, ayin yemekleri ve benzeri ibadetlerle ilgili dua ve uygulamaları konu alan bir günlük ibadet kitabıdır.

Yalnızca rahipler ve rahip adaylarınca kullanılmasına izin verilen esoterik kitaplar çoğunlukla teolojik konularla çeşitli mitolojik tasavvurları ele almaktadır. Astrolojik metinler ise gelecekle ilgili kehanette bulunma, eksorsizm (kötü ruhları ve cinleri kovma) ve doğum, ölüm, yeni yıl ve evlenme gibi durumlarda ilgili kişinin ve günün ad, saat ve tarihiyle ilgili - ebced hesabına benzer yolla- çeşitli astrolojik hesaplar yaparak ilgili olayları yorumlama konusunda bilgiler veren metinlerdir.

Sâbiîler kutsal kitaplarının, -özellikle temel kitaplarla yalnızca rahiplerin okumalarına izin verilen esoterik metinlerin- yaratılışta yüce Tanrı tarafından ilk insan Adem’e vahy olunduğuna inanırlar. Sâbiî literatürü üzerinde yapılan çalışmalar, bu literatürden en azından bir kısmının MS 2. ya da 3. yüzyılda derlendiğini ortaya koymaktadır.

Kutsal metinlerin yazılı olduğu dil Aramcanın doğu lehçelerinden birisi olan Mandencedir. Günlük hayatta Arapça konuşan Sâbiîler, bu dili anlamadan sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Bu dili okuyup yazabilme ayrıcalığı ise yalnızca rahiplere aittir. Bununla birlikte günümüzde Sabiîler – örneğin İran’daki cemaat- kendi dillerini okuma yazma düzeyinde öğrenme/öğretme ve günlük bir dil olarak kullanma konusunda bazı çabalar içerisindedirler. Bu amaçla Mandence eğitim veren bazı okullar kurulmuştur.


TEMEL İNANÇ ESASLARI


Baştan sona Sâbiî öğretilerine metafizik ve içinde yaşanılan evren düzleminde kabul edilen bir düalizm egemendir. Yalnızca ahlaki düzlemde bir düalizmden farklı olan bu anlayış Gnostik Düalizm olarak da nitelenebilir. Bu dualizme göre bir tarafta ışık ve nur alemi, diğer tarafta ise karanlık alemi bulunur. Işık aleminin başında “Yüce Hayat”, “Kudretli Ruh” ve “Yüceliğin Efendisi” gibi isimler de verilen Malka d Nhura (Işık Kralı) bulunur. Işık aleminde yüce varlık Malka d Nhura’nın etrafında sayısız nurani varlık bulunur. Uthria (zenginler) ve Malkia (krallar) diye adlandırılan bu varlıkların görevi, Malka d Nhura’yı takdis ve tesbih etmektir. Işık alemi ve bu alemin varlıkları kötülükten tamamıyla münezzehtirler. Bu alem yokluk, eksiklik, fanilik ve yanlışlık gibi sıfatlardan da tamamıyla uzaktır. Sâbiî kutsal kitaplarında, yönlerden kuzeyde olduğuna inanılan Işık aleminin düzen, varlık ve verimliliği sembolize eden Hayat (Hayye) prensibinden oluştuğu ifade edilir. Böylelikle hayat prensibi bütün Sâbiî teolojisine baştan sona hakimdir.

Düalizmin diğer kanadını oluşturan karanlık alemi de ışık alemi gibi benzer bir yapılanmaya sahiptir. Işık aleminin hayat prensibinden oluşmasına karşılık, karanlık alemi yokluk, eksiklik ve düzensizliği sembolize eden kaos ya da “Kara Su”dan oluşmuştur. Yönlerden güneyde olduğuna inanılan alemin başında zaman zaman Ur ya da “Büyük Canavar” diye de adlandırılan Malka d Hşuka (Karanlık Kralı) bulunur. Malka d Hşuka, karanlık alemindeki sayısız kötü varlığın yaratıcısı ve yayıcısı olarak nitelenir. Birçok olağanüstü nitelik ve güçlere sahip olan bu varlık, kötü ve karanlık vasıfların tümüne sahiptir. Malka d Hşuka’nın etrafında sayısız kötü varlık, devler, şeytanlar, kötü ruhlar, canavarlar ve benzeri varlıklar bulunur. Bu varlıklara ilaveten karanlık alemi içerisinde bir de düşmüş ışık varlıkları vardır. Bunlar kötü varlıklarla işbirliği ya da ezeli bir takdirin (kaderin) bir tezahürü olarak karanlık alemine atılmış varlıklardır. Bunların başında Ruha isimli bir dişi figür gelir. Ruha, özellikle alemin ve insanın yaratılışı mitolojisinde kötü varlıkları harekete geçirmesi konusunda Malka d Hşuka’yı kışkırtan bir varlık olarak nitelenir. Ayrıca ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma aracı varlıklar olan Yuşamin, Abatur ve Ptahil (maddi alem ve insanın yaratıcısı) gibi figürler de karanlık alemine atılmış varlıklar arasındadır.

Karanlık alemi, yapısı gereği kaos ve düzensizlik halinde Kara Su’dan oluşmuştur; hayat ve verimlilik unsurları taşımadığından düzenli hiçbir şey var edemez. Dolayısıyla Karanlık Kralı, ışık alemi varlıklarını ele geçirip tutsak etme planları kurmaktadır. Durumdan haberdar olan Işık Kralı ise buna karşı çeşitli tedbirler almaktadır. Nitekim, ışık elçisi Manda d Hayye’yi özel görevle gizlice karanlık alemine gönderir. Manda d Hayye, yanındaki kutsal silahlarıyla Karanlık Kralı’nı yakalar ve zincire vurur. Ancak sonradan ışık aleminde yaşayan bazı ışık varlıkları, kendilerinin dışındaki alemleri ve varlıkları merak ederek ışık alemiyle karanlık alemi arasındaki perdeleri aralar ve Kara Su’ya (karanlık alemine) bakarlar. İşte onların bu merakı ışık aleminden düşüşün ya da atılışın başlangıcı olur. Işık aleminden atılan varlıklardan her biri sonradan hatalarını anlayıp, tekrar ışık alemine dönmek isterlerse de onların bu isteği ilahi kader gereği kabul edilmez. Ancak maddi alemin (kainatın) varlığına son verildiğinde bunlar günahlarından temizlenerek tekrar ışık alemine kabul edileceklerdir.

Evrenin yaratılışı açısından özellikle Yuşamin, Abatur ve Ptahil’in düşüşleri çok önemlidir. İkinci Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da adlandırılan bu üç varlık, ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma temas kurma ve aracılık yapma görevini üstlenirler. Bir başka açıdan bu üç varlık, yaratılışla ilgili karanlık alemine düşüşün üç aşamasını oluştururlar. Bir diğer ifadeyle Yuşamin ve Abatur’un durumunda karanlık alemine düşüş tam olarak gerçekleşmez; ancak Ptahil ile düşüş tamamlanmış olur. Ptahil kendisinde bulunan ışık parçacıklarıyla kara sular içinde kendisine ait bir dünya yaratmaya çalışır; ancak bunda başarılı olamaz. Daha önceden karanlık alemine atılmış olan ve Ptahil’in bu çalışmalarını gören Ruha, Karanlık Kralı büyük canavar Ur’la işbirliği yapar, onun zincirlerini çözer ve ikisi birlikte Ptahil’e dost görünerek onu maddi alemi yaratma işinde teşvik ederler. Zira, niyetleri Ptahil’in yaratacağı dünyaya sonradan hakim olmaktır. İlk girişiminde başarılı olamayan Ptahil, Işık Kralı’na yardım etmesi için yalvarır. Bu arada ileriye dönük planlarını gerçekleştirme yönünde dişi figür Ruha ile Karanlık Kralı birleşirler ve bundan kötü varlıklar olan 7 gezegenle 12 burç doğar. Ptahil’in yalvarmaları karşısında Işık Kralı ona hayat nurunu verir ve Ptahil bununla kara sularda dünyayı yaratır. Bu dünyanın maddi yönleri kara sudan, hayat ve verimlilik taşıyan yönleri ise hayat nurundan oluşur. Bu yaratılış tamamlandığında kötü güçler kara suyla birleşen hayat nurunun (ışık varlığının) kaçmaması için bu dünyanın etrafına kendi çocukları olan 7 gezegen ve 12 burcu yerleştirirler. Böylelikle Ptahil’in dünyası tamamıyla gözetim altına alınmış olur.

Demiurg Ptahil, hiç olmazsa dünyada kendisine vekalet edecek bir varlık oluşturmak ister ve insanı yaratmayı planlar. Ancak, kötü güçler yine onu kandırmayı başarırlar ve onunla bu konuda da işbirliği yaparlar. Böylelikle insanın maddi yönünü oluşturan ceset, Ptahil tarafından yaratılır. Ancak bu yaratma işi başarısızlıkla sonuçlanır; zira yaratılan varlık hayat unsurundan yoksun, dolayısıyla cansızdır. Ona can vermek için kötü güçler türlü yollar denerler, fakat bir türlü başarılı olamazlar. Sonunda Ptahil, yüce Işık Tanrısına yalvarır ve kendisine yardım etmesini ister. Bu seslenişe cevap olarak Işık Kralı, insanın ruhunu ışık aleminden yeryüzüne indirir ve bir ışık elçisi (Manda d Hayye) aracılığıyla cansız bedene yerleştirir.

Adem, inanan bir insandır. Zira yüce Tanrı insanı kötü varlıkların eline bırakmamış; ruhun bedene konuluş anından itibaren onu eğitmesi için Manda Hayye’yi ve onu korumaları için de üç ilahi muhafızı (Hibil, Şitil ve Anuş’u) yeryüzüne indirmiştir. Böylelikle ilahi yolu tanıyan ilk insan yüce Işık Kralı’na itaat eden bir varlık haline gelmiştir. Ayrıca Adem’in yeryüzünde yalnız kalmaması amacıyla Havva da yaratılmıştır.

Sâbiîlere göre kurtuluş yalnızca ruh için geçerlidir; zira beden bu süfli dünyaya aittir. Ruhun kurtuluşu ise beden hapishanesinden ve dünyadan kurtulmasına bağlıdır. Kurtuluş için ruhun gerekli olan şeyleri yapması, yani doğru inanç ve ibadetlere bağlanması gerekir. Ancak bu bile kurtuluş için yeterli değildir. Zira Sâbiî düşüncesine göre kurtuluşun tek yolu ilahi kurtarıcı bilgiye (buna manda, yani “hikmet” ya da “kutsal bilgi” denir) sahip olmaktır. Bu bilgi ise kazanılan veya öğrenilen bir bilgi değil, bahşedilen verilen bir bilgidir. Bu kurtarıcı bilgiye sahip olmak için insanın yapması gereken şey, bu bilgiyi alabileceği uygun ortamı hazırlamaktır. İşte bu da doğru iman ve ibadetlerle mümkündür. Doğru inanç ve ibadetleri izleyen bir ruha kurtarıcı bilgi ilahi kurtarıcı (redeemer) tarafından iletilir. Bu bilgiye sahip olan ruh, bu süfli alemden tamamıyla temizlenerek ilahi nur alemine, yüce Işık Kralı’nın katına yükselir. Böylelikle kurtuluş gerçekleşmiş olur.

Sâbiîler, ilk insanın yaratılışından kıyamete kadar dünyanın yaşını 480.000 yıl olarak hesaplarlar. Bu süre 4 döneme ayrılır. Sâbiîlere göre dördüncü dönemin son 2000 yılı, yani Nuh’tan 6000 yıl sonra Kudüs’ün kuruluşuyla başlayarak dünyanın sonuna kadar devam edecek olan süre ahir zamanı temsil eder. Ahir zaman kötülük, zulüm, fitne ve savaşların gittikçe arttığı bir dönemdir. Mehdi Praşay Ziva (“son savaşçı” ya da “son kral”) ortaya çıkar ve yeryüzüne hakim olur. Mehdinin döneminde bütün ahlaki kötülüklere son verilir; savaşlar, fitneler ve zulüm kaybolur. Yeryüzü hayatı sonunda genel bir kıyametin olacağına inanırlar. İnsanlar öldüğünde ruhları dünyayı çevreleyen ve bir bakıma gözetim evi görevini ifa eden 7 gezegenden sırasıyla geçerek Abatur’un terazisine ulaşır ve oradan ışık alemine doğru yükselirler. Ölen kişi eğer inanan bir kimseyse bunun ruhu şimşek hızıyla bu gözetim evlerini geçer ve ışık alemindeki cennete (Mşunai Kuşta’ya) ulaşır. Ancak ölen kişi inanmayan ya da günahkar olan bir kimseyse bunun ruhu bu gözetim evlerinde takılır ve işkenceye tabi tutulur. İşte genel hesapta kıyametle birlikte yeryüzünden kurtarılan günahkar ruhlarla daha önceden yeryüzünden ayrılmakla birlikte günahkarlıkları nedeniyle gözetim evlerinde alıkonup eza ve işkence çeken ruhlar, Abatur’un terazisinde tartılarak yargılanacak ve günahlarını çekmek üzere bir çeşit cehennem olan Suf Denizi’ne atılacaktır. Günahları sona erdiğinde bu ruhlar da tekrar ışık alemine alınacaktır.


TEMEL İBADETLER


Sâbiîler ibadetlerini evlerinde ve belirli durumlarda Mandi adı verilen bir yapının önünde bulunan havuzda ve havuz kenarında yaparlar. Mandi, genellikle bir nehir kenarında kuzeye doğru yapılmış, güney tarafında bir kapı bulunan penceresiz, küçük ve basık bir kulübeden ibarettir. Bu yapının güneyinde nehirden bir kanalla açılan ve diğer bir kanalla nehre tekrar bağlanan küçük bir havuz bulunur.

Sâbiî ibadetleri arasında en önemli olanı boy abdesti ya da vaftizdir. Masbuta, tamaşa ve rişama şeklinde üç çeşit dini yıkanma/temizlenme ayini vardır. Boy abdesti ya da tam vaftiz olarak da adlandırılan masbuta, rahip gözetiminde bir akarsuya dalıp çıkmak şeklinde yapılmaktadır. Bu yıkanma ibadetinin her Sâbiî tarafından haftada en az bir kere Pazar günü yapılması zorunludur. Tamaşa ise dini kirlenmeler sonrası bir Sâbiînin rahibe gereksinim duymaksızın kendi başına nehre üç kez dalıp çıkması şeklinde yaptığı gusüldür. Üçüncü dini yıkanma/temizlenme türü olan rişama ise İslâmdaki normal abdeste benzer bir ibadettir. Dini yıkanma ibadetinin mutlaka bir akarsuda ya da akarsudan açılan kanallarda yapılması gerektiğine inanırlar. Onlar, akarsuları ilahi ışık alemiyle ilişkili olarak görür ve onları Mia d Hayye (hayat suyu) diye adlandırırlar.

Sâbiîlikte ayin yemekleri törenleri de önemli yer tutar. Bunlardan en önemli olanı masiqta adı verilen törendir. Bu tören ölen bir kişinin ruhunun gözetim evlerinden (7 gezegenden) hızla geçerek ışık alemine ulaşması için yapılır. Rahip gözetiminde çeşitli özel yemekler hazırlanır ve bunlar vaftiz, dua ve benzeri ayinler eşliğinde yenilir. Ölüm olayı dışında ata ruhlarını anma, rahipliğe giriş töreni ve mabedin temizlenmesi gibi sebeplerle de ayin yemeği merasimleri düzenlenir. Kuzeye dönerek yapılan günlük dua ayini vardır. Sâbiîler günün belirli saatlerinde (Ginza’ya göre 3 kez gündüz, 2 kez gece) yüce Işık Kralı’na dua ederler. Ayin yemeklerine hazırlık aşamasında güvercin ve koç kurban ederler. Bu kurbanlar ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade ayin yemeği törenlerinin bir parçasıdır. Kurban hayvanı ancak bir rahip tarafından kesilebilir. Rahip kurban sırasında kuzeye döner.

Sâbiî geleneği yılın çeşitli gün ve saatlerini uğursuz (mbattal) olarak adlandırır ve Sâbiîler o zamanlarda iş yapmamaya, dışarı çıkmamaya gayret ederler. Öte yandan belirli günlerde de bayram yaparlar. Bayramlar arasında en önemli olanı bir çeşit bahar bayramı olarak kutladıkları beş günlük Panja ya da Parvania bayramıdır.


Sabii Din Adamları ve Mabet


Sâbiîlikte teorik olarak vücutça kusursuz ve sağlam olan ve soyunda bir zındıklık ya da dinden dönme olayı olmayan herkes rahip olabilir. Ancak pratikte rahiplik babadan oğula geçen bir meslek şeklinde algılanmaktadır. Rahip olacak kişinin evli olması ideal olarak görülen bir durumdur. Rahiplikteki en üst tabakaya “Riş ama” adı verilir. Bu görev yalnızca dini anlamda değil siyasal anlamda da Sâbiî toplumunun liderliğini ifade etmektedir. Ganzibra’lık ise yöresel baş rahiplik görevine tekabül etmektedir. Normal rahiplere Tarmida, yardımcı rahiplere ise Aşganda adı verilmektedir. Sâbiî cemaati içerisinde Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir dine kabul töreni yoktur. Sâbiî bir ailede doğan herkes cemaatin doğal üyesi kabul edilir. Kutsal kitaplarda açık bir ifadeye rastlanmamakla birlikte dışarıdan bir kimsenin (Sâbiî bir anne babadan doğmuş olmayan bir kişinin) Sâbiî olması mümkün değildir. Her Sâbiînin bir dünyalık ismi, bir de gizli dini ismi olmak üzere iki ismi vardır. Dini isimler çocuğun doğumunda rahiplerce çeşitli astrolojik hesaplamalar yapılarak tespit edilir. 




YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak