6 Ocak 2024 Cumartesi

Müslümanlar ve UIum-i Dahile (Pozitif Bilimler)

 



"Müslümanlar, Kur'an ve İslamiyet" konusunda görüldüğü üzere lslam'ın ilk yıllarında, "lslamiyet'in kendisinden önceki şeyleri yıkıp iptal etmiş olduğu" ve "Kur'an -ı Kerim'den başka hiçbir kitabın okunmasının uygun olmadığı "inancındaydılar". Bu inanç sebebiyle gerek lskenderiye'de gerekse Fars ülkesinde buldukları Yunan ve Fars kitaplarını yakmakta bir sakınca görmemişlerdi. O dönemde İslamlar öncelikle fütuhat ve devlet teşkilatı gibi birinci derecede önemli işlerle meşgul olduklarından bilimsel faaliyetler, kültürel araştırma ve incelemeler ikinci derecede kalıyordu. Aslında bilimsel çalışmalar için zemin de zaman da uygun değildi. Bu yüzden öncelikle ihtiyaç duyulan Kur'an-ı Kelim ve O'ndan doğan fıkıh, lügat, megazi ve fetihler gibi yalnız İslami orijinli bilimler üzerinde yoğunlaşmışlardı. Bununla birlikte İslam devleti idaresini kabul etmiş, Rum ve Farslılar gibi unsurları bilimsel faaliyetlerle görevlendirmek ve özendirmekten geri kalmamışlardı. Özellikle de tıp ve felsefe alanında yoğunlaşmaları konusunda bazı halife ve vezirler büyük destek ve teşvikte bulunmuşlardı. Ancak tam aksine bazı halifeler de olumsuz yaklaşım ve anlayış içerisinde bulunmuş, bu teşvik ve özendirmelere iltifat göstermemişlerdi. Rivayete göre Emevi halifelerinin dördüncüsü olan Mervan bin Hakem'le çağdaş olan ünlü Süryani tabiplerden Basralı bir Yahudi olan Ehrun bin Ayen, Süryanice'de genaş veya kinaş şeklinde yazılmış muteber bir tıp kitabını Arapça'ya çevirmişti. Daha sonra Ömer bin Abdülaziz hilafet makamına geçince Şam'daki kütüphanelerde bu kitaba rastlamış yanındakiler kitabın Müslümanlar arasında tanınması ve yararlanılması için halifeyi teşvik etmişlerdir. Ömer bin Abdülaziz kırk gün istiharede bulunduktan sonra kitabı çıkartıp halkın yararına sunmuştur. Oysa bu kitap yalnızca bir tıp kitabıydı. Hikmet ve felsefe ile ilgili bir şey yoktu. Devrin halifesi buna rağmen eseri halkın yararına sunmak için büyük tereddüt göstermiştir. Sonraki dönemde İslamlar devlet sistemlerini geliştirip İslami bilimler konusunda belli bir mesafe alınca, doğal olarak uygarlık yoluna meyil etmiş, bilim ve kültür alanında yoğunlaşmışlardır. Zaten o zamana değin felsefi bilimler hakkında birçok şey öğrenmiş, bu bilimlere karşı içlerinde bir arzu ve heves de uyanmıştır. Müslümanlar arasında dilden dile dolaşan, "Hikmet müminin yitiğidir nerede bulursa alır", "llim Çin'de de olsa gidip alınız", “ilim öğrenmek kadın erkek her Müslümana farzdır" gibi hadis-i şerifler söz konusu bilimlere olan rağbet ve meyili iyice artırmış ve kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte İslamlar felsefi bilimleri bir defada elde etme yoluna gitmemiş, zamana yayarak, kademe kademe ilerlemeyi tercih etmişlerdir.


Pozitif Bilimin Öncüleri


Arap toplumunda pozitif bilimlerle ilk meşgul olan kişi olarak kaynaklarda Nadir b. Haris el-Sakafi adı geçmektedir. Hz. Muhammed'in halasının oğlu olan bu zat, Hz. Peygamber döneminin ünlü tabiplerinden olan babası Haris b. Kilde gibi Fars ve diğer ülkelere seyahatler yaparak orada alimler, hahamlar ve rahiplerle görüşmüş ve onlardan eski bilimler konusunda önemli bilgiler öğrenmiş, felsefi bilimler ve diğer konularda bilgiler toplamış, babasından da tıp sanatını öğrenmiştir. Nadir, Ümeyye Oğullarının müttefiki olan Sakif kabilesinden olduğu için Hz. Peygamber'e karşı düşmanlığında Ebu Süfyan'dan geri kalmamıştır. Hz. Peygamber'i Mekke halkı nazarından itibardan düşürmek için elinden geleni ardına koymamış, hakkında türlü iftiralarda bulunmuş, hiçbir çirkeflikten kaçınmamış, çirkin ve yakışıksız şeyler söylemiştir. Daha sonra 624 yılında Bedir Savaşı'nda İslamların eline esir düşmüş, Hz. Peygamber'in emriyle idam edilmiş ve böylece adı sanı yok olup gitmiştir.

Bununla birlikte Nadir bu bilimleri yalnız öğrenmiş, Arapça'ya hiçbir şey nakil ve tercüme etmemiştir. Pozitif bilimleri Arapça'ya ilk aktaran kişi Muaviye'nin torunu olup, H. 85 yılında ölen Hakim-i Al-i Mervan adı ile bilinen Halid bin Yezit Emevi'dir. Kendisi, kardeşi II. Muaviye'nin ölümünden sonra hilafet makamına heveslenmiş, ancak Mervan halife olunca halifelik Ebu Süfyan'ın ailesinden Mervan'ın ailesine geçmiştir. Halid, halifelikten ümit kesince kalbini dolduran emeller ve yaratılışından gelen zeka ve yetenek ile bilimsel konulara yönelmiştir. O dönemde kimya ilmi, lskenderiye Daru'l-Fünün'unda oldukça revaçtadır. Halid, şehirde bulunan kimya üstatlarından birkaç kişiyi ve bunlar arasında Meryanus adında bir Rum rahibini de yanına getirterek, ondan kimya ilmini öğrenmiş ve bu bilimin Arapça'ya çevrilmesini emretmiştir. lsfahan-i Kadim adında biri, Halid'in emri ile kimya ilmini böylece Arapça'ya aktarmıştır. lslam tarihinde bir dilden diğerine aktarılan ilk çeviri lsfahan'ın kimya konusundaki bu çalışmasıdır.

Halid astronomi biliminin tahsil ve nakli ile de meşgul olmuş bir gözlemevi kurdurmuş ve rasat aletlerini getirtmek için önemli harcamalar yapmıştır. Büyük ihtimalle kendisinin emriyle bu ilme dair Arapça'ya bazı şeyler tercüme olunmuş ancak bunlar günümüze ulaşamamıştır. Öyle ki, H. 4. yüzyılda Kahire Kütüphanesi'ni ziyaret edenlerden bazıları burada Batlamyus tarafından yapılmış ve üzerinde, "Bu küre Emir Halid bin Yezit bin Muaviye tarafından gönderilmiştir" cümlesi yazılı tunçtan bir küre görmüşlerdir.

Ayrıca aynı şahıs, kimya bilimini Arapça'ya çevirdikten sonra evvelce sözü edilen "Maser" ve tıpla ilgili olan "Ginaş"ı Arapça'ya tercüme etmiştir. Bu "ginaş" aslında otuz makaleden oluşuyordu. "Maser"i, Arapça'ya çevirirken ona iki makale daha eklemiştir. 


Abbasiler Devri'nde Pozitif Bilimler


Mansur Devri Astronomi ve Tıp


Abbasi halifelerinin birincisi Saffah'tır. Halifelik dönemi çok kısa sürdüğü için bilimsel konular üzerinde duramamıştır.

Kendisinden sonra halifelik makamına H. 136-158 yılları arasında bu makamda bulunan kardeşi Mansur geçmiştir. Mansur güçlü ve otoriter bir halifedir. Devrinde birçok fitne ve karışıklıklar ortaya çıkmış, bunlara karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Halifelik dönemi uzun sürmüş ise de bu sürenin büyük kısmı devletin binasını güçlendirmek, siyasi otoriteyi sağlamak ve Bağdat şehrinin kuruluşu için geçmiştir.


Astronomi (İlm-i Nücum veya İlm-i Felek)


Mansur fıkıh ilminde yetenekli ve otorite sahibi olduğu kadar, astronomiye de çok meraklıdır. Bu yüzden müneccimlerle istişare etmeksizin hiçbir işe kalkışmamıştır. Müneccimlere büyük iltifatlarda bulunup, saygın mevkiler vermiştir. Yıldızların ve diğer gök cisimlerinin yer ve konumlarına göre hareketlerini ayarlayan ilk halife de kendisidir. Sonraki halifelerin çoğu da onun yolunu takip etmişlerdir. O dönemde astronomi ve astroloji bilimleri İranlılar arasında oldukça revaçta bir sanat olduğundan, bu alanda mahir birçok İranlı halifelere kadar ulaşmış, önemli makamlar elde etmişlerdir. Bu müneccimlerin en ünlüsü Nevbaht'tır. Kendisi Mecusi iken Halife Mansur aracılığı ile lslam'ı kabul etmiştir. Bu kişi yıldızların yer ve yörüngeleri gibi konularda gökbiliminde otorite bir şahsiyettir. Mansur her nereye gitse müneccim Nevbaht da ona refakat etmiştir. Daha sonra yaşlanıp da hizmet etmeye gücü ve mecali kalmayınca halifenin emri ve uygun görmesiyle oğlu Ebu Sehl b. Nevbaht babası yerine müneccimbaşılık görevine tayin olunmuştur. Nevbaht ailesi babadan oğula Abbasi halifelerinin hizmetinde bulunmuş ve onlar için astronomi ve gök cisimleri ile ilgili kanunlar konusunda önemli çeviriler yapmışlardır. Söz konusu aileden yetişen bilginler fazilet ve irfan sahibi olup, eski bilimler konusunda özel bir meslek ve buluş sahipleridirler.

Müneccim lbrahim Fezari ile oğlu Muhammed Ali b. lsa el Üsturlabi de Mansur'un maiyetinde bulunan müneccimlerdendi. Bu halife yukarıda açıklandığı üzere, yıldızların hareketleri konusunda oldukça meraklı olduğundan Fars, Hint ve Rum ülkelerinden birçok müneccimi davet edip onlara görev vermiştir. Bunlar arasında olan ve daha önce sözü geçen Sidhanta hesabında üstat olan bir şahıs, H. 156 yılında Hindistan'dan Mansur'un yanına gelmiş ve astronomi ile beraber Hint usulleri üzere yapılmış ta'dili içeren bir kitabı kendisine takdim etmiştir. Mansur kitabın Arapça'ya tercüme edilmesini ve yıldızların hareketleri için temel kabul edilmek üzere bu bilim konusunda bir kitap yazılmasını emretmiştir. Muhammed bin lbrahim Fezart bu işi üzerine alarak söz konusu kitaptan yeni bir eser yazmıştır. Müneccimlerce Sind Hind-i Kebir adı verilen bu kitap Me'mün'un devrine kadar bu alanda tek başvuru kaynağı olmuştur.

Bu zamandan itibaren halk, astronomi ve astroloji konularına daha yoğun ilgi duymaya başlamıştır. Astronomiyle bu şekilde meşgul olunurken, zorunlu olarak hendese ilmine de ihtiyaç duyulmuştur. Bunun üzerine Mansur Rum hükümdarına bir mektup yazarak mevcut olan birçok bilimsel eser istemiş Rum padişahı da Öklid'in kitabı ile tabiat ile ilgili bazı kitaplar göndermiştir. Büyük ihtimalle astronomi ile ilgili önemli bir eser olan Mecisti bu gelen kitapların içinde yer alıyordu. Anlaşıldığına göre o sırada bu kitaplar mükemmel ve muntazam bir biçimde tercüme edilemiyordu. Zira Öklid'in kitabı ile Mecisti'nin Harun-i Harun Reşid ve Me'mün'un devirlerinde tercüme olunan kitaplar arasında zikrolunduğunu görüyoruz. Özetlemek gerekirse; Mansur'un astronomi ve astroloji konusuna merak ve arzusu bu bilim ve ayrıntıları ile ilgili bazı kitapların Arapça'ya tercüme edilmesine neden olmuştur.


İlm-i Tıp


Mansur'un devrinde pozitif bilimler arasından Arapça'ya çevrilmesine önem ve öncelik verilen bilimlerden biri de tıptır. Bunun en önemli nedenlerinden biri de bizzat halifenin yakalandığı bir mide hastalığıdır. Öyle ki, H. 148 yılında, ömrünün son günlerinde halife bu hastalık yüzünden perişan olmuş, yemeden içmeden kesilmiştir. Maiyetinde bulunan doktorlar tarafından her türlü tedavi uygulanmış ancak, hastalığa bir çare bulunamamıştır. Halife Mansur bir gün, bu tabipleri bir araya toplamış, "Başka şehirlerde daha usta bir tabip tanımıyor musunuz?" diye sormuştur. Onlar da, "Bu asırda Cündisabur'da tabiplerin başı olan Corcis kadar usta bir tabip yoktur," demişlerdir. Doktorların sözünü ettikleri bu tabip, Süryani Corcis bin Bahtişu'dur. Corcis, zeka ve yetenekçe birçok yüksek meziyetlere sahip olduğundan, o devrin en meşhur tıp fakültesi olan Cündisabur hastanesinin baş tabipliğini de elde etmiştir. Mansur söz konusu tabibin bir an önce yanına getirilmesi için adam göndermiş ve huzuruna davet etmiştir. Tabip Corcis Bağdat'a gitmeden önce birkaç gün mühlet verilmesini istemiş ama isteği kabul edilmemiştir. Hatta halifenin adamı kendisini öldürmekle tehdit eder. Bunun üzerine çaresiz kalan Corcis emre itaat ederek hastaneyi oğlu Bahtişu'ya emanet edip, lbrahim ve lsa bin Şehla adında iki asistanıyla beraber Bağdat'a varır. Bağdat'a varır varmaz halife Mansur kendisini huzuruna çağırır. Huzura çıkan Corcis, Farsça ve Arapça duaların da yer aldığı iki kısa konuşma yapar. Corcis, heybet, vakar ve fesahat sahibi biri olduğundan Mansur'un iltifat ve teveccühüne mazhar olur. Mansur, tabip Corcis'i önünde oturtur ve bazı sualler sorar. Corcis bunlara oldukça sakin bir şekilde cevap verir. Verilen bu cevapları çok beğenen halife, kendisine daha iyi bir nazar ve iltifatla bakmaya başlar. Hastalığını ve başlangıcından itibaren geçirdiği aşamaları anlatır. Corcis, "Sizi memnun edecek bir biçimde hastalığınızı tedavi ederim," der. Mansur, tabip Corcis'e içlerinde devrin en kıymetli hilatlerinin de olduğu birçok hediye verir. Ayrıca onun özel bir sarayda misafir edilmesini ve en güzel şekilde ikramda bulunulmasını emreder. Corcis ertesi günün sabahında halifeyi ziyaret eder ve idrarını muayeneden sonra gerekli olan ilacı hazırlar. Halife bu ilacı kullandıktan sonra hastalıktan kurtulur ve eski sıhhatine kavuşur. Corcis'ten son derece memnun kalan halife, onun tekrar kendi ülkesine dönmesine izin vermez. Tabip Corcis hekimliğinin yanında, oldukça iffet ve namus sahibi ve mensup olduğu dinin hükümlerini titizlikle uygulayan dindar bir kişidir. Bu yüzden Mansur'un gözünde değeri bir kat daha yükselmiştir. Halife Mansur Corcis'in karısını Cündisabur'da bıraktığını, Bağdat'ta kendisine hizmet edecek bir hatun bulunmadığını görünce Rum kızlarından üç cariye ile üç bin dinar hediye gönderir. Corcis yalnızca üç bin dinarı kabul eder ve cariyeleri halifeye iade eder. Ertesi günü huzurda iken Mansur cariyelerin reddedilmesinden dolayı üzüldüğünü belirtir. Corcis, "Biz Hıristiyanların birden fazla hanım alması adetimiz değildir. Eşlerimiz hayatta oldukça diğer bir hanım alamayız," cevabını verir. Corcis'in iffet ve dindarlığından memnun kalan halife, onun her zaman kendi cariyeleri ile görüşmesine ve haremine girmesine, tedavilerine bakmasına müsaade eder. Dürüstlük ve güven veren şahsiyetini takdir eder.

Corcis kendi alanında kitap yazmaktan da hoşlanan bir hekimdir. Süryanice, Farsça ve Arapça'nın dışında Yunanca'yı da bilir. Mansur'un bu derece teveccüh ve sevgisine mazhar olunca, Süryani'ce yazdığı kitapların yanı sıra, halife Mansur adına Yunanca'dan Arapça'ya bazı tıp kitapları da tercüme etmiştir. Ancak Arap dilinde tıp konusundaki ilk eserler Emeviler devrinde Müslümanların hizmetine giren doktorlar tarafından nakledilmiş ve yazılmıştır. Halifelerin makamında ve hizmetinde bulunan bu doktorlar hizmetleri sırasında kendi nefisleri, oğullan veya öğrencileri için bir veya daha fazla kitap yazmayı adet etmişlerdir. Irak Valisi Haccac bin Yusufun doktoru olup hicri 90 yılında vefat eden Tiyaduk tarafından kendi oğlu için yazılan "Ginaş" gibi. Söz konusu bu tabip kendi oğlu için ilaçlar ve kullanım biçimleri hakkında diğer bir kitap daha yazmıştır. Konumuz olan tabip Bahtişu ailesine mensup olan tabipler birbiri ardınca Abbasilerin hizmetinde bulunmuşlar, tıp ve diğer bilimlerle ilgili önemli eserler yazmışlardır.

Şu durumda ikinci Abbasi halifesi Mansur eski bilimleri Arapça'ya tercüme ettirmeye önem veren ilk halife olmakla birlikte, yalnızca yıldızlar bilimi, hendese ve tıp ile yetinmiştir. lbnü'l-Mukaffa' işte bu halifenin zamanında ünlü Kelile ve Dimne kitabını Arapça'ya tercüme etmiştir. Felsefe, mantık ve diğer akli bilimler Me'mün zamanında tercüme ve naklolunmuştur. Bununla birlikte Fihrist'in yazarı lbn Nedim lranlıların Yunanca'dan kendi dillerine çevirdikleri mantık ve tıpla ilgili bazı kitapların lbnü'l Mukaffa tarafından Arapça'ya çevrildiğini zikrediyor. Büyük ihtimalle lbnü'l Mukaffa bu kitapları özellikle kendisi için çevirmiş olmalıdır.


Mehdi ve Harunureşid


Hicri 158/169 yıllarında hilafet makamında bulunan üçüncü Abbasi halifesi Mehdi kendi zamanında ortaya çıkan dini bid'atlarla mücadele ettiğinden, pozitif bilimlerin Arapça'ya tercümesi konusuyla ilgilenmeye fırsat bulamayan bir halife olmuştur. Bu dönemde lbnü'l Mukaffa ve diğer tercümanlar tarafından Manizm, Budizm gibi din ve mezheplere ait Farsça ve Pehlevice dillerinden Arapça'ya birçok kitap çevrilmiştir. Bunlarla birlikte benzeri mezheplerle ilgili başka birtakım kitaplar da yazıldığından, "zındıklar grubu" çoğalmış, düşünceleri ve mezhepleri lslam ülkesinin her köşesinde yayılmaya başlamıştır. Bu yüzden Halife Mehdi bu olumsuz gelişmeleri önlemek zorunda kalmış, kelam alimlerini bu mezheplerin çürütülmesi için kitaplar yazmakla görevlendirilmiştir. Dördüncü Abbasi halifesi Hadi'nin hilafet müddeti kısa olmuş, kayda değer önemli bir şey yapamamıştır.


Hadi'den sonra hicri 170/193 yıllarında halife Harunureşid devrine kadar Bağdat'ta Süryani, Fars ve Hint asıllı birçok tabip ve alimin toplanmış olmasının etkisi ile tefekkür dünyasında önemli gelişmeler sağlanmış, pozitif bilimlere doğru bir eğilim ve sevgi ortamı oluşmuştur. Bağdat'ı bilim merkezi kabul eden birçok ünlü bilgin buraya göç etmiş, kısa bir süre içinde Arapça'yı öğrenerek İslamlar ile karışıp kaynaşmışlardır. Bağdat'ta toplanan bu bilginler birbirleri ile fikir alışverişinde bulunuyor, hemen her konuda bilimsel tartışmalar yapıyorlardı. Pozitif bilimlerin dine aykırı şeyleri içerdiğine dair o dönemde İslamlar arasında bir inanç vardı. Bu yüzden önceleri bu bilimlere karşı soğuk duruyorlardı. Bunlar arasında yalnızca tıp kitaplannı kabul ediyor ve sıcak ilgi gösteriyorlardı. Bu dönemde tabiplerin hemen hepsi gayrimüslim olup, çoğunlukla da felsefe ve mantık dostu kişilerdi. Bunlar meslek ve sanatları gereğince halifelerin hizmetlerinde ve sanki akrabalarından biri gibi meclis ve sohbetlerinde bulunurlardı. İşte bu birliktelik ve dostlukları sayesinde halifeler ve devlet adamları felsefi konulara bir yakınlık duymuşlar, bir şehri fethedip oradaki kitapları ele geçirince eskiden olduğu gibi yakma veya herhangi bir şekilde imhasını emretmekten kaçınmışlar, tam aksine korunmasını ve Arapça'ya çevrilmek üzere başkentlerine nakledilmesini emretmeye başlamışlardır. Nitekim Harunureşid Ankara, Amuriye gibi yerlerde yaptığı savaşlar sırasında ele geçirdiği kitapları Bağdat'a göndermiş, çeviri işini de özel doktoru Yuhanna bin Masuye'ye emretmiştir. Ancak bunların içinde felsefeye dair kitaplar olmayıp sadece Yunan tıbbı ile ilgilidir.

Harun Reşid'in halifeliği devrinde ünlü matematikçi Öklid'in Kitab-i ôklides adıyla bilinen eseri Haccac bin Mutar tarafından ilk kez çevrilmiş, adına da Haruniyye denilmiştir. Me'mun'un adına yine aynı mütercim tarafından yapılan tercümeye ise Me'muniyye adı verilmiştir. Böylece Harunureşid'in zamanında Batlamyus'un Mecisti kitabı Arapça'ya tercüme edilmiştir. Bu kitabın tercümesine dikkat çeken ilk zat Harun Reşid'in ünlü veziri Yahya bin Halit Bermeki'dir. Fakat kitabın tercümesi çok düzgün olmadığından, Yahya, kitabın dikkatli bir şekilde yeniden tercümesine karar vermiş, bu iş için Ebu Hasan ile "beytü'l-hikme" sahibi kütüphane nazırı Selim'i görevlendirmiştir. Bu iki zat yeni çeviriyi özenle yapmışlardır.


Me'mun Devrinde Felsefe ve Mantık


Müslümanlar -bizzat kendisi ile ilgili bir sebepten dolayı- felsefe ve mantık türü kitapları çevirmeye ancak bu halifenin devrinde başlayabilmişlerdir. Bu sebep şu şekilde açıklanabilir: Müslümanlar, lslam'ın ilk günlerinden itibaren söz ve düşünce hürriyeti ve eşitlik anlayışına alışmışlardır. Birinin bir halife veya bir vali hakkında bir düşünce ve görüşü olunca makamın heybetinden korkmayarak fikrini açıktan açığa, yüzüne karşı söyleyebiliyordu. Genel işlerde bu şekilde nasıl bir serbestlik ve pervasızlık içindeydilerse dini işlerde ve mezhep konularında da aynı derecede sözlerini sakınmaz ve hür davranırlardı. Biri bir ayet veya hadisten diğerinin anladığı mana ve yoruma aykırı bir anlam çıkarırsa düşüncesini söylemekten ve iddiasını kanıtlamaya çalışmaktan çekinmezdi. Bu yüzden Raşid Halifeler devri sona erer ermez, İslamlar mezhep ayrılığına düştüler ve hicri 2. yüzyıla girince Mu'tezile başta olmak üzere çeşitli mezhep ve fırkalara ayrıldılar. Birçok şubelerden oluşan Mu'tezile fırkasının mezhep inançlarının temelini dini nasları akli hükümlere uygulamaktı. Aslında bu fırkanın düşüncesi iyice incelenirse, bir kısmının -dini araştırma ve incelemeler yüzyıllardan beri süre geldiği halde- dine dair ileri sürülen en son görüşlere uygun olduğu görülür. Bu yüzden onlara "adl ve tevhid erbabı" (adalet ve birlik) adamları adı veriliyordu.


Me'mun Devri ve Mu'tezile


l'tizal (bir tarafa çekilme) mezhebi hicri birinci asrın sonlarında doğmuş ve delilleri için aklı ön plana aldıklarından taraftarları süratle çoğalmıştır. Fıkıh konusunda açıkladığımız üzere ikinci Abbasi halifesi Mansur, rey ve kıyas taraftarlarına destek verdiğinden, bu metodun üstadı olan lmam-ı Azam Ebu Hanife'yi Bağdat'a getirtmiş, teşviklerde bulunmuştur. Ondan sonra halifelik makamına gelen Abbasilerde de kıyasa meyil ve yönelme devam etmiştir. l'tizal mezhebi; rey ve kıyas mezhebine en yakın mezheptir. Zira Mu'tezile mezhebinin kendi görüşlerini güçlendirmek için dayandıkları en önemli esas, akıldı. Bu yönden Aristo'nun mantık, cedel, cerbeze vb görüşlerine vakıf bir kimse ile karşılaşınca kendi mezheplerini güçlendirmek amacıyla onun bilgi ve birikimden faydalanırlardı. Özellikle Halife Mehdi'nin zamanında ortaya çıkan Bidat ve Zındıka erbabının iddialarını ret ve çürütmek için bu gibi bilgilere ihtiyaç vardır. lslamlar bu dürtü ile Yunan mantık ve felsefesine bir ihtiyaç hissetmiş, böylece kelam ilmini oluşturmaya başlamışlardır. Abbasilerde halifelerden sonra en yüksek mevkiyi işgal eden Bermekiler vezir ailesi; rey ve kıyasa taraftar, yaratılıştan zeki, ilim ve maarife meyilli olduklarından, Me'mün'un devrinden önce kadim kitapları çevirmeye başlamışlardır. Bermekiler aynca, kendi evlerinde bilimsel konuşma ve tartışma meclisleri kurar, fikir alışverişinde bulunurlardı. lakin durumdan anlaşılan o ki Harun Reşid, bu çeşit meclislerin toplanmasından çok da memnun olmuyordu. Bu nedenle bu tür meclisler gizli gizli toplanmaya çalışıyorlardı.

Ancak H. 198-218 yıllarında hilafet makamında bulunan Me'mün, oldukça zeki, zihni açık ve bilimsel konulara aşina bir halife olduğundan, akılcılığı ve kıyas metodunu şiddetle savunmuş, yeni bir dönem başlamıştır. Muntazam bir tahsil gören Me'mün, eski kültürlerin kitaplarından Arapça'ya çevrilmiş bulunan eserleri de incelemiştir. Kültürel ve bilimsel altyapısının da dürtüsüyle, kıyas metoduna karşı olan ilgisi, akıl metoduna olan eğilimini bir kat daha artırmış, akılcılığı ön plana çıkaran Mu'tezile mezhebine bağlanmış ve mezhebin şeyhlerinden Ebu'l Hüzeyl el Allaf ve İbrahim bin Seyyar gibi kişileri kendisine yaklaştırmıştır. Ôte yandan kelam alimlerini de aynı meclislere davet ederek bilimsel tartışmalar yaptırmak suretiyle, Mu'tezile hakkında ayrıntılı malumat sahibi birisi olarak, taraftarlarını da himayesi altına almıştır. Ulema ve fukahanın kızgınlık ve itirazlarına aldırış etmemiş, o vakte kadar açıklanmasına cüret edilemeyen birtakım söz ve düşünceleri açıktan açığa söylemekten çekinmemiştir. Bunlardan birisi olarak Me'mün Kur'an-ı Kerim'in mahluk ve muhdes, yani "gayr-i münzel" olduğunu iddia etmiştir. Müslümanlar, Harun Reşid'in zamanında bile Me'mün'un böyle bir mezhebe yöneleceğini tahmin ettiklerinden, hilafet makamına gelmesini asla istememişlerdir. Hatta sofilerin büyüklerinden Fudayl bin lyaz Me'mün'un bu aykırı fikirlerini çok önceden sezdiği için, Halife Harun Reşid'in daha uzun zaman hilafet makamında kalmasını ve Me'mün'a fırsat vermemesini arzu ediyordu.

Dolayısıyla Me'mün, Mu'tezile mezhebi ve Kur'an'ın mahluk olduğu iddiasıyla ortaya çıktığı zaman, fukahanın da kıyameti kopmuş, kendilerini bugüne kadar görülmemiş büyük bir bidat karşısında görmüşlerdir. Bunlar sayı bakımından Mu'tezile taraftarlarından daha çok idiler. Me'mün böyle bir mezhep ve iddia ile ortaya atıldıktan sonra görüşünü delillendirmek, savunmak ve güçlendirmek için çeşitli bilimsel tartışmalar yaptırmak amacıyla meclisler kurdurmaya başlamış cedel ve münazaranın usul ve kurallanna uygun olarak yapılması amacıyla da, felsefe ve mantık kitaplarının Yunanca'dan tercüme edilmesini emretmiştir. Kendisi bizzat bu kitapları mütalaa etmiş, Mu'tezile'ye destek vermek amacını gütmüşse de, halkı delil ile kabüle güç yetiremediğini görünce zor ve şiddet kullanmaya başlamıştır. Me'mün bu zorba yola halifeliğinin son yılında Bağdat'ın dışında bulunduğu bir sırada başlamıştır. Bağdat'ta yerine vekil bıraktığı Zaptiye Nazırı İshak bin lbrahim'e bir mektup göndermiş, kadıların ve tüm Kur'an alimlerinin getirilmesini, Kur'an'ın mahluk ve muhdes olduğunu kabul edenlerin serbest bırakılmasını ve yüz çeviren ve kaçınanların da isminin kaydedilmesini emretmiştir.

Genel yargıya göre Me'mün yaratılışında olan bilim aşkı ve düşünce hürriyetinden dolayı Yunan bilimlerinin Arapça'ya tercüme edilmesinde bir sakınca görmemiş, öncelikle Mu'tezile mezhebini güçlendirmek amacıyla felsefe ve mantık kitaplarının nakil ve tercümesi ile işe başlamış iken daha sonra bu işi Aristo'nun felsefe ile ilgili olan tüm kitaplarıyla bilimler vs ile ilgili eserlerine de teşmil etmiştir. Me'mün bu kitapların tercümesine hicri 200. yıldan sonraki beş on yıl içinde başlamıştır. Mu'tezile mensupları, susuzluktan yanan insanların suyu gördüklerinde sergiledikleri arzuya benzer bir çabayla tercüme olunan felsefi eserlerin etrafında toplanmışlardır. Bu arzulu araştırma ve inceleme neticesinde ikna ve bilimsel yetenekleri de bir kat daha güçlenmiştir. Hıristiyanların felsefe ile meşgul olmalarından "yeni-Platonculuk" akımının doğması gibi İslamların felsefe ile meşguliyetlerinden de kelam bilimi doğmuştur.


Me'mun Devrinde Tercüme Faaliyetleri


Me'mün'un din ve pozitif bilimlerle ilgili kitapları Arapça'ya tercüme ettirmesinin birçok sebebi olduğu söylenmektedir. lbn Nedim şu bilgileri veriyor: "Me'mün rüyasında Aristo'yu görür ve kendisine bazı sorular sorar. Uyanınca Aristo'nun eserlerini Arapça'ya tercüme ettirmek istemiştir. Rum hükümdarına bir mektup yazarak Yunan bilimleriyle ilgili Rum ülkesinde bulunan seçkin eserlerin Arapça'ya tercüme edilmek üzere gönderilmesini rica etmiştir. Rum hükümdarı önceleri bu teklife çok sıcak bakmamış ancak ısrar üzerine kabul etmiş ve kitapları göndermiştir. Me'mün kitapların tercümesini Haccac b. Muhtar, lbnü'l-Patrik, Sahib-i beytü'l-hikme (kütüphane nazırı) Selim vs kişilere havale etmiş, onlar da gerekli incelemeleri yapmışlardır. Yanlışlıkları tespit edip ayırarak Me'mun'a götürmüşler ve onun emri ile tercüme edilmiştir. Tabahatu'l-Etibba yazarı lbn Usaybia ile Muhtasarü'd-Düvel yazarı lbnü'l-Ferec gibi birtakım yazarlar da bu konuda benzeri bilgiler vermektedirler. Bizim görüşümüze göre bunlar da söz konusu bilgileri lbn Nedim'den almışlardır. Fakat nedeni ne olursa olsun şurası muhakkaktır ki, halife Me'mun bu tür eserlerin Arapça'ya çevrilmesi konusunda elinden gelen tüm çabayı sarf etmiştir. Hatta bu konuda o derece aşırıya kaçmıştır ki, tercüme edilen eserin ağırlığınca altın vermekten bile çekinmemiştir. Yapılan çevirilerin her biri üzerine kendi alamet ve imzasını koydurmuştur. Me'mun halkını bu kitapların okunması konusunda teşvik etmekle birlikte kendisi de bizzat alimler, filozoflar vs bilginlerle özel sohbetlere katılmış, bilimsel toplantılardan geri kalmamıştır.


Me'mun devrinde devlet adamlarından, Bağdat'ın ileri gelen zenginlerinlerinden birçokları da halifenin izini takip etmişlerdir. Bilimsel çalışmaların özendirilmesi için Irak ceziresi ile Şam ve Fars kalelerinin her köşesinde Nesturi, Ya'kubi, Sabii, Mecusi, Rum, Brehmen'den birçok mütercim Bağdat'a gelerek Yunanca, Farsça, Süryanice, Sanskritçe, Nebatça, Latince vs dillerden çeşitli kitapları Arapça'ya tercüme etmişlerdir. llim ve kültür bu şekilde özendirilince, doğal olarak Bağdat'taki kitapçı ve kağıtçıların, edebiyat ve münazara meclislerinin sayısı ve çeşiti de artmış, halkın merak ve ilgisi okuma ve araştırma üzerinde yoğunlaşmıştır. Me'mun devrinde en yüksek noktaya çıkan bu bilimsel uyanış, sonraki halifeler devrinde de devam etmiş, birçok önemli bilimsel eser başarılı bir şekilde Arapça'ya çevrilmiştir.


Abbasiler Devrinde Mütercimler


Süryanilerin lslam'dan önce bir bilimsel uyanış hareketi başlattıklarını, birçok Yunanca kitabı kendi dillerine çevirdiklerini, Yunan ilimlerinden çoğunu, özellikle felsefe ve tıp kitaplarını inceleyerek Cündisabur Tıp Okulu'nda başhekimlik makamına çıkacak dereceye ulaştıklarını, Yunanca'yı kendi okullarında öğrettiklerini bu konunun giriş kısmında açıklamıştık. Daha sonra hilafet merkezi kendi memleketleri olan Irak'a naklolup da Bağdat lslam ülkesinin her köşesinden gelen Müslümanlarla iyice kalabalıklaşıp dünyanın en önemli bilim ve kültür şehirleri arasına girince, Süryaniler de daha rahat bir yaşam ümidiyle bu şehre göç etmişlerdir. Günümüzde İngilizce'nin öğrenilmesi ve öğretilmesi nedeninin benzeri olarak (yazar bu sözü o günün Mısır'ı için söylemiştir) Süryaniler de Bağdat'ta Arapça'yı öğrenmek suretiyle Araplarla gayet olumlu ve sıcak ilişkilere girmişlerdir.

Halifeler bilimsel eserleri Arap diline kazandırmak istediklerinde, bu konuda Irak, Şam, Fars ve Hint alimlerinden başka bir vasıta bulamadıkları için söz konusu mütercimlere büyük paralar ödemiş, bazılarını da düzenli maaşa bağlamışlardır. Çoğunlukla Nesturi Süryanilerden olan bu mütercimler kendilerinden istenen bu görevi yerine getirmek için dünyanın her köşesinden gelerek Bağdat'ta toplanmışlardır. Süryaniler, diğer milletlere mensup alimlere oranla Yunan bilim ve felsefesini daha iyi biliyorlardı. Yunanca eserlerin çevirisi için Süryanilerin görevlendirilmesi gibi, Fars ve Hint dilinden yapılan çeviriler için de İranlı ve Hintli alimler görevlendirilmiştir. Bu çevirmenler çocuk ve torunlarını da kendileri gibi yetiştirmişler, görevlerini zamanla onlara devretmişlerdir. Abbasiler devrinde bilimsel kitapları Arapça'ya çeviren mütercimlerin en ünlüleri şunlardır:


Buhtişu' (Bahtişu') Ailesi


Bunlar Nesturi ve Süryani asıllı bir ailedir. İlkleri Mansur'un hekimbaşısı Corcis b. Buhtişu'dur ki, daha önce sözünü etmiştik. Kendisinden sonra oğlu Buhtişu' b. Corcis bu görevi devam ettirmiştir. Mansur'un Corcis'i getirtip görevlendirdiği gibi, halife Harun Reşid de Buhtişu'u Cündisabur'dan getirtmiştir. Buhtişu' Harun Reşid'in huzuruna çıkınca Arapça ve Farsça bir dua okur. Harun Reşid veziri Yahya'dan bunun tıp konusunda imtihan edilmesini ister. O da Ebu Kureyş lsa, Abdullah Tayfuri ve Davud b. Serabiyun'dan oluşan bir tabip komisyonu kurdurur. Yapılan sınav sonunda Ebu Kureyş halifeye "Ey müminlerin Emiri! Tabipler arasında bu zatla yarış yapabilecek kimse yoktur. Bu adam ilimde eşsizdir. Kendisi, babası ve atası hepsi filozofturlar," şeklinde görüş bildirir. Bu sözler bu ailenin ilim ve felsefede ne derece büyük bir mevki sahibi olduklarının açık bir delilidir. Bunun üzerine Harun Reşid, Buhtişu'yu hekimbaşılık görevine tayin eder. Kendisinden sonra bu görevi oğlu Cibril devam ettirmiş ve Abbasi halifeleri yanında yüksek makam ve mevkilere yükselmiştir. Onlardan aldığı hediye ve bağışların yanında servet benzeri yüksek maaşlar almıştır. Kendisinden sonra hekimbaşılık görevine getirilen oğlu Buhtişu' b. Cibril, şan ve şerefte, yüksek makamda, zenginlikte kendi devrinde hiçbir tabibe nasip olmayan bir makama ulaşmıştır. Halife Muktedir'in hekimbaşılık görevinde bulunan Cibril b. Abdullah b. Buhtişu', bundan sonra aynı görevi sürdüren Abdullah b. Cibril de bu aileye mensuplardır. Ancak bu ailenin ilki olan Corcis dışında hiçbiri tercüme işiyle uğraşmamışlardır. Bu aile fertlerini bu bölümde ele almamızın nedeni, kendilerinin tıp alanında oldukça önemli eserler yazmış olmaları, bazılarının da birtakım tıp eserlerinin tercümesi için mütercimler görevlendirmiş bulunmalarıdır. 


Huneyn Ailesi


Bu ailenin ilk temsilcisi "şeyhu'l mütercimin" Huneyn bin lshak lbadi'dir. Aslen Hire Hıristiyanlarındandır. H. 194 yılında doğmuştur. Babası kuyumcudur. Huneyn, ergenlik yaşına ulaşınca önce Basra'ya gitmiş, Arapça'yı öğrendikten sonra tıp tahsili için de Bağdat'a geçmiştir. Cündisaburlu tüccarlar başta olmak üzere, tüccar sınıfı tıp tahsili yapanları kıskandığından, Huneyn de büyük zorluk ve sıkıntılarla karşılaşmıştır. O devirde Bağdat'taki en iyi tıp öğretimini, Cündisabur Tıp Okulu mezunlarından Yuhanna bin Masuye'nin irfan halkası veriyordu. Huneyn önce bu önemli ilim ve feyiz meclisine devam etmiştir. Ancak bir gün derste, bir konu hakkında üstadı Yuhanna'ya bir soru sormuş, bu da hocasını gücendirmiştir. Hatta bu soruya oldukça kızmış ve Huneyn'e, "Hire halkı nerede, tıp tahsili nerede! Sen ehli olmadığın bir ilmi tahsil için boşuna vakit harcama! Akrabandan falan kimseye git, ondan elli dirhem al, bir dirhem ile ufak sepetler ve üç dirhem ile zımıh al. Dirhemlerin geri kalanları ile de Küfe ve Fars pulları al sat. Kadisiye pullarına zırnıh vur. Sonra yol üzerine otur 'Sadaka ve nafaka için güzel pullar!' diye bağır. Pul satıcılığı ile uğraş. Bu sanat senin için tabiplikten daha iyi ve karlıdır," diyerek, onu huzurundan kovmuştur.

Huneyn, hocası Yuhanna'nın huzurundan ağlayarak, büyük bir keder ve üzüntü ile çıkıp gitmişse de, bu durum kendisine ümitsizlik vermemiştir. Tam aksine tıbbı asıl dili olan Yunanca'dan öğrenmek konusunda iyice hırslanmıştır. Bağdat'tan iki seneliğine ayrılıp, tekrar geri dönmüştür. Bu süre zarfında, lskenderiye'de Yunan dili ve edebiyatını öğrenmiş, Homeros'un şiirlerini ezberlemiştir. Arapça ile beraber Süryanice, Yunanca ve Farsça da o dönemin insanları arasında yaygındı. Zaman içinde, çağın tabipleri, hatta Yuhanna bile kitap tercüme ettirmek için kendisine muhtaç duruma düşmüştür. Yuhanna, lskenderiyelilerin eserlerine bağlı olarak "soru-cevap" suretiyle Calinos'un kitaplarından bazılarını Süryanice'ye ve bazılarını Arapça'ya tercüme için Huneyn'i görevlendirmiştir. Huneyn, Cibril bin Bahtişu için, Calinos'un cerrahi konusundaki kitabını tercüme etmiştir. Cibril, Huneyn'e karşı daima büyük saygı duyar, ikramda kusur etmezdi. Kendisine "Riben Huneyn" derdi ki bu, Süryanice'de "Üstadımız Huneyn" anlamına geliyordu. Halife Me'mun, felsefe kitaplarını Yunanca'dan Arapça'ya tercüme için iyi bir mütercim aradığında kendisine Huneyn'i tavsiye etmişlerdir. O sırada Huneyn epey genç bir yaştadır. Tercüme işinde onun kadar usta bir başkası da yoktu. Me'mun ayrıca, Haccac bin Matar, lbnü'l-Patrik ve Beytü'l-Hikme sahibi (kütüphane nazırı) Selim ve başkalarını da tercüme işinde kendisine yardımcı olmaları için Huneyn'in emrine vermiştir. Halife, ona tercüme ettiği kitapların ağırlığınca altın verirdi. Bu sebeple Huneyn çevirdiği kitapların hacim ve ağırlığı fazla olması için, kağıtları oldukça büyük harfler ve seyrek satırlarla doldururdu. Rivayete göre Huneyn tercüme edilmek üzere kitap araştırması işi için bizzat Rum ülkesi olan Bizans'a kadar gitmiştir. Huneyn aşağıda üzerinde ayrıntılarıyla duracağımız Beni Şakir ve başkaları için de tercümeler yapardı.

Mütercim Huneyn'in biri Davud, diğeri de İshak adında iki oğlu vardır. Bunlar için ilköğretim ve temel bilgiler konusunda bazı kitaplar yazdığı gibi, Calinos'tan da birçok kitap çevirmiştir. Bu iki oğuldan Davud, babasının görevini devam ettirmiş, Yunanca'dan Arapça'ya birçok çeviriler yapmış ancak özellikle Aristo ve diğer filozofların eserleri gibi felsefe kitaplar üzerinde yoğunlaşmıştır. Oysa babası çoğunlukla tıpla ilgili eserleri, özellikle de Calinos'un kitaplarını çevirmiştir. Arap dilinde Calinos'a ait olup da Huneyn tarafından tercüme veya tashih edilmiş olmayan esere pek rastlanmaz.

Gerçekte Huneyn'in tercüme veya kotrolünden geçmeyen çeviriler pek muteber kabul edilmezdi. Çünkü Huneyn hem Arap dilinde hem de tıp ilminde iktidar ve maharet sahibi olan bir otoriteydi. Huneyn, H. 233 yılında hilafet makamına gelen Mütevekkil devrinde de mütercimlik görevini sürdürmüştür. Söz konusu halife kendisini başmütercimlik görevine getirmiş, lstefan bin Basil, Musa bin Halit gibi mütercimleri de maiyetine vermiştir. O zamanki Hıristiyanlar arasında adet olduğu için kuşak bağı (zünnar) taşırdı. H. 264 yılında ölmüştür. Diğer oğlu lshak da mütercimler arasında büyük şöhret kazanmıştır. Bunun tercümelerinin çoğu Aristo'nun eserleri ile şerhlerinden oluşmuştur. lshak kendi babası ile uzun zaman beraber çalıştıktan sonra, Halife Mu'tezit'in veziri Kasım bin Abdullah'ın hizmetine girmiştir. Vezir kendisi ile bütün sırlarını paylaşırdı. lshak'ın tercümeler dışında tıp ve eczacılık konusunda bizzat yazmış olduğu eserleri de vardır.


Hubeyş A'sam Dimeşki


Huneyn bin lshak'ın kız kardeşinin oğlu olan Hubeyş, tıbbı dayısı Huneyn'den öğrendikten sonra dayısının devam ettirdiği tercüme sanatını da almıştır. Rivayete göre Hubeyş'in arkadaşlığı Huneyn için büyük bir şans ve kazanım olmuştur. Çünkü Hubeyş tarafından tercüme olunan eserlerin çoğu Huneyn'in adına kaydedilmiştir. Şöyle ki, çoğu kez halk, Hubeyş'in çevirilerini gördüğünde, iki isim arasındaki benzerlikten dolayı o eserlerin Huneyn'in olduğunu ve isimde bir yanlışlık olduğunu sanıyorlar, bu yüzden de Hubeyş'in adını silerek Huneyn yazıyorlardı.


Kısta bin Luka el-Baalbeki


Aslen Şam Hıristiyanlarından olan bu zat usta bir tabip ve büyük bir filozoftur. Rum ülkesinde ilim tahsil etmiştir. Yunanca, Süryanice ve Arapça'ya tam hakimdi. Yunanca'dan Arapça'ya birçok kitap tercüme etmiştir. Tercümesi oldukça iyi ve akıcıdır. Başkaları tarafından yapılmış birçok tercümeyi de tashih etmiş, tıp alanında da çeşitli risaleler yazmıştır. Üslubu akıcı ve sürükleyicidir. Tercüme ettiği eserlerden başka, tıp, tarih, felsefe, astronomi, cebir, hendese, mantık, edebiyat ve diyanet hakkında yüzü aşkın eser yazmıştır. Ebu'l-Fereç bu zatı tarif ederken, "Doğru söylemek lazım gelirse Kısta, sahip olduğu bilim ve geniş kültür konusunda iktidar ve ustalık itibarıyla bütün müelliflerden üstündür demek gerekir," demiştir.


Masercuye Ailesi


Bu aileden ilk mütercim Basra hekimlerinden Masercuye olup, aslen Musevi'ydi. Süryanice konuşuyordu. Birçok Süryanice eseri Arapça'ya tercüme etmiştir. Daha önce kendisinden bahsetmiştik. Kendisinden sonra oğlu lsa da bu meslekte yetişmiş ve babasının yolunu izlemiştir. Her ikisinin de tıp alanında kitapları vardır.


Kerhi Ailesi


Bu ailenin ilki Kerh halkından Şehdi-i Kerhi olup orta seviyeli bir mütercimdi. Oğlu da aynı şekilde mütercimlik yapmıştır. Ancak babasından daha iyi bir mütercim olmuş, son yıllarında babasını geçmiştir. Şehdi'nin oğlu da orta kabiliyette bir mütercim sayılır. Süryanice'den Arapça'ya birçok eser tercüme etmiştir.


Sabit Ailesi


Bu ailenin de öncüsü Sabit bin Kurre'dir. Harranlı Sabilerden olan bu tabip ve filozof önceleri kuyumculuk yaptıktan sonra tıp, felsefe ve astronomi ile meşgul olmuştur. Bu ilimlerin yanında Süryanice'yi de mükemmelen biliyordu. Ayrıca Arapça yaptığı tercümeler de oldukça değerlidir. Arapça olarak matematik, tıp ve mantıkla ilgili birçok eseri olduğu gibi Sabiyye mezhebine dair Süryanice yazdığı bir de kitabı vardır. Sabit bin Kurre, Abbasi halifelerinden Mu'tezid'in hizmetinde bulunmuş ve oldukça yüksek bir makama çıkmıştır. Hatta her vakit halifenin huzurunda oturur, uzun uzadıya görüşür, onunla sohbet eder, şakalaşırdı. Sabit halifenin huzurunda bulunduğu vakit halife, vezirler ve diğer devlet adamlarını bekleterek kendisi ile sohbet ederdi. Sabit'in oğlu Sinan, halife Kahirbillah'ın başta gelen adamlarındandır. Birçok eseri vardır. Onun oğlu Sabit bin Sinan da babası gibi bilimde yüce bir makama ulaşmış ise de gerek kendisi gerekse babası tercüme işiyle uğraşmamışlardır.


Haccac bin Matar

Halife Me'mün'un mütercimlerindendir. Macesti ve ôklid kitaplarını Arapça'ya tercüme etmiş ve bu tercümesi daha sonra adı geçen Sabit bin Kurre tarafından düzeltilmiştir.

Bu saydıklarımız dışında tercüme faaliyetinde bulunan daha birçok mütercim var. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır: lbn Naime -i Humsi: Asıl ismi Abdülmesih bin Abdullah Humsi Naimi olan bu zat da orta seviyede bir mütercimdir. lstefan bin Basil de Huneyn bin İshak kadar güzel tercüme yapardı. Ancak Huneyn'in üslubu onunkinden daha akıcı ve edebidir.

Musa bin Halit: Tercüman adıyla bilinen bu zat Calinos'un on altı kitabından birçoklarını tercüme etmiştir. Kabiliyet açısından Huneyn'den daha aşağı derecededir.

Sercis el-Re'si: Irak ceziresinde yer alan Re'sül ayn halkındandır. Birçok tercümesi vardır. Orta derecede bir tercüman olup tercümelerini Huneyn düzeltirdi.

Yuhanna bin Bahtişü: Daha önce adı geçen Bahtişu ailesinin dışında bir başka aileye mensuptur. Yunanca'dan Süryanice'ye tercümeler yapmıştır.

Patrik: Abbasilerin ikinci halifesi Mansur'un devrinde yetişmiş ve halife tarafından eski kitapların tercümesi işinde görevlendirilmiştir. Birçok tercümeleri olmakla birlikte tercüme yeteneği açısından Huneyn'den daha aşağıdadır.

Yahya bin el Patrik: Me'mün'un devri, büyük devlet adamlarından Hüseyin bin Sehl'in maiyeti erkanındandır. Gerek Arapça gerekse Yunanca'yı iyi bilmemekle beraber Latince'ye de hakimdir. 

Ebu Osman Dimeşki: Arapça'ya tercümeler için en güçlü mütercimlerden biridir.

Ebu Beşir Metta bin Yunus: Bağdat'tan on altı fersah uzaklıkta ve Nehrivan bölgesi halkındandı. Devrin önemli okul ve üstatlarından ilim tahsil etmiş birisidir. Asrının mantıkçılarının da en başta gelenidir.

Yahya bin Urra: Hicri 4. yüzyılın mantık alimlerinden olan bu zat, Metta bin Yunus ve Ebu Nasr Farabi'nin rahle-i tedrislerinden yetişmiştir. Süryani mütercimlerinin çoğunun aksine Yakubi mezhebine bağlıdır. Bir gecede yüz yaprak dolduracak derecede gayet süratli yazı yazardı.

Yunanca'dan veya Süryanice'den Arap diline çeşitli eserler tercüme eden mütercimlerin en ünlüleri bunlardır. Konuyu uzatmamak için bu kadarla yetiniyoruz.

Diğer dillerden Arapça'ya çeviri yapanlara gelince, bunlardan İbnü'l-Mukaffa ve Nevbaht ailesi gibi önde gelenleri daha önce belirtmiştik. Oğlu Fazıl bin Nevbaht da yıldızlar ve benzeri konularla ilgili Farsça'dan tercümeler yanında Musa bin Halit ve kardeşi Yusuf da Farsça'dan Arapça'ya çeviriler yapmışlardır. Bu kardeşler Davut bin Abdullah bin Hamit bin Kahtaba'nın hizmetinde bulunuyorlardı. Onun adına Farsça'dan çeviriler yaparlardı. Ebu'l Hasan künyesiyle bilinen Ali bin Ziyat Temimi de Farsça tercümanlar arasında olup, Zeyc el- Şehriyar'ı, Arapça'ya çevirmiştir. Hasan bin Sehl, Farsça çeviriler yapan tercümanlardan ve müneccimlerden bir başkasıdır. Belazuri, Ahmet bin Yahya, Haşim'in katibi Cebele bin Salim, İshak bin Yezit de Farsça mütercimleridir. Bunlar arasında İshak önemli bir siret kitabını da Arapça'ya çevirmiştir. Muhammed bin Cehm, Bermeki Hişam bin el Kasım, Musa bin İsa el Kürdi, Ömer bin Ferhan ve başkaları da Farsça'dan çeviriler yapmıştır.

Sanskrit (Hint) dilinden Arapça'ya çeviri yapan mütercimlerin en ünlülerinden biri Hintli Menge'dir. Bu zat Abbasi hanedanından İshak bin Süleyman bin Ali Haşimi'nin yakın adamları arasında bulunuyor ve onun adına Arapça'ya çeşitli kitaplar tercüme ediyordu. Bermekilerin canlandırdığı Bermekiler Hastanesi'nin başkanlığında bulunan İbn Dühn-i Hindi de önemli Hintçe mütercimleridirler.

Nebatça'dan (Keldanice) da çeviriler yapılmıştır. İleride sözü edilecek olan lbn Vahşiye, bu alanda pek çok çeviri yapmıştır.


Suriye Bölgesinde Bilimsel Çalışma ve Tercümeler


Yukarıda sözü geçen bilim ve kültür faaliyetlerine katkıda bulunan mütercimler, onların koruyucuları ve milletleri hakkında verdiğimiz malumat göz önüne alınıp incelenecek olursa, bunların büyük kısmının Şam, Cezire ve Irak halkı arasından çıkan Suriyeliler oldukları görülür. Gerçekte de Suriyeliler bilim ve kültürel faaliyetlerin yayılması konusunda eski dönemlerden beri oldukça önemli bir görev üstlenmişlerdir. Yaratılışlarından kaynaklanan çalışkanlık, parlak zeka, teşebbüs ve cesaretle birlikte yaşadıkları ülkenin doğu ve batı arasında bir köprü oluşturması, kendilerine bu alanda teşvikçi ve yardımcı olmuştur.


Milattan birkaç yüzyıl önce "hurüf-i heca" denilen 28 harflik alfabeyi geliştirip yayanlar Suriyeliler (Fenikeliler) olup, ticaret amacıyla yaptıkları seyahatler sırasında bu harfleri Yunan ve Keldan ülkesine götürmüşlerdir. Hurüf-i heca'nın uygar dünyada çeşitli milletler arasında geçerli olan şekil ve isimleri hala bunun en önemli şahididir. Mısırlılar ile Keldaniler arasında bilim ve edebiyatın gelişip yayılmasında aracılık edenler yine Suriyeliler olduğu gibi sonraki dönemlerde de bilim, kültür ve sanatı Grek dünyasına ulaştıranlar da yine Suriyelilerdir. Günümüzdeki Suriyelilerin gelişmiş uygar toplumların dilleri olan İngilizce, Fransızca vs dilleri öğrendikleri gibi, kültürlerini yaymak, ticari faaliyetlerde bulunmak veya devlet hizmetine girebilmek için de muasır uygar toplumların dilleri olan Yunan, Kıpti ve Babil dillerini de öylece öğrenir ve öğretirlerdi. Grek veya Eski Yunanlıların, akli ve mantiki feyizlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkardıkları felsefe ve mantık vs bilimler gelişme gösterdikten sonra lskender'in fetihleri sonucunda Irak ve Şam bölgelerine intikal etmiş, Suriyeliler de vakit geçirmeden bu bilimleri kendi dillerine nakil ve tercüme etmişler, Hıristiyanlığın doğuşundan sonra da bu kültürel birikimlerine Yunan Hıristiyanlık anlayışını ve Yunan felsefesini ilave ederek kendi manastırlarında muhafaza etmişlerdir. Yunan bilim ve edebiyatı Fars, Hint ve diğer ülkelere buradan, yani Suriye'den yayılmıştır.


Sasaniler devrinde de bu bilimleri İranlılara nakleden en büyük aracı Keldanilerdir. Kisra Nuşirevan, tıp ve felsefe eğitimi ve öğretimi için Cündisabur Hastanesi'ni inşa ettiği zaman burada ders okutacak güçte ve yetenekte olan alimleri çoğunlukla Irak ve Cezire bölgesi Hıristiyanları arasından getirtmişti. Harran putperesthanesinde korunan Sami bilim ve edebiyatı da özellikle zikre değer. Bu şehir halkı Hıristiyanlıktan sonra da eski dinlerini sürdürmüşlerdi. Aynı şekilde Irak ahalisi de eski Keldanilerin bilim ve edebiyatı ile ilgili zengin bilgilere sahiptiler. lslamiyet'in doğuşundan sonra halifeler tercüme faaliyetlerini başlattıklarında, bu konuda kendilerine en büyük yardımı dil bilen Suriyelilerden almışlardır. Tercüme işinde görevlendirilenler çoğunlukla Humuslu, Baalbekli, Şamlı, Hireli, Harranlı ve Basralı kimselerden oluşuyordu. Bilimsel kitapları tercüme edebilmek hiç kuşkusuz bilimsel konularda uzmanlık gerektirmenin yanında kitapların yazıldığı dilleri de iyi bilmeyi gerektiriyordu. Bu yüzden bu bilimsel eserleri Arap diline çeviren mütercimlerin çoğu, alanlarında geniş bilgi ve kültüre sahip kişilerdi. Aralarında felsefe, mantık, tıp ve diğer bilimlerin çoğu ile ilgili çeşitli eserler yazmış birçok kişi var idi.



Halifeler Dışında Bilim ve Maarifle Uğraşanlar


Yukarıda verdiğimiz malumattan anlaşılacağı üzere ilim ve fenlerin mütercimler aracılığı ile Arapça'ya çevrilmesi işine en büyük önemi veren, halifelerin kendileri olmuştur. Çevrilen kitapların bazıları Bağdat'ta halkın dikkatini çekmiş ve çok beğenilmiştir. Bu yüzden toplumun ileri gelen bazı kişileri halifelerin yolunu takip etmişler, onlar da çevirmenler görevlendirerek yeni tercümeler yaptırmak için büyük para ve çaba sarf etmişlerdir.

Bu konuda büyük gayret sarf eden ve para harcayan büyüklerin en başta gelenleri Musa bin Şakir'in oğulları olan 'Beni Şakir' veya 'Beni Musa' adıyla meşhur olan üç zattır. Kendilerinden sonra oğulları "Beni el-Müncem" adıyla tanınmışlardır. Beni Şakir'in babaları olan Musa bin Şakir, Me'mün'un yakın sohbet arkadaşlığı payesiyle şereflenmiş, oğullarından dolayı halife katında yüce bir konuma sahip olmuş ise de kendisi alim ve edip bir kimse değildir. Tam aksine küçük yaşlarda iken tam bir hırsız ve soyguncudur. Asker elbisesi giyerek yollarda, dağlarda eşkıyalık yapardı. Cesur, gayretli ve iş bitirir bir adamdır. Akşam ve yatsı namazını komşuları ile kıldıktan sonra kıyafet değiştirir ve Horasan yolu üzerinde epey bir yol alırdı. Al bir ata biner, geceleyin şekilli görülsün diye atının ayaklarına beyaz bezler bağlardı. Yola çıkan paralı ve zengin yolcuları gelip kendisine ihbar eden özel bir casusu vardı. Musa, bazen birden fazla yolcunun üzerine hücum eder, sonuçta yine galip gelirdi. Yolcuları soyduktan sonra hemen süratle Bağdat'a döner, namazı camide, cemaatle kılardı. Musa bu şekilde birçok soygun yaptıktan sonra hakkında şikayetler çoğalmış ve itham edilmiş ise de komşuları kendisinin yatsı ve sabah namazlarını kesintisiz bir şekilde kendileri ile beraber camide kıldığına şahitlik yaptıklarından, hakkında yapılan suçlamalar delillendirilememiş ancak kendisi şüphe altında kalmıştır. Daha sonra bu eylemlerinden dolayı tövbe etmiş, bir müddet sonra ölmüş ve yukarıda sözünü ettiğimiz üç oğlunu küçük yaşta yetim bırakmıştır. Halife Me'mun, bu üç çocuğu Bağdat Zaptiye Nazırı İshak bin İbrahim'in vesayet ve bakımına emanet etmiş, Yahya bin Mansur'la beraber Beytülhikme mensupları arasına dahil etmiştir. Söz konusu halife sefer veya seyahate çıkacağı zaman İshak'a haber gönderir ve çocuklara dikkat etmesini tavsiye ederdi. Öyle ki bu dikkat ve tavsiyenin tekrarından dolayı İshak, "Halife Me'mün beni Musa'nın çocuklarına dadı yaptı," derdi. Musa'nın oğulları yine de yokluk içinde büyüdü. Çünkü maaşları az ve yetersizdir. Ancak bilim ve kültürel açıdan son derece iyi yetişirler. En büyükleri olan Muhammed bin Musa bilimsel açıdan da onların en yetenekli olanıdır. Özellikle hendese konusunda sivrilmiş ve tanınmıştır. Felekiyat, tabiat ve riyaziyeye dair Öklid'in eserleri ile Mecisti ve diğerlerini mükemmel derecede biliyordu. Kardeşi Ahmet bin Musa, bilim ve maarifte genel olarak kardeşinden aşağı bir derecedeydi ancak mekanik biliminde onu geçmişti. Üçüncü kardeşleri olan Hasan ise hendese konusunda uzmanlaşmış, söz konusu bilimde şaşılacak bir hızla mesafe katetmiş, emsallerinin önüne geçmişti. Oysa hiçbir hocadan ders almaksızın her ne öğrenmiş ise kendi kendine öğrenmiş, ilim ve hendese alanında Öklid'den altı makalenin dışında hiçbir şey okumamıştı.

Şakir veya Musaoğulları eski bilimlerin tahsili uğrunda da her türlü fedakarlığı üstlenmekten çekinmemişlerdir. Bilimsel eser toplamak için Rum ülkelerine adamlar gönderdikleri gibi, bol paralar harcayarak mütercimler bulup getirmişlerdir. Ünlü Huneyn bin lshak ilmi eserleri toplaması için yine bunlar tarafından Rum topraklarına gönderilenlerden birisidir. Beni Musa tercüme için birçok kitap topladıktan sonra bu eserlerin çevrilmesi için mütercimi olarak Huneyn bin lshak ve Sabit bin Kurre'yi görevlendirmiş, bu iş için ayda 500 dinar ayırmıştı. Kendisinin felekiyat, mekanik ve hendeseye dair birçok kitabı ve hendese konusunda özel buluşlan vardır. Gözlem vs konulardaki ustalıklarından başka Dünya'nın çevresinin 24.000 mil olduğunu ölçmüş ve bunu delilleri ile birlikte halife Me'mün'a ispat etmişti.

Abbasi halifesi Mutasım'ın veziri büyük hatip ve edebiyatçı Muhammed bin Abdülmelik bin ez-Ziyat da halifelerin dışında dışarıdan alınan bilimler çerçevesinde tercüme amacıyla etrafa para saçan önemli kişilerden biridir. Öyle ki bu iş için ayda 2.000 dinar dağıtıyordu. Kendi adına çeşitli kitaplar tercüme edilmiştir. Me'mün'un katiplerinden birisi olup lbnü'l Müneccim adıyla bilinen Ali bin Yahya da tercüme yaptırmakla meşgul olan kişilerden biridir. Onun adına da birçok kitap Arapça'ya çevrilmiştir. Aynı şekilde Muhammed bin Musa bin Abdülmelik de tercüme faaliyetlerine katılan ve bu uğurda para ve zaman harcayan önemli şahsiyetlerden biridir.

lbrahim bin Muhammed bin Musa el Katib de Yunanca'dan Arapça'ya çeviri konusunda pek istekli, bu uğurda para harcamak konusunda cömert bir zattı. Tahiru'l Askaf da bu alanda himmet sarf eden bir başka şahsiyetti. Kitaplara meraklı biri olduğundan tercümeleri için ciddi paralar harcamıştı. Özellikle Hıristiyan doktorlar bu zatın adına birçok tercüme yapmışlardır.


Irak halkından katip ve muhasebeci lsa bin Yunus da bu grup içerisine giren meraklı kişilerden birisi olup, özellikle eski kitaplar ve Yunan bilimlerine karşı meraklıydı. Aynı şekilde Cündisabur halkından olan Şirşu da çeviri masrafları için külli harcamalar yapmışsa da özellikle Arapça'dan daha çok Süryanice'ye tercümeler yaptırmayı tercih etmiştir. Ünlü tabiplerden Yuhanna bin Masuye, Cibril bin Bahtişu, Davud bin Serabiyyun, Selmuye ibn Tayfuri gibi halifelerin doktorluğu hizmetinde bulunan şahıslar da Arapça'ya birçok çeviri yapmışlardır. Bağımsız olarak idarelerini sürdüren birçok Müslüman emir ve beyler de halifelerin yollarına uyarak çeşitli bilimleri Arap diline kazandırmak için çeviri faaliyetlerine destek olmuşlardır.

Hemdanilerden ünlü Seyfüd Devle'nin maiyetinde bulunan lsa el Iraki adındaki tabip, emir adına Süryanice'den Arapça'ya tercümeler yapıyor, bu iş için ayrı bir maaş alıyordu.



Halifelerin Gayrimüslim Bilginlere Gösterdikleri İltifat


Abbasi devrinde ilim ve ulemanın bu derece süratle ilerlemesinin ve başarısının altında yatan en önemli sebeplerden biri, bu bilimsel uyanış ve kalkınma hamlesini destekleyen ve himaye eden halifelerin kitap tercümesi için her türlü fedakarlığı üstlenmeleri, hangi din ve mezhepten olursa olsun istihdam ettikleri mütercimlere din ve mezhep ayırmaksızın hesapsız ölçüde cömert davranmaları, itibar ve saygıda kusur etmemeleri, onları mal ve ihsanlara boğmalarıdır. İçinde birçok Hıristiyan, Musevi, Sabii, Samiri, Mecusi de bulunan mütercimlere halifeler tarafından her türlü din, düşünce ve vicdan hürriyeti sağlanmıştı. Hemen her devirde karşımıza, adalet ve hak ölçüleri üzerine kurulmuş olan bu idare tarzıyla alakalı örnekler çıkmaktadır.

Örneğin Mansur'un, özel doktoru da olan Corcis bin Bahtişu'ya karşı gösterdiği saygı, lütuf ve kadirşinaslıkta oldukça ileri bir seviyededir. Mansur, hayatı boyunca alkollü içki kullanmadığı ve alkol lslam dininde haram olduğu halde, sırf doktorunun arzusu ve alışkanlığı, sıhhat ve morali için bizzat mabeyincisini gönderip kendisine içki ve şarap getirtmiştir. Doktorunun Cündisabur'dan gelip, Bağdat'ta ikamet ettiği günlerde çehresinin değiştiğini fark etmiş, mabeyincisi Rebi'ye, "Bu adamın yüzünde bir değişiklik görüyorum. Sakın içmek alışkanlığı varsa ona mani olunmuş olmasın," demiştir. Rebi, "lkamet etdiği haneye şarap sokmasına müsaade etmedim," cevabını verince onu azarlayıp, "Meşrubattan her neye muhtaç ise onları bizzat gidip getirmelisin," diyerek şarap getirmesini emretmiştir. Rebi aldığı emir üzerine, temin edilmesi mümkün olan en iyi şarabı Corcis'e getirmiştir. Mansur, tabiplerin çoğuna karşı aynı anlayış ve müsamahayı göstermiştir. Hatta tabiplerinden bazılarıyla en mühim meseleleri istişare ederdi.

Örneğin Horasanlılar, Halife Mansur'dan, oğlu Mehdi'nin veliaht yapılmasını talep ettikleri dönemde halifenin maiyetinde bulunan tabipler arasında Musevi bir tabip olan Fürat da bulunuyordu. Mansur kendisine, "Bu husus hakkında senin fikrin nedir?" diye sormuş, o da veliahtlık konusunda kendi görüşünü ifade etmiştir.


Beşinci Abbasi halifesi Harun Reşid de hekimbaşısı bulunan Cibril bin Bahtişu'yu sever, hürmet ve riayet ederdi. Hatta hac yaparken, Mekke'de vakfede bulunduğu zaman bile onun için pek çok hayır dualarda bulunmuştur. Haşimiler halifenin bu hareketini garip görerek, "Ey Efendimiz! Bu adam Hıristiyandır," deyince Harun Reşid, "Evet, öyledir, bedenimin sıhhat ve afiyeti onun sağlık ve sıhhatine bağlıdır. Müslümanların huzur ve sıhhati de benim huzur ve sıhhatime bağlıdır. Bu durumda Müslümanların huzur ve sıhhati de bu tabibe bağlı demektir," cevabını verir. Bunun üzerine Haşimioğulları, "Çok doğru söylüyorsun ey müminlerin emiri!" diyerek halifenin hareketini onaylamışlardır.

Yedinci halife Me'mun'un da müslim veya gayrimüslim ulemaya karşı gösterdiği lütfu ikram ve saygı da, zikr ve tarife hacet bırakmayacak derecede malum ve meşhurdur.

Halifeler çoğu kez tabiplerin kendi saraylarında istedikleri şekilde hareket etmelerine izin vermelerinin yanı sıra, en mühim umur-ı idariye ve siyasiyede kendileriyle istişare ederler ve bazen kendi adlarına onlara emir ve yetki verirlerdi. Hıristiyan tabiplerden Selmuye bin Sinan'ı kendisine özel doktor tayin eden sekizinci Abbasi halifesi Mu'tasım, söz konusu tabibe kendi adına imza ve tevki yetkisi bile vermişti. Söz konusu halife tarafından valiler ve kumandanlara giden emir ve tevkiler çoğu zaman Selmuye'nin kendi el yazısıyla yazılıyordu. Halife Mu'tazid'in tabibi Davud bin Deylem de bu halife nezdinde buna benzer bir mevki ve itibar kazanmıştır. Mu'tasım, Selmuye hakkında gösterdiği teveccüh ve itimadın bir göstergesi olarak, kardeşi lbrahim bin Sinan'ı Beyt'ül-mallar hazinedarlığına tayin etmişti. Hazinedarın mührü halifenin mührü ile beraber kağıtlara konulurdu. Halife nezdinde Selmuye ile biraderi kadar hiçbir kimse bu derece büyük bir mevki ve itibar sahibi olamamıştır. Hatta Mu'tasım ona "Babacığım!" şeklinde hitap ederdi. Hıristiyanların fash (Paques) ve diğer bayramları yaklaşınca doğum yeri olan Kadisiye şehrine giderek kilisesinde ibadet etmesine izin verir, giderken de elbise, misk ve buhur türü hediyeler verirdi. Adı geçen tabip hasta olduğunda, Halife Mu'tasım bizzat ziyaretine gitmiş, hatta yanında gözyaşlarını tutamamış, "Senden sonra kendimi hangi tabibe bırakabilirim?" diye sormuştu. O da oğlu Yuhanna'yı tavsiye etmişti. Vefat edince halife üzüntüsünden o gün yiyip içmekten kesilmiş, cenazesinin saraya getirilerek Hıristiyanların adeti üzere mumlar ve buhurlar ile en mükemmel biçimde dua ve merasimle defnedilmesini emretmişti. Kendisi de bu dua ve merasimi görebileceği bir yerde durup bizzat nezaret etmiş, mesrur ve memnuniyetini açıkça göstermiştir. Abbasi halifelerinin onuncusu Mütevekkil, on dördüncüsü Mühtedi ve diğerleri de tabiplerine bu şekilde ihsan ve inamda bulunurlardı. Tabipler halifenin huzuruna vardıklarında halife ile beraber saltanat sediri üzerine oturuyorlardı. Mu'tezidbillah'ın Sabiilerden olan hekim ve meşhur tabibi Sabit bin Kurre hakkında yaptığı gibi çok defalar vüzera ve ümera huzur-i halifede ayakta durduğu halde, tabipler oturabiliyorlardı. Tabiplerin makam ve mevkileri vüzera ve ümeranın konumu gibiydi. Hatta halifeler tabiplere latifede bulunur, onlarla şakalaşırlardı. En evvel huzura tabipler çıkardı. Tabipler halifelerin sıhhatine, yiyecek ve içeceklerine nezaret ederlerdi. Halife, tabiplerin izin ve müsaadesi olmaksızın hiçbir ilaç kullanamazdı. lçerse tabibi gücendirmiş olurdu. Onun gönlünü almak için uğraşırdı. Rivayete göre Mütevekkil, tabibi olan lsrail'den izin almaksızın kan aldırmıştı. Adı geçen tabip, halifenin bu hareketine küsünce, kendisine üç bin dinar ile senede elli bin dirhem gelir getirecek bir köy ihsan olunarak gönlü hoş edilmişti. Halife Me'mün'un huzuruna, sabah namazından sonra en evvel Kehhal Cebrail girerdi. Halifenin gözkapaklarını yıkar, gözlerine sürme sürerdi. Me'mün, öğleden sonra uykudan uyanınca da yine Cebrail tarafından, kendisine aynı muamele yapılırdı.

Bir insanın, özellikle o asırlarda, saraylarda kendi tabibi ile ünsiyet peyda ederek onu bu derece yakınına alması doğal bir şeydir. Zira o devirlerde hilafet makamına göz diken pek çok rakip mevcuttu. Emellerine ulaşabilmek için halifeyi zehirleyerek vücudunu ortadan kaldırmaktan daha kolay ve etkili bir vasıta yoktu. Tabipler ise bu eylemlerde başrolü üstlenen kişilerdi. Halifeler çoğu kez böyle bir zehirleme olayının, -özellikle Bizans imparatorları tarafından- yapılabileceği endişe ve korkusunu taşırlardı. Bu yüzden kendi maiyetlerinde bulunan tabiplerin paraya, mevki ve mansıba tamah ederek öyle bir kötü eyleme girişmelerine meydan ve fırsat vermemek için, ceplerini, gözlerini, kalplerini servet ve mansıb ile doldurmaya gayret ederlerdi.

Halife Mütevekkil, Huneyn bin lshak'ı özel doktorluğuna tayin etmek istediğinde, adet olduğu üzere sadakat ve güvenirliğini denemek istemişti. Bu yüzden Huneyn'i huzuruna çagırmış, kendisine hayli bir miktar arazi ve emlak tahsis ettikten sonra, "Bir düşmanımızı gizlice öldürmek istiyoruz, bunun için bize bir ilaç yapmalısın!" demiştir. Bunun üzerine Huneyn, "Ben, insanın sıhhatine yararlı olan şeylerden başkasını öğrenmedim. Müminlerin Emiri'nin bunlardan başka ilaç talep edeceğini bilemezdim. Emrederseniz gideyim, o gibi ilaçları da öğreneyim," cevabını verir. Halife, "Bu uzun sürer," dedikten sonra onu sert bir biçimde tehdit edip, ona hakaretler yağdırarak zehir hazırlamasını yeniden teklif etmiş, bu da fayda vermeyince zindana attırmış, bir sene sonra yeniden huzuruna getirerek talebini tekrar etmiştir. Hatta bu kez kendisini ölümle tehdit etmiştir. Vicdan ve sanatının namusuna cidden saygılı olan tabip Huneyn, cinayet irtikab etmektense ölmeyi göze alarak, "Benim Allahım var, ona sığınırım. Kıyamet günü elbette benim hakkımı alır," diyerek faydalı ilaçlar dışında başka bir şey bilmediğini tekrar belirtmiştir. Bunun üzerine kalbi yumuşayan halife, rikkate gelerek tebessüm etmiş ve öyle bir ilaç istemesinin ve hakkında öyle muameleleri reva görmesinin bir imtihan ve tecrübe amacıyla yapıldığını söyleyerek tabibin gönlünü almıştır.

Halifeler hizmetlerinde bulunan Hıristiyan veya Yahudi tabiplerin kendi din ve diyanetlerini rahatça yaşayabilmeleri için, her türlü kolaylık ve serbestliği sağlamayı bir görev olarak kabul ederlerdi. Abbasi devri hekim ve tabiplerinin en büyüklerinden olup aslen Sabii inancına sahip bulunan Sabit bin Kurre, halife Mu'tezidbillah'ın yanında makam ve mevki sahibi olunca, onun sayesinde Bağdat'ta Sabii mezhebi için tekrar yeni bir ruhani reislik tesis etmiştir. Söz konusu hekimin oğlu Sinan bin Sabit'e, halife Kahirbillah tarafından lslamiyet'i kabulü için teklifte bulunulması, tabibin kaçması, daha sonra lslamiyet'i kabul etmesi gibi olaylara ise nadiren rastlanıyordu. Özellikle Sabiilere, Müslüman olması teklifi ve ısrarı pek yapılmazdı.

H. 4. asrın en meşhur münşii ve şairlerinden Ebu lshak İbrahim, Büveyhi hükümdarlarından lzzüddevle'nin yaptığı gibi Sabiiler, çoğu kez ramazan ayında Müslümanlarla beraber oruç tutarlardı. Fakat Ebu lshak, dinine çok bağlı bir adam olduğundan, lzzüddevle ona lslamiyet'i teklif edince, bu teklifi kabul etmemişti. Bu zat vefat ettiğinde Bağdat nakibüleşrafı, Kureyş şairlerinden Şerif Rıza, onun için oldukça övücü ve ölümünün büyük bir kayıp olduğunu ifade eden bir mersiye yazmıştı. Bu durum hangi din veya mezhebe sahip olursa olsun, şerefli ve onurlu insanların lslam dünyasında övgüyle yad edildiklerini, haklarında mersiye yazılmasının bile mümkün olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Bu, aynı zamanda din ve vicdan hürriyetinin veya taassubun kaynağının her devirde idareciler ve onların idare tarzlarına bağlı bir durum olduğunu da ifade etmektedir. Hükümdar veya hükümet mutaassıp ise millet de mutaassıp; bilakis, müsamahakar ise millet de müsamahakar ve ılımlı bir zihniyete sahip olmaktadır. Bu cihetle Abbasilerde bilimsel uyanış döneminde, dini müsamaha ve anlayış özellikle halife ve yakınlarınca gösterilir, halka örnek olunurdu. Alim ve ileri gelen zevat da bu müsamaha zihniyeti ve uygulamasının en sıkı takipcileri olurdu.

Hiçbir lslam alimi bir gayrimüslimden ilim tahsil etmekten çekinmezdi. Hatta büyük hekim ve alimlerden Farabi'nin hayatını incelediğimizde açıkça görüyoruz ki, uzun yıllar boyunca elde ettiği ilim ve irfanın önemli bir kısmını, Ebu Beşer Metta bin Yunus ve Yuhanna bin Haylan gibi gayrimüslim alim ve hekimlerden öğrenmiştir. lslamlar tarafından Hıristiyanlara ve diğer mezhep mensuplarına karşı gösterilen bu tolerans ve sıcak alakaya karşılık gayrimüslimler de Tevrat veya İncil'i bir lslam alim veya fakihinden okuyup öğrenmekten çekinmezlerdi.

Tabip ve hakimlere büyük servetler ve ihsanlarda bulunulması konusuna gelince; bu durum aslında üzerinde durup açıklama yapmaya bile gerek olmayacak kadar açık bir konudur. Halife Harun Reşid'in hekimbaşısı Cabir bin Bahtişu'nun serveti bu konuda bir fikir ve kanaat vermek için yeterlidir. Tabipler kendilerine tayin olunan maaşların dışında da birçok gelirlere sahiptiler. Halife Me'mun her kim bir memuriyet alır ise memuriyet yerine gitmeden önce tabibi Cabir bin Bahtişu'ya uğrayarak ona ikramda bulunmasını emretmişti.

Bu gibi müsamahakar, akıllı ve ileri görüşlü halifelerin himayeleri altında ilim ve maarifin parlak bir devir geçirmesinden, şiir ve diğer edebi bilimlerin ilerleyip gelişmesinden doğal ne olabilir ki?

Alim, bilgin ve faziletli insanlara hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar, saygı ve hürmet gösterilmesi yalnızca Abbasi devri ve tabiplerine özgü bir davranış değildi. Bilimsel seviyenin yükselip geliştiği tüm lslam devletlerinde aynı anlayış ve zihniyetin hakim olduğunu görüyoruz. Mısır'da hüküm sürmüş olan Fatimi Devleti'nin de tabip ve hekimlerinin çoğu gayrimüslimdi. Abbasilerde olduğu gibi burada da gayet seçkin ve saygın bir konumları vardı. Fatimiler de tabiplere karşı çok cömert davranmışlar, onları önemli makam ve mevkilere yükseltmişlerdi. Aynı şekilde, zaman zaman yönetimde de onları istişare ve müşavirlik makamına kadar çıkarmışlar, onlara "sultanü'l-hükema", "eminü'd-devle" gibi şerefli lakap ve unvanlar vermişlerdi. Hatta onlara, ümera ve vüzeraya tevcih olunan lakap ve unvanlarla hitap ediyorlardı. Fatimi halifelerinden Azizbillah'ın tabibi Mansur da bir Hıristiyan'dı. Bir defa bir hastalıktan dolayı halifenin alayında bulunamamıştı. Hastalıktan kurtulduktan sonra halife kendisine aşağıdaki mektubu bizzat el yazısı ile yazıp göndermişti:

Bismillahirrahmanirrahim. Cenab-ı Hak'ın hıfz ve inayet-i samedaniyyesiyle korunmuş olan tabibimize Allah'ın güzel selamı, nimeti, sınırsız lütfu bol bol nasip ve ihsan olsun. Tabibimizin afiyete kavuştuğu şeklindeki müjdeli haberi duyunca, Allah'a yemin olsun ki sanki kendim şifaya kavuşmuş gibi sevindim. Cenab-ı Hak tabibimizi her türlü elem ve kederden korusun, sıhhat, meserret ve refahiyete mazhar buyursun.

Aynı şekilde, Endülüs İslam Devleti'nde de aynı usul ve anlayış egemendi. Halife tabipleri Harun Reşid devrinde hangi yüce makam ve iltifata nail olmuşlarsa, Endülüs hükümdarı Hakem'in zamanında da benzeri bir durum söz konusu olmuştur. Aşağıda ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız gibi, söz konusu halife Hakem'in kitap ve kütüphanelere düşkünlüğü dillere destan olmuştu. Bununla birlikte her halifenin Hakem gibi olmadığı ve onun yolu ve icraatını sürdürmediği de bir gerçektir.


İslam Dünyasında Pozitif Bilimlerin Gelişip Yayılması


Pozitif bilimler Arapça'ya tercüme edilir edilmez Müslümanlar büyük bir merakla bunlara yoğunlaştılar, bunları öğrendiler ve ilgilenenlere öğretmek için büyük çaba sarf ettiler. Artık faaliyetler özellikle bu eserlere haşiye ve ekler yapmak şeklinde olmuş olsa da, zamanla, bilimsel ve kültürel faaliyetlerin artmasına paralel olarak, aşağıda ayrıntılarıyla belirteceğimiz sebeplerle ülkede ulum ve maarif gelişmeye başlamış, yerel zeka ve düşüncenin ürünü özgün eserler yazılmaya başlanmıştır. lslamiyet'in ilk iki asrında, bilimsel faaliyetler hafızalarda saklanan ve şifahi olarak dilden dile aktarılan bilimsel bir birikimden ibaret iken, ikinci yüzyıldan başlayarak bilimsel metotlara uygun araştırma, akıl ve mantık ürünü olan çok sayıda kitap kaleme alınmıştır. Başkent Bağdat, Abbasiler -özellikle de halife Me'mun- devrinde adeta bir ilim kabesi, bir ilim, irfan ve fazilet yuvası haline gelmiştir. Ancak bu halifeden sonra gelen, kardeşi Mutasım'ın devrinde bilimsel atmosfer tamamen değişmiş, ordu ve devlette istihdam edilen taşralı Türk asıllı paralı askerler, öncelikle Bağdat ahalisini rahatsız etmeye başlamış, zamanla şehrin huzurunu bozmuşlardır. Bu durum doğal olarak halk arasında bir kırgınlık, nefret ve ayrılık hasıl etmiş ise de Mutasım da biraderi Me'mun gibi, Mu'tezile'ye meyl ve Şia'ya ikram ve iltifat etme siyasetini devam ettirmiş olduğundan, Bağdat'taki bilim ve kültür ortamı Me'mun'un devrindeki gibi olmasa bile bir müddet daha eski düzene bağlı kalmıştır. Aynı şekilde Mutasım'dan sonra hilafet makamına geçen oğlu Vasık da Me'mun'un yolunu takip etmiş, fakihler ve kelamcılar arasında çeşitli mevzularda bilimsel tartışmalar yapabilmeleri için bilim ve tartışma meclisleri kurdurmuştur.

Vasık H. 333'te vefat edince biraderi Cafer Mütevekkil kendisine halef oldu. Mütevekkil, öncekilerin aksine Şia ve Mu'tezile'ye katı muhalif bir halifeydi. Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in kabri ile etrafında bulunan mekanların yıkılmasını emredip, halkın Hz. Hüseyin'in kabrini ziyaret etmesini de yasakladı. Hz. Ali ve Şia ile alay eder hareketlerde bulundu. Öyle ki, Hz. Ali'ye buğz ve düşmanlık etmekle şöhret bulmuş insanlar bunun meclisine katılır, sohbet ederlerdi. Mütevekkil, Me'mün, Mu'tasım ve Vasik'in itikatlarına büsbütün muhalif bir yol takip ediyordu. Kur'an'ın mahluk olduğuna dair inancı tamamen yasaklatmış, bununla alakalı bilimsel münazaraları iptal ettirmiş, karara aykırı hareket edenleri de şiddetle cezalandırmış, klasik lslam yolu olan selef ve ehl-i sünnetin yol ve inancına dönülmesini emretmiştir. Meşayih ve muhaddisıne de Mu'tezile'nin metotlarıyla değil, hadis vs gibi nakli bilimlerle meşgul olmalarını emretmiştir.

Harun Reşid ile halefleri zamanlarında en parlak devrini yaşamış olan kelam ilmi, Mütevekkil'in devrinde bu emir ve baskılar sonucunda gözden düştü ve cazibesini kaybetti. Halife Mütevekkil, re'y ve kıyas taraftarları ile felsefe erbabına vb bilim ve düşünce taraftarlanna karşı da hoşgörüsüzdü. Makam-ı hilafete gelir gelmez ilk iş olarak bu düşünce sahiplerine ve savunucularına karşı düşmanlığını açıkça ilan etti. Bu düşüncedeki alimleri takibata aldırdı. Bir kısmını öldürttü, bir kısmını da itibardan düşürdü. Bütün ulum ve maarif erbabına musallat bir bela haline geldi. Gayrımüslimler dahi bu halifenin zamanında kıyafet değiştirmek, hakarete düçar edilmek gibi felaketlerle karşılaşıyorlardı. Mütevekkil'in Bahtişu bin Cebrail'e gazap ederek mallarını müsadere edip Bahreyn'e sürgün etmesi, lisan ve edebiyat üstatlarından Ebu Yakub bin lshak'ın dilini koparttırarak feci şekilde öldürtmesi, katiplerin büyüklerinden Ömer bin Musarrah Racihi'ye gazap edip, para ve mücevherlerini müsadere ettikten sonra, kendisine her gün dayak atılmasını emir eylemesi, ulum ve maarif erbabına gösterdiği düşmanlıkların en çarpıcı örnekleri arasındadır.

Halife Mütevekkil, H. 24 7 yılında oğlunun teşvik ve komplosu ile, kendi adamları tarafından öldürülünce hilafet makamı da, siyasi durum da iyice karışmış oldu. Devlette söz sahibi olmaya başlayan Türklerin gücü de tehlikeli bir vaziyet almaya başlamıştı. Kuşkusuz bu durum çoğunlukla lran ve Araplardan müteşekkil olan ilim ve maarif erbabını ciddi bir biçimde rahatsız ediyordu. Bunlar artık Bağdat'tan uzaklaşmaya, başka lslam beldelerine göç etmeye başladılar. Hicri dördüncü yüzyıldan itibaren tabip, feylesof, astronom, mühendis, kelamcı, mantık erbabı, fukaha, lügat üstadı vs ulemadan ekserinin Bağdat'ın haricinde yetişmeleri beyan ettiğimiz nedenlerden dolayı ulum ve maarif mensubunun bu şekilde Bağdat'tan uzaklaşmış olmalarından kaynaklanmıştır.

Şu halde lslamiyet'in zuhuru sıralarında tıp, tabiat ve felsefe merkezi lskenderiye'de iken hicri birinci asrın sonlarında Ömer bin Abdülaziz'in hilafeti zamanında Antakya'ya intikal ettiği gibi, lslami ilimlerin merkezi de lslamiyet'in zuhuru sıralarında Medine'de iken bilahare Basra ve buradan da Kufe'ye intikal etmiştir. Bağdat şehri kurulunca dahili bilimler de bunlara eklenmiş ve Bağdat bir ilim, edebiyat, felsefe, tıp ve diğer akli ve nakli bilimlerin merkezi olarak "şehirlerin anası" (ümmü'l-medain) adını almıştır. Mütevekkil'in zamanında hilafet karışık ve perişan bir hal almanın dışında, İslam memleketinin dört bir tarafında yeni yeni beylik ve devletler doğmaya başlayınca, ilim ve maarif erbabı da İslam dünyasının dört bir köşesine dağılmış, birbiriyle yarışa ve rekabete giren birçok bilim ve kültür merkezi oluşmaya başlamıştır. Ulum ve maarif zamanla doğuda Irak-ı Acem'e, oradan Horasan ve Maveraünnehir'e, batıdan da Kahire ve çevresine, oradan da Endülüs'e intikal etmiştir.

Hatta Endülüs bölgesi edebiyat ve şiirde diğer bölgeleri geride bırakmıştı. Çünkü Endülüs bu alanda doğu İslam devletlerinin varisi olmuştu. Bu nedenle Kurtuba, Endülüs Emevileri zamanında adeta İslam'ın kabesi ve ulemanın merkezi haline gelmişti. Edebiyat ve şiir meraklıları akın akın bu şehre koşuyorlardı. Bununla birlikte Kurtuba, şiir ve edebiyat dışındaki bilim alanlarında da, bilhassa dahili bilimlerde de zirveye çıkmıştı. Musiki buraya Bağdat'tan gitmişti. Bunu Endülüs'te hüküm süren Emevilerin üçüncü hükümdarı olan Hakem bin Hişam'ın zamanında Endülüs'e giden Zerkun ile Alun götürmüştür. Felsefeye gelince Me'mun'la çağdaş olan Abdurrahman Evsat zamanında Endülüs'e geçmiş, Hakem bin el-Nasır devrinde rağbet bulmuş, gelişmiştir. Tıp ve benzeri bilimler ise, Bağdat'tan Mağrip şehirlerine intikal ettikten kısa süre sonra İshak bin İmran vasıtasıyla Endülüs'e götürülmüştür. Aslen Bağdat'lı olan bu tabip, hicri üçüncü asrın başlarında Endülüs'e geçmiştir. Bununla beraber Endülüs ve Mısır tabipleri en azından belli bir dönem, tıp ve diğer dahili bilimlerde daha da uzmanlaşmak istediklerinde Bağdat'a giderlerdi. Hatta Endülüs Musevileri kendi diyanetleri ile alakalı bilimleri bile Bağdat Musevilerinden talim ediyorlardı. Diğer lslam memleketleri de, Endülüs gibi gerektiğinde ve ihtiyaç duyduklarında Bağdat'tan istifade ediyorlardı.

Abbasilerin bilimsel uyanış devrinde Bağdat'a saçılan bilim tohumları kısa süre zarfında Horasan, Rey, Huzistan (Kuzistan), Azerbaycan, Maveraünnehir, Mısır, Şam, Endülüs ve diğer merkezlerde de meyvelerini vermiştir. Bu arada Bağdat, idarenin ve gücün merkezi olması nedeniyle, servet sahiplerinin etkisi ile bilginler için bir ikametgah ve yaşam merkezi olmaya devam etmiş, burada da halifelerin hekimlik hizmeti ile tercümanlık görevlerinde bulunan Hıristiyanların dışında kuşkusuz birçok Müslüman hekim ve bilgin yetişmiştir.

Bununla birlikte, Abbasilerin bilimsel uyanış ve yükseliş döneminden sonra Bağdat'ta yetişen gayrimüslim bilginlerin çoğunluğu, halifelerin hizmetindekiler de dahil olmak üzere, çoğunlukla Irak ceziresi ve diğer bölgelerden Bağdat'a gidenlerden müteşekkil olduğu gibi, lslamlardan olan bilginlerin büyük çoğunluğu da lrak'ın dışında yetişiyordu. Bunun en önemli nedeni Abbasi devletinden doğan veya kopan yeni beylik ve devletlerin hükümdarlarının ilim ve irfanı himaye etmeleri, bu uğurda birbirleriyle rekabete girmeleridir. Bu yüzden bilim adamlarını ve ulemayı kendi başkentleri olan Kahire, Gazne, Şam, Nişabur, lsfahan gibi merkezlere çekebilmek için daha önce Abbasi halifelerinin sürdürdüğü özendirme siyasetini takip ettirmişlerdir. O nedenle tıp bilginleri vs çoğunlukla buralarda yetişiyorlardı. lslam dünyasının yetiştirdiği en büyük filozof ve tabiplerden birisi olan Ebubekir Razi Rey'de; İslam aleminin Aristo ve Hipokrat'ı olan lbn Sina, Türkistan bölgesinin önemli şehirlerinden Buhara'da; meşhur Ebu Reyhan Biruni Sind bölgesindeki Birun'da; Endülüs'ün önde gelen Nebati asıllı tabiplerinden lbn Cekel de Endülüs'te yetişdikleri gibi, büyük filozof ve hekim lbn Bace, ibn Zühr ve akrabaları olan (al-i zühr), ünlü filozof ibn Rüşd, Nebati meşhurlardan lbn Rumiye de Endülüslüydüler.

Mısır'a gelince, bu bölgenin ünlü tabiplerinin çoğu Hıristiyan, Musevi ve Samiri asıllıydı. Felsefe ve tabiat ulemasından lbnü'l-Heysem, ünlü tabip Ali bin Rıdvan, tabiplerin reisi Şeyhu's-Sedid, tabip ve filozof Reşidüddin Ebu Halika, Ziyaüddin lbni Baytar bu bölgede yetişmişlerdi. Şam bölgesinde de birçok büyük bilgin ve tabip yetişmiştir. lslam dünyasının en büyük filozoflarından Farabi ile, tıp, felsefe, matematik gibi bilimlerde çağının en seçkini olan Ebu'l-Mecd bin Ebü'l-Hikem, ünlü alim Şehabeddin Sühreverdi, seyyah Muvaffaküddin Bağdadi bu bölgede yetişen ünlü şahsiyetlerden bazılarıdır. Bu arada Şam bölgesinde yetişip de tıp ve felsefe alanında halife ve ümeraya hizmet eden ve sayıları çok olan Hıristiyan bilim adamları ve hekimlerini de unutmamak gerekir.

Söz konusu bilimler hakkında buraya kadar yaptığımız izahatın benzeri, hadis, lügat, şiir vs lslami bilim ve bilim adamlarınca da geçerlidir. Zira Bağdat'ın içinde de dışında da, başka şehirlerde de bu alanlarda birçok alim ve edebiyatçı yetişmiştir. Bağdat haricinde yetişen alimlerin taşıdıklan, Buhari, Nisabüri, Sicistani, Fergani, Belhi, Harizmi, Fiuzabadi, Hamevi, Dımişki, Süyüti, Kurtubi, lşbili gibi lakaplar yetiştikleri memleketleri göstermektedir.


Halifeler, Diğer Yöneticiler ve Bilimsel Anlayış


Halife ve Valiler


Halife ve emirler bizzat ilim ve irfan ile meşgul olan, ilim ve zeka ehli insanlardan oluşunca, ulum ve maarifin de ehline tevcih olunması, ulemanın itibar ve saygı görmelerinden daha doğal ne olabilir? Kuşkusuz bir ülkenin yöneticileri ne derece ilim ve irfan ehli ise, ilim ve kültür de orada revac ve rağbet bulan bir değer olarak parıldar, bu yolda koşanlar da örnek ve mutlu insanlar olarak kabul olunur. Bilindiği üzere, lslam kurallarına göre halifelerin şer'i hükümleri iyi bilen insanlardan olması hilafet şartlarındandır. Bundan dolayı halifelerin hemen hepsi bu alanda yeterli bilgi ve malumat sahibi olduklarından, şer'i ilimlerin konuşulup tartışıldığı meclisler kurarlar, alim ve fakihleri himaye ederlerdi.

Fıkıh ve hadis üzerinde bu şekilde yoğunlaşan ilgi, -aralarındaki bağ ve alakadan dolayı- nahv, lügat, tarih ile de meşgul olma zorunluluğunu doğurmuştur. Zaten ilim ve irfan birbirine birçok yönden bağlı olan hususlardandır. Müslümanlar Irak bölgesinde Süryaniler ve Farslıların tabii ve felsefi bilimler, astronomi vb bilimlerde otorite alimleriyle karşılaşmışlardı. Bu kültürel kavuşma ve kaynaşma neticesinde o güne kadar bilmedikleri yeni bilim ve sanatları da görmüşler, bunlara büyük bir merak ve ilgi ile sarılmışlardır. Bilimsel faaliyetler ve kültürel seviyenin yükselmesi yöneticilerin işini kolaylaştırmış, ilk devirlerden itibaren halifelerin de içinde yer aldığı birçok idareci, edebi ilimlerin dışında tabii bilimlere de yönelmişler, hatta bu alanda söz sahibi bile olmuşlardır.

Abbasi halifelerinin en alimi hiç kuşkusuz Me'mün'dur. Bu zat, şer'i bilimler, lügat ve edebiyat, astronomi ve kozmoğrafya, felsefe ve mantıkta tam bir otoritedir. Endülüs'te H. 366 yılında vefat eden Hakem bin Nasır Emevi ve Mısır'da H. 411 senesinde vefat eden Hakem Biemrillah Fatimi de Me'mun gibi birçok ilimde alimlik makamına ulaşmış halifelerdir. Bu halifelerden biri olan Hakem, kitap toplatma ve kütüphaneler kurma uğrunda servetler harcamaktan çekinmemiştir. Hakim ise özellikle astronomi ve gökbilimleri alanında geniş malumat sahibidir. Aşağıda göstereceğimiz üzere büyük bir rasathane inşa etmiş, güzel de bir kütüphane kurdurmuştur. H. 238'de vefat iden Endülüs emiri Abdurrahman Evsat da ulemadan olan bir zattır. Abdurrahman, Endülüs hükümdarları içinde felsefe gibi akli bilimlerle ilk meşgul olan zattır. Me'mun devrine yakın bir zamanda yaşadığı için, onun bıraktığı eserlere mantiki açıdan bakan ve filozofça yaklaşan bir hükümdardır. Bu iki hükümdardan önce halifelerden hiçbiri felsefi bilimlerle alakalı olmamıştır. Aslında felsefi bilgileri olsa bile devrin icabı olarak, bunu belli etmeye cesaret edemezlerdi. Önceki halifeler Mansur ve Harun Reşid gibi, bu tür bilimler arasında yalnızca astronomiyi bilirler, onunla meşgul olmakla yetinirlerdi. Bazı halifelerin felsefe ve tabii bilimlerden haberdar gözükmeleri Abbasilerin bilimsel uyanış devrinden sonradır.

Edebiyat ve şiir alanında ise durum daha farklıydı. Halifeler bu iki alanda geniş malumat sahibiydiler. Birinci Abbasi halifesi Saffah geçmiş olaylara meraklı birisi olup, Nizar ve Yemen asıllı olan Arapların övünmelerinden pek ziyade hoşlanıyordu. lkinci halife Mansur, Araplara dair birçok tarihi ve edebi malumata sahipti. Hatta bu konuda yazmış olduğu bir de kitabı vardır. Dördüncü halife Hadi, kendisine tarihi olaylar ve şiir nakleden tarihçi ve edebiyatçılarla hoş sohbetler yapardı. Abbasi halifelerinden Mu'tez bin Mütevekkil'in oğlu ünlü edip ve şair lbmi'l-Mu'tezz ilm -i bedi (güzel sanatlar) alanında ilk eser yazan kişiydi. Halife Mehdi'nin oğlu İbrahim, aynı şekilde edebiyat ve şiir üstatları arasındaydı. Halep'te hüküm süren Hamdanoğulları, Endülüs'te lbadoğulları, Bağdat'ta Buveyhoğulları da edebiyat ve şiir sahasında söz sahibi hanedan aileleriydi.

Halife ve valiler birer kültür adamı olunca, zeka, ilim ve irfan sahibi insanları ön plana çıkararak kendilerine vezir veya danışman yaparlardı. Harun Reşid'in veziri Yahya bin Halid Bermeki, Mısır'daki Fatimi meliklerinden Azizbillah'ın veziri Yakub bin Küls, bu tür alim vezirlerdendi. Abbasi ve diğer lslam devletlerinin vezirleri de çoğunlukla ulema arasından seçilirdi.

Bir devletin hükümdarı ulüm ve maarif ehli kişiler olursa onun devrinde ulemanın çoğalacağı, onların gölgelerinde ilim ve irfanın revac ve itibar bulacağı hususunda kuşku yoktur. Çünkü sıradan halk, özellikle de mutlakiyetle yönetilen devletlerde, baştaki yöneticinin tavır ve davranışına göre hareket eder. Bilim ve fikir sahipleri de hükümdarın hoşuna giden yolda ürünler ortaya çıkarır. Büyük edebiyatçılardan Üsame bin Ma'kal, "Saffah, özellikle hitabet ve mektuplara rağbet ettiğinden bu alanda çaba gösterenleri himayesi altına altına alarak, bol mükafatlar ve hediyeler veriyordu. lşte bu sebepten dolayı, onun teveccühüne nail olabilmek için bin adet mektup ve hutbe ezberledim. Ondan sonra hilafet makamına geçen Mansur, müsamerelere, haber, tarih ve 'Eyyam-ı Arab'a ehemmiyet verirdi. Ve bu ilimlerin erbabına iltifat eder, yakınına getirirdi. Bu halifenın teveccühüne mazhar olmak için de müsamerat, tarih ve eski hikayelerden ezberlemedik bir şey bırakmadım. Musa el-Hadi'ye gelince: Bu halife de şiire meraklıydı. Çok şiir bilenlere iltifat ederdi. Bunun teveccühünü kazanmak için de hafızama almadık önemli bir beyit, değerli bir şiir, dilden dile aktarılan bir gazel bırakmadım. Bir insanın edebi bilimlerde yedi tula (söz sahibi) olması için halifelerin iltifat ve himayesinden daha etkili ve teşvik edici bir amil ve motivasyon nedeni olamaz," diyor ki, bu da bizim iddiamızı destekleyen en açık delillerdendir.


Halife ve Valiler Adına Kitap Yazımı


Buraya kadar zikrettiğimiz amil ve etkenler, her devirde hükmünü sürdüren değişmez kurallar arasındadır. Halife Me'mün'un ilme ve ilim adamlarına karşı saygı ve sevgisi ve kültürel bir altyapısı olmasaydı, tercüme faaliyetlerine heves etmez, hatta izin bile vermezdi. llim ve münazara meclisleri kurdurup, buraya devam etmeleri konusunda alimleri teşvik etmezdi. Nahiv alimlerinden Ferra'yı, Arap dilinin nahvini toplayıp düzenlemesi için görevlendiren ve bunu yaparken geçim derdi çekmemesi için kendisine yüksek miktarda maaş tahsis eden de Me'mün olmuştur. İşte bu sayede bu halife zamanında ulum ve maarif ve özellikle de felsefe -çünkü felsefeye özel bir merakı vardı- büyük gelişme göstermiştir. İlim ve irfanı seven hiçbir hükümdar veya vali bulamazsınız ki ulema onun etrafında toplanıp onun sevdiği konulara ait bilimsel eserler yazıp, lütfuna mazhar olmasın. Bu motivasyon ve meyille Medine'nin büyük tarihçi ve alimlerinden Muhammed bin İshak, halife Mansur'un adına Hire'de bulunduğu sırada kitabını te'lif ettiği gibi lbn Bekar dahi Muvaffak Billah adına, "el-Muvaffakiyyat" adıyla maruf olan Kitab-ül-Ahbar'ı yazmıştır. Yine aynı teşvik nedeniyle, Ünlü Razi, Horasan valisi Mansur bin İshak bin İsmail bin Ahmed'in namına El -Mansuri adındaki kitabını yazmıştır. Büveyhilerden İzdüdevle Bağdat'ı işgal ettiği zaman o da ulema ve fazilet sahiplerine büyük ilgi göstermiş, dünyanın dört bir köşesinden birçok alim Bağdat'a göç etmiş, onun adına birçok eser yazmışlardır. Kezalik aynı nedenlerden dolayı meşhur tabiplerden Said bin Hibetullah da Abbasi halifelerinin 27.si olan Muktedi biemrillah namına tıbba dair Kitabü'l- megalni adlı eseri yazmıştır.

Bilginler bazen vezir, komutan ve valiler adına da kitap telif ediyordu. Örneğin Hariri Makamat adlı eserini Abbasi halifelerinden Müsterşid'in vezirlerinden Anuşirvan bin Halid bin Muhammed Kaşani'nin adına yazdığı gibi Abbasiler devrinde yetişmiş olan ünlü tabip Cibril bin Ubeydullah bin Bahtişu dahi Buveyhi vezirlerinden meşhur edebiyatçı Sahih bin Ubad'ın adına, ona olan sevgisinden dolayı telif ve takdim etmiştir.

Diğer halife, vali ve ileri gelen şahsiyetler adına da kitap yazan çok alim vardır. Büyükler adına bu şekilde kitap telif olunması çoğunlukla onların lütuf ve ihsanlarına nail olmak maksadıyla yapılıyordu. Bu nedenle alimler büyük servetlere kavuşabiliyorlardı. Endülüs hükümdarlarından Hakem bin Abdurrahman'ın veziri Amir el-Mansur kendi adına meşhur alimlerden Ebu'l-Ala Said bin el-Hasan bin İsa-yı Rebii Bağdadi tarafından telif olunan el-Füsits kitabı için beş bin dinar mükafat vermiştir. Fidevsi, Şehname'sini Sultan Mahmud Gaznevi namına her beyti için bir dinar verilmek üzere nazım etmiştir ki, eser altı bin beyitten oluşmuştur.


Bununla birlikte gerek hülefa ve vüzera, gerek ümera ve diğer büyükler kendi namlarına telif olunan kitaplar için, beğenmedikçe kolay mükafat vermezlerdi. Bilakis eserleri inceleyip okuduktan sonra faydalı ve kıymetli bir eser olarak kabul ederlerse müelliflerini mükafata layık bulurlardı. Bilimsel bir değeri olmayan kitaplara ehemmiyet vermedikleri gibi, bazen müelliflerini de ciddiyetsizliklerinden dolayı cezalandırırlardı.

Meşhur filozof Ebubekir Razi, yukarıda adı geçen Mansur bin lshak namına kimya ilmine ait bir kitap yazmış, mükafat olarak bin dinar almış ise de, Mansur kitapta bulunan kural ve formüllerin uygulanmasını istemiş, Razi de pratikte bunu yapamayınca Mansur, "Bir alim ve filozofun hikmet namı altında yazacağı kitaplarda yalan şeyler olabileceğini, bu yalanlar ile halkın boş yere uğraşmalarına sebep olacağını düşünmezdim. Kitabı bana takdim ettiğinde bu nedenle sana mükafat vermiştim. Şimdi yalan şeyler yazmaya cüretinden dolayı sana ceza vermek gerekir," diyerek yazdığı kitabın parça parça oluncaya kadar başına vurulmasını emretmiş, yolculuk masraflarını hazırlatıp kendisini Bağdat'a geri göndermiştir.

Bazı vali ve sultanlar -özellikle Endülüs'te Emevi devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan "Tavaif-i Mülük" zamanında- itibarlı alimleri kendilerine yaklaştırıp kendi adlarına kitap yazdırmakla övünürlerdi. Hatta kendileri cahil oldukları halde sırf bilgili ve kültürlü gözükmek için ilim ve irfan ehlini himaye ederlerdi. Çokları, özellikle de hakimiyetlerinin ilk yıllarında, maarifperver bir vali veya sultan olarak şöhret bulabilmek için ulema ve üdeba ile aynı meclislerde bulunurlar, sohbet ederlerdi. "Filan alim filan emirin yanında", "Filan şair filan sultanın maiyetindedir" denilmesi, onlarca bir övünç ve gurur meselesiydi. Alim ve şairler kendilerine bu şekilde aşırı bir saygı ve itibar gösterilince yöneticilere karşı nazlanmaya başlamışlar, peşin ve net miktarda bir meblağ almadan vali ve melikleri övücü hiçbir şey yazmamaya başlamışlardı. Bazen yöneticiler onlara isteklerini önceden yazılı olarak bildirirlerdi. Bazen de bir emir, ulemadan birinden kendi namına bir kitap yazılmasını talep ettiği ve bunun için büyük bir mükafat vermek istediğinde bile alimin onayını alamıyordu. Rivayet göre, H. 436 yılında vefat eden Endülüs'ün ünlü alimlerinden Galib bin Ömer Kurtubi, lügate dair olan Telkihü'l-Ayn adındaki kitabını yazdığı zaman Endülüs meliklerinden Ebu'l -Hasan Mücahid Amiri kendisine bin dinar, bir binek hayvan ve kisve göndererek, yazılan kitabın kendi adına nisbet edilmesini, yani sonuna, "Bu kitap Ebu Galib tarafından Ebu'l-Hasan Mücahid namına telif olunmuştur," denilmesini talep etmiştir. Ancak Ebu Galib teklif ve hediyeleri reddedip, "Bu kitabı halkın yararına hizmet, gayret ve himmetimi ebedileştirmek için yazdım. Kitabın göğsüne başkasının ismini koyup bu şerefi ona nasıl veririm?" demiştir. Emir Ebu-l-Hasan Mücahid, Ebu Galib'in bu yerinde cevabını duyunca onun bu asil ve tok gözlü davranışını takdir ederek gönderdiği hediyeleri bir kat daha artırmış ve, "Zararı yok. Beni kitabında zikretmesin. Nasıl isterse öyle yapsın," şeklinde haber göndermiştir.

Bununla beraber ulemadan bazıları kendi oğulları, kardeşleri ve yakınları için kitap yazar ve karşılığında da bir şey beklemezlerdi. Bazen de kendileri için kitap yazarlardı. Meşhur alimlerden Demiri'nin Kitabü'-l-Hayevan'ın giriş kısmında yer alan latif ve ince nüktelerden biri olarak "Bu bir kitap ki kimse benden telifini talep etmemiştir," şeklinde, okuyanı tebessüm ettiren bir kayıt düşüldüğüne de şahit olabiliyoruz.

Velhasıl lslam medeniyeti halife saraylarından başlayarak mescitlere, ulema ve sıradan halkın hanelerine, şarkı ve çalgı mahallerine kadar her yerden ve her sınıftan ulema ve erdemli insanlarla doluydu. O medeniyet ehli her çeşit bilim ve maariften, edebiyatın her dalından, şiir vesairenin tartışılıp konuşulduğu meclis ve münazara ortamları oluşturdukları gibi, oğullarını, biraderlerini, kölelerini, cariyelerini hatta oda hizmetçilerini bile ilim tahsil etmeleri konusunda teşvikten öte, onlara baskı bile yaparlardı. Cariyeleri belli bir ilim ve kültüre sahip olduktan, terbiye ve tezhiblerine baktıktan, kendilerine Kur'an hıfzı, şiir, tarih, dil bilgileri vs öğrettikten sonra birbirlerine hediye ederlerdi. Harun Reşid'in zevcesi ve oğlu Emin'in annesi Zübeyde'nin yanında Kur'an hafızı yüz tane cariye vardı. Onlar Kur'an-ı Kerim okurken Halife Harun Reşid'in sarayından arı uğultusuna benzer bir ses işitilirdi. O devirde tahsile o kadar ehemmiyet veriliyordu ki, hatta muhanneslerin (kadınlaşmış erkek) bile eğitim, talim ve terbiye görmüş olmasına dikkat olunurdu. Kurtuba'da hicri beşinci asrın başlarında muhanneslerden ilim ve edepte şöhret bulmuş öyle gençler vardı ki, çeşitli alanlarda kıymetli eserler de yazmışlardır.

Tüm bunlardan daha da tuhaf olan şey ise, kitap okuyup, inceleyen ve ezberleyenlere de büyük para ve mükafatlar verilmesidir. Eyyübi devleti hükümdarlarından olup Şam'da hükümet süren Melik Eşref Muzafferüddin Musa bin Yusuf, edebi bilimlere pek ziyade meraklı olduğundan, Zemahşeri'nin Kitdbü-l- Mufassal'ını her kim ezberlerse ona yüz dinar ile bir hil'at vereceğini vaat etmiş, birçok kimse de bu kalın kitabı ezberleyerek ödüllerini almıştır. Bu olay tarihte benzeri işitilmemiş bir örnek olarak anlatılır.



CORCi ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESiNE ÇEViREN Nejdet Gök

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak