Yin-shan’dan Sayan-Altaylar’a kadar uzanan topraklarda yapılan kazılarda ele geçirilen M.Ö. V-III. Yüzyıllar arasına ait arkeolojik bulguların birbirine benzerliği, bize, o dönemde Hunlar’ın yayıldıkları sınırları göstermektedir. Arkeolojik cihetten bu kültür, sanatta “vahşi hayvan figürleri”yle bronz çağının izlerini yansıttığı için “taş mezar” kültürü olarak da adlandırılır. Bu dönemin sonlarına ait mezarlarda, Hunlar’ın, işlemesini Batılı Junğlar’dan öğrendikleri demir parçalarına da rastlanmaktadır. Hunlar, avcılık ve çarvacılığın (hayvancılık) yanı sıra, ilkel bir tarzda ziraatle de uğraşmışlardır. Gerek Kuzey Moğolistan ve gerekse Büyük Çin Seddi bölgesinde rastlanan tahıl öğütme âletleri de buna işaret etmektedir.
Hunlar, bu dönemde, yukarıda sözü edilen atalarına çok az benzemektedirler. Artık onlar, tamamen başka bir halktır. 800 yıl boyunca Sibirya uçlarında öyle kaynaşmalar meydana gelmiştir ki, neticede G. Fi Debets’in “Paleosibiryalı” dediği antropolojik yeni bir Hun tipi ortaya çıkmıştır. Arkeoloji, Hunlar’da bakır dökümcülüğünün geliştiğini ve aralarında dökümcü ustalarının bulunduğunu göstermektedir. Muhtemelen toplayıcılık yapan Hunlar’ın bu yolla hayli servet yığdıkları görülüyor. Nitekim Deguignes, Sih-ma Ch’ien’in anlattıklarına istinaden, “savaş esirleri, Hunlar’ın zenginliğinin temelini teşkil ediyordu ve Hunlar, bu esirleri evcil hayvanlar gibi kullanıyorlardı.” demektedir. Daha önce, ilk Hunlar yani Glazkovolarda, patriarkal köleciliğin gelişmiş olduğunu görmüştük. Köleler, ağır ev işlerini yapıyorlar; odun toplayıp, su taşıyorlardı. Yetişkin ev sahiplerinin yaptıkları işleri yapmalarına müsaade edilmiyordu: Av yapamazlar, sürüyü otlatamazlar ve savaşlara katılamazlardı. Yani üretime iştirak edemezlerdi. Kısacası, onların varlığı, patriarkal boy yapısını bozmuyordu.
Hun ekonomisi, orman-step landşaftın özelliklerinden faydalanma temeli üzerine kurulmuştu. Bu yüzden, sadece yeşil alanlara değil, ormanla kaplı dağlık alanlara da ihtiyaçları vardı. Dağ ormanları, yurt ve araba yapımı için gerekliydi. Ayrıca dağ ağaçları, ok yapımında daha kullanışlıydı ve orada yaşayan kartalların “telekleri, ok tüyü yapımına uygundu.” Orman içindeki sığınaklar, fırtına sırasında sürülerin barınması için oldukça elverişliydi ve ayrıca çobanlar, ocak yakmak için kestikleri odunları kışın kızaklarla kolayca taşıyabiliyorlardı. Hunlar, gerçekten ormanla kaplı dağlara çok ihtiyaç hissettiklerinden, Yin-shan ve Ch’in-ling-shan etekleri için Çinliler’le, Moğolistan Altayları ve T’ien-shan için de Yüeçiler’le savaşmak zorunda kalmışlardı.
Genel olarak, eski kültürleri kendi aralarında karşılaştırdığımız zaman, bunların gelişim seviyelerinin, bulunan silahlar, yazılı materyallar, sanat eserleri vb. gibi maddî kalıntılara göre farklılıklar arzettiğini görüyoruz. Sadece günümüze kadar yetip gelebilen hatıralar, yani taş silahlar ve madenî eşyalarla yetinmek zorunda kaldığı için bu metod yeterli değildir. Sistemin ilk eksikliği, kurak iklime sahip ülkelerdeki âbidelerin, rutubetli yerlerdeki âbidelere göre kıyas edilemeyecek kadar daha iyi korunabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer yandan, insanların, kendilerinden binlerce yıl sonra arkeologlar bulsunlar diye değil, bizzat yaşamak için ev yaptıkları gözönüne alınacak olursa, ağaçtan yapılan evlerin taş evlerden daha kötü olmadığı kabul edilmelidir. Şu halde, taş ev yapmayanların kültür seviyelerinin daha düşük olduğu hükmüne varmak, ikinci bir hatadır. Aynı şekilde, elbiselerin, ancak metalik olan kısımları bozulmadığı ve bunlar bütün halklar için geçerli olmayan kriterler olduğu için, onların güzel ve değerli olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Düşünelim ki A halkının süsleme zevki, oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmış, B halkı ise çok kaba taş nazarlıklar yapmakta ustalaşmış bulunsun ve bunlar, A halkı tarafından alınarak kullanılmış olsun. Bu durumda, A halkının zevki, kendi başına bir bütün teşkil etmez, ama B halkının yaptığı orijinal bir stil sayılır. Okuma-yazma konusunda da durum aynıdır: Tercüme, rivayet ve derlemelere sahip, büyük kütüphaneleri olan milletler vardır ve örneğin; Moğollar ve Mançurlar’da olduğu gibi bunların kendi orijinal eserleri çok azdır. Yeri gelmişken “İlyada” ve “Kalevala” gibi sanat şaheseri meydana getiren kültürsüz halklar da vardır.
Kısacası, eski kültürlerin karşılaştırılması sadece mümkün değil, gereklidir de; ama bunun için, ilk önce incelenen halkların orijinal gelişim çizgilerinin gözden geçirilip ortaya konulması gerekir. Ayrıca, günümüze kadar ulaşmış bulunan farklı materyal bakiyelerinin de buna engel teşkil etmemesi lazımdır.
Hun sınırlarının asıl ulaştığı noktalar, Moğolistan bozkırlarının yayıldığı alanlardı. Büyük Bozkır, ilk devirlerde, tıpkı bir deniz gibi, Güney Sibirya ve Kuzey Çin’in meskun orman- step şeritleriyle bölünmüştü. Her iki şeritte yaşayanlar, -çiftçiler, yerleşik çarvacılar ve orman avcıları,-bozkırlara yönelemezlerdi. Çünkü bozkır bitkilerinin onlara sağlayacağı bir faydası yoktu. Hunlar, yeterli miktarda at üretmişler, hamut vurulan öküzler ehlileştirmişler ve kulübeler -tekerlekli arabalar- kurmuşlardı. Çarvacılıkla uğraşanlar, ilk göçebelerdi ve günlük hayatta ihtiyaç duydukları et ihtiyacını karşılamak için sürek avı tertipliyorlardı. Hatta M.Ö. III. Yüzyılda, şahinle avlanmayı bile öğrenmişlerdi.
Kulübeleri -tekerlekli çadırları,- kullanıma oldukça elverişliydi. Her şeyden önce, dondurucu toprak ve taş duvarlara nisbetle, bu çadırlar, rüzgar ve soğuğa karşı fevkalade koruyucu durumundaydı. Ayrıca, otağı sökerek, daha sıcak bir yere taşıma imkanı vardı. İkinci olarak, Hunlar’ın da yaptığı gibi, tekerlekli kulübe, mevcut mal varlığını düşmana kaptırmamak için daha güvenliydi.
Deri elbiseler; dayanıklı, hafif ve kullanılışlıydı. Sürüleri çok olduğu için, gıda maddesi olarak kullandıkları et ve süte yeterinden fazla sahiptiler. Ağır işlerle uğraşmamaları ve sürekli avlanmakla meşgul olmaları, fizikî güçlerini geliştiriyor; sık sık tertipledikleri askerî yürüyüşler ise, erkeklik ve iradelerini kuvvetlendiriyordu.
Bunun yanında, askerî seferler, Hun ekonomisinde önemli bir rol oynuyordu. Tarihî gelişimin erken dönemlerinde, ilkel kabilelerde, kendilerinde yeterli ölçüde bulunmayan gıda maddelerini, sürekli olarak komşularını yağmalamak suretiyle elde etme alışkanlığı ortaya çıkmıştı. Bu, tehlikeli bir yol, fakat akıllıca bir gelir elde etme şekliydi. Çünkü elde edilen olca (ganimet), halkın ihtiyacını karşılamaya yetiyordu. Birçok halklar gibi Hunlar da bu merhaleden geçtiler. Ancak, ilk yabgular döneminde, Hunlar’ın esas gelirlerini, itaat altına alınan halkların ödedikleri haraçlar teşkil ediyordu.
Bununla birlikte, Hunlar’ın şekillenme dönemlerinin başlangıcında, örneğin, Franklar, Gotlar, Araplar, Slavyanlar ve eski Grekler’den pek farklı olmadıklarını belirtmemiz gerekmektedir.
Hunlar’ın savaş esirleri ve sığınmacılara karşı davranışları da oldukça insanî idi. Bu yüzden Çin devleti, birbirini takip eden Hun saldırıları kadar, kendi halkının muntazaman bozkıra taşıdığı gelirlerinden de korkuyorlardı.
Kadınların politikaya karışmaları, onların Çin, Hindistan ve İran’da olduğu gibi hiç de aşağılanmadıklarının bir delilidir.
Hunlar’ın gelişmiş özel bir kültürlerinin olmadığı konusundaki delillerin en belli başlısı, onların okuma-yazma bilmedikleri, üstelik bunu gösterecek herhangi bir bulguya da bugüne kadar rastlanmadığı şeklindedir. Hunlar’ın okuma-yazma bildikleri; deri, ağaç kabuğu veya kâğıt üzerine yazılan şeylerin günümüze kadar yetip gelmesinin her zaman mümkün olmadığının, akla pek yatkın gelmediği düşünülebilir. Ancak, bu görüş ve hatta peşin hükümler, elde edilen yeni bilgilerle çürütülmektedir. Mesela “Üç Hükümdarlık Tarihi”nde Çin ile eski Kamboçya hükümdarlığı Fu-nan arasında, karşılıklı elçilerin gelip gittiği kaydedilmektedir. Çin elçisi, Kamboçya’da 245-250 yılları arasında kalmış, onun refaketinde bulunan Kang T’ai, ülkesine döndükten sonra Fu-nan hükümdarlığı hakkında bilgi vererek, “Kitapları var; onları arşivlerde saklıyorlar. Yazı şekilleri Hunlar’ın yazılarına benziyor” demiştir. Fu-nanlılar, Hint yazı stilini kullanıyorlardı. Bu açıklama, fevkalade önemlidir. Çünkü Çinli diplomat, Hun yazısından bahsetmekte ve kesin olarak bildiği bir mesele hakkındaki görüşünü, başka bir şeyle kıyaslayarak ve açıklayarak izah etmektedir. Daha da önemlisi, Hun yazı stilinin Hint alfabesinden kaynaklandığını, dolayısıyla Hun Devleti’nin Batıyla bağlantıları bulunduğunu belirtmektedir. Han dönemi Çinlileri’nin Hunlar’ı vahşilikle suçlamalarının sebebi, belki de ellerindeki tek kültür kaynaklarının kendi ülkelerine ait olan kaynaklar olması idi. Ne yazık ki Hunlar’ın folklorları ve manevî kültürleriyle ilgili diğer bilgiler, geri dönmeyecek şekilde kaybolup gitmiştir. Yine de Hun kültür seviyesi ve özellikle de Hunlar’ın Sayan-Altay civarlarında yaşayan çağdaşlarının muhteşem sanatları hakkındaki bilgiler, Moğolistan ve Ordos’ta yapılan arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkacaktır.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder