8 Eylül 2022 Perşembe

Hunlar

 


Kanunlar


Aristokratik Hun toplumu, Çinliler’in “karmaşık kanunları yoktu ve kullanımı kolaydı” sözüyle belirttikleri gibi, kendine özgü bir sisteme sahipti. Ağır suçlar ve silahlı yaralamalar, ölümle cezalandırılır; hırsızlık halinde, sadece hırsızın malvarlığı değil, ailenin çalarak elde ettiği bütün eşyası da müsadere edilirdi. Ufak suçlar için suçlunun yüzüne çizik atılırdı. Mahkeme, en çok on gün sürer; gözaltına alınan kişilerin sayısı, aynı anda birkaç onu geçemezdi. Alışılmış hukukun yanı sıra, Me-te döneminden itibaren savaş disiplinini bozan ve askerî emirlere itaat etmeyenlere karşı ölüm cezası getiren bazı devlet hukuku da konuldu. Bu özel kanunlar, hem Hunlar’ın konsolidasyonunda önemli bir rol oynadı, hem de onların Asya’nın en güçlü devleti haline gelmelerini sağladı.

Hun kamu hukukunda, diğer göçebe sistemlerin çoğunda rastladığımız mülkiyet hukukunu buluyoruz: “Herbiri belli bir toprağa sahiptir ve su, mera durumuna göre bir yerden başka bir yere göçedebilir.” Ancak, metnin muhtevasından toprak sahibinin herhangi bir prense veya aileye bağlı bir boy olduğu şeklinde kesin bir hüküm çıkaramayız. İkinci bir varsayımda, VI-VII. Yüzyıllarda Türkler’de uygulanan analojik bir formülden bahsediliyor. Metinde şöyle denilmekte: “Bu ülkelerde (Türkler’in yaşadıkları topraklarda.-L.G.) .. geniş meralar, bol sulu topraklar vardı.


Neden Türkîler kavgalar ederek dağıldılar?” Ancak, Hunlar zamanında, 24 boydan her birinin kendine ait bir toprak parçasına sahip olması istisnaî bir olasılık değildir ki, zaten bu görüşü teyid eden bazı deliller de vardır. M.S. I. Yüzyılın ortalarına kadar çıkan bütün iç savaşlarda boyların ana rolü oynaması, çarpışmaların onların mera topraklarına sahip olmasından kaynaklandığını gösteren dolaylı delillerden sayılabilir. Dağlık ormanların mülkiyeti, muhtemelen ortaktı. Çünkü Çin sınırı boyundaki ormanla kaplı sıradağların elde tutulması meselesi yabguyu daima tasalandırmış, ama buralardan faydalananlar “tâli dereceli prensler” yani onlara bağlı boylar olmuştur. Çöllerin ve kullanışsız toprakların mülkiyeti ise, bütün Hun halkına aittir. “Toprak, devletin temelidir” demişti Me-te. Bu söz, bundan sonraki bütün Hun tarihi boyunca devletin temel prensibi olmuştur. Kölelik, Hunlar’da da vardı, fakat bu, uzun süreli boyunduruk altında tutma şeklinde değildi. Bu durum, daha ziyade Yakın Doğu için geçerliydi. Genelde savaş esir ve esireleri köle olarak kullanılıyor, ama bunlar da bilindiği kadarıyla üretim işlerinde istihdam ediliyorlardı. Hunlar’ın köleye çok ihtiyaçları bulunmasına ve hatta Çin’e yapılan savaşlar sonunda pekçok insanı beraberlerinde bozkırlara getirmelerine rağmen, bütün Hun tarihi boyunca köle ticaretinin varolduğunu gösteren herhangi bir belirti bulamıyoruz.



Savaşlar


Me-te’nin yaptığı reformlar sayesinde, patriarkal kabileler olan Hunlar, savaşçı bir Hun Devleti haline dönüşmüştür. Her Hun, bir savaşçıdır; başında bir kumandanı vardır ve onun emirlerine sıkı sıkıya uymak zorundadır. Ancak, eski boy sistemi bozulmamıştı ve her savaş birliğinin başında, daha sonraki devirlerde Çingis-han dönemindeki Moğollar’da olduğu gibi, alt tabakalardan çıkan kumandanlar değil, sadece yabguyla akraba olan prensler ve boy beyleri bulunmuştur. İktidarın yabgularla beyler arasındaki taksimi, şu veya bu kişilerin tahta ortak olmalarına imkan vermemiştir. Me-te’nin yaptığı ıslahatlar arasında, savaşlarda kumandana mutlak itaatı tamamiyle askeri bir mecburiyet olarak getirmesi ve memurî hiyerarşiyi tesis etmesi gösterilebilir. Ancak, bundan daha önemlisi, toprağın devletin temeli olarak görülmesidir ki bu durum, devletin asırlarca muhafazısını temin etmiş olması bakımından, boy yapısının bozulmasını engellemiş ve kabilelerin konsolidasyonunu sağlamıştır.


Savaşçı olarak doğan sıradan bir Hun, sadece savaşçı olmak zorundaydı. Bu durum, bazı ikbalperestleri rahatsız ediyorsa da, savaşçı, boyu kendisini yüzüstü bırakamayacağı için, durumunun zayıflamasını engelleyecek bir takım garantiler elde etmişti. Ganimetler, kendisinden istirdat edilemeyecek özel mülkü sayıldığından, onun tek servet edinme vasıtasıydı. Sıradan bir Hun, barış döneminde oradan oraya göçetmekle (yılda 2-4 defa), savaş talimleri yapmakla ve ilkbahar ve sonbaharda keyfince dinlenmekle meşgul olurdu. Çinli bakanın, sınır boylarındaki kölelerin anlattıklarına istinaden, Hun savaşçılarının “rahat yaşadıkları” yolundaki sözleri tesadüfî değildi. Ve bu yüzden de Çinliler, sık sık kaçıp Hunlar’a sığınıyorlardı.


Ordu


Çinliler, bütün Hun ordu sayısını 300 bin kişi olarak göstermekteydiler. Bu, biraz abartılı bir rakam gibi görünüyor. Bütün erkeklerin savaşçı olduklarını kabul etsek bile, (halbuki savaşçıların, genel nüfusun ancak % 20’sini teşkil ettiğini biliyoruz), bu durumda Moğolistan topraklarında o dönemde 1,5 milyon insan yaşıyor olması gerekirdi ki, bu rakam bugünkünün dahi iki mislidir. Büyük bir ihtimalle burada, eski Çin kroniklerinin alışılmış bir mübalağası söz konusudur.


Hun hafif süvari birliklerinin en başta gelen silahı oktu. Bu süvari, ne piyade ile, ne de ağır silahlarla mücehhez atlı savaşçıyla kucak kucağa mücadeleye giremezdi; fakat seyyar hareket halinde onlardan üstündü.


Hunlar’ın taktiği, düşmanı yıpratmaktan ibaretti. Örneğin, şehir açıklarında Hunlar, Çin öncü birliklerini kuşatma altına almışlardı. Hun birliklerinin sayısı, Çinlilerinkinden fazlaydı. Çin askerleri, güneyli insanların alışık olmadığı soğuklarda donup kalmışlar ve ağırlıklarından uzak düştükleri için de orduda açlık başgöstermişti. Buna rağmen Hunlar, saldırıya geçmediler. Elbette bunun sebebi, korkaklıkları veya çok dikkatli olmaları değildi. Aksine Hunlar’ın kucak kucağa bir dövüşe ihtiyaçları yoktu. Onlar, düşmanın içinde bulunduğu tinimsiz alarm durumundan faydalanarak, onları yorup, tamamen işlerini bitirmek niyetindeydiler. Çünkü bu bitkinlik ve alarm hali, düşmanın elinden silahı düşürecek ve düşman karşı koymayı değil, sadece kaçıp canını kurtarmayı düşünecekti.


Hunlar, daha önceki küçük çarpışmalarda fazla ustalık gerektirmeyen bu tür manevraları başarıyla uygulamışlardı. Yalandan geri çekilmek suretiyle düşmanı pusuya düşürmüşler ve kendine güvenen yavlarını kuşatma altına almışlardı. Ancak yav kararlı bir şekilde saldırıya geçerse, Hun süvarileri tekrar toplanıp, yeni hücumlar geliştirmek amacıyla “kuş sürüsü gibi” dağılırlardı. Hunlar’ı dağıtmak kolay; mağlup etmek zor, yoketmek ise imkansızdı.


Askerlik, her Hun için bir mecburiyetti, ama ona kesinlikle bir ödül vaadilmezdi. Yavını öldüren bir savaşçı, “bir kupa şarapla ve ele geçirdiği olcanın tamamı kendisine verilmek suretiyle” ödüllendirilirdi. Savaşsız ele geçirilen ganimetler, yabgunun payı da ayrılmak suretiyle taksim (duvan) edilirdi. Öbür türlü, yapılan alıntıyı açıklamak zordur. Savaşlar, Hunlar’a hiç de az gelir bırakmıyordu ve aynı zamanda meşakkatsiz bir ganimetti. Çünkü Hun savaşçısının yaptığı tek şey, belli bir mesafeden düşmana ok atmak, korkudan ödünü patlatıncağa kadar işkence etmek; sonra elini kolunu bağlayıp, evine bir köle gibi alıp getirmekti.


Hunlar, göçebe bir halktır. Hayvan mahsulatı boldu, ama toprak mahsullerine ve kumaşa aşırı ihtiyaçları vardı. Çinliler ve Soğdlular, sınır ticaretiyle bu işte fazla mahir olmayan göçebeleri aldatıyorlardı. Fakat göçebeler, yaptıkları akınlarla bu zararlarını telafi ediyorlar ve böylece hak yerini buluyordu. Hunlar’ın savaşlarda elde ettikleri başarılar, göçebe hayvancılığının gelişmesine zemin hazırlıyordu. Diğer yandan kabilelerin birleşmesi iç çatışmaları azaltıyor; kendi başına buyruk kabilelerin sürekli yağmalarda bulunmasının önünü alıyordu.


Gelirler


Yabgu ve beyler ayakta durabilmek için, halktan toplanamayan gelirlere sahip olmalıydılar. Patriarkal bir toplum, salık (vergi) kavramına yabancıdır; hür savaşçı ise yapacağı bir ödemenin hürriyetini gölgelediğine inandığından, kimseye bir şey vermeye yanaşmazdı. Şu halde salık, hür olmayanlardan yani itaat altına alınmış kabilelerden vergi adıyla, düşmandan ise savaş olcası (ganimet) adı altında toplanmalıydı. Mağlup Tung-hular salıklarını öküzle, at ve koyun derisiyle ödüyorlardı. En çok vergiyi ise Doğu Türkistan’ın zengin vadilerinin çiftçi zenginleri ödüyorlardı. Jo-ch’iang ve Lou-lan (Shan-shan) prensliklerinde Lob-nor Gölü civarında yaşayan mağrur Tankutlar’ın hazırladığı demir silahlar da Hunlar’a oradan geliyordu. Kürk ise muhtemelen kuzey sınırlarında yaşayan Kıpçak, Ting-ling ve Hakaslar’dan geliyordu. Bununla birlikte yabgunun en önemli gelir kaynağı, Çin’de boysundurulmuş olan kabilelerdendi. Gerçi Çinliler, gururlarına yediremediklerinden, güya doğrudan vergi ödemiyorlar, verdiklerini bir tür savga (hediye) olarak kabul ediyorlardı, ama esasen bu savgalar üstü kapalı bir vergi durumundaydı. Örneğin 176 yılında Me-te, Çin’e gönderdiği elçiyle birlikte mütevazi bir hediye, bir deve, iki küheylan ve dörder adetten oluşan iki grup at göndermiş; buna karşılık, gönderilen karşı elçiyle birlikte kendisine şu hediyeler takdim edilmişti: Astarlı ve süslemeli bir kaftan, bir adet uzun simli kaftan, altından yapılmış bir taç, altın işlemeli bir kemer, gergedan boynuzundan yapılmış bir kemer tokası, on top koyu kırmızı ve yeşil renkli işlemeli ipek kumaş.  


Hun Toplum Yapısı


Barbarlığın en üst basamağında, kabile beyleri, genelde savaş kumandanlarından ayrılırlar. Birbirine karışmayan iki kurumun mevcut olduğu İroquois (İrokez)larda böyle idi. Savaş kumandanları ger-sorların (düklerin), büyük halk göçlerinin ardından, boy beyleri ko-nungerleri kovduğu Alamanlar’da da böyleydi. İsparta sitesinde de benzeri bir mücadeleye şahit oluyoruz. Orada kumandan-krallar, ihtiyarlar meclisine, fakat her ikisi de ayrıca halk toplantılarında alınan kararlara bağlıydılar. Atina’da ise halk meclislerinin ihtiyarlar meclisinin-arhontların üzerinde olduğunu, bazilevlerin yani kral-başkumandanların her yerde ilga edildiklerini görüyoruz. Demek ki farklı boy yapısı şekilleri, güçlü savaşçı devlet bünyesiyle karışmaktadır. Acaba, Hunlar bu konuyu nasıl halletmişlerdi? Me-te zamanında, Hun kabilesi, patriarkaldı. Yani çocuklar, annenin değil, babanın soyuna mensuptular. Büyük kardeşin dul hanımı, kendi sevgili hanımı kadar, ona karşı da saygılı olmak zorunda bulunan küçük kardeşe kalırdı. Boy mensuplarına sağlanan dairesel güvenlik, mutlaka bazı mecburiyetleri gerektiriyordu. Aile fertlerinden herhangi birinin işlediği suçun bütün aile bireylerinin ortak sorumluluğu olarak görülmesi de bunu gösterir. Bu genel çizgiler, boyun sağlam bir yapıya sahip olduğunu ve hiçbir şekilde parçalanmadığını ispat etmektedir. Ataerkil boylarda ekzogam ilişkiler daima vardır. Kadın, istisnaî olarak yabancı boylardan alınabildiği ve özellikle yabgunun bu tür evlilikler yaptığı düşünülecek olursa, böyle bir şeyin Hunlar’da da olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekte kimlerin boy prensleri olduğu şeklindeki konuyu aydınlığa kavuşturmak için, etnoğrafik bir çalıştırma yapmaya yönelmek zorundayız. Patriarkal yönetime sahip büyük ailelerdeki ortak yaşam şekli, XIX. Yüzyıla kadar Güney Slavyanlar’ında (Zadura) muhafaza edilmiştir. Ailenin yönetimi, “yaşlı olması şartı kesinlikle aranmayan” domaçin tarafından icra edilir. Roma patriarkal ailelerinde “familia” kavramı, bir kişiye ait olan bütün köleler, yani bütün malvarlığı anlamına gelirdi. Benzeri bir aile yapısı, patriarkal Yahudi toplumunda, örneğin Avraam’ın “Hayat” kitabında da tasvir edilmektedir. Bütün bu şekiller, Hun boy yapısında tamamıyla müşahede edilmemektedir, ama Hunlar’daki boy yapısı, çok daha gelişmiş olmakla birlikte, bunun alp çizgisinin hakim olduğu bir şekil olarak düşünülmesi mümkün değildir. Hunlar’daki boy prensi, boyunun çıkarlarını gözeten, buna karşılık boyun tam desteğini sağlayan kişidir. Daha sonraki dönemlerde, böyle bir sisteme Moğollar’da da rastlıyoruz, fakat bu, sadece, boy bağlarını parçalayan ve onun yerine savaş hiyerarşisini yerleştiren Çingis-han’ın harp reformlarından etkilenmeyen boylarda geçerlidir. Buradan yabgu boyunun, büyük bir devlette mutlak iktidardan ne ölçüde faydalandığını tesbit edebiliriz. Bu iktidar, toplum hukukunun ihlali üzerine kurulmamış, aksine boy büyüklüğünün sağladığı ilkel otorite üzerine bina edilmişti. İtaat altına alınan halklara karşı takınılacak tavır konusunda, yabgu, az veya çok katı davranma hakkına sahipti, fakat ata tarafından olan kendi halkına karşı bir şekilde lütufkar davranmak zorundaydı.

Hunlar’daki boy yapısının mevcudiyetini tesbit ettikten sonra, artık askerî kumandanların ne gibi bir oruna sahip oldukları konusu üzerinde durmamız şart oldu. Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, Hunlar’da kumandanların orunu, boy sistemine göre tesbit edilmezdi.Onlar, neseplerine göre değil, özelliklerine göre seçilirlerdi.

Bunlara “ku-tu-hou”[tümgeneral] denilirdi. En alt askerî hiyerarşiden başlayarak, boy beylerine bağlıydılar. A.N. Berchtam, Oçerki is-torii gunnov (Hun Tarihi Üzerine Tedkikler) isimli eserinde, yabgunun boyların hakkını Gaspettiğini ileri sürerse de, bu görüşün tarihî kaynakların dikkatlice incelenmemesinden kaynaklandığı görülmektedir. Bir kere, gerek yabgu ve gerekse yüksek orunlu beyler, boyun üyeleri oldukları için, onun temsilcisidirler. Tıpkı bir aile reisinin, kendi şahsında bütün aileyi temsil edip, onun namına konuşması gibi. Me-te ve haleflerinin ortaya koydukları yapı, boy bağları sistemini koruduğu gibi, alp-tokrasi yani boy içindeki büyüklerin iktidarını temsil etmekteydi. Denilebilir ki boy sisteminin gelişimi sırasında, yeni doğan bir çocuğun yaşlı ileri gelenler arasında “büyük” kabul edilebildiği müstekar bir sistemde, şahsî yükselmeye yer verilmezdi. Bütün iktidarı ele geçiren boy beyi, halk kengeşlerine boy prenslerini temsilen katılırdı. Halbuki boy prenslerinin ve beylerin yılda iki defa muntazam olarak yığıldıkları gözönüne alınırsa, Hun tarihinde halk kengeşlerinin hiçbir zaman yapılmadığı görülür. Hun Devleti’ni bir çeşit kabile imparatorluğu olarak gösterme hakkına sahip olmakla birlikte, boy beylerinin konsolidasyonunun fazla üst düzeyde gerçekleşmediği görülüyor. Ancak, böyle sağlam ve orijinal bir sistemi kurmak kolay değildi; çünkü bu sistemin kurucusunun üst düzey bir aileden geliyor olmasının yanı sıra, fevkalade savaşçı bir kabiliyete sahip olması da gerekiyordu. Eski savaş disiplinine saygı duymakla birlikte, gücünü geliştirerek urukdaşları arasındaki yavlarını bertaraf edebilen Me-te, bütün bu özellikleri bünyesinde toplamıştı. Yukarıda da gördüğümüz gibi, yönetimi henüz ele aldığı dönemde, babasının ve kardeşinin kuvvetlerini ancak urukdaşlarının kendi tarafında yer aldığına kanaat getirdikten sonra bertaraf etmeye girişmişti. Yine yukarıda gördüğümüz gibi, disiplini bozanlar ve halkın yöneticisine muhalefet etmeye çalışanlarla mücadeleye girdiğinde, ilk yaptığı iş, hoşnut olmayanların kellesini vurdurmak olmuştu. Göründüğü kadarıyla, ilk temel ders, saygıydı; çünkü, ancak ondan sonra herhangi bir disiplin bozma girişimine rastlanmamaktadır.

M.Ö. 209 yılı, bütün Hun ulusunun kaderinin tayin edildiği meş’um bir yıldı. Çünkü, eğer Me-te’nin zeka ve enerjisi olmasaydı, Hunlar da tıpkı Keltler gibi, kabile savaşlarında yahut Germenler ve Samnitler gibi, paralı askerlerin çarpışmalarında, yahut Skandinavlar ve İrokezler gibi, komşulara karşı girişilen yağma ve tenkil savaşlarında bütün güçlerini harcamış olacaklardı. Her halükârda onlar, kanunları ihlal eden ve kendi kendini yoketme basiretsizliğini gösteren yarı vahşi göçebe kabileler arasında gösterilemezlerdi. Fakat göçebe kabilelerin genel tarihî gelişim seyrine baktığımız zaman, anlıyoruz ki bu olayların seyri bozulamazdı. Tarihten silinen Hunlar’ın yerini, bazan doğulu Moğol-Tung-hular, bazan güneyli Tibetliler yani Ch’ianglar, bazan batılı Ariler yani Yüeçiler ve bazan da Nenetzler’in ataları kuzeyli Ugorlar almışlardır. Olayların seyrindeki değişiklik, sadece kültürel gelişim ve etnik yapılarda olmuştur. Ne var ki bütün bu tâli dönemlerde, Hunlar’ın ağır bir hayatı olmamıştır. Bu yüzden Me-te’nin getirdiği reformlar, onlar için büyük öneme sahipti. Sadece insanlığın genel gelişim kanunları değil, onların kendileri de, gerçek geçmişin haritasını yeniden çizen tarihçiler için önemlidirler.

Me-te’nin hiç yoktan bir devlet kurduğu söylenebilir. Çarvacılık (hayvancılık) endüstrisinin gelişimine bağlı olarak, göçebe kabilelerin konsolidasyonu, bütün tarihî süreçlerde müşahede edilmiştir. Bununla birlikte, Me-te’nin faaliyet ve kabiliyetleri, ancak dikkatli bir araştırmayla tesbit edilebilir. Onun ıslık çalan oklarının ardından sadece usta avcılar değil, kumandanlarına güvenen ve verilen görevin şuuruna vararak itaat eden savaşçıları da gitmişlerdir. Me-te, hayatının başlangıcında, kendisinin de hayal etmediği büyük bir mevkiye ulaşarak, 174 yılında hayata gözlerini yummuştur. Torunlarından hiçbiri, kabiliyet yönünden ona denk olmamış olsa da, kurduğu devlet 300 yıl ayakta kalabilmiştir.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak