KURB:
Yakınlık. Tasavvufta, Allahü teâlâya
yakın olmak.
Sâlikin,
tasavvuf yoluna girmiş olanın kurbu, ihsân ile gerçekleşir. Peygamber efendimiz
buyuruyor ki: "İhsân sanki Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her
ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görüyor." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mukarrebînin yâni Allahü teâlâya
yakınlığa ermiş olanların kurba en büyük vesîleleri, farzları
(Allahü teâlânın emirlerini) yerine getirmektir. Nâfile ibâdetler ise, Allahü
teâlânın kulunu sevmesi için vesîledirler. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü
teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb, nafilelerle hâsıl olandan elbette kat kat
daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sahiblerinin (Allahü teâlâdan korkup, haram
işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptığı farzlar hâsıl eder. (Abdülganî Nablüsî)
Kurb
ve visâl (kavuşma) lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha çok olduğu
gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrûmluk) azâbı da Cehennem azâbından daha
kötüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i Ebdân:
Bedenlerin birbirine yakın olması.
Kurb-i ebdânın, kalblerin
birleşmesinde büyük te'siri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî, Peygamber
efendimizin sohbetinde bulunmadığı için bir sahâbînin derecesine yükselemez.
Veysel Karânî, o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Resûlullah'ı (sallallahü
aleyhi ve sellem) hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın
derecesine yetişemedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki:
"Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?"
Cevâb olarak: "Muâviye (r.anh), Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha
yüksektir" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyüklerden
istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalıdır. Nîmetin
tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i ebdân ele geçmezse, yakınlık
sebeblerini elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kurb-i İlâhî:
Allahü teâlâya yakın olmak.
Allahü
teâlâ kurb-i ilâhîyi, fenâdan (Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttuktan) sonra
evliyâsına ihsân eder. (Abdullah-ı
Ensârî)
Kurb-i Nübüvvet:
Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit
yakınlık.
Kurb-i
nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât ve bunların sahâbîleri (arkadaşları) Allahü teâlâya bu yoldan
kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i Velâyet:
Velâyet,
evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada
vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.
Bir
velînin kurb-i velâyet yolundan ilerleyerek, Kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması,
böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir, olabilir. (İmâm-ı Rabbânî)
KURBAN:
Allahü
teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek
çağa gelmiş ), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından,
Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce
ayının on, onbir ve on ikinci günlerinin her hangi birinde) kesilmesi vâcib
olan koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlardan her biri. Kurban kesilen
günlere Eyyâm-ı Nahr denir.
Peygamber
efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); "O hâlde Rabbin için namaz
kıl ve kurban kes" (Âyet: 2) buyrularak kurban kesmesi emrolundu.
Peygamber efendimiz biri kendisi, biri de ümmeti için iki
kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kesenleri överlerdi.
(İbn-i Âbidîn)
Hasîslerin
(cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban kesmeyendir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Kurban
edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanına
git ve kesilirken şu duâyı oku: "İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve
memâtî lillâhi Rabbil âlemîne lâ şerîkeleh." (mânâsı: Şüphesiz benim namazım,
ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun
ortağı yoktur.) Muhakkak ki kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe
işlemiş
olduğun her günah bağışlanır, affolunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin
bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar
kefesine koyarlar (Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar
ortaktır). (Hadîs-i
şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban kesen kendini Cehennem'den
âzâd etmiş, kurtarmış olur. (İbn-i
Âbidîn)
Kurbana
verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pekçok parayı sadaka vermek sevâbından
daha fazladır. (Ebû Bekr Ali)
Kurban
keserken üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü
ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının her hangi bir yerinden
kesilir. Bismillahi derken (H)'yi belli etmek lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Kurban Geceleri:
Kurban bayramının birinci, ikinci ve
üçüncü günlerinin geceleri.
Rahmet
kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının
ve kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci (Berât)
gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i
şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban gecelerinin günlerine eyyâm-ı
nahr denir. (M.Zihni Efendi)
KURBET:
Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için
yapmak.
Sevâbı ölüye olmak üzere kurban kesmek
kurbettir. (Muhammed bin Kutbüddîn
İznikî)
Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan
mübahlar kurbet olur. (İbn-i Abidîn)
Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz,
kurbet olur. Bununla hadesten tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Görülüyor ki,
her ibâdet kurbettir ve tâattır. Kur'ân-ı kerîm okumak, vakıf, köle azâd etmek
ve sadaka, Hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken, sevâb hâsıl
olması için niyet lâzım olmadığından kurbettirler ve tâattirler. Fakat ibâdet
değildirler. Tâat veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet
edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fakat bunlar ibâdet olarak emr olunmadı. (Abdülhakîm Efendi)
KUREYŞ:
Peygamber
efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci
babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.
Allahü
teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâiloğullarından
Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten
Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti.
Abdülmuttaliboğullarından da beni seçti.
(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İsmâil aleyhisselâmın torunlarından
olan Adnân'ın oğulları arasında Mudar ve Rebîa meşhûr oldu.
Mudar oğullarından; Kinâne, Kureyş, Hevâzin, Sakîf, Temim, Müzeyne kabîleleri meydana
geldi. Bunlardan Kureyş, Mekke'de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber
efendimizin babası Abdullah, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi
Âmine Hâtun ise, Kureyş kabîlesinin Zühreoğulları kolundandır. Yâni baba ve
anne tarafından Kureyşîdir. (Zerkânî,
Abdülhak-ı Dehlevî)
Arablar arasında cömertlik üstün bir
vasıf olarak kabûl edilirdi. Hac
mevsiminde
Mekke'ye gelen misafirlerin ağırlanması ile Kâbe
hizmetlerine önem verilirdi. Özellikle
Kureyş kabîlesi bu hizmetlerin
kendisine âit olduğunu kabûl eder ve bunu şeref sayardı.
Kureyş kabîlesi bu hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. (Nişâncızâde)
Kureyş Lehçesi:
Arab
dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine
inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.
Kur'ân-ı kerîm hazret-i Ebû Bekr'in
halîfeliği sırasında toplanarak mushaf yâni kitab haline getirildi. Hazret-i
Osman; Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin As, Abdurrahmân bin Hâris
bin Hişâm'dan (r.anhüm) ibâret bir hey'eti (komisyonu) vazîfelendirerek
Kur'ân-ı kerîmi çoğaltmalarını emr etti. Onlara "Zeyd bin Sâbit'ten başka
Kureyş 'e mensûb üç kişiye Zeyd ile Kur'ân-ı kerîm hakkında bir şey üzerinde
ihtilâf ettiğiniz zaman Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o, Kureyş lehçesiyle
nâzil olmuştur (indirilmiştir)" buyurdu. (Zehebî, İbn-i Hacer Askalânî, Süyûtî)
Kur'ân-ı
kerîmin kelimeleri, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde
gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm bu âyetleri bu kelimelerle ve bu harflerle
okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulaklarıyla işiterek ezberlemiş ve
hemen Eshâbına (mübârek arkadaşlarına) okumuştur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi,
Kureyş kabîlesinin dili, lehçesi ile gönderdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kur'ân-ı
kerîmi anlamak için şimdiki Arabçayı değil, Kureyş dilini (lehçesini) bilmek
lâzımdır. (Taşköprüzâde)
Bir
mâni, bir sıkıntı olmadıkça âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açıkça
anlaşılan mânâları vermelidir. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir.
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Kureyş lügatı ve lehçesi iledir. Kelimelere
Peygamber efendimiz zamânında Hicâz'da kullanılan mânâları vermek lâzımdır.
Zamanla değişip bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru
değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kureyş Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz altıncı sûresi.
Kureyş
sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Kureyş kavmine
câhiliyet devrinde verilen bâzı imtiyâzlardan (haklardan) bahsettiği için
sûreye, Kureyş sûresi denilmiştir. (İbn-i
Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kureyş sûresinde meâlen
buyuruyor ki:
Kureyş'i
emniyet ve selâmete, kış ve yaz onları (Kureyşlileri) gidiş ve gelişlerde râhatlığa
kavuşturduğundan dolayı (hiç olmazsa) şu Beyt'in (Kâbe'nin) Rabbine
ibâdet etsinler. O, (Allah ki) onları açlıktan (kurtarıp) doyuran,
kendilerine korkudan eminlik verendir. (Âyet: 1-4)
Kim,
Kureyş sûresini okursa, Allahü teâlâ ona, Kâbe'yi tavâf edenlerin ve orada
îtikâfta bulunanların adedinin on katı hasene (iyilik) verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Korkulu
yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Kureyş (Liîlâfi)
sûresini okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece hiç olmazsa on
birer defâ okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
KURRÂ:
Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı
kerîm okuyucuları.
Kurrâ-i Seb'a:
Allahü
teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin
okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.
Kurrâ
olan büyük hâfızlar, yedi tânedir. Birincisi, Nâfi bin Abdurrahmân bin Ebû
Nuaym, ikincisi, Abdullah bin Kesir bin Muttalib, üçüncüsü, Ebû Amr bin Alâ,
dördüncüsü, İbn-i Âmir, beşincisi, Âsım bin Behdele Ebû Bekr-i Esed, altıncısı,
Hamzâ bin Habib bin Ammâret ibni İsmâil, yedincisi, Kisâî'dir. (Taşköprüzâde)
KUSVÂ:
Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem devesinin adı.
Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret etmek
istediği sırada Kusvâ adlı devesine bindi. Allahü teâlânın medhettiği
beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden ayrılırken, Kusvâ'yı,
harem-i şerîfe (Kâbe-i muazzamanın etrafındaki mescid) doğru döndürüp, mahzûn
bir hâlde;
"Vallâhi!
Sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili
olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel daha
sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden
başka bir yerde yurt yuva tutmazdım" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Peygamber efendimiz Medîne-i
münevvereye hicret edip gelince, Medîne'nin ileri gelenleri Kusvâ'nın yularını
tutup, Peygamber efendimizin kendi evlerine misâfir olmasını istediler. Onlara;
"Devemin
(Kusvânın) yularını bırakınız. O me'mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada
misâfir olurum" buyurdular. Kusvâ Medîne sokaklarından geçerek ilerledi
ve bugünkü Mescid-i Nebî'nin (Peygamber efendimizin mescidi) kapısının bulunduğu
yere çöktü. Resûlullah efendimiz Kusvâ'nın üzerinden inmedi. Hayvan tekrar
ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü ve bir daha kalkmadı.
Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ'nın üzerinden inip; "İnşâallah menzilimiz
(ineceğimiz yer) burasıdır?" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Abdülhak-ı Dehlevî)
KUŞLUK
VAKTİ:
Orucun
başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri
geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet
öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti. (Duhâ Vakti)
KUŞLUK
NAMAZI:
Kuşluk vaktinde kılınan namaz. (Duhâ Namazı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder