Batı Sınırı
Me-te’nin Lao-shang-yabgu unvanıyla tahta çıkan oğlu Chi-yü, [Ki-ok] büyük bir devletle birlikte, bazı karmaşık problemleri de miras olarak almıştı. Devraldığı problemler, geciktirilmeden halledilmek zorundaydı. Bunların en başında geleni ve en önemlisi de, batı sınırlarının korunmasıydı. Ele geçirilen bu topraklardaki Yüeçiler sıkılıp çıkarılmış, fakat T’ien-shan’ın [Tanrı Dağları] kuzeyinde bulunan bozkırlarda tutunmayı başarmışlardı. Yüeçiler’in küçük bir kısmı, asıl kütleden koparak, “Küçük Yüeçiler” adı altında Nan-shan’da kalmıştı, ama büyük kısmı inatla karşı koymaya devam ediyordu. Yüeçiler’in hükümdarı Ki-to-lo [Ch’i-to-lu], sonunda Hunlar’la savaşa girmişti. Fakat Ki-to-lo öldürülmüş; cesedi düşmanın eline geçmiş ve Lao-shang yabgu, onun kafatasından şarap kâsesi yaptırmıştı. Yüeçi hezimetinin tarihini kesin olarak tesbit etmek mümkün değilse de, bunun, yaklaşık olarak M.Ö. 174-165 yılları arasında vukû bulduğu söylenebilir. Çünkü Ki-to-lo’nun halefi, 165’de kalan halkını alarak Sır-derya tegrelerine gelmiş ve Amuderya sahillerinde Makedonyalı İskender İmparatorluğu’nun kaldıkları olan Baktria Grekleri’yle çarpışmalara girmiştir. Tam 150 yıl boyunca dünyaya hakim olmuş olan fatih “gümüşi falanjlar ve yenilmez peltastlar,” savaş üstünlüklerini kaybetmişlerdi. Yüeçiler, fazla zorlanmadan Baktria’yı ele geçirmişlerdi ve kendileriyle savaşmaktan büyük zarar gördükleri Hunlar’la da artık dalaşmaktan uzak duruyorlardı.
Yüeçiler’in boşalttıkları topraklar -Yedisu-, Sakalar ve Yüeçiler’in kaldıklarıyla kaynaşan Wu-sunlar tarafından işgal edildi. Giderek güçlenen Wu-sun hükümdarı, “yabgunun ölümünden sonra” Hun-lar’a itaatten baş tartıp, fiilen onlardan ayrılmanın mümkün olacağı kanaatine vardı. Hunlar’ın Wu-sunlar üzerindeki egemenliklerini yeniden tahkim girişimleri de, bir netice vermedi. Peki, bu olay ne zaman olmuştu? Bu olay, ancak Wu-sunlar’ın Hunlar’la birlikte hareket ederek Yüeçiler’i yenmesinden, yani 165 yılından sonra olmuş olabilir. Demek ki yabgunun ölümü üzerine ibaresiyle, Lao-shang’ın kastedildiği anlaşılmak lazım gelir. Yabgu 161’de öldüğüne göre, Wu-sun-lar’ın itaatten çıkması, M.Ö. II. Yüzyılın ellilerinde, yaklaşık olarak, Hunlar’ın, Çinliler’le savaşmaları sebebiyle, batıda ikinci bir savaşı sürdürecek güçten mahrum kaldıkları 158-154 yılları arasında gerçekleşmiştir.
Wu-sunlar, Hunlar’ın güçlenmelerini sağlayan bir toplum yapısından uzaktılar. Daha sonraki olaylar da bunu göstermektedir. Wu-sunlar’da 120 bin çadırda 630 bin kişi yaşıyordu ki, her bir çadıra beş kişiden birazcık fazla insan düşüyordu. Bu bir boy değil, iki aileden meydana gelen bir gruptu. Kadın, kendisini istediği kişiye verme hakkını elinde tutan erkeğin özel mülkü olarak kabul ediliyordu. Mesela Wu-sun reisi, Çinli bir kraliçeyi kendi torununa hediye etmiş, bir başka reis ise kendi hanımını amcazadesine vermişti. Wu-sunlar’da kesinlikle mülkiyet eşitliği yoktu. Mesela kaynaklarda, dört bin atlık sürüleri olan zenginlerden bahsedilmektedir.
Wu-sunlar’ın siyasî yâpısı, bariz şekilde Hunları’nkine benzemekteydi. Halkın başında, k’un-mo titülü taşıyan bir reis vardı. Çin kaynaklarına göre, Wu-sunlar’da kumandan sayısı 16, ordu sayısı ise 188 800 kişiydi. Bu oldukça büyük bir güçtü. Buna rağmen Wu-sunlar, o dönemde Hunlar’la barış içinde yaşıyorlardı. Belki de batılı komşularıyla aralarında bulunan düşmanlık, onları böyle bir ittifaka mecbur bırakıyordu.
Wu-sunlar’ın batısında, Mirzaçöl bozkırında yerleşmiş bulunan K’ang-chüler yaşamaktaydılar. K’ang-chü kabilesi, Wu-sunlar’dan iki misli daha zayıftı ve Hunlar’la Wu-sunlar arasında tampon bölge vazifesi görüyorlardı. Görünüşe göre, Hunlar’ın K’ang-chü üzerindeki hakimiyeti sembolikti, fakat onların batı sınırını teşkil ettiklerinden, Hunlar, rahatlıkla doğuya yönelebiliyorlardı. Wu-sun ve K’ang-chü’nün daha güneyinde bulunan Soğdiyana Hunlar’ın hakimiyeti altında olmamakla birlikte, kendi arasında bir birlik teşkil edemediğinden, (çünkü Soğdiyana kendi başına müstakil 70 prensliğe bölünmüştü) bir tehlike teşkil etmiyordu. Bu yüzden Yüeçiler’i tarumar etmiş bulunan Lao-shang yabgu, batı sınırlarını tamamıyla güvenlik altına almış; “Batı ucu” (o dönemde Çinliler’in Sinkiang=Hsi-yü dedikleri topraklar) prensliğini ele geçirebilmişti. Bu prenslik, yeni doğmakta olan bir imparatorluğun ekonomik yapılanmasında oldukça önemli rol oynayabilecek imkanlara sahipti.
İç Politika
“At sırtında bir imparatorluk kurabilirsiniz, ama onu at sırtından yönetemezsiniz” demişti bir defasında Çingis-han döneminin etkili yöneticilerinden Yeh-lü Ch’u-ts’ai. Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Yabgu Me-te de bunu çok iyi anlamıştı. Hükümdarlığının sonlarına doğru, Çin’den kendisine sığınan birçok Çinliyi hizmetine alarak, Çin sarayı ile Hun devleti arasındaki diplomatik ilişkilerde onlardan geniş ölçüde faydalanmıştı. Yerine geçen oğlu Lao-shang yabgu da onun izinden yürümüş ve Çin’den kendisine zorla elçi olarak gönderilen Chung Hang Yüeh, Hun tarafına geçmek isteyince bu teklifi sevinçle karşılamış ve kendisini iltifatlara boğmuştu. “Yüeh, yabgunun çevresinde bulunanlara, tebaa ve hayvan sayısı ile mal varlıklarını bir deftere kaydedilmesini öğretti.” Bu durumun kabulü, Hun toplumunun iç işlerinde büyük bir devrim yarattı. Yabgu ve yakınlarına (ki hepsi de onun akrabalarıydı) verilen salıklar (vergiler), yabgu boyunu diğer küçük boylar arasından çıkarmış ve Me-te’ye rüyasında bile göremeyeceği büyük bir imkan sağlamıştı. Bunun sağladığı en büyük imkan, yabguya “Göğün ve yerin oğlu, güneş ve ayın ortaya çıkardığı büyük
Hun Yabgusu..” ünvanının verilmesi oldu. Burada iktidar hakkının “tanrıların lutfuyla” tayin edildiği; bu yüzden de kabiledaşların iktidara gelen kişiye itaat edip, karşı çıkmama mecburiyetinde olduklarını görüyoruz. Böylece yabguya tanınan imtiyazlar, eski sisteme o kadar ters düştü ki, halk kitlelerinin isyan edip silaha sarılacakları tahmin edildiyse de, hiçbiri olmadı. Aksine yabgu iktidarı, görülmemiş yetkilerle donatıldı. Esasen Hunlar, eski hürriyetlerini ister istemez kaybetmişlerdi ve onu elde etmek için galiba büyük bir bedel ödeyeceklerdi. Artık, mağlup kabile ve halklardan elde edilen savaş ganimetlerinin ve vergilerin tamamı, doğrudan yabgunun hazinesine gidiyordu. Gerçi bu ganimetlerin önemli bir kısmı savaşçıların elinde kalıyor ve Hun kadınları koyun derisinden yapılma giysilerini ipekli elbiselerle değiştiriyorlardı. Artık, Hun sofralarında kımız ve kaşarın yanı sıra, Çin şarapları, ekmek ve tatlılar da yer alıyordu. Tarihî kaynaklar Hun toplumunda görülmemiş bir refah ve lüks döneminin başladığını, bununla birlikte âdetlerin bozulduğunu kaydetmektedirler.
Kendisini yeni efendisinin hizmetine adamış olan uzak görüşlü Yüeh, bu tür değişikliklerin getireceği tehlikelere işaret etti. “Hunla-rın nüfusu, -dedi Yüeh Lao-shang yabguya- bir Çin şehrinin nüfusuna bile denk değildir. Fakat onlar, farklı giyim-kuşam ve yeme-içme konusunda Çinliler’e bağımlı olmadıkları için, güçlüdürler. Şimdi ise, ey yabgu, siz âdetlerinizi değiştiriyor, Çin eşyalarından hoşlanıyorsunuz. Eğer Çin, elindeki eşyaların onda birini gözden çıkarırsa (satmaya razı olursa. L.G.), bütün Hunlar tek tek Han hanedanı tarafına geçerler. Siz Çin’den ipekli kumaşlar alarak, halkın üzerindeki elbiseyi çıkarıp onları giydirin. Sonra da dikenli bitkiler arasına salıp, böylece, bunların kürk ve deri elbiselerin yerini tutamayacağını gösterin. Çin’den gıda maddesi alın, ama onu kullanmayarak, kaşar ve sütün onlardan daha üstün olduğunu gösterin.”
Yüeh’in hazırladığı proğrama kulak asılmadı. Yabgu, geleneklerin bozulmasının müsebbibi olduğu kadar, ekonomi ve hayat tarzının da değişmesine yol açtı. “Eşyaların cazibesi”, Hunlar’ı giderek daha fazla tüketime sevketti ve neticede, hayat tarzları değişti. Fakat bu tür değişimlerin neticelerinin görülmesi için çok beklemek gerekmeyecekti. İki üç nesil (50-75 yıl) sonra hepsi neredeyse dejenere olmanın kucağına itilmişti. Hunlar’ın çok sevdikleri ürünler Çin’den akıp giderken, tabiî olarak, bu kanalın daha da genişletilmesi istekleri yükselmeye başladı. Me-te ve Lao-shang döneminde Çinliler, küçük partiler halinde, yine bu hediyeleri göndermeye devam ettiler ve yabgu da onları halkına dağıttı. Yabgu, bu gerekli talebleri yerine getirebilmek için Çin’le yapılan sınır ticaretini bir düzene sokmaya çalıştıysa da, çoğunlukla Çin yönetiminin itirazlarıyla karşılaştı.
Han hanedanı, Çin’de ordunun ve devlet erkanının ihtiyaçlarını giderebilmek amacıyla, halktan mümkün olduğunca çok ürün toplamayı amaçlayan yeni bir salık (vergi) sistemi geliştirdi. Buna göre, sınırdaki barter ticareti, gerekli salığı toplayabilmek amacıyla doğrudan devletin kontrolüne geçiyordu. Bu sistem, öncelikle salık ödeyen Çinli tebaayı, ikinci olarak da ihtiyacından daha az kumaş ve ekmek temin edebilen Hunlar’ı tedirgin etmişti. Her iki taraf da aracısız alışveriş yapmak istiyor, fakat bu da tebaadan devletin kasasına daha çok salık aktarmaya alışmış olan Çin yönetiminin işine gelmiyordu. Anlaşılan, bu çetrefil mesele, ancak savaş yoluyla çözülebilecekti ve savaş da kendini fazla beklettirmeyi sevmezdi.
Serbest Ticaret Savaşı
Lao-shang yabgu, Yüeçiler’in işini bitirip, hareket serbestisine kavuşunca, Çin üzerine yürüdü. 166’da 140 bin kişilik bir süvari ordusuyla Kuzey-batı Çin’e girip, “büyük miktarda esir, sürü ve mal topladıktan sonra imparatorun yazlık sarayını yaktı. Hun süvari birlikleri, başkent Ch’ang-an’a 43 km. kadar yaklaşarak, hızlı bir akın düzenlediler. Seferberlik ilan eden imparator, bin zırhlı savaş arabası, 100 bin süvari ve üç yardımcı kolordunun hazırlanmasını emrettiyse de, onlar toplanıncağa kadar, Hunlar, bir tek kayıp bile vermeden, ele geçirdikleri olcalarla ülkelerine geri döndüler. Bunu takip eden dört yıl boyunca, Hunlar, akınlarını sürdürerek, bütün sınır bölgelerini (özellikle de Liao-tung civarını) yağmaladılar. Esas darbe, kısa süre önce Hunlar tarafından fethedilen ve Çinli olmayan halklarca meskun bulunan batı bölgesinden vurulmuştu. Askerî harekat, bilhassa P’ei-ti’de (Doğu Kan-su) etkili olmuştu. Burası, İ-ch’ü Junğları’nın vatanı idi ve ancak M.Ö. III. Yüzyılda fethedilmişti. Burada Hunlar’ın yerli halkların yardımları sayesinde Merkezî Çin’de yenilgiden kurtulduklarını hatırlatmalıyız. Bu yürüyüş çok az olumlu sonuç vermekle birlikte, Çin süvarileri batıya itilmiş; aynı dönemde Hunlar, Yin-shan’dan başlayarak bütün doğu sınırlarını yağmalamışlardı.
Sonunda 162 yılında İmparator Wen-ti, Lao-shang yabgudan barış anlaşması yapılması talebinde bulundu. Yabgu, cevap olarak, önemsiz havası vermek amacıyla bir tang-hu (düşük dereceli memur) gönderdi. Tang-hu beraberinde hediye olarak Çin vakanüvistlerinin zikretmeye bile değer görmedikleri iki at götürdü. Buna rağmen Wen-ti, kırgınlık duymadığı gibi, hediyeleri de kabul ederek, barış anlaşmasını akdetti. Yapılan anlaşma, Çin için oldukça ağır ve utanç vericiydi. Buna göre Çin ve Hunlar iki eşit devlet sayılacak; Çin, komşusunun ülkesindeki soğuk iklimin güçlüklerini hesaba katarak Hun yabgusuna her yıl “hatırı sayılır ölçüde darı, beyaz pirinç, simli kumaş, ipek, pamuklu kumaş ve farklı değişik eşyalar” gönderecekti. Bu, bir tür üstü örtülü haraçtı. Anlaşmaya göre, eski sığınmacılar iade edilmeyecek, fakat yeni sığınmacılar ölüm cezası verilmemesi garantisiyle geri iade edileceklerdi. Anlaşma, Hunlar’ın Çinlilere karşı bâriz bir üstünlük sağladığının kesin göstergesi olmakla birlikte, serbest sınır ticareti konusunda herhangi bir madde konulmamıştı.
Lao-shang yabgu, Çinle Hunlar arasındaki sınır ticareti meselesini halletmeden, 161’de tahtı oğlu Kün-çin’e bırakarak öldü. Kün-çin, hiçbir değişiklik yapmadan, varılan anlaşmayı uyguladıysa da, 158’de Çin’e karşı saldırıya geçiverdi. Her biri 30 bin kişiden (?!) meydana gelen iki Hun birliği, kuzey ve batıdan Çin sınırlarını aşarak, yağmalaya yağmalaya ilerlemeye başladılar. Sınırlara yerleştirilen ve ateşle yağmayı haber veren özel alarm sistemine rağmen, Çin orduları hemen toparlanamadılar ve sonunda Çinliler sınırlara yaklaştığında Hunlar çoktan uzaklaşmış oldular. Hunlar, bir sonraki yıl da başarılı saldırılar gerçekleştirdiler. Wen-ti 157’de ölünce, 156’da Ching-ti tahta geçti. İmparatorluk sınırları içinde şiddetli grup çatışmaları meydana geldi. Mağluplar tenkil edilmelerini beklerken, tekrar toparlanarak Hunlar’dan yardım istediler. Ancak yeni yönetim, iç problemleri bastırmayı başardı ve 154’de Hunlar yardım etmediği için, isyancılar tamamen tepelendi. Tabiî Hunlar, Çinliler’in iç işlerine karışmamanın karşılığını aldılar ve böylece 152 yılında sınır pazarları açılarak, değiş-tokuş ticareti yeniden canlandı. Bundan başka, Hun yabgusuna büyük hediyelerle birlikte bir de Çinli prenses gelin olarak gönderildi. 152. yıl, Hun gücünün zirveye ulaştığı yıldı.
Doğu Sınırı
Hun yabgusu, doğu ve kuzey-doğu sınırlarına tam anlamıyla hâkimdi. İtaat altına alınmış olan Tung-hular, göründüğü kadarıyla, 209’da pek de isyan edecek durumda değillerdi ve o andan itibaren, kesinlikle güçlü olmayan ordaların kaldıkları, yeni efendilerinin sadık tabaaları haline gelmişlerdi. Bir kere “Tung-hu” kelimesi ortadan kalkmıştı ve onların torunları ise, Wu-huanlar olarak bilinmekteydi. Wu-huanlar, Çinliler’in sınır komşusu olarak, Güney Mançurya bozkırlarında yaşıyorlardı. Onların kuzeyinde, Batı Mançurya ve Barga’da akrabaları olan Siyenpi [Hsien-p’i]ler, Baykal-ötesinin doğusundaki Argun sahillerinde ise örme saçlı T’o-palar (Toba okunur) hayat sürüyorlardı. Bunların tamamı, Moğol kabileleriydi.
Kabilelerin çeşitli isimlerle anılması, okuyucunun kafasını karıştırmasın. Avrasya’da bütün halklar, sık sık isim değiştirmişler; bazan hükümdarın ismiyle, bazan yaşadıkları yerin adıyla, bazan da takma adlarla anılmışlardır. Hun Devleti’nin bel kemiğini teşkil eden kabile yapısı, Kingan[Hingan]ın doğusuna doğru daha az gelişmişti. Wu-hu-anlar, obalar yani münferit aileler halinde yaşıyorlardı. Fakat bilahere bu obalar, can güvenliği sebebiyle, 100-1000 arası değişen çadırlar teşkil ederek cemaatler halinde birleştiler. Bunlar, kabile aksakalları tarafından yönetiliyorlardı ve bu aksakalların ismi o cemaatin de ismi olarak kallanılıyordu. Kabile aksakalı olabilmek için “cesur, güçlü ve akıllı” olmak şarttı. Burada, belki Hunlar’da da geçerli olan değişik bir gelişim şekline rastlıyoruz. Eski Moğollar, boylar ve kabilelerden değil, ordalardan müteşekkil idiler. Çünkü orda en yüksek askerî demokrasi şekliydi. “Orda” kelimesi, farklı bir organizasyon teşkil eden ve birlikte yaşayan bir miktar insan anlamına geliyordu. Ordalar, farklı kanlardan gelen, farklı din, dil ve geleneklere mensup unsurlardan teşekkül ederse de, teşkilat cihetinden mutlaka bazı şartlara sahip olması gerekirdi. Ordanın başında han (Siyenpi dilinden alınmıştır) bulunurdu; ancak, han, seçim yoluyla veya ordanın tam salahiyetli üyelerinin toplandığı kurultaylarca aday gösterilerek işbaşına gelirdi. Eski Moğollar’da, Hunlar’daki aristokratizm prensibi demek olan boy yapısı yerine, demokrasi prensibi hakimdi. Ordanın boy devleti gibi yeterince sağlam olamayacağı söylenebilir. Çünkü, ordalar, kabiliyetli ve enerjik kumandanlar sayesinde, kısa sürede büyük sıçramalar gösterir; bu tür kumandanların olmaması halinde ise hemen yıkılırlardı. Ancak, demokrasi prensibi sayesinde, potansiyeli dikkat çekecek ölçüde fazlaydı. Netice itibariyle, bir devlet sistemi olarak orda, göçebe hayatında yaşama şansı en fazla olan siyasi bir şekillenme olarak görünmektedir. Bununla birlikte, M.Ö. II. Yüzyılda Moğol orda yapısı, sadece şekil itibariyle kendini gösterirken, Hunlar, hiç zorlanmadan dağınık eski Moğol topluluklarını yönetebilmişlerdir. Hunlar, Moğollar’dan salık olarak koyun derisi almışlar; bunu ödeyemeyenlerin ise hanım ve çocuklarını alıp götürmüşlerdir. Eski Moğollar’ın nasıl insanlar oldukları konusunu aydınlığa kavuşturmak için, bazı etnoğrafik özellikleri üzerinde durmalıyız. Wu-huanlar ve Siyenpiler, ev işleri nedir bilmezlerdi. “Kabile aksakallarından sıradan çobanına kadar herkes kendi sürüsünü kendisi güder, malını da kendisi korurdu.” Ve demokrasi prensibi, aile yaşantısında da hâkimdi. Kadına saygı gösterilirdi ve onu dövmek yasaktı. Genç kız, kendi sevdiği erkeğe varırdı ve çeyizin sahibi kendisiydi. Savaşmanın dışında bütün işler kadınlara aitti. Dinleri, insan kurban edilmesinin yasaklandığı Hunlar’ın dininden farklıydı. Kanunları katı değildi: Ölüm cezası, sadece savaşta itaatsizlik edenlere verilir; hırsızlık ve cinayet halinde, suçlunun sürüleri satılırdı. Suçlular, bazan sürülürlerdi ve kimse bunlara sahip çıkamazdı. Kısacası, Moğollar’da insanî bir yaşam tarzının yanı sıra, oldukça ilkel bir halkın, büyük imkanlara sahip bulunduğunu; kültür seviyelerinin düşüklüğüne rağmen, ahlakî yönden hayli yüksek ve yaratıcı olduklarını müşahede ediyoruz. Çinliler, bu halkı fazla ciddiye almamışlardır.
Çinliler, Mançurya ve Amur civarında yaşayan orman kabilelerini tanımadıkları için, bunlar hakkında herhangi bir bilgileri de yoktu. Göründüğü kadarıyla, Hun hâkimiyeti, ormanlarda yaşayan kitlelere kadar ulaşmamıştı.
Kuzey Sınırı
M.Ö. 205-204 yıllarında, Baykal’ın ön ve arka taraflarında yer alan stepler, Hyung-nu (Hun) Devleti’nin sınırları içindeydi. Me-te, Güney Sibirya’da yaşayan bazı kabileleri itaat altına almıştı. Bu kabileler, bronz çağını çoktan aşmışlar ve demir çağına ayak basmışlardı. (Demir çağının üçüncü son safhasındaki Tagar kültürü). Ziraat ve yerleşik hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Kurganlarda yapılan kazılarda ele geçirilen silahların çokluğuna bakılırsa, savaşçı halklardı. Mezar kompleksleri, belki de Hunlar’ın komşuları oldukları için, sosyal strüktürlerinde boy yapısının esas olduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte, gelişmiş bir teşkilatlanma ve devlet yapısına sahip değillerdi. Sanat stillerinin Altay ve İskit stilleriyle benzerlik arzetmesinden hareketle, batı kültür kompleksine ait olduklarını söyleyebiliriz, ama yine de onların taşra kültürü alanına ait olduklarını ileri süremeyiz. “Güçlü Minusinsk kültür çevresi, Batı Sibirya bölgesinin büyük kısmı ve hatta muhtemelen Doğu Avrupa’yı (Ananin Kültürü) tesiri altına almıştı.” Arkeoloji, gerçekleri ortaya çıkaracak olmasına rağmen, keşifler çok yavaş seyretmektedir. Şimdi aşağıdaki sonuçları çıkarmamızı sağlayacak olan paleoantropolojiye dönelim:
“Esas tip, Proto-Avrupaî ile dil yönünden bağlantısı olan dolikosefal ve Avrupaî idi.” Ting-lingler’in torunları.
“Bunun dışında Avrupaî brakisefal tipin orijini belli değildir.” “Ti”ler bu gruba girebilir.
“Genel olarak, küçük bir yüzdesi Asyalı vücut yapısına sahip olan Sibirya koluna ait Mongoloid brakisefallerle karışabilmektedir.” Bunun topu topu iki kafatası tipi vardır; katkı, tesadüfî olabilir.
“Minusinsk bölgesinde ortaya çıkan izler, uzak-doğu ırkının temsilcisi olan Karasuk kültürü döneminde de muhafaza edilmiş olabilir.” Şu halde, iki durum (iki Moğol kafatası) istisnasıyla, Minusinsk Havzası’nda yaşayan bütün halklar, bin yıl önceki komponentlerden teşekkül etmektedirler. Şu farkla ki, bunlar, aynı kültür çevresinin ortaya çıkardığı tek bir halk olarak kaynaşmayı başarabilmişlerdir. Tagar dönemine ait bronz işleri, zarif çizgiler ve zoolojik konuların işlendiği zengin süjeler içermektedir.
Ne yazık ki, Hun fetihleriyle bağlantılı olarak Ting-lingler’in geliştirdikleri hayat şekilleri hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Fakat onların Hunlar’la yoğun bir kültür alış-verişinde bulundukları muhakkak. Bu kültür mübadelesinin sonucu olarak, Asya unsurunun ağır bastığı yeni bir kültür yani Taştık kültürü doğmuştur.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder