İslam uygarlığının yapılanma ve gelişme döneminde, dahili bilimler denilen, dışarıdan gelen bilimler İslam memleketlerinde yayılmaya başladığı dönemde sadece gayrimüslimler değil, Müslümanlar da bu ilimlerin tahsiline gerekli önemi vermiş, hatta bu bilimlerin kurucuları veya öncüleriyle boy ölçüşecek, zamanla onları geride bırakacak seviyede büyük üstat ve alimler yetiştirmişlerdir. Bu alimler eskilerin bilgileriyle yetinmemiş, yeni bilgi ve araştırmalarla mezcetmişler, yeni birçok bilim dalları ortaya çıkarmışlardır. Bu yeni kültürel birikimle orijinal İslam uygarlığının temellerini atmışlardır. Yeniçağın başlarında Avrupalılar Eski Yunan ulum ve maarifini canlandırma faaliyetlerini başlattıklarında, karşılaştıkları birikim ve kültürün ağırlıklı olarak İslam uygarlığı ile kaynaştığını, İslami bir renk ve şekil aldığını gördüler. Günümüzdeki Batı medeniyetinin temelini de İslam'la yoğrulmuş bu yeni birikim oluşturmuştur. Bu nedenle İslamiyet'in kadim uygarlıklar adı verilen tarihi miras üzerindeki etkisi üzerinde ayrıntılarıyla durmamız gerekir.
İslamiyet'te Felsefe
İslamlar ilk felsefi bilgileri Eflatun ve Aristo'nun kitaplarından ve Yunanlılar tarafından bu eserler üzerinde yapılan şerhlerle ilave edilen mütalaalardan öğrenmişlerdir. Yunan felsefesi mantık, tabiat, ilahiyat ve ahlakiyyat konuları ile sınırlı idi. Müslümanlar ilk önce bu kitapları iyice okuyup inceledikten sonra şerh veya özetlerini çıkarmaya başlamışlardır. Bir sonraki adım olarak da kendi düşünceleriyle değerlendirip yorumlamışlar, benzeri veya daha mükemmel eserler telif etmişlerdir.
Ulemanın her tür bilim ve sanatla meşgul olması bir gelenekdi. Bu nedenle mesela tıp ve astronomiye ehemmiyet vermeksizin yalnız felsefe ile, yahut felsefe ve astronomiye bakmaksızın yalnızca tıp ile veyahut aksi ile meşgul olanlar pek nadir bulunurdu. Hele Huneyn'in, "Tabibin feylesof olması gerekir!" şeklindeki sözü ilm-i tıp ile meşgul olanların felsefe de öğrenmelerini mecburi hale getiriyordu. Bununla birlikte bir alim hangi ilimde daha ziyade söz sahibi olur, maharet gösterirse o ilim onun lakabı ve mesleği olurdu.
Doğu Dünyasında İslam Filozofları
İslam filozoflarının en büyük, en meşhur ve en kıdemlisi diğer İslam filozof ve hükemasının aksine, aslen Arap olan ve nesebi Kinde meliklerine dayanan Yakub bin İshak bin es-Sabah el -Kindi'dir (801 -873). Bu sebepten bu zata, "Feylosofu-l-Arab" adı verilmiştir. Bu şekilde Müslümanlar İslam'ın ilk yıllarında hatta İslami bilimler de dahil olmak üzere, ulüm ve maarifi ihmal ettikleri, zaman zaman eski medeniyetlere ait Mısır ve Fars bölgelerinde buldukları eserlerin bir kısmını imha etmekle birlikte, daha sonra medeniyetleri zamanında, hatta yabancı bilimleri felsefi konularda dahi dahil olmak üzere, bilim ve kültürü, büyük bir hırs ve şevk ile bir bütün olarak ele almışlardır. Şayan-ı dikkattir ki, bu bilimler ile ilk meşgul olanlar da öncelikle halife ve hükümdar çocuklarıdır.
Filozof Kindi bunun en güzel örneklerindendir. Mütevekkil'in zamanına kadar yaşamıştır. Me'mün ve Mu'tasım'la çağdaştır. Onların nezdinde büyük bir kadr ve itibarı vardır. Tıp, felsefe, hesap, mantık, musiki, hendese ve ilm-i nücümda otoritedir. Yazdığı eserlerde esas olarak Aristo'nun mesleğini takip etmiş, birçok değerli eseri Arapça'ya tercüme etmiştir. Bu nedenle filozofluğunun dışında en muktedir mütercimlerden biridir. İsminin mütercimler arasında zikredilmesi tercüme yapmayı bir geçim yolu ve mesleği olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. Kindi birçok alanda çok sayıda eser kaleme almıştır. Eserlerinin tespit olunanlarını, konusuyla birlikte, lbn Nedim'in Fihrist adlı eserini kaynak göstererek sıralamak gerekirse, felsefe, tabiat, hesap, astronomi, mantık, musiki, ahkam, cedel, siyaset gibi hemen her konuda yazdığı eserlerin toplamı 231 kitap gibi devesa bir külliyattan oluşmaktadır.
Kindi'nin sözü edilen kitaplarının maalesef büyük bir kısmı zamanla kaybolup gitmiştir. Ancak kitapların isimlerinden bile bu büyük filozofun birçok ilimde otorite olduğu anlaşılmaktadır. Kindi'nin yolunu takip eden birçok öğrencisi de vardır.
Kindi'den sonra H. 339 senesinde vefat eden meşhur filozof Ebu Nasr Farabi'yi görüyoruz. Farabi (870-950), aslen Türkistan'ın Farab şehrinden ise de, İranlı bir ebeveynden doğmuşdur. Farabi Şam'da büyümüş ve orada tahsil görmüştür. İslam dünyasının yetiştirdiği ve iftihar ettiği büyük bir filozof olan Farabi, Kindi'nin tahsil ettiği tüm bilimleri öğrendikten sonra, daha başka bilimlerle de uğraşmış, bilhassa mantık alanında Kindi'yi geride bırakmıştır. Doğal olarak felsefe ve kıyasta da otorite olmuştur. Farabi'in, lhsai-l-ulum ve-t-tağrif ve Es-Siyasetü-l-Medeniyye gibi o güne kadar benzeri yazılmamış, alanında tek olan birçok eseri vardır. Bunlardan ilki bir bilim sözlüğü veya ansiklopedisi şeklinde yazılmıştır. Daha evvel bu tarzda yazılmış herhangi bir eser yoktur. İkincisi ise, günümüz medeniyetinin buluşları arasında sayılan siyaset ekonomisi ile ilgilidir. Demek ki bu ilmin mucidi bundan bin sene evvel yetişmiş olan Farabi'dir. Daha sonra gelen lbn-i Haldun dahi ünlü mukaddimesinde bu ilimden bahsetmiştir. Farabi ilm-i musikide dahi harikulade bir değer ve yetenek idi. Aşağıda musiki bahsinde görüleceği üzere "kanun" aletini kendisi icat etmiştir. Zamanına kadar tashih olunmamış olan felsefi eserleri, tercümeleri düzenleyip tasnif ettiği için kendisine "Muallim-i Sani" (ikinci öğretmen) adı verilmiştir.
lslam alimleri arasında felsefe ile şöhret bulanlardan birisi de (H. 428/1037) senesinde vefat eden lbn Sina (Avicenna). Yüz kadar olan eserlerinden 26'sı felsefeyle ilgilidir.
Hüccetü'l-lslam lakabıyla bilinen H. 505/1111 tarihinde vefat eden büyük lslam alimlerinden ve Şafi mezhebi fıkıhçıları arasında önde gelen İmam Gazali de (özellikle gençlik yıllarında) felsefe ile çok meşgul olmuş lslam alimlerindendir. Gazali son yıllarında tasavvuf erbabının da imamı olmuştur. Endülüs'te zuhur eden aşağıda da adı geçecek olan diğer filozoflar ise başkadır. Bu filozofların biyografilerini ve eserlerini teker teker sıralamak ayrı bir konu ve saha olduğundan, burada yalnız lslamiyet'te felsefenin tarihi ve onun dini bilimler üzerindeki etkisi üzerinde durmakla yetiniyoruz.
lslamların kendi aralarında patlak veren mezhep mücadelelerinde, kendi delillerini güçlendirmek için ilm-i kelamı felsefenin temeli üzerine kurmuş olmaları ve geliştirmeleri, felsefenin İslami devirde oynadığı etkin rol ve etkiyi göstermektedir. İtikat ve inançların delillerle ispatından ibaret olan kelam ilmi, kısa sürede Müslümanlar arasında şöhret bulmuş, pek çok zevat ve özellikle de Mu'tezile bunun üzerinde yoğunlaşmış, önde gelen alim ve şairlerden Şerif Murtaza ve büyük alim Zemahşeri, ünlü kelamcılardan Ebubekir Bakillani gibi birçok önemli şahsiyet kelam alanında şöhret kazanmıştır.
ilk yıllarda sadece felsefe ve akli ilimlerle uğraşanlar zaman zaman küfürle itham olunmuşlardır. Felsefeye intisap edenler mülhid gibi muamele görüyorlardı. Hatta biyografisinde, "Filan zat -Allah kendisini ıslah eylesün- dinsizlikle suçlanmıştır. Çünkü akılcı alimler ona galebe çalmıştı," şeklinde notlar düşülüyordu. Erbab-ı felsefe hakkında bu suçlamalar, Bağdat'ta, hatta Me'mün'un zamanında bile, halk arasında yaygın bir anlayıştı. Onun için bazıları bu halifeye kızdıklarından dolayı "Emirü-l-Kafirin" namını vermişlerdi. Bununla beraber Müslümanlardan çoğu felsefe ile meşgul olduklarını belirtmek istemezlerdi. Me'mün, Mu'tasım ve Vasık'ın devirleri geçip de Mütevekkil makam-ı hilafete gelince, artık felsefe mensupları tamamen kendilerini gizlemek zorunda kalmışlar, kendilerine filozof denildiğinde bunu ret ve inkar etmeye başlamışlardır. Felsefeye sempati duyan ve meyleden hükema da alenen felsefe ile ilgilenme fırsatı bulamayınca gizli cemiyetler kurmak zorunda kalmışlardır.
İhvanü-s-Safa (Safa Kardeşler) Cemiyeti
Bağdat'ta hicri dördüncü, miladi onuncu asrın ortalarında felsefeyi kendilerine yol seçmiş belli kişiler tarafından kurulan lhvanü- s-Safa Cemiyeti de bu teşkilatlardan biridir. Kaynaklarda bu cemiyetin üyesi olarak beş kişi zikrediliyor ki bunlar Mukaddesi namıyla tanınan Ebu Süleyman Muhammed bin Ma'şer, Ebu- l-Hüsn Ali bin Harun Zincani, Ebu Ahmed Mihircani, Avfi ve Zeyd bin Rifae'dir. Söz konusu bu felesefe sevdalıları gizli gizli toplanıp, çeşitli felsefi konular üzerinde mütalaa ve müzakerelerde bulunurlardı. Bunun neticesinde bu cemiyet mensupları, İslam filozoflarının Yunan, Fars ve Hint bilimlerini inceleyip özümsedikten sonra, lslamiyet'in ölçülerine göre yorumlayıp, yeni bir şekil verdikleri ve oluşturdukları felsefi fikirleri özetlemek için bir özel grup ve sekreterya oluşturdular. Cemiyete mensup bu filozofların felsefi düşünceleri şöyle özetlenebilir: "İslamiyet cehalet ürünü düşüncelerle karıştırılmış, birçok evhama bulaştırılmıştır. İslamiyet'i bu şeylerden yıkayıp temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. Çünkü felsefe, hikmeti, itikadi hikmetleri ve felsefi içtihatları içine alacak genişliktedir. Bu yüzden Yunan felsefi düşüncesiyle İslam şeriatı bir araya gelirse neticede mükemmel bir oluşum ortaya çıkmış olur."
Mezkür cemiyete mensup filozoflar, felsefi düşüncelerini "Resail-i İhvanü-s-Safa" (İhvan-ı Sefa Risaleleri) adıyla, altında elli risaleden meydana gelen bir seride toplamışlar, isimlerini de gizli tutmuşlardır. Bu risaleler İslam felsefesinin gelişme dönemlerindeki vaziyetini göstermekte olduğu gibi, mevcudatın başlangıcı, kainatın ahvali, tabiatın şekil ve mahiyeti, arz ve semanın durumu, kevn ü fesad, asar-ı ulviye, sema, alem, ilmnücüm, tekvin-i miadin, ilm-i nebat, hayvanların tabiatı, nutfenin düşmesi ve ruhla olan irtibatı, insan vücudunun oluşumu, has ve mahsus, akıl ve makul, teorik ve pratik sanatlar, sayılar, hendese, musiki, mantık, ahlak, alemin küçük bir insan, insanın da büyük bir alem olduğu, aşk, tekrar dirilme, harekat, hastalıklar, hudut ve rusum gibi konuları kapsıyordu. Velhasıl adı geçen bu filozoflar tabiat, riyaziyat, felsefiyat, ilahiyat ve akliyatla ilgili ne kadar bahis var ise bu risalelerde ele almışlardı. Doktor Dutrişi'nin büyük çabasıyla 650 büyük sahifeden oluşan bir matbu eserde bu risalelerin bir hülasası bize kadar gelmiştir. İnsaflı bir gözle bakıldığında, yazanların çok düşünüp iyice inceledikten sonra kaleme aldıkları anlaşılmakdadır. Çünkü bunların içinde öyle yaklaşımlar vardır ki, çağımızda bile daha güzeli yazılamaz. Kitabın sonundaki bölümde de İhvanü-s-Safa'nın sohbet usul ve muaşeretleri, doğruluk ve dostluk, şefkat ile birbirleriyle yardımlaşma ve kardeşlik esasları, bu cemiyetin kuruluş amacının dini yardımlaşma ve birlikten ibaret olduğu belirtilmektedir. İhvanın hangi şartlar ile bu cemiyete kabul edilebilecekleri de ayrıntılarıyla sıralanmıştır.
Gerek Mu'tezile, gerek benzeri İslam fırka, mezhep veya grupları, bu risaleleri elden ele dolaştırmışlar, başka İslam şehirlerine kadar gizlice ulaştırmışlar, oralarda da yayılmasına gayret etmişlerdir. Bu elli risale, yazımından sonra yüz sene geçmeden Endülüs'e ünlü muhaddis Ebu-l-Hakem Amr b. Abdurrahman Kirmani vasıtasıyla intikal olunmuştur. Bu alim Kurtuba ahalisinden olduğu halde Endülüslerin adeti üzere, tahsilini tamamlamak için doğu İslam memleketlerine göç etmiştir. Memleketine dönüşünde bu risaleleri de ilk kez Endülüs'e getirmiştir. Bu tarihten sonra çok zaman geçmeden Endülüs'te bu konulara meraklı ilim ve kültür erbabı, bu risaleleri mütalaa ve tetkike başlamışlardır.
Endülüs Filozofları
Daha evvel görüldüğü üzere felsefi bilimler Emevi hükümdarı Abdurrahman Evsat zamanında Endülüs'e ulaşmıştı. Endülüslüler felsefenin bir kısmıyla meşgul olmuş, dahili bilimler ve nücüm ilminde (astronomi ve astroloji) dünya çapında şöhret bulmuş birçok alim yetiştirmişlerdir. Bunların ilki "Sahibü'l-kıble" namıyla bilinen ve hicri üçüncü asrın sonlarında vefat iden Ebu Ubeyde Müslim bin Ahmed idi. Bundan sonra Endülüs'te İbn Sümeyne adıyla bilinen ve H. 315 senesinde vefat eden meşhur tabiplerden Yahya bin Yahyayı Kurtubi ile Mürhiti veya Mecriti adıyla bilinen ve H. 398 tarihinde vefat eden ve Endülüs'te asrının imamü-r- riyaziyesi olan Ebu-l- Kasım Müslime bin Ahmed söz konusu bilim alanında şöhret kazanmıştır.
Bu son zat üç güzide öğrenci yetiştirmiştir ki en meşhurları mühendis İbn Semah Gımati idi. Kurtuba'da asrının riyaziyat üstadı olan İbnu's-Safar ile Kitabü-l-Erhan fi-l -Mu'amelat ala Tarühi-l-Bürhan'ın müellifi hesap;, hendese ve tıp ulemasından Ebu-l-Hasan Ali bin Süleyman Zehravi ve daha evvel adı geçen Ebu-l-Hakem Amr Kirmani de pozitif bilimlerle uğraşan ünlü Endülüs alimleri arasındaydı. Bu son zat şarka seyahat ve Harran'da ikamet ederken, orada hendese ve tıbbı öğrendikden sonra lhvanü-s-Safa risalelerini de yanına alarak Endülüs'e dönmüş ve H. 458 senesinde Saragosse'de vefat etmiştir.
Bununla birlikte bu eski filozoflar, yalnız riyaziyat, hey'et, hendese ve emsali bilimlerin tahsili ile yetinmişlerdir. Gerçek anlamda felsefeye gelince, buna ancak lhvanü-s-Safa risalelerinin Endülüs'e ulaşmasından sonra önem vermeye başlamışlardır. Aslında Endülüs Emevi hükümdarlarından Hakem bin En- Nasır daha evvel şarktan bir kısım felsefe kitaplarını getirtmişti ancak Endülüs filozofları bu risalelerden sonra kendilerini göstermeye ve sivrilmeye başlamışlardır. lbn Saig namıyla bilinip, 533 tarihinde vefat eden ünlü filozof Ebu Bekr bin Bace, işte bu hikmet devrinin yetiştirdiği büyük felsefecilerden biridir. lslam dünyasının yetiştirdiği en büyük filozoflardan biri olan Kurtubalı Kadı ebu'l-Velid lbn-i Rüşd bu filozofun öğrencilerinden biridir. lbn-i Tufeyl, lbn-i Hud ve diğerleri de Endülüs'te yetişen büyük filozoflardan olup gerek bunların gerekse lbn-i Bace ve lbn-i Rüşd'ün eserleri Avrupa felsefesinin, Rönesans ve reformunun temelini oluşturmuştur.
Bununla beraber bu filozof ve düşünürler de maalesef, ilk felsefecilerin karşılaştığı sıkıntıları yaşamış, halkın ve belli çevrelerin düşmanlığından kurtulamamışlardır. Yöneticiler de kişisel düzen ve çıkarlarını, hakimiyetlerini sürdürebilmek ve güçlendirebilmek için cahil halkı kullanmak ve kışkırtmaktan geri kalmamışlardır. Hicretin altıncı asrı sonlarında Hişam bin Hakem'in zamanında idareyi kendi kontrolüne alan veziri Mansur bin Ebi Amr'ın filozof ve düşünürlere karşı gösterdiği katı ve sert muamelenin bir sonucu olarak lbn-i Rüşd, Ebu Cafer Zehebi, Becaye kadısı Ebu Abdullah Muhammed bin lbrahim de dahil olmak üzere tüm felsefecileri Endülüs'ten uzaklaştırması ve tüm felsefi eserleri yaktırması, bu baskı ve zulümlerin en çarpıcı örneklerindendir. Hatta o devirlerde her kim için "Bu adam felsefe veya yıldız bilimleriye uğraşıyor," denilse, halk tarafından ona derhal "zındık" adı veriliyor ve hayatı tehlikeye giriyor, ilk ortaya çıkan şüphe ve bahane üzerine recm veya yakılmak suretiyle öldürülüyordu. Halkın okumuş kesimi veya entelektüelleri, felsefe ve benzeri bilimleri gizliden gizliye okumaya ve öğrenmeye çalışıyorlardı. Bazen hükümdarlar bizzat hikmet ve felsefeyi sevmelerine ve rağbet etmelerine rağmen, sırf halkın sevgi ve desteğini kazanabilmek maksadıyla bazı filozof ve düşünürleri idam ettirmekten çekinmemişlerdir.
İslamiyet ve Tıp
İslam tıbbı; tıp biliminin eski medeni milletlerin tarihi süreç içinde ulaştığı ilerlemelerin özünden oluşmuş bir bilimdir.
Müslümanlar Yunan tıbbının üstatlarından Hipokrat, Calinos ve diğerlerinin eserlerini kendi lisanlarına tercüme etmenin ötesinde eski Keldanilerin tababeti ile karışıp, birleşmiş bir halde Süryanilerin elinde bulunan Yunan tıbbından da yararlanmışlardır. Cündisabur Tıp Okulu'nda yine eski tıbbı, kendi birikimlerini de ekleyerek Farsça'ya aktarmışlardır. Müslümanlar ayrıca Arapların Cahiliye Devri birikimleri ile Bağdat'a gelen Hintli doktorlardan da Hint tıbbını öğrenme fırsatı bulmuşlardır. Tüm bu birikim ve karışımlar sonucunda da çağına göre ileri derecede bir İslam tıp bilimi doğmuştur. Kendisine "Calinosu'l-Arab" adı verilen Razi'nin meşhur eseri, Meleki veya Mülüki İslam tıbbının ulaştığı noktayı gösteren en açık delildir.
Razi, Büveyhilerden lzzüddevle'nin adına yazdığı bu kitapta, en eski devirlerden kendi zamanı olan dördüncü hicri asrın ortasına kadar hastalık çeşitleri ve tedavi yöntemleri ile alakalı tüm bilgileri toplamıştır. Bu büyük lslam bilgini ve tabibinin tıbbın dışında felsefeye varıncaya kadar pek çok alanda sayısız eseri vardır. Sözünü ettiğimiz Müluki kitabı İbn Sina'nın Kanun adlı kitabı yazılıncaya kadar herkesin tıp alanındaki en önemli başvuru kaynağı olmuştur.
Bu ikinci kitap, yani Kanun kitabı birçok kez baskısı yapılmış ünlü bir eserdir. Onu tetkik ettiğimizde; bazılarının zannettiği gibi, yalnız Yunan tıbbını değil, Yunan, Keldan, Hint, Fars ve Arap tabiplerinin hastalık teşhis ve tedavi yöntemleri, ilaçlar vs hakkındaki bilgi ve yöntemlerini de kapsayan geniş bir tıp ve eczacılık sözlük veya ansiklopedisi olduğunu görürüz. lbn Sina bu ünlü eserinde zaman zaman Hintlilerin sülüğün çeşitleri ve eşkali, her birinin özellikleri hakkında verdikleri bilgileri zikrettiği gibi, Hintlilerin tıbbi düşüncelerine göre, sütün havamiz (sirke gibi ekşi olan şeyler) veya balık ile beraber yenilmesi durumunda bazı hastalıkların, özellikle de cüzam hastalığının ortaya çıktığını belirtmiştir.
Yoğurdun, turp veya kuş otu ile ve sevikin yoğurtlu pilav üzerine yenilmesi ve benzeri tanı ve tedaviler de Hintlilerden nakledilen bilgiler arasındadır. Kanun kitabında isimleri Hintçe olan birçok tıbbi bitkinin adı da zikredilmiştir.
Hicretin beşinci yüzyıl alimlerinden Endülüslü Ebu-l-Kasım Halef bin Abbas Zehravi'nin Kitabü-t-Tasrif namındaki eseri Avrupalıların uyanış döneminde çok yararlandıkları tıp kitapları arasındadır. Bu kitap bir tıp ansiklopedisi veya sözlüğü olup cerrahi alanında verdiği bilgiler nedeniyle benzeri kitaplar üzerinde ayrı bir yer edinmişti. Aynı şekilde Endülüs'ün büyük tabiplerinden Ebu Mervan Abdu-l-Melik bin Ebi'l-Ala'nın altıncı hicri asrın ortasında lbn-i Rüşd'ün namına telif ettiği Kitabu't-teysir fi-l-Müdavat ve-t-Tedbir'i de Avrupa tıbbının gelişmesine büyük katkıda bulunmuş eserlerden birisidir. Burada adı geçenler dışında, lslam tıp ve tabipleri konusunda zikredilmesi gereken birçok önemli isim ve eser olduğunu belirtmeden geçemeyiz.
lslam Tıbbı ve Tabipleri
Tıp alanında yazılmış eski eserler, Arapça'ya çevrildikten kısa bir süre sonra, üzerinde ciddi çalışmalar başlamıştır. Abbasi devrinin sonuna kadar geçen, üç dört asırlık bir süre zarfında yetişen tıp bilginleri ve tabiplerinin sayısının en azından yüzlerle ifade olunabileceğinden kuşku yoktur. Bunların çoğu diğer bilimlerle de meşgul olmaktan geri kalmamışlar, çeşitli eserler kaleme almışlardır. Bu bilginlerin eserleri ve isimleri yine kendilerinin yazdıkları lbn-i Ebi Usaybia'nın Tabahatü'letibba'sı ile lbn-i Kıftı'nin Teracimü-l-Hühema'sı ve Katip Çelebi'nin Keşfü-z-Zünun'unda ve benzeri eserlerde ayrıntılarıyla kaydedilmiştir. Bu eserlerden bazılarının uzun zaman içinde kaybolması veya tahrip olunması nedeniyle, tabiplerin kesin sayısını bilmek ve belirtmek imkansız hale gelmiştir.
Ancak bazı ipuçları veya sınırlı bilgilerden söz konusu dönemde pek çok tabip yetişmiş olduğunu anlayabiliyoruz. Dördüncü hicri asrın başlarında, Halife Muktedir Billah'ın zamanında yalnız Bağdat'ta bulunan tabiplerden söz etmek gerekirse; şöhretlerinden dolayı imtihana alınmasına gerek görülmeyen tabipler ile halifenin hizmetinde bulunan tabipler dahil olmamak üzere Bağdat'ta zorunlu tabiplik imtihanına giren adayların sayısı 860 olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu halde Bağdat'ta aynı dönemde görev yapan tabiplerin sayısının binden aşağı olmaması gerekir.
Üçüncü hicri asrın ortalarında yalnız Hıristiyan asıllı olmak üzere Halife Mütevekkil'in emri ve hizmetinde 56 hekim mevcut idi. Hamdanilerden Seyfüd-Devle yemeğe oturduğu zaman kendisi ile beraber 24 hekim de yanında bulunurdu ki, bunların bazıları iki ilimde, bazıları da üç ilimde otorite oldukları için iki ve üç maaş alırlardı.
Tabipler için hazırlanmış özel bir kanun ve buna göre tayin edilen bir başkan veya reis vardı. Başkan hekimleri, sınavdaki başarılarına, yetenek ve becerilerine göre çeşitli görevlere tayin ederdi. Ünlü tabiplerden Sinan bin Kurre ve Eminü'd-devle Bağdat'ta ve büyük tabiplerden Mühezzibüddin ed-Dihvar da Mısır'da bu reislik görevini yapan ünlü tabipler arasındaydı.
Tabipler gibi eczacıların sayısı da oldukça kabarıktı. Bu eczacılardan kimileri bazı devirlerde ilaçlara hile karıştırmaya başladılar. Bunun üzerine bir sınavdan geçirildikten sonra, başarılı olanların ellerine diploma verilerek faaliyet göstermesine, başarısız olanlar ve sahtekarların da şehirden çıkarılmasına karar verildi.
Tabip ve eczacıları imtihana alma ve diploma verme ameliyesini ilk başlatan kişi, Abbasi halifesi Mutasım'ın maiyetinde görevlendirilen, Türk emirlerinden biri olan ünlü Afşin'dir. Bu emir veya komutan meşhur tabiplerden Zekeriya bin et-Tayfüri'yi tabip ve eczacıları imtihan etme işiyle görevlendirmişti. Tabip ve eczacılardan bazıları zamanımızda olduğu gibi ordunun hizmetinde bulunur ve belli bir maaş alırlardı. Bunlara "mürtezika" adı verilirdi. Diğer tabipler ise halkın tedavisi ile meşgul olurlardı. Ancak belli bir maaş veya gelirleri yoktu.
Tabipler her çeşit tıbbi bilgileri haiz tabip, bugünkü uzmanlık alanlarına benzer; cerrah, kan alıcı, kehhal, dişçi, yalnız kadın ve halayık doktoru, akıl ve ruh hekimleri olmak üzere dallara ayrılıyordu. Mısır bölgesi, diğer bölgelere nazaran daha fazla göz hastalıklarına maruz kaldığından, daha çok göz hekimine ihtiyaç duyuyordu. Bu hekimler göz hastalıklarından biri olan "ak su" hastalığını, günümüzde "katarakt" ameliyatlarında yapıldığı gibi, suyu gözden çıkararak tedavi ederlerdi.
Aynı şekilde o devirlerde tıp alanında bazı kadınlar da şöhret sahibi olmuştu. Endülüs'ün ünlü hekimlerinden Ebubekir Zühr'ün kız kardeşi ve bunun kızı Endülüs'te yetişen ünlü hanım tabiplerdendi. Bunlar yalnızca kadın hastaları muayene ederlerdi. Ayrıca Mağrip bölgesinde hüküm süren Muvahhidler devleti hükümdarlarından Mansur lakaplı Yakub b. Yusufun haremleriyle yakınlarının tedavileriyle uğraşırlardı. Mansur haremine bu iki tabip kadından başkasını sokmazdı. Şam bölgesinde de Emeviler zamanında Beni Hud kabilesinden Zeyneb adında bir kadın, cerrahi ve göz alanında uzmanlığıyla şöhret bulmuştu. Diğer bilimler ve edebiyat sahasında da, Şehde ed-Dineveriye, Binti Düheyn Dımeşkiyye gibi kaynaklarda zikredilen birçok kadın da yetişmiş ve bu alanlarda söz sahibi olmuşlardır.
Söz konusu devrin tıbbına göre hastaları muayenede idrar ve nabız ölçümü olarak iki metot geçerliydi. Hasta, doktora başvurduğunda elinde kendi idrarının bulunduğu bir şişeyle gelirdi. Doktor, hastanın idrarını muayene eder ve içinde bulunan ekşilik, asit veya şekeri anlamak için dili ile tattıktan ve nabzı da kontrol ettikten sonra teşhis koymaya çalışırdı. O günün tıbbi inancına göre, kalbin mizacı nabızdan, ciğer ve safranın mizacı da idrardan anlaşılırdı. Bu inancın günümüz tıbbına uygun olmadığı ortadadır. Ancak, hastalık teşhisinde nabız ve idrar muayenesine başvurulmasının günümüzde de geçerli olan bir metot olduğu bir gerçektir.
Müslümanların Tıp Alanındaki Buluş ve Metotları
Buraya kadar yapılan izahlardan sonra artık Müslümanların tıp alanında yaptıkları yeni metot ve buluşlar üzerinde durabiliriz. Ancak bu konuda tatmin edici, ayrıntılı bilgiler vermek hem uzun araştırmalar gerektireceği hem de mevzuyu ve amacı aşacağı için sözü kısa tutmak zorundayız.
Müslümanlar daha önce de belirttiğimiz gibi Fars, Hint, Keldan ve Arap tıbbını birbiriyle kaynaştırma ve birleştirme hizmetinin dışında, bu alanda yazdıkları eserlerden de rahatlıkla anlaşılacağı üzere, kendi özgün çalışmalarının sonucu olarak, birçok tıbbi buluş ve teknikler ortaya koymuşlardır. Hatta bu eserlerde zaman zaman Hipokrat ve Calinos temelli eski tıbbi bir kısım bilgilerin yanlışlıklarını ortaya koymuşlar, eleştirmekten geri kalmamışlardır.
İslam tabiplerinin -ünlü İslam hekimlerinden Ahmed bin Ebi'l-Eşhas'ın Calinos'un eserleri üzerinde yaptığı gibi- ecnebi dillerden tercüme olunan tıp kitaplarının güzel bir şekilde tasnif ve tedvin olunması için gösterdikleri çaba da takdire şayandır.
Bu tabip söz konusu eserleri iyice inceledikten sonra, başkalarının daha kolay anlaması ve faydalanması için dehasını göstermiş, orijinalinden daha muntazam ve mükemmel bir hale sokmuştur. Müslüman tabipler tarafından ilk tıp eserlerine yapılan şerh ve haşiyelerin tıp ilminin gelişmesi ile günümüze ulaşmasında büyük katkısı olmuştur. Mesela Diskurides'in botanikle alakalı olan kitabına Endülüs'ün ünlü tabiplerinden lbn Celcel'in yazdığı zeyl ve şerhte eski dönem tabiplerinin adını bile bilmediği birçok bitkiden söz edilmektedir.
İslamların tıp sahasında doğrudan doğruya vücuda getirdikleri gelişim bahsine gelince, bunu ayrıntılarıyla bulup ortaya çıkarmak çok güç bir bilimsel araştırma ve incelemeyi gerektirir. Bu yüzden kesin olarak bildiğimiz ve emin olduğumuz bazı malumatı sonraki araştırmacılara örnek olması açısından yazmakla yetineceğiz.
Müslümanların doğrudan doğruya vücuda getirdikleri gelişim ve ilerleme cümlesinden olarak hastalıkların tedavisinde eski tabiplerin tedavi metotlarına aykırı iki yeni metot geliştirmişlerdir. Her ne kadar yaptıkları keşiflerin çoğu günümüze ulaşmış olmasa da elimizdeki bilgiler bu hususta bir fikir edinmemiz için yeterlidir. lslam tabiplerinin metotlarından önce felç, lakve (yüz felci), istirha (mide-vücut gevşemeleri) hastalıkları gibi birtakım hastalıklar daha önce sıcak ilaçlarla tedavi olunuyordu. Müslüman tabipler ise bu hastalıkların tedavisini tam aksine soğuk ilaçlar ve metotlarıyla tedavi etmişler, bu alanda başarılı olmuşlardır. Müslümanlardan bu metodu ilk kez düşünüp uygulayan meşhur tabiplerden Şeyh Ebu Mansur Said Bin Beşir olup, bu hastalığa yakalananları kan almak, soğuk masaj ve bandaj ile tedavi ederdi. Onun bu metodu çok iyi sonuçlar verdiğinden, Bağdat'taki Azadi Hastanesi başhekimliğine tayin olunmuştu. Said Bin Beşir mezkur hastanenin idaresine geçince sıcak ilaçları ve tedavi yöntemini tamamen kaldırmış, hastaların tedavisinde arpa ve tohum sularını kullanmaya başlamış, bu yeni yöntemden hayret edilecek başarılar elde etmiştir. Kendisinden sonra gelen tüm tabipler onun bu yeni tekniğini uygulamışlardır.
Tıp alanında hisleri uyuşturan "murkid"i (uyutucu - soporifique) ilk kullananlar da İslam tabipleridir. Kaynakların verdiği bilgilere göre bunun için kurbağayı kullanıyorlardı. Biblerca m'aruf olan halal'i (yaradan cerahat akıtmak şeklinde bir tür fitilli tedavi) ilk kullananlar da Müslümanlardır.
Kaviyati (keyy edici maddeleri) bugünkü tarza uygun bir biçimde ilk kullananlar, bazı hastaları tırnaklarının şekline bakarak teşhis edenler, sarılık ve kolera hastalıkları için ilk kez ilaç yapanlar, akıl hastalarının tedavisinde afyonu uygun ölçüde ilk kullananlar, akan kanı kesmek için soğuk su dökmeyi ilk tavsiye edenler, omuz çıkığını bugün de kullanılan metotla, ani bir hareketle yerine oturtma metodunu ilk kullananlar, göz hastalıklarında ak su ibresini ilk tarif ve tavsiye edenler, mesanede oluşan taşı parçalamak usulünü ilk uygulayanların da İslam tabipleri olduğu, bugün tüm dünyaca kabul edilmektedir.
Bunların dışında fenn-i tıbbın bazı şubelerine dair daha önce benzerini göremediğimiz birçok eser de Müslüman tabipler tarafından yazılmıştır. Cuzam hastalığı hakkında en evvel yazı yazanlar da Müslümanlar olmuştur. Bu mevzuya dair ilk kitabı telif eden zat da Abbasi halifelerinin hizmetinde bulunan meşhur tabip Yuhanna bin Maseviye'dir. Kızamık gibi hastalıkları da Ebubekir Razi'nin bir kitabında tarif ettiği gibi ilk defa tedavi edenler de yine Müslüman tabipler olmuştur. İslamların tıp ilimleri alanında yazdıkları büyük ansiklopediler de bu ilme yaptıkları büyük katkıyı gösteren en önemli şahitlerdir.
Eczacılık, Kimya-i Nebatat (Botanik)
Tıbbın bölümlerinden biri olan eczacılığın gelişmesinde de lslam tabiplerinin büyük rolü olmuştur. Müslümanlar Fars, Hindistan vs Uzakdoğu'dan eczacılıkla alakalı birçok temel eseri Abbasilerin bilimsel faaliyetlerinin yoğunlaştığı dönemde tercüme etmişler, buradan edindikleri bilgileri Eski Yunan eczacılığı ile birleştirmişler ve zamanla geliştirerek özgün bir İslam eczacılık bilimi ortaya çıkarmışlardır.
Avrupalılar bilimsel uyanış döneminde eczacılığın tarihini tetkik ettikleri zaman yeni icat ettikleri ilaçların dışında bu bilimin temellerini atanların, ilaçların tertip ve terkibi konusunda ilk çaba sarf edenlerin Müslümanlar olduğunu görmüşlerdir. Ahrabazin (Edviye-i müfrede) hakkında ilk eser telif edenlerin de aynı şekilde Müslümanlar olduğunu anlamışlardır. Müslümanlar, Abbasiler devrinde gerek maristanlarda, gerek eczanelerde H. 255 yılında vefat eden ünlü tabiplerden Sahur bin Sehl tarafından telif olunan edviye-i müfrede'ye itibar etmişlerdir. Daha sonra H. 560 senesinda vefat eden Eminü'l-devle bin et-Tilmiz'in ilaçları ortaya çıkınca, ötekini bırakarak bunu kullanmaya başlamışlardır. Eczaneleri şimdikine benzer şekilde ilk tesis edenler de Müslümanlar olmuştur. Avrupalılar tarafından Araplardan iktibas olunup hala o lisanlarda, Arabi yahut Farisi veya Hintçe olarak günümüze kadar kullanılan eczacılık terimleri bunun en açık kanıtıdır.
Müslümanların eczacılıkta gösterdikleri gelişme, kimya ve ilm-nebatat denilen botanik alanında gösterdikleri ilerlemelerle doğrudan bağlantılıdır. Günümüz kimya ilminin temellerini kendi tecrübe ve birikimleriyle tesis edenlerin de Müslümanlar olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Daha önce de sözünü ettiğimiz üzere, bu alanda ilk tercümeleri yapan zat Halid Bin Yezid olmuştur. Eserleri lskenderiye Dar-ül Fünun'undan Arapça'ya nakletmiştir. H. 148 senesinde vefat eden 12 imamdan biri olan Cafer-i Sadık hazretleri, kimya bilimini söz konusu Halid'den tahsil etmiştir. Aynı şekilde meşhur filozoflardan Cabir bin Hayyan da kimyayı aynı zattan veya Cabbar'dan öğrenmişti. Bundan sonra yetişen Kindi, Ebubekir Razi ve diğerleri de kimyayı Halid veya öğrencilerinden tahsil etmişler, günümüz kimyasının temellerini atmışlardır.
Bizzat Avrupalı bilim adamlarının tespit ve ifadelerine göre, nitrik asit, sülfürik asit, hidroklorik asit vs'yi terkip ederek kullananlar da lslam kimyacıları olmuştur. Potasse, nişadır ruhunu ve tuzunu, cehennem talaşını (Nitrate d'argent), Süleymaniyi, (Chlorhyd de mercure), rasib-i ahmeri (oxyaye de mercure), milhü'l-tartiri (Tartrate), güherçileyi (Nitrate de Potasse), zac-ı ahdarı (Sulfure de Fer) alkaliyi (Soda = Alcali) vs gibi daha önce bilinmeyen birçok kimyasal karışımı bulup, geliştirenler de lslam kimyacıları olmuştur. Mesela ünlü tarihçi lbnü'l-Esir, Irak bölgesinde yaşayan zencilerin isyanını bastırmak için, H. 269 tarihinde vuku bulan savaşlar sırasında Arapların sürdüklerinde tahtaların alev almasını engelleyen bir kimyevi madde kullandıklarını kaydediyor. Fakat o maddelerin ne olduğunu söylemiyor. Kimyevi maddelerden biri olan barutun mucidinin de Müslümanlar olduğunu yine tarihler kaydetmektedir.
Damıtma, sızdırma, eritme, buharlaşma, billurlaşma ve eriyiki ilk tarif ve tavsif edenler de bu kimyacılar olmuştur. Müslümanlar eski kimyanın geçersiz ve yanlış bilgiler içerdiği konusunda kitaplar da yazmışlardır. Bu yazarlardan ilki, hicri üçüncü asır ortalarında yaşamış olan büyük feylesof Kindi'dir.
llm-i nebatat veya botaniğe gelince, Müslümanlar bu ilim dalında da önemli bir yer işgal ederler. Abbasiler döneminde Diskurides ile Calinos'un eserlerinden ve Hintçe kitaplardan faydalanarak ilk botonik çalışmalarını başlatmışlardır. Diskurides'in nebatat ilmine ait kitabı Estefan Bin Basil tarafından Yunanca'dan Arapça'ya tercüme edilmiştir. Mütercim, kitapta bulunan tıbbi bitkilerin isimlerinden Arapça'da karşılığını bulamadıklarını orijinal Yunanca'sıyla bırakarak, karşılıklarının bulunması işini kendisindeen sonra gelecek erbab-ı iktidarın himmetine bırakmıştır. Tercüme o hali ile Endülüs'e de ulaştırılmış ve halkın yararına sunulmuştur. Hicretin dördüncü yüzyılı (M. 11. yüzyıl) ortalarında Kostantiniyye imparatoru, Emevi hükümdarı Ill. Abdurrahman ile mektuplaşırken ona bazı kitaplar da hediye etmiştir. Bu kitapların içinde Diskurides'in Yunanca yazılmış, bitkilerin harika resimleriyle süslenmiş orijinal kitabı da bulunuyordu. O sırada Endülüs'te Yunanca'yı çok iyi bilen kimse yoktu. Abdurrahman, Rum imparatoruna bir mektup yazarak kitabın Yunanca'dan Latince'ye tercümesi için bu iki lisanı iyi bilir bir adamın gönderilmesini istemişti. Bu tarihte Endülüs'te iyi Latince bilenler vardı. Bunun üzerine Rum imparatoru tarafından gönderilen Nikola ismindeki rahip H. 340 tarihinde Kurtuba'ya geldi. lşte bu rahibin yardımı ile Estefan Bin Basil'in adı geçen kitabında yazılı olan bitkiler ve ilaçlardan daha önce Arapça karşılığı olmayanlar da tespit ve tayin edilmiş oldu. Daha sonra hicri dördüncü asrın sonlarında Endülüs'ün ünlü tabiplerinden lbn Celcel, Diskurides'in yazamadığı tıbbi nebatlar ve ilaçlara dair bir kitap yazmış ve bunu Diskurides'in kitabına ek yapmıştır.
Daha sonra hicri yedinci asrın ortalarında ünlü botanikçi lbn Baytar Maliki yetişmiştir. lbn Baytar söz konusu kitabı iyice tetkik ettikten sonra Yunan ve Rum şehirlerine seyahat etmiş, oralardan öğrendiği botanik bilgilerini eski bilgileriyle birleştirerek bitkilerle ilgili birçok yeni bilgi ve teknik ortaya koymuştur. lbn Baytar ayrıca Mağrip ülkeleri ve başka yerlere de gitmiştir. Buralarda da botanikle alakalı yeni bilgiler edinmiştir. Bilgi ve birikimini özellikle bitkiler üzerinde uygulamalar yaparak geliştiriyordu. Şam ve diğer bölgelere de seyahat etmiş,
o bölgelerdeki bitkileri de incelemiştir. Daha sonra Eyyubi hükümdarlarından Melik Kamil Muhammed bin Ebubekir'in hizmetinde olduğu halde Mısır'a seyahat etmiştir. Söz konusu hükümdar lbn Baytar'ın tıbbi bilgiler ve ilaçlarla ilgili geniş bilgisini ve otoritesini takdir ediyordu. Bu nedenle onu Mısır'daki botanikçilerin başkanı yaptı. lbn Baytar bu uzun yılların tecrübe ve araştırmalarından sonra "edviye-i müfrede" ve bitkilere dair olup "müfredat-ı lbnül Baytar" adı ile bilinen Kitabü'l Camia fil Edviyeti'l Müfrede adlı kitabını yazdı. Bu kitap botanikle alakalı yazılan eserler arasında ayrı bir yer işgal eder. Avrupalıların son bilimsel uyanış devrinde bu kitap, onların bitkiler konusunda en önemli kaynağını oluşturmuştur.
Hicri 639 tarihinde vefat eden ünlü tabiplerden Kitabü'l-edviyeti'l-müfrede'nin yazarı Reşidüddin de lslam botanikçilerinin en büyüklerinden biridir. Bu botanikçi tabip, beraberinde fırçaları ve her çeşit boyaları yanında taşıyan bir ressamla birlikte Cebel-i Lübnan'da ve Suriye'nin diğer taraflarındaki bitkilerin yetiştiği yerlere giderek, her birini teker teker arayıp bulur ve ressama gösterir; renkleriyle, yaprak ve dallarının sayılarıyla son derece büyük bir titizlikle resmini yaptırır. Öyle ki her bitkinin resmini biri filizlenme, diğeri olgunlaşma, üçüncüsü de kuruduğu zamanlarda olmak üzere üç defa yaptırırdı. Günümüz botanikçilerinin bunca bilimsel keşiften sonra yaptıkları da ancak budur. lslam dünyası bu dönemde günümüz bilginleri gibi, devrin en büyük araştırmacı ve bilim adamlarını yetiştirmiştir.
lslam Dünyasında Maristanlar (Hastaneler)
Maristan yahut bimaristan kelimesi "hasta mahalli" anlamında Farsça bir kelimedir. Günümüz Arapça'sındaki karşılığı "müsteşfa" kelimesidir. Ancak hastaneler lslam uygarlığı zamanlarında ilm-i tıbbın hem öğrenilip hem de öğretildiği yerler olduğundan, aynı zamanda hem tıp fakültesi, hem de hastane şeklindeydi. Araplar hastane kurma geleneğini İranlılardan iktibas etmişler, model olarak da daha önce adı geçen Cündisabur Hastanesi'ni kullanmışlardır.
İslam dünyasında ilk hastane inşa eden zat, Emevi hükümdarlarından Velid Bin Abdulmelik'tir. Bu halife hicri 88 tarihinde Şam'da bir hastane inşa ettirmiş ve tabipler görevlendirmiş, cüzzam hastalarının koruma ve denetim altına alınarak tedavi ettirilmesini emretmiş, kendilerine erzak ve tayinatlar tahsis eylemiştir. Emevi devleti yıkıldığında İslam aleminde bu hastaneden başkası yoktu. Abbasiler iktidara gelince, halife Mansur daha önce de görüldüğü üzere, ilk olarak Cündisabur Hastanesi'nden tabipler getirtmiş ancak yeni bir hastane kurdurmamıştı. Yalnız amalar ile yetim ve aciz kadınlara mahsus bir müessese yaptırmıştı. Bir de ya kendisi veya sonraki halife tarafından delilerin tedavilerine mahsus tımarhaneler de kurdurmuştu.
Abbasi halifeleri arasında ilk hastane inşa eden de Harun Reşid'tir. Cündisabur Hastanesi'nden yanına gelen tabiplerin maharet ve ustalıklarını gören Harun Reşid, Bağdat'ın aynı şekilde, öyle bir şerefi hak ettiğine inandığından, başşehrine bir hastane inşasını tabip Cebrail Bin Behatişu'a emretmiştir. O sırada Deheştek isminde Hintli bir tabip Cündisabur Hastanesi'nin başhekimliğini yapıyordu. Halife Harun Reşid bu tabibi yeni hastane baştabipliğine tayin etmek istedi. Deheştek özrünü ileri sürerek affını istedi ve bu vazife için ünlü tabiplerden Masuye'yi tavsiye etti. Masuye, Harun Reşid tarafından Bağdat'ta inşa olunan hastanenin reisliğinde bulunduğu gibi kendisinden sonra oğlu Yahya da babasının yerine aynı görevi devam ettirmiştir. Harun Reşid'in vezirlerinden olan Bermekiler daha evvel gösterildiği üzere ilim ve irfan erbabından ve Hint tıbbı ile tabiplerine rağbet eden zevattan oldukları için bunlar da kendi adlarına bir hastane tesis etmiş, başhekimliğini de lbn Dehn isminde Hintli bir tabibe bırakmışlardı. lbn Dehn Abbasiler devrinde Hint lisanından doğrudan doğruya Arapça'ya eser tercüme eden mütercimler arasındaydı.
Bağdat'ta Harun Reşid tarafından tesis olunan hastane Müslümanlar arasında iyi bir ün kazanınca diğer şehirler her işte olduğu gibi hastane inşasında da Bağdat'ı örnek aldılar. Halife Mütevvekkil'in vezirlerinden Feth bin Hakan, "Maristanü'l Mugafir" adında bir hastane yaptırdığı gibi Ahmed Bin Tolun dahi Mısır'a vali olunca Kahire'de H. 259 yılında kendi adıyla bilinen bir hastane tesis etmiş ve inşasına 60.000 dinar harcamıştır. lbn Tolun bu hastanede asker ve kölemenlerin değil, sadece halkın ve mecnun olanların tedavilerinin yapılmasını emretmiştir. Hastanenin hizmetlerini eksiksiz sürdürebilmesi için de yeterli bir gelir tahsis ettirmiştir. lbn Tolun, bir mecnundan fena bir muamele görünceye kadar her hafta cuma günü bu hastaneyi bizzat ziyaret ederdi. Mecnunun fena muamelesine hedef olunca ziyaretlerini kesmiştir.
Üçüncü hicri asır geçer geçmez Mekke, Medine ve diğer İslam şehirlerinin birçoğunda hastaneler inşa olunmaya başlamıştı. Dördüncü asır başlarında Halife Muktedir ile vezirleri Bağdat ve civarında yeni hastaneler inşa etme yarışına girdiler. Örneğin Muktedir'in vüzerasından Ali bin lsa kendi parasıyla 302 senesinde Bağdat'ta yeni bir hastane kurdurarak, burayı ünlü tabiplerden Ebu Osman Dimeşki'nin yönetimine bıraktı. Yine ünlü tabiplerden Sinan Bin Sabit, H. 306 tarihinde Bağdat'ın Sük-i Yahya civarında "Seyyide" namıyla bir hastane inşa ettirmişti. Bu hastanenin aylık masrafı 600 dinara kadar çıkıyordu. Sinan Bin Sabit, aynı yıl içinde halife Muktedir'e kendi adıyla anılacak bir hastane inşa ettirmesini tavsiye edince, Muktedir de Bağdat kapılarından Babü'ş-Şam cihetinde "Maristan-i Muktediri" inşa ettirdi. Adı geçen hastane için halife Müşarünileyh tarafından ayda 200 dinar sarf olunuyordu. Aynı şekilde Muktedir'in vezirlerinden ve ünlü katiplerden lbnü'l Fürat da aynı dönemde Bağdat'ta "el-Fazıl" cihetinde kendi namıyla yad olunan bir hastane tesis ettiği gibi; başka önemli şahsiyetler de Rey, Nişabur vs hastaneler inşa ettiler. Dördüncü asrın ortalarında Kahire'de hüküm süren İhşidlilerin dördüncü hükümdarı olan Kafur'un adına bir başka hastane inşa olundu. Büveyhilerden lzzüddevle H. 368 tarihinde Bağdat'ın batı tarafında, köprünün hemen yanında kendi adına bir hastane yaptırmış, birçok cerrah, göz hekimi, çıkıkçı, kan alıcılar dahil olmak üzere 24 doktor tayin etmişti. Bu nedenle diğer hastanelerden daha önemli bir konuma çıkmış, daha fazla rağbet görmüştür. Hastanelerin idaresini yürütmek üzere tabiplerin üzerinde, kendisine "sagur" denilen bir reis veya başkan da tayin olunurdu.
Azadi Hastanesi de Musul ve Cezire civarlarında hüküm süren Atabeyler devletinin altıncı hükümdarı olan Nureddin Zengi tarafından hicri altıncı asrın ortalarında Şam'da inşa olunan büyük hastanenin yapımına kadar tüm mevcut hastanelerin üzerinde bir öneme sahip olmuştur. Bu büyük hastaneden sonra Selahaddin Eyyübi Kahire'de Maristan-ı Atik ve diğer hastaneleri inşa ettirdi. Memalik-i Bahriye (Kalavunlar) Mısır'da devlet kurunca, bunların yedincisi olan Melik Mansur Kalavun, H. 683 tarihinde Şam Hastanesi tarzında Kahire'de Hastane-i Mansü.ri'yi tesis etti. Makrizi, "Hıtat" adıyla bilinen el-Mevcliz ve'l-itibar ismindeki kitabında bu hastaneyi tarif etmektedir. Mezkur hastanenin enkazı bugün bile hala Kahire'de Tehasin Caddesi üzerinde durmaktadır. Çerkez devletinin dördüncüsü olan Melik Müeyyed de Kahire'de H. 821 tarihinde kendi adına bir hastane yaptırmıştır. İslamlar tarafından Fars, Horasan, Musul, Şam, Endülüs ve diğer bölgelerde burada yazılamayacak sayıda hastane ve şifa evleri inşa olunmuştur. Endülüslü ünlü edebiyatçılardan İbn Cübeyr'in seyahatnamesinde müellifin hicri altıncı yüzyılda, İslam memleketlerinde bizzat müşahede ettiği hastanelere dair ayrıntılı bilgiler verilmektedir.
İslami devirde tesis olunan hastaneler, her cins ve mezhepten hastaların tedavisine bakılacak bir biçimde, gayet muntazam bir halde bulundurulurdu. Günümüz deyimi ile tam teşekküllü birer hastane şeklindeydiler. Her hastalık için ayrıca bir salon tahsis edilirdi. Tabip, yanında hastabakıcıları olduğu halde hastaları dolaşarak her hasta için gerekli olan ilacı yazardı. Hastanede şifa bulanlar taburcu edilir, vefat edenler kefenlenip gömülürdü. Maristanlarda tıp ve eczacılıkla ilgili dersler verilir, her iki sanat uygulamalı olarak gösterilirdi.
Yine söz konusu devirde bugünkü seyyar hastaneler gibi deve veya katır üzerine taşınır bir tür seyyar hastaneler de vardı. İran Selçuklularından (Büyük Selçuklular) Sultan Mahmud Bin Muhammed bin Melikşah'ın ordusunda da böyle bir seyyar hastane vardı. Asker her nereye giderse bu hastane de kırk deve üzerine yüklenerek ordu ile beraber götürülürdü.
CORCi ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2
Tarihu't-temeddünni'l-lslami
NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESiNE ÇEViREN Nejdet Gök
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder