Yabgu Me-te ve Hun Devletinin Doğuşu
Yabgu Teoman’ın iki ayrı hanımından iki oğlu vardı. Teoman [T’u-man], tahtı daha fazla sevdiği küçük oğluna verebilmek için, Me-te’yi kurban etmeye karar verdi ve Yüeçiler’e rehin olarak gönderdi. Daha sonra da, Me-te’yi öldürtmek niyetiyle, tutup Yüeçiler’e saldırdı. Fakat azimli bir insan olan Me-te, Yüeçiler’den birinin atını ele geçirerek, kaçıp babasının yanına ulaşmayı başardı. Ama bu arada, babasının yaptığı kalleşliği öğrenmişti. Teoman, oğlunun yiğitliğini takdir ederek, öldürmek şöyle dursun, bir de 10 000 çadırlık tebayı onun emrine verdi. Hemen kendi süvarilerini askeri eğitime tabi tutan Mete, onlara, oku ıslık çaldırarak nasıl atacaklarını öğretti. Herkese, sadece kendisinin ıslak çalan okunun gittiği yere kadar ok atmasını emretti ve bu emri yerine getirmeyenlerin kellelerinin vurulmasını buyurdu. Savaşçılarının disiplinini ölçmek için, kendi küheylanına ıslık çalan bir ok attı ve bu çok değerli ata ok atmayanların kellelerinin kesilmesini emretti. Bir süre sonra Me-te, bu defa kendi güzel karısına ok attı. Yakın arkadaşlarından bazıları, müdafaasız genç bir kadına ok atamayacaklarını belirterek, yaylarını bir kenara fırlatınca, Me-te, bunların kellesini hemen kestirdi. Başka bir gün, av sırasında okunu babasının küheylanına çevirdi ve bütün savaşçılarının da aynı şeyi yaptığını gördü. Artık savaşçılarının mükemmelen hazır olduğunu gören Me-te, ava çıkan babasını takip ederek, okunu doğrudan ona fırlattı. Yabgu Teoman (T’u-man), aldığı ok darbeleriyle dünya hayatıyla vedalaştı. Çıkan karışıklıklardan faydalanan Me-te, onu bir baba katili ve tahtı gaspeden kişi olarak gördükleri için itaat etmek istemeyen üvey annesini, kardeşini ve beylerini öldürüp, kendini yabgu ilan etti. (M.Ö. 209). Fakat Hunlar’da bir kargaşa yaşandığını öğrenen Tung-hular, fırsattan faydalanarak, onların kutsal saydıkları çok değerli bir atla, Me-te’nin hanımının kendilerine verilmesini istediler. Beyler bu istekleri kesinlikle reddetmelerine rağmen, Me-te, “Komşu olarak yaşayan insanların birbirinden bir at veya bir kadın istemeleri nedir ki?” diyerek, Tung-hular’ın isteklerini yerine getirdi. Bu defa Tung-hular, Kalgan’ın güney batısında hayvancılığa ve yaşamaya elverişli olmayan bir çöl parçasını istediler. Esasen istenilen toprak, hiç kimseye ait değildi. Sınır karakolları bile onun uç kısımlarındaydı ve Hunlar’ın batısına, Tung-hular’ın doğusuna düşüyordu. Bu defa beyler, kimsenin bir işine yaramayan toprak parçası için “verilsin mi, verilmesin mi?” şeklinde bir münakaşa yapmanın dahi gereksiz olduğu şeklinde görüş bildirdiler. Fakat Me-te, “Toprak bir devletin temelidir, nasıl veriririz onu?!” diyerek, verilmesinden yana tavır takınanların hepsinin kellesini vurdurdu. Sonra da Tung- hular üzerine sefer açtı. Bir saldırı beklemeyen Tung-hular, yenildiler. Tabiî bütün toprakları, sürüleri ve malvarlıkları da galiplerin eline geçti. Tung-hular’dan kurtulmayı başaranlar, Wu-huan dağına çekildiler ve bundan sonraki tarihlerinde “Wu-huan”lar olarak bilindiler. Aşağı-yukarı Mançurya bozkırlarının tamamı Me-te’nin eline geçmişti. Tung-hular’la yaptığı savaştan dönünce ordusunu dağıtmayan Me-te, bu defa batıdaki Yü-eçiler’in üzerine yürüyerek, onları daha da batıya doğru sürdü. İşte bu tarihten itibaren, Hunlar’la Yüeçiler arasında uzun süreli çarpışmalar başladı. Bu savaşların detayları hakkında bilgilere sahip değiliz. 205-204 yılları civarında Me-te, Ordos’taki Lou-fang ve Bayan [Pa-yang] kabilelerini itaati altına alarak, Ch’in hanedanının henüz yıkıldığı ve ülkenin iç savaşlarla çalkanlandığı bir sırada, Çin’e ilk akınını gerçekleştirdi. Me-te’nin ordusu, 300 000 kişiye ulaşmıştı. Bir Hun Devleti’nin kurulduğunu gösteren bu tür detayları biz, Sih-ma Ch’ien’in eserinde buluyoruz. Diğer tarihi kaynaklardan da bir yığın bilgiler alıp, buraya eklemek mümkündür, ama kesin olan şudur ki, Me-te, 24 Hun boyunu birleştirerek, Çinliler’in Orta Çin İmparatorluklarıyla yaptıkları karşılaştırmaya nisbetle, biraz daha güçlü bir devlet kurmuştur.
İlk Hun-Han Savaşı
Me-te, 203-202 yılında kuzey bölgesine seferler düzenleyerek, şu kabileleri itaat altına almıştır: Hunlar’ın akrabaları olan Hun-yüler; Altay’ın kuzeyindeki Ting-ling kabilesi Yüeh-shieh yani Kıpçaklar; onların Yukarı Yenisey’den Angara’ya kadar Sayan eteklerinin kuzey kesimlerinde yaşayan doğulu komşuları Ting-lingler;
Kırgız-nor Gölü civarında, Batı Moğolistan topraklarını işgal eden Ko-k’un yani Kırgızlar ve kim olduğu bilinmeyen Ch’ai-li halkı. Böylece Me-te, arkasını sağlama aldıktan sonra, dikkatini Çin üzerine yöneltmiştir. 202’de Çin’de başlayan iç savaş, bu ülkenin tarihine Kao-tsu ismiyle geçen ve Han hanedanın kurucusu olan Liu Pang’ın zaferiyle sonuçlanmıştı. Ancak ülke yıkımlardan kurtulamadığı gibi, kuzeyden de Hunlar akın etmeye başlamışlardı. Hunlar Ma-i kalesini kuşatmışlar; kale kumandanı Prens Han Hsin, teslim olmaya mecbur kalmıştı. Çin geleneğine göre teslim olmak, hainlikle eşdeğerdeydi ve galip tarafın tebaalığını kabul etmek demekti. Hiç bir mazeret, teslim olan kişiyi masum gösteremezdi ve onun yapabileceği en iyi şey, intihar edip hayatına son vermekti. Han Hsin ise bunu yapmadığı gibi, ihanetini sürdürerek, bütün geri dönüş yolları tıkalı olduğu için, yeni efendisi olan Hunlar’ın sadık bir hizmetkarı haline geldi. Alelacel güneye yönelen Hunlar, 200. yılın kış aylarında Ho-wu-chü sıradağlarına ulaşarak, Kuzey Shan-si’nin başkenti Chin-yang’a geldiler. Kao-tsu hemen onlara karşı ordu gönderdiyse de, savaşçıların uzun yol boyunca neredeyse üçte birinin elleri soğuktan dondu.
Me-te, alışılmış göçebe savaş taktiğini de değiştirdi:
Yalandan geri çekilerek, Çin ordusunun en vurucu güçlerini kuşatma altına aldı ve P’ing-ch’eng (Pinçeng okunur) şehrine yakın olan eski Pai-teng’de, (Baydın okunur) Çin öncü birliklerini imparatorla birlikte kuşattı. Daha da enteresanı, Me-te’nin, askerlerini dört küçük birliğe ayırması ve her birine farklı renkte doru atlar vermesidir: Karayağız, beyaz, kır ve al donlu. Çinliler, yedi gün boyunca, ardarda yapılan Hun saldırılarını durdurmak için yemeksiz ve uykusuz olarak direndiler. Sonunda Çinli casuslar, Me-te’nin hanımıyla temasa geçip, verdikleri değerli hediyelerle kocasını “dâhi bir insan olan” Kao-tsu (Gaozu okunur) ile anlaşmaya ikna etmeye razı ettiler. Me-te’nin hanımı, kocasına, Çin’i fethetse bile Hunlar’ın herhalükârda orada yaşamayacaklarını belirtti. Bu tür mülahazaların yanı sıra Prens Han Hsin’in o döneme göre henüz gerçekten güçlü olduğu konusundaki şüpheler, Mete’yi savaşı daha fazla sürdürme düşüncesinden vazgeçmeye zorladı ve Me-te, Kao-tsu’nun ordusunun çıkıp gitmesi için kuşatmanın kaldırılmasını emretti. Böylece Çin ordusu, Hunlar’ın açtığı, fakat oklarını düşman askerlerine çevirdikleri koridordan korku içinde çıkarak merkez kuvvetleriyle birleşti. Me-te de geri döndü. Bu, Hunlar’ın yaptıkları en büyük seferlerden biriydi, ama haritaya dikkatle göz atıldığında, Çin içlerine fazla ilerleyemedikleri görülecektir. Bütün harekat, Shan-si’yle sınırlı kalmıştı. Ma-i ve P’ing-ch’eng şehirleri, sınırdan 90 ve 40 km. içeride yer almaktaydı. Chin-yang (şimdiki T’ai-yü-an) ise 250 km. içerideydi. Bütün askerî harekat ve yığılma, P’ing-ch’eng üzerinden eski Pai-teng’de gerçekleşmişti. Diğer yandan Sih-ma Ch’ien, Çin ordusunu 320 bin savaşçı (bütün ordunun yarısından beşte dördüne kadar olan kısmını teşkil eden doğu ordularını da şamil geri hizmetlerini içine aldığı için bu, doğru bir rakamdır), Hun-lar’ı ise 400 bin süvari olarak göstermektedir ki, apaçık bir mübalağa vardır. Çünkü, eğer Hunlar’ın yedek atları olmadığı gözönüne alınacak olursa, her atlıya 30 m2 yer gerektiği noktasından hareketle, 400 bin atlı için 30x40 km. genişliğinde bir alan gerekir ki, buna Hun ordusunun ortasında kalan ve daha az yer kaplayan Çin askerleri için gerekli bir toprak parçasının da ilave edilmesi gerekir. Görüldüğü gibi, tam bir saçmalık söz konusudur ve muhtemelen Sih-ma Ch’ien, Hun ordusunun sayısını 10-20 kat fazla göstermiştir. Bu rakamın katsayıyla çarpılmış olduğunu düşünerek, Me-te’nin askerî gücünü 20-40 bin arası olarak kabul edersek, o zaman neden barışa razı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü asıl Çin ordusu 600 km. uzaklıktaydı ve Me-te, Çinliler’in öncü güçlerini yoketmiş olsa bile, kalan kuvvetlerin kendisininkinden daha güçlü olduğu açıktır. Böylece Kao-tsu ve Me-te, bir “barış ve kardeşlik” (diplomatik dille bir tür kapitülasyon) anlaşması imzaladılar.
Varılan anlaşmaya göre Çin sarayı, prenseslerden birini yabancı bir hükümdarlığa [Hunlar’a] gönderecek ve ayrıca her yıl, anlaşmada belirlenen miktarda hediye verecekti. Esasen bu, üstü kapalı bir tür vergiydi. Me-te, prensesi ve vergiyi almasına rağmen, Han Hsin ve diğer sığınmacı âsileri desteklemeye devam etti. Bu yüzden savaş fiilen devam ediyordu. Han Hsin ve taraftarları, Çin’in kuzey bölgelerini yakıp yıktılar. 197’de Chao ve T’ai ülüşlerine ait orduların başkumandanı olan Ch’en-hsi, Han Hsin tarafına geçerek Hunlar’la bir ittifak anlaşması akdetti. Fakat İmparatoriçe Lü Hou, bir hile ile Han Hsin’i başkente getirterek, orada kellesini kestirdi.
Fang K’u-ai kumandasındaki Çin ordusu, iki yıllık bir mücadeleden sonra isyanı bastırdıysa da, Yang (Ho-pei vilayeti) Prensliği’nde çıkan yeni bir isyan sebebiyle, işini sonuna kadar götüremedi. Âsilerin lideri Liu Huang, Hunlar’a sığındı ve saldırılar Çin’in doğu bölgelerine kaydı. Çin ordusundaki kumandanlar, sık sık hainlik etmeye başladılar. Uğradığı başarısızlıkların verdiği azaba dayanamayan Kao-tsu, 195’de öldü. Çocuk yaştaki veliahtın naibeliğini, İmparatoriçe Lü Hou üzerine aldı ve onun günlerinde iç çatışmalar daha da arttı. 192’de Me-te, doğrudan imparatoriçeye evlilik teklif etti. O, imparatorluğun kocaya çeyiz olarak verileceği ve böylece bütün Çin’in hakimi olacağı ümidindeydi. Bu teklif karşısında öfkeden küplere binen imparatoriçe, önce elçileri öldürtüp savaş ilan etmeyi düşündüyse de, kendisine “barbarlar”a kızılmaması gerektiği, aksine gelin adayının yaşlanmış bir kişi olduğu şeklinde nazik bir cevap verilmesi tavsiye edildi. Çinli vezirlerin korkarak gönderdikleri cevap, nedense Hun yönetimi tarafından makul karşılandı ve bitip tükenme noktasına gelen zayıf Çinli isyancıları desteklemek için güçlü ordular gönderilmediyse de, Hun gruplarının küçük çaplı saldırıları devam etti. Çinliler’in söyledikleri şarkılarda, “P’-hin-ch’eng şehri boyunca kederden başka bir şey yoktu; yedi gün boyunca bir şey yemediler ve yayı gerecek takatları bile kalmadı” şeklinde mısralar yer alıyordu. Bu tarihten sonraki yedi yıl, hiç de sakin geçmedi. Genç imparatorluğun gücü dış düşmanların saldırılarını durdurmaya yeterli değildi, fakat Mete bunu bilmesine rağmen yeni bir savaş başlatmadı. Bunun sebebi, elbette onun barışseverliği değildi. Çünkü batı sınırlarında Yüeçiler’le (detayları tarihî kaynaklarda henüz açıklanmayan) amansız bir savaş başlamıştı. Me-te Han, Tung-hular’a ve Sayan-Altay kabilelerine karşı ne kadar kolay zaferler kazanmışsa, batı sınırlarındaki göçebelerle yaptığı savaşlarda o kadar zorlanmıştı.
Kuvvetlerini dağıtmak istemeyen Me-te, Çin’i rahat bıraktı. Böylece gelişerek güçlenme imkanı bulabilen Shang hanedanı, sınır boylarındaki âsi derebeyleriyle hesaplaşmaya başladı ve neticede âsilerin büyük kısmı çarpışmalarda hayatlarını kaybederken, bütün ümitlerini kaybedenleri de Kuzey-batı Kore’ye kaçtılar. Doğu ile barış halinde bulunmasının Hunlar için ne kadar önemli olduğu şu şekilde izah edilebilir: 177’de Hun sınır prenslerinden birisi, Çin’e saldırmıştı. İmparator Wen-ti, 85 bin kişilik süvari ve zırhlı savaş arabalarından müteşekkil ordusunu düşman üzerine göndermiş, fakat Hunlar savaşa girmeyerek geri çekilmişlerdi. Weng-ti, savaşı bozkırlara taşımak istemiş, fakat sınır voyvodalarından Hsin Kui’nin isyan etmesi onu bu âni saldırıdan vazgeçirmişti. Bu arada Hunlar, Çin’e elçi göndererek özür dilemişler ve saldırıyı yapan prensin sınırdan alınarak batıya gönderildiğini belirtmişlerdi. Aynı prens, orada Yüeçiler’e karşı bir zafer kazanarak hatasını telafi etmişti. Hunlar’ın gücünün boyutunu idrak eden Çin yönetimi, yapılan özür beyanını kabul etmiş ve bir süre sonra da Hunlar’la barış müzakerelerine geçmişti. Varılan anlaşmaya göre, Hun Devleti Çin İmparatorluğu’yla denk kabul edilmiş ve her iki ülkenin yöneticileri birbirlerini kardeş ilan etmişlerdi. Bu, Hunlar için büyük bir başarıydı. Çünkü o güne kadar hiçbir göçebe prensi Çin imparatoruna denk sayılmamıştı. Hun yabgusunun gönderdiği mektuptan, Hun ordusunun 177 yılında bütün gücüyle yüklenerek Yüeçiler’i mağlup ettiğini anlıyoruz.
Bu zaferin sonuçları muhteşem oldu: Hunlar, bütün Doğu Türkistan, Wu-sun prensliklerini ve Ch’iang topraklarını ele geçirdiler.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder