Din meselesi söz konusu edilince, hemen iki soru yöneltilir: Neye inanıyorsun ve nasıl inanıyorsun? Hunlar, her yıl ilkbaharda, bir defa “atalarına, gökyüzüne, yeryüzüne ve ruhlara” kurban keserlerdi. Yabgu ise, her gün iki defa olmak üzere, sabahleyin doğan güneşe, akşamleyin ise aya karşı tâzimde bulunurdu. “Ay ve yıldızların durumuna göre” tedbirler alınırdı. Hunlar’ın kozmosu insan suretinde tasvir eden idolları olduğuna göre, Hun yabgusunun “Gökte ve yerde doğmuş, güneş ve ayda olmuş” şeklindeki titülünü de inceleyecek olursak, onun tâzim ettiği objelerden birinin kozmos olduğu açıklık kazanır. Kozmik tanrılar hakkında detaylı bilgilere sahibiz. Örneğin, Yunan mitolojisinde, Uranus Satürn’ün babasıdır; Hint tanrılarının en eskisi Varuna’dır ve eski Skandinav halklarında ise Odin vardır. Bu noktadan hareketle, debdebeli bir şekilde kozmosu insan suretine sokma kültünün, Hunlar’a batı komşuları Ting-ling veya Yüeçiler’den geçtiğini söyleyebiliriz. Çünkü Doğu Asyalı Mongoloidlerde böyle bir kült yoktu, ama polispiritüalistler vardı. Doğudaki polispiritüalizm ise ataların ve tabiatın ruhlarına tapınma ile sınırlıydı. Ata ve tabiat ruhlarının çağırılıp, kovulabileceğine; öfkelenebilecek veya iyi davranabileceğine inanılırdı. Çinli veya Tibetli’ye göre, bu ruhların kesinlikle tanrısal bir yönleri yoktu; canlıydılar ve insanlarınkinden farklı bir tabiatları vardı. Güçlüydüler, ama güçleri sınırsız değildi; tabiatları icabı, iyi ve kötü olamazlardı. Kısacası, ruhlarla olan ilişkilerinin dinî bir yanı yoktu. Hunlar’ın ruhlara olan inançları da böyleydi. Onlar, âhirete inanıyorlar ve öbür dünyayı, bu dünya hayatının bir devamı olarak görüyorlardı. Bu yüzden de mevta, öbür dünyada üşümesin diye, çift tabut içine konularak defnedilir; simli kumaşlara ve süslü kürklere sarılır; öbür dünyada kendisine hizmet etsin diye, dostlarından ve odalıklarından birkaç yüzü kurban edilirdi. Fakat bu âdet, sadece yabgu ve üst düzey beyler için uygulanır; her mevta için insan kurban edilmezdi. “Savaşçı kurban” edilmesi konusunda ise cesur savaş esirleri seçilir ve ruhların kurbanı büyücünün elinden istediklerine inanılırdı. Buradan da anlaşılmaktadır ki, insan kurban edilmesinin, eski Çin şamanizmi ve muhtemelen Tibet Mitra [Bhon/Bon] diniyle yakından ilgisi bulunan Sibirya Hun dinî akımıyla bağlantıları vardı. Bu dinî inanç sistemi, tek tanrılı değildi ve sınırlı bir alanda yaşayan kötü ruhlu iblislere de belli oranda saygı gösterilirdi. Atalara saygı gösteren Konfüçyanizm ve Budizm, daha sonraki dönemlerde ise Hristiyanlık ve Müslümanlık bu inanç sistemiyle mücadele etmişlerse de, o, xx. Yüzyıla kadar Tibet’te, biraz değişik şekliyle ise, Doğu Sibirya’daki Tunguzlar’da tutunmayı başarmıştır. Bu inanç sisteminde, başlangıçta insan kurban etme âdeti yaygın olmasına rağmen, daha sonraları bu âdet terkedilmiştir.
İlk bakışta tuhafımıza giden şey, iblise tapınma ve ışığı mukaddes sayma inancının, doğuş ve benimsenme konusundaki farklılıklara rağmen, birlikte yaşamış olmasıdır. Ancak, bu ikisinin, Hunlar’ın dünya görüşlerindeki yerinin farklı olduğu gözönüne alınacak olursa, bunların birbirinden ayrı şeyler olduğu; birbirine karışmayan iki ayrı inanç sistemi teşkil ettikleri anlaşılacaktır. Işığı tanrılaştırma inancı öyle yaygındı ki, iblis bu alana sokulmazdı ve iblisler, dünya meselelerini ilgilendirmeyen kendi işlerini yaparlardı. Bu dünya görüşü, Sibirya halkları ve hatta Povolje’de dahi kısa süre öncesine kadar yaygındı. Öyle ki Mariler, Rus tanrısının neden Keremet’le yanyana yaşamadığını, aynı anda birine mum yakılırken, diğerine kurban kesilmediğini bir türlü anlıyamamaktadırlar. Diğer enteresan bir nokta ise şudur: Hunlar, Doğu ve Batı’nın kültür görüşlerini alarak, onları kendilerine özgü kalıplara sokmuşlardır. Dahası, uzak Hint inançlarından da alıntılar yapmışlardır. Mesela, Çinliler’in parçaladıkları altın idol ve birçok öğretiler, Batı ucu vadilerinden taşınan budist inançları olarak kabul edilir.
Hunlar arasında Budistler’in bulunduğu konusunda kesin bir delil yoksa da, onların Budizm hakkında bilgileri olduğu ve onunla ilgilenmiş olmaları önemli bir husustur. Bu, kültür gelişiminin en alt seviyesiyle dahi bağdaşmayan geniş bir ufuktur. Bütün bunlar karşısında onları hâlâ vahşi olarak kabul edebilir miyiz? Kaldı ki bu sağlam sisteme, kültürlü bir Çinliyi bile cezbeden idarî mekanizmayı ve insanca yaşama şeklini de ilave edersek, Hunlar’ın M.Ö. III-I. Yüzyıllarda “vahşi oldukları” meselesi kendiliğinden ortadan kalkmak zorundadır.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder