14 Aralık 2023 Perşembe

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİ

 


FATİH ve İSTANBUL'UN FETHİ


ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN ve ZİRVENİN YOLUNU AÇAN LİDER


Osmanlı Devleti, Fatih'in işbaşına gelmesiyle beraber 150 yıl sürecek bir yükseliş dönemine girdi. Bu dönemde her bakımdan dünyanın en üstün ve kudretli imparatorluğu haline geldi. Ön Asya, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika'da dört yüz yılı aşkın süreyle nüfuz ve aktifliğini devam ettirdi.

Şüphesiz II. Mehmed'i «Fatih» yapan, İstanbul'u alarak Bizans İmparatorluğu'na son vermesi olmuştur. Yönetime gelir gelmez ilk iş olarak ciddi bir hazırlığa girişmiş, askeri ve diplomatik tüm tedbirleri alarak İstanbul'u alma hedefine yoğunlaşmıştır. Bu ulvi gayesine eriştiği «29 Mayıs 1453» tarihi, bütün dünyada Orta Çağ'ın kapanışı ve Yeni Çağ'ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir.


İSTANBUL'UN FETHİNİ MECBURİ KILAN SEBEPLER


Il. Mehmed, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da yaşadığı askeri buhranlar ve beklenmedik başarısızlıkların ardından ilk hükümdarlık tecrübesini 1444-1446 yılları arasında yaşadı. Kaynaklar, daha o yıllardan itibaren Fatih'in fütuhat taraftarı bir ekiple birlikte hareket ettiğini ve İstanbul'u alma fikriyle meşgul olduğunu ifade eder.

Zağanos, Şahabettin Şahin ve Saruca Paşalar ile Akşemseddin, Molla Ahmed Gurani ve Hoca Turhan gibi cihadı önceleyen alimler; başta «İstanbul'u fethetme» ideali olmak üzere Fatih'in diğer hedef ve ideallerini gerçekleştirebilecek güçlü bir kadro oluşturmaktaydı.

Esasen İstanbul'u almak, çeşitli milletlerden pek çok hükümdar ve komutanın da rüyasıydı. Geçmişte Avarlar, Bulgarlar, Rus ve Macarlar tarafından değişik zamanlarda gerçekleştirilen birçok kuşatma, başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu başarısızlıklarda en önemli amil; İstanbul'un Bizans İmparatoru II. Theodosios (408-450) döneminde yapılmış olan, Orta Çağ'ın en güçlü savunma surlarına sahip olmasıydı.

Kritovoulas ve Taci Beyzade Cafer gibi önemli iki kaynak, İstanbul'un fethinin kararlaştırıldığı toplantıda II. Mehmed'in şehrin mutlaka fethedilmesi gerektiğine dair şu sözlerini naklederler:

"Gaza yapmak, atalarımız kadar bizim de temel görevimizdir. Memleketimizin tam ortasını işgal eden Bizans, devletimizin düşmanlarını korumakta ve onları bize karşı kışkırtmaktadır. Osmanlı Devleti'nin güvenliği ve geleceği için bu şehrin fethedilmesi zaruri olmuştur."

Gerçekten de Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan İstanbul'un fethine kadar geçen süre incelendiğinde, bu dönemde çıkan bütün isyan ve karışıklıkların arkasında Bizans'ın etkilerinin olduğu görülür.

Derin bir devlet geleneğine ve güçlü bürokratik kurumlara sahip olan Bizans; genç ve tecrübesiz şehzadeleri padişahın otoritesini zayıflatmaya teşvik ediyor, Balkan milletlerini ve haçlıları Osmanlı'ya karşı savaşa kışkırtıyordu. Ayrıca Anadolu beylikleriyle işbirliği içine girip Osmanlı'nın batıya yöneldiği her hamlenin öncesinde bu beyliklerin Osmanlı'ya problem çıkarmalarını sağlıyordu. Osmanlı coğrafyasının merkezinde adeta bir fitne odağı olarak varlığını sürdürmesi ise Osmanlı'nın toprak bütünlüğünü engelleyen bir başka olumsuz özelliğiydi. Osmanlı'nın önünde önemli bir engel olmakla beraber eski gücünden hayli uzaklaşmış olan Bizans; köhne yapısı ve sosyolojik handikaplarıyla her an tarihe intikal etmek üzere son günlerini yaşamaktaydı.



FETHİN MERHALELERİ


Babası II. Murad'ın vefatı üzerine 19 yaşında tahta çıkan II. Mehmed, ilk iş olarak Bizans Devleti'ne son vermek için ciddi hazırlıklara girişti. Bu amaçla Anadolu'da problem çıkarabilecek güçlerle barış anlaşmaları yaptı. Bilhassa Karamanoğullarını kontrol altına alan diplomatik ataklarla, Anadolu’da çıkabilecek problemlerin önünü kesti. Öte yandan Balkanlarda yaşayan topluluklarla yapılmış barış anlaşmalarını da yenileyerek bu toplumlardan Bizans'a aktarılabilecek muhtemel yardımları önlemiş oldu.

Sultan Mehmed, Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa'yı Güzelcehisar'ın karşısında bulunan mevkie daha sonra Rumeli Hisarı adını alacak olan Boğazkesen Hisarı'nı inşa etmekle görevlendirdi. Ayrıca hisarın yapımına yardım için çok sayıda askerle birlikte Geliboludan harp ve nakliye gemileri sevk ettirdi. Sultan Mehmed, hisar inşaatının gidişatını denetlemek amacıyla bizzat kara¬ yoluyla bir keşif ziyaretinde de bulunarak bu hisarın yapımına verdiği önemi ortaya koydu. 1000 usta ve 2000 yardımcıdan oluşan inşaat ekibine zaman zaman Saruca, Zağanos ve Şahabeddin Paşalar da destek verdiler.

Kaynaklar, söz konusu hisarın kısa sürede bitmesi için bizzat vezirlerin bile taş ve kireç taşıdıkları yönünde rivayetler içermektedir. Hisarın bitirilmesinin ardından içerisine 400 asker yerleştirildi ve askerler Boğaz'ın denetimiyle görevlendirildi.

Silivri civarındaki bazı Bizans toprakları ele geçirilerek Bizans'ın hakimiyet alanları iyice daraltıldı. Sultan Mehmed, Egedeki Yunan adalarından, bilhassa Mora'dan gelebilecek yardımları önlemek için Turhan Bey'i oğullarıyla birlikte görevlendirerek bu bölgeye önemli miktarda kuvvet gönderdi.

Ancak Fatih'i çağındaki diğer hükümdarlardan farklı kılan temel özelliği, bilim ve teknolojiye büyük önem vermesi ve bu alanla bizzat ilgilenmesidir. Bu ilgi ve yatkınlığın tabii neticesi olarak o güne kadar görülmemiş büyüklükte toplar döktürmüş, bu konuda yapılan teknik çalışmalara bizzat kendisi de katılmıştır.

Macar Urban tarafından dökülen Şahi isimli büyük top; şehrin kalın ve sağlam surları üzerinde büyük tahribat yapmış, ancak mukavemeti artırıcı metal alaşımdan dökülmemiş olması ve sürekli kullanılması sebebiyle çatlamış ve paramparça olmuştur. Hatta pek çok kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açtığı; ölenler arasında Urban'ın da olduğu rivayet edilmektedir. Ancak Osmanlı'nın elinde surların tahribini devam ettirecek çok sayıda başka güçlü toplar da bulunmaktaydı.


KUŞATMA


Sultan Mehmed, 5 Nisan'da üç büyük top ve on dört batarya ile desteklenen 80 bin kişilik ordusu ile Topkapı önüne gelip otağını kurdu. 6 Nisanda büyük topun ateşlenmesiyle elli dört gün sürecek olan İstanbul kuşatması başlamış oldu.

Son Bizans İmparatoru'na İslam geleneklerine uyularak İstanbul'u barış yoluyla teslim etmesi; bu yapıldığı takdirde kendisine Morada hakimiyet alanı bırakılacağı teklifinde bulunuldu. Ancak İmparator Konstantin Dragazes bu teklifi reddederek Osmanlı Devleti'ne karşı müdafaa savaşı vermeyi tercih etti. Esasen İmparator, çok güç bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Bizans'ın tek ve en büyük teminatı, surların onarılması ve askeri birliklerle tahkim edilmesiydi.

Bu amaçla fevkalade bir çaba gösterilerek surlar onarılmaya ve tahkim edilmeye başlandı. Bu arada Haliç de bir zincirle kapatılarak hariçten gelebilecek deniz araçlarına engel olundu. Ancak öteden beri Bizans'ın elinde tuttuğu en büyük kozu «Grajuva» diye bilinen Rum Ateşi'ydi. Yanıcı ve yakıcı bir sıvı olan bu silah, öncelikle surlara tırmanma cesaretini gösterenlere karşı kullanılacaktı.

Şehrin, denizden savunulması amacıyla Bizans donanmasına ait 10 büyük gemi, Kaptan Antonio komutasında Haliç'te mevzilenmişti.

Kuşatma, şiddetli top atışlarıyla başlayarak diğer savaş sahneleriyle devam etti. Kara ve deniz çarpışmaları 19-20 Nisanda şiddetlenmiş, surlarda önemli gedikler açılmasına ve çok sayıda kayıplar verilmesine rağmen kesin bir sonuca ulaşılamamıştı.

Bu süre içerisinde Bizans tarafından zincir açılarak Cenevizlilere ve Papalık güçlerine ait bazı yardım gemilerinin Haliç'e girmesi sağlandı. Yenikapı açıklarında meydana gelen ilk deniz savaşı ise Osmanlı donanmasının büyük kayıplar vermesiyle sonuçlandı. Dönemin önemli kaynaklarından Francise göre Osmanlı kayıpları on iki binden fazla, Zorw Dolfıne göre ise on bin civarındaydı. Kayıp sayıları biraz abartılmış olmakla beraber, Fatih; bu duruma çok üzülmüş, başarısızlığın hesabını sorarak donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman'ı hiddetle huzurundan kovmuştur.

Bu arada gerek Macarlar, gerekse Bizans'tan gelen barış teklifleri, Çandarlı Halil Paşanın;

"Kabul edelim, hıristiyan dünyasının tamamını karşımıza almayalım." şeklindeki ısrarına rağmen reddedildi. Çandarlı Halil Paşa başından beri İstanbul'un fethine karşı olup, diplomatik mücadeleyle sonuç almaktan yanaydı. Oysa cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed, şehrin ele geçirilmesi konusunda son derece kararlıydı. Kaynaklar bu kararlılığını;

"Ya ben şehri zaptederim, ya da şehir beni ölü veya sağ olarak zapteder." sözleriyle ifade ettiğini nakletmektedir.

Gerçekten de sarsılmaz bir iradeyle hedefine kilitlenen genç padişah, fethi geciktiren askeri ve siyasi tıkanıklığı açmak üzere dahiyane bir yöntem uyguladı ve Tophanedeki 67 parça gemiyi kızaklarla bir gecede Kasımpaşa sırtlarından Haliç körfezine indirerek düşmanı şaşkına çevirdi. Bu başarı, Galata sırtlarında yerleşmiş Zağanos Paşa'ya bağlı kuvvetlere çok önemli bir moral kaynağı olduğu gibi; Bizans ve yardımcı İtalyan güçlerine de ağır bir darbe oluşturdu. Bu eşi görülmemiş hamleden sonra Bizanslılar olanca dirençlerini de kaybederek., büyük bir şaşkınlık ve ümitsizlik içerisine düştüler.

Mayıs ayı boyunca, kuşatma karadan ve denizden daraltılarak Bizans'ın gırtlağı iyice sıkıştırıldı. Bu arada Haliç'e indirilen Osmanlı gemilerini kundaklama teşebbüsleri Osmanlı kuvvetleri tarafından boşa çıkarıldı. Artık nihai hücuma geçerek son darbeyi vurma vakti gelmişti. 29 Mayıs 1453 sabahı başlatılan son hücumun ardından Ulubatlı Hasan ve 30 arkadaşı tekbir nidaları eşliğinde Topkapı surlarına sancağı dikmeyi başardı. Osmanlı askerleri son direnişi de kırarak Topkapı istikametinden şehre girdi.

Bu haberin Sultan II. Mehmede ulaşması üzerine, artık Fatih unvanını hak eden genç padişah, atının sırtından inmiş ve başını yere koyarak şükür secdesine kapanmıştır.


lmtisal-i «Cahidu fıllah» olubdur niyyetim Din-i İslamın mücerred gayretidür gayretüm


mısralarını tarihe maleden Sultan Fatih, kuşatma süresince başta Akşemseddin olmak üzere ulemanın teşvik ve dualarını almayı ihmal etmemiş, ümitsizliğe kapılan komutanlarını da Akşemseddine göndererek ordusunun moralini en üst seviyede tutmayı bilmiştir.

Fetih zaferinin hangi manevi donanımla kazanıldığı, şair Seyri tarafından şu mısralarla dile getirilmiştir:


Nesle lazım olan güç, Fatihlerin bileği ...

O bileğe gereken, Akşemseddin yüreği .. .


FATİH'İN RUMLARA ve GALATA'DA YAŞAYAN KATOLİKLERE TANIDIĞI HAKLAR


İstanbul'un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmed Han beyaz atına binerek beş bin güzide askeri ve ileri gelen sivil ve askeri kurmaylarıyla beraber halkın sevgi gösterileri; «Yaşasın!» ve «Maşaallah!» şeklindeki tezahüratları eşliğinde doğruca Ayasofya'ya gitti. Orada kendilerini karşılayan, akıbetleri konusunda ciddi endişeler içinde diz çökerek beklemekte olan Rum din adamlarına şöyle seslendi:

"Kalkınız! Ben Sultan Mehmed Han, hepinize söylüyorum ki; bu andan itibaren ne hayatınıza, ne de hürriyetinize gazab-ı şahanemden bir zarar gelmez:”

Fetihten birkaç yıl sonra 1456 yılında Fatih Sultan Mehmed, saraydan ulemasıyla birlikte o günkü Rum Ortodoks Patriği Gennadios Scholarios'u ziyaret etti. Bu görüşme sırasında hıristiyanların inanç esasları ve ayinleri hakkında bilgiler istedi. Bunun üzerine Rum Patriği, kaynaklarda Gennadios İtikatnamesi diye geçen ve hıristiyan inançlarının özetlendiği bir risale kaleme alarak padişaha takdim etti. Böylece cihan padişahı, tebaasını daha iyi tanıma ve onların inanç ve ibadet esaslarını dikkate alma konusunda ne kadar hassas olduğunu göstererek devlet politikalarının bu doğrultuda oluşmasını sağladı.

Osmanlı Devleti'ni güçlü ve muteber bir imparatorluğa dönüştüren Fatih, müslim ve gayrimüslim vatandaşlarına sağladığı din ve vicdan hürriyeti ile sonraki Osmanlı hükümdarlarının da titizlikle uyguladığı temel esasların belirleyicisi oldu.

Temel insan haklarından olan din ve inanç özgürlüğü ilkesine gösterilen bu özen, Osmanlı'nın XV. yüzyılın ortalarındaki yüksek ahlaki seviyesini göstermektedir.

Oysa aynı yüzyıl içerisinde İspanyadaki İslam toplumu ve yahudi azınlığı; galip hıristiyan orduları tarafından ezilmiş, ya çeşitli baskı ve işkencelerle asimilasyona tabi tutulmuş ya da her şeylerine el konularak yurtlarından sürgün edilmişlerdir.

Bu durum göz önünde bulundurulduğunda Fatih'in insanlığın medeniyet skalasına neler kazandırdığı daha kolay anlaşılır. Nitekim yine aynı yüzyıldan itibaren Batı Avrupa'da başlayan kilise çatışmaları, engizisyon mahkemelerinin aldığı acımasız kararlar; farklı bir mezhebin görüşlerini benimsedikleri için yüz binlerce insanın yakılarak öldürülmesi gibi tarihe kara lekeler olarak geçen olaylarla kıyaslandığında, Fatih'in ve onun gönülden bağlı olduğu İslam medeniyetinin üstünlüğü açıkça ortaya çıkmaktadır.

İstanbul'un fethiyle beraber Galata'daki Latinlerin elinde ayrı bir şehir gibi hareket eden Ceneviz kolonisi de yönetim olarak lstanbul'la birleşmiş oldu. Fatih burada yaşayan ahaliye de en geniş anlamda din ve vicdan hürriyeti tanıyarak yüksek bir hoşgörü örneği verdi:

"Buyurdum ki, kendülerin ayinleri ve erkanları ne veçhile cari ola gelürse, yine ol üslup üzere adetlerin ve erkanların yerüne getüreler. Ben dahi üzerlerine varup kal'alarun yıkıp harap etmeyem:”

Bu sözler, daha önce verilmiş imtiyazların devam edeceği; can ve mal güvenliklerinin bizzat Fatih tarafından garanti altına alındığı anlamına geliyordu. Cenevizliler, Galata semtini Zağanos Paşa'ya bu şartlar altında teslim etmişler; Fatih'in verdiği ahitnameyi alarak imtiyazlarını teminat altına almışlardı. Bu barış politikası, Karadeniz ve Ege denizindeki Ceneviz kolonilerini de padişah ile anlaşmaya zorladı.


İki Kıtanın ve İki Denizin Hakimi: SULTAN FATİH


FATİH DÖNEMİNDE BATIDA GELİŞMELER


1450'li yıllar, geçmişin kayıt altına alınması konusunda teknolojik değişimin süratlendiği yıllardı. Nitekim Johannes Gutenberg ve birkaç başka zanaatkar; Almanya'da metalürji, ahşap baskı, üzüm presleme, kumaş baskısı ve kağıt yapım tekniklerinden yararlanarak, dökülmüş metal harflerle baskı tekniğini icat ettiler. Böylece dünyanın ilk modern matbaası kurulmuş oldu. Bu icat çok kısa zamanda Almanya'dan diğer ülkelere de yayıldı. 1500'lere gelindiğinde Avrupa'da 200'den fazla şehirde matbaa vardı. Bu durum, şüphesiz İstanbul’un fethi gibi dünya çapında bir gelişmeydi. Avrupa'nın çehresini değiştirdi ve kültürel hayatını görülmemiş bir biçimde etkiledi. Sadece bir kaç yıl içinde binlerce yıllık kültürel birikimi katlayacak kitap basımı gerçekleşmişti.

Aynı dönemde Avrupa'nın iki önde gelen ülkesi Fransa ve İngiltere arasında yüz yılı aşkın süren savaş sona ermiş ve Fransa topraklarındaki İngiliz hakimiyeti kuzeyde Calais kentine kadar gerilemişti (1453).

İtalya yarımadası güçlü şehir devletlerinden oluşuyor, Papalık ise; gücü, Roma'dan tüm Avrupa'ya uzanan etkili bir fenomen olarak bulunuyordu. Almanya; Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na gevşek bağlarla bağlı irili¬ ufaklı birçok şehir devleti, kontluk ve dükalık, din adamları, toprak ağaları ve soylular arasında adeta parsellenmişti. Ancak Il. Albrecht, 1438 yılından itibaren Almanya'nın bir kısmı ile Avusturya topraklarında güçlü Habsburg Hanedanı'nın temellerini attı. Avrupa'nın bu en şöhretli hanedanı, iktidarını kesintisiz olarak 1806 yılına kadar sürdürdü.

İspanya da siyasi parçalanmışlık içerisindeydi. Aragon, Kastilya, Navara ve Portekiz hıristiyan krallıkları arasında kalan ve papanın gönüllü güçleri tarafından sıkıştırılmış bulunan Gırnata İslam Devleti, güneyde siyasi varlığını güçlükle devam ettirmekteydi.

Kuzey Avrupa'da 1397 yılında Danimarka Kraliçesi'nin önderliğinde Kalmar Birliği oluşturularak Norveç ve İsveç krallıkları bir araya gelmişti. Birlik, Alman kuvvetlerine karşı Baltık Körfezi'nde ortak bir savunma hattı oluşturmaktaydı. Ancak her ülke iç işlerinde kendi kanunları ve gelenekleri çerçevesinde hareket etmekteydi.

Baltık Denizi'nin doğusunda ve güneyinde güçlü soylular, Prusya Dükleri, Litvanya Arşidükleri, Polonya Krallığı ve nihayet henüz tarih sahnesinde önemli bir icraatı görülmemiş Moskova Prensliği hüküm sürmekteydi.


İSTANBUL'UN FETHİNİN AVRUPA'DAKİ YANKILARI


İstanbul'un Türkler tarafından fethi, Avrupa'da büyük infial uyandırmış; batı dünyası, başta Papalık ve İtalyan şehir devletleri olmak üzere bu gelişmeyi şaşkınlıkla karşılamıştı. Ancak büyük çapta tepki ortaya konamamıştı. Nitekim Papa V. Nikola'nın yeni haçlı çağrısı da neticesiz kalmıştı. Üstelik çağrıya muhatap olan ülkeler İstanbul'un fethini tebrik için ardı ardına Fatih'e elçiler göndermişler ve yıllık vergilerini kendiliklerinden artırarak ödeme yoluna gitmişlerdi. Buna göre Sırp elçisi on bin, Sakızdaki Ceneviz Beyi üç bin, Midilli Beyi iki bin, Trabzon İmparatoru da yine iki bin düka vergi vererek Osmanlı'yla münasebetlerindeki hassasiyetlerini ortaya koymuşlardı.

Alman İmparatoru Frederik de yeni bir haçlı seferi için harekete geçmiş, ancak bu arzusunu tam olarak gerçekleştirememişti. Balkanlarda ise Sırp lider Brankoviç, Arnavut Beyi İskender ve Macar Kralı Jan Hunyad da aynı amaçla girişimlerde bulunmuşlarsa da çeşitli sebeplerle hedeflerine ulaşamadılar. Osmanlılara karşı savaşmak üzere hıristiyan dünyasına şiddetli çağrılar yapan Papa Il. Pius, bu çağrısına gösterilen ilgisizlik ve duyarsızlıktan şöyle yakınmıştı:

"Biz koyunları için canını vermekte tereddüt etmeyen mukaddes ve saf çoban tanrımız ve efendimiz İsa Mesih'i taklit edeceğiz. Biz de canımızı sürümüz için vereceğiz. Çünkü Türk güçleri tarafından ayaklar altına alınan hıristiyan dinini başka türlü kurtaramayız. Kilisenin kaynaklarının elverdiği büyüklükte bir donanma oluşturacağız. Yaşlı ve hasta olmamıza rağmen biz de gemiye bineceğiz. Yelken açıp Yunanistan'a ve Asya'ya gideceğiz.

Fısıldadığınızı duyuyoruz. Şöyle diyorsunuz: «Savaşın bu kadar zor olacağını düşünüyorsan, yeterli güç sağlamadan nasıl gidebilirsin?» Bu konuya geliyoruz. Türklerle kaçınılmaz bir savaşa girmek üzereyiz. Silaha sarılıp düşmanla savaşmazsak dinimiz adına her şeyin biteceğini düşünüyoruz. Biz hıristiyanlar aşağılanan yahudi ırkını nasıl görüyorsak, Türkler de bizi öyle görecekler. Bizim için iki seçenek var: Savaş ve şerefsizlik ... «Ama» diyorsunuz «para olmadan savaş olmaz.» Biz de para için nerelere başvurabileceğimiz sorusunu soruyoruz. Tüm yollar denenmiştir. İsteklerimize kimse cevap vermemiştir. Vilayetlere elçiler yolladık. Hakaretlere uğradılar, horlandılar. İnsanlar, yaptığımız her şeye bir kulp takıyorlar. İnsanlar; bizim lüks içinde yaşadığımızı, bir servet oluşturduğumuzu, ihtirasımızın kölesi olduğumuzu, en güçlü ve hızlı atlara bindiğimizi, sırmalı kaftanlar giydiğimizi, kırmızı şapka ve cüppe giyip şiş yanaklarla sokaklarda dolaştığımızı, av köpekleri beslediğimizi, aktörlere ve parazitlere para döktüğümüzü ve dinimizi savunma adına hiçbir şey yapmadığımızı söylüyorlar:

Papaların tüm ısrarlarına rağmen yeni bir haçlı saldırısının organize edilememesinde Fatih'in Nisan 1454 yılında Venediklilere geniş imtiyazlar veren bir anlaşma yapmasının ve Cenevizlilere bazı ayrıcalıklar tanımasının önemli payı vardır. Bu iki deniz devleti kendilerine tanınan ticari ayrıcalıkları kaybetmek istemediklerinden papanın savaş çağrılarına karşı isteksiz bir tavır sergiliyorlardı.


BALKANLARDA MERKEZİ YÖNETİMİN KURULMASI


Balkanlar her zaman Osmanlı'nın kaderinde çok önemli rol oynayan bir bölge olma özelliği taşımış ve Osmanlılar Balkan hakimiyeti konusunda başından itibaren hassas bir tutum sergilemişlerdir. Rumeli halkına daima iyi davranıldığı gibi çok sayıda kişi de yüksek kademelerde devlet yöneticisi olarak Osmanlı bürokrasisinde yer almıştır.

Esasen İstanbul alınmadan çok önce de Balkanlar'da ciddi bir Osmanlı varlığından söz edilebilir. Kuruluş döneminde gerek bölgedeki küçük krallıklara, gerekse birleşik haçlı ordularına karşı üst üste kazanılan zaferlerin ardından Osmanlılar, Rumeli’de tutunmayı başararak kalıcı bir güç haline gelmişti. Nihayet bu ilerleyiş sistematik bir biçimde gelişmiş ve Tuna Nehri'ne kadar bütün Balkan toprakları, Osmanlı atlılarının ulaştığı yerler olmuştur. Bu süreçte başta Bulgaristan olmak üzere Mora, Arnavutluk, Makedonya, Romanya ve Sırbistan; Osmanlı'ya bağlı ülkeler haline geldiler. Fatih'in merkeziyetçi bir imparatorluğun temellerini atmasıyla Tuna Nehri'ne kadar bütün Balkan toprakları merkeze bağlı kalıcı bir Osmanlı yurdu haline geldi.


BİZANS'IN DİRİLTİLEBİLECEĞİ GELİŞMELERE KARŞI ÖNLEMLERİN ALINIŞI


Fatih, Rumların yoğun olarak yaşadığı ve Bizans Devleti'nin yeniden kurulabilme riskinin bulunduğu Mora ve Teselya bölgesindeki gelişmeleri dikkatle izlemekteydi. Mora'nın hakimiyeti ve Rum liderliği konusunda Paleolog Hanedanı'ndan Tomas ve Dimitrios kardeşler amansız bir iktidar mücadelesi içerisine girmiş, bunun sonucu olarak bölgede bir iktidar boşluğu meydana gelmişti. Bu karışıklık ve karmaşadan yararlanan Osmanlılar, bölgede kısa zamanda ve kolayca hakimiyet alanlarını genişleterek kontrolü ele geçirdi. Bu amaçla, Moraya ardı ardına iki sefer düzenlendi. Bunlardan ilkinde Fatih, Korint ve Atina civarını ele geçirdi. İkinci seferde ise Fatih'in gönderdiği Mahmud Paşaya bağlı kuvvetler Spartayı alarak Dimitrios'u etkisiz hale getirdi. Tutuklanan tekfur, Fatih'in danışmanlarının aracılığıyla affedildi. Kendisine Enez kasabasının tuz gelirinden oluşan bir tahsisat bağlandı. Dimitrios 1470 yılında «Rahip Dorotheos» unvanıyla Edirnede öldü. Kardeşi Tomas da Türklere karşı daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayarak İtalyaya iltica etmek zorunda kaldı. Böylece Mora, kesin olarak Türk hakimiyetine girdi. Fatih, Morayı Teselya ile birleştirerek başına Zağanos Paşayı getirdi. Böylece bugünkü Yunanistan, sahilde Venediklilere ait bazı kale ve Ege Denizi'ndeki adalar hariç, Rumeli eyaletine bağlı bir sancak haline getirildi (1460).

Eflak (Romanya) Prensi III. Vlad, Macarlar ile anlaşarak Osmanlı Devleti'ne taahhüt ettiği vergileri ödememişti. Üstelik Hamza Paşa komutasındaki iki bin kişilik bir orduyu pusuya düşürerek katletmişti. Ayrıca Fatih'in Karadeniz'de Trabzon Seferi'ne çıkmasını fırsat bilerek Niğbolu, Vidin ve Tuna kıyılarındaki şehirlere saldırıp bu şehirleri harap etmişti. Fatih'in elçilerini kazığa vurdurarak öldürme cüretini gösteren bu Voyvodaya karşı Fatih Sultan Mehmed 1462 yılında güçlü bir orduyla Eflak'a doğru imha seferine çıktı. Kazıklı Voyvoda lakaplı III. Vlad, karşı koyamayacağını anlayarak Osmanlı kuvvetlerinin önünden süratle kaçtı ve Macaristan Krallığı'na sığındı. Bu takip sırasında Voyvoda'nın süvari birliklerine ait askerlerinden iki bin kadarı yok edildi, bin civarındaki askeri de esir alındı. Ayrıca bu sefer sırasında iki yüz bin at ve yük hayvanı ganimet olarak ele geçirildi.

Eflak'ta kontrolü sağlayan Fatih Sultan Mehmed buraya güvenilir bir idareci tayin etti ve Eflak ülkesini kesin olarak merkezi otoriteye bağladı. Bu tarihten sonra Eflak, Osmanlı'nın mümtaz bir eyaleti haline geldi. Kazıklı Voyvoda ise Osmanlı ile ilişkilerini iyi tutmak isteyen Macar Kralı Matyas Korven tarafından hapse atıldı. Sonradan kurtulup Eflak'ta iktidar mücadelesine giriştiyse de, öldürülerek tarih sahnesinden çekildi.

Öte yandan Fatih, Orta Avrupa hakimiyeti için Sırbistan'a iki sefer düzenledi. Bunun sonucunda Belgrat hariç bu toprakları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine kattı. Bir diğer Balkan topluluğu olan Boşnaklar da bu dönemde kesin olarak Osmanlı'nın bir parçası oldu. Bosna halkı hıristiyan olan ancak teslis inancını reddeden Bogomil mezhebindendi. Fatih'in bölge halkıyla sağlıklı bir iletişim içerisine girmesi sonucunda Bosnalılar İslamiyet’i seçti. Bosna, her zaman Osmanlı Devleti'ne gönülden bağlı kaldı ve devlette çok sayıda asker, yönetici ve alimle temsil edildi.

Arnavutluk; coğrafi bölge olarak dağlık, engebeli bir özellik taşımaktaydı. Arnavutlar başlangıçta inatçı kişilikleriyle Fatih'in güçlü bir merkezi yönetim kurma ve bölgede etkinliklerini artırma gayretlerine şiddetle direnç gösterdiler. Fakat Fatih'in ısrarlı gayretleri sonucunda Arnavutlar da büyük ölçüde merkeze bağlandı. Çoğunluğu Müslüman olan Arnavutlar, Osmanlı varlığının Balkanlardaki koruyucu unsuru ve Osmanlı kimliğinin çok önemli bir parçası olarak Osmanlı'nın son yıllarına kadar devlete bağlı kaldılar. Asker, alim ve bürokrat olarak birçok Arnavut, uzun yıllar devlet hizmetinde bulundu.


KARADENİZ HAKİMİYETİ İÇİN YAPILAN SEFERLER


Fatih, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının hakimiyetini ele geçirdikten sonra ekonomik açıdan bu önemli geçitlerle doğrudan ilgili olan Karadeniz sahillerine de sahip olmak ve bu denizi bir Osmanlı gölü haline getirmek için harekete geçti. Kurdukları kolonilerle Cenevizliler, bu bölgede çok etkili bir konumdaydı. Uzun zamandan beri Kırım'ın da içerisinde bulunduğu yarımadayı merkez tutarak Kefe ve Suğdak limanlarından bölgenin ticaretini kontrol altında tutmaktaydılar. Fatih, boğazların hakimiyetini sağladıktan sonra Cenevizlileri önce kontrol altına alarak vergiye bağlamış; İstanbul’a buğday, kürk, deri ve tuz sevkiyatını düzenli hale getirmişti. En önemlisi, Kefeden Mısır'a köle ticaretini yasaklamıştı. Diplomatik kanalları daima açık bırakarak bu denizci ve paralı devletin kendi düşmanlarıyla ittifaklar kurmasını önlemişti.

Fatih 1459 yılında artık bölgede ağırlığını iyiden iyiye artırma zamanının geldiği kanaatine vararak harekete geçti. Önce 150 parçalık bir filoyla Ceneviz kolonisi olan Sinop yakınlarındaki Amasra Kalesi'ni denizden abluka altına aldırdı. Kendisi de karadan gelerek şehri kuşattı. Mukavemetin bir çare olamayacağını gören kale teslim oldu. Sahildeki fetih, sırasıyla Sinop'un İsfendiyaroğulları'nın elinden alınışıyla devam etti. Yine Bizans'ı diriltme ihtimali bulunan Rum Pontus Devleti'nin merkezi Trabzon'a yönelerek şehri karadan ve denizden kuşattı. Yapılan müzakereler sonucunda Rum Pontus devletine sulh yoluyla son verildi (1461). Trabzon ve civarında başarılı bir iskan politikası uygulanarak bölgeye yerleştirilen Türk ahaliyle, demografik yapı köklü bir değişime uğradı.

Fatih, Trabzon'un fethinin ardından ilgisini Karadeniz'in kuzey kıyılarında bulunan Kırım Hanlığı'na kaydırdı. Zaten İstanbul'un fethinden sonra Giraylar hanedanıyla diplomatik temas kurulmuş ve Cenevizlilere karşı ittifak yapılmıştı. Artık limanlardaki Ceneviz ablukasının kaldırılması zamanı gelmişti.

Fatih 1475 yazında Vezir-i Azam Gedik Ahmed Paşayı içerisinde vurucu gücü yüksek 10.000 azap, kapıkulu ve Rumeli askeri bulunan güçlü bir donanmayla Kırım sahillerine gönderdi. Osmanlı donanması dört günlük bir kuşatmanın ardından Kefe'yi zaptetmeye muvaffak oldu. Aralık 1475 yılına gelindiğinde bölgedeki bütün Ceneviz direniş noktaları kontrol altına alınmıştı. Cenevizlilerin esaretinden kurtarılan Kırım hanı Mengli Giray; Osmanlılara sadık kalmak, padişahın dostuna dost, düşmanına düşman olmak şartıyla tahtına tekrar oturtuldu. Uzun süre Osmanlı Devleti'nin ayrılmaz bir parçası olarak varlığını devam ettiren Kırım Hanlığı, 1783 yılında Rusların yönetimi altına girmek zorunda kalmıştır.


EGE ADALARININ OSMANLI HAKİMİYETİNE GİRMESİ


Güçlü Venedik ve Ceneviz şehir devletleri, uzun bir dönemden beri Ege Denizi'ndeki birçok adayı ve Mora sahillerindeki bazı kaleleri denetim altında tutuyordu. Bizans'ın bu eski topraklarında, Venedik ve Ceneviz devletleri, güçlü bir abluka kurarak deniz kolonileri oluşturmuştu. Fatih, karada eriştiği askeri güce henüz denizlerde ulaşamadığının şuurundaydı. Bu sebeple Venediklilerle fazla çatışmadan, önce Egede var olma, ardından da bütünüyle Ege Denizi'nde tek söz sahibi olma hedefine ulaşmayı sağlayacak teşebbüslerde bulundu. Öncelikle Papalığın siyasi etkisinde olan adalara seferler düzenledi ve Kuzey Egede; Enez. İmroz ve Limni adalarını ele geçirdi. Fatih tarafından gönderilen İsmail Bey idaresindeki donanma, Midilli Adası Dükası'nın Ege Denizi'nde gerçekleştirdiği askeri hareketliliğe son vererek bölgedeki Osmanlı ağırlığını yeniden sağladı. Bu çerçevede Taşöz ve Semendirek adaları da ele geçirildi.

Nihayet Midilli adasının fethinin ardından 16 yıl sürecek olan Osmanlı-Venedik deniz savaşları başladı. Papanın himayesinde güçlerini birleştiren Venedik, Macaristan ve Arnavutluk devletleri 1463 yılında topluca saldırıya geçtiler. Venedikliler Argos'u geri aldı. Morada birçok şehir ve kale de isyan ederek Venediklilerle birleşti. Bölgede yaşayan Müslüman ahali ve görevliler kalelerde mahsur kaldılar. Öte yandan Macarlar da Bosna'nın başkenti Yayiçe'yi zapt etti. Tüm Ege Denizi'nde üstünlük, müttefik haçlı güçlerinin eline geçmiş, haçlı ablukası Çanakkale Boğazı'na kadar genişlemişti.

Fatih, büyüyen ve gittikçe daha tehlikeli bir hal alan bu duruma acilen müdahale ederek karadan ve denizden köklü askeri tedbirler aldı. Bir yandan Mahmud Paşayı kuvvetli bir orduyla Mora'ya gönderdi. Osmanlı, bu müdahalenin ardından Mora'da üstünlüğü yeniden tesis etti. Öte yandan donanmayı takviye etmek için Kadırga limanı tersanesini yaptırdı. Çanakkale Boğazı'ndan İstanbul'a yönelebilecek tehditlere karşı Çanakkale Boğazı'nın her iki kısmına Sultaniye ve Kilitbahir kalelerini inşa ettirdi. Balkanlarda baş gösteren tehlikeye karşı karadan bizzat harekete geçen Fatih, Bosna ve civarındaki askeri gücünü tahkim ederek Arnavutluk üzerine yöneldi. Bir yandan da Venediklilerle barış görüşmelerini başlatarak hıristiyan ittifakını dağıtma yollarını aradı. Arnavutluk içlerinde İlbasan Kalesi'ni yaptırarak buraya bir miktar asker yerleştirdi. Fakat Arnavutluk'ta askeri hakimiyet tam olarak kurulamadı. Nitekim Fatih, bu geçit vermez coğrafi bölge için bir müddet sonra yeniden dönerek uğraşmak zorunda kaldı.

Nihayet Ege adalarının büyük çoğunluğunun Osmanlı hakimiyetine girmesinin ardından 1479 yılında Venediklilerle bir barış yapıldı. Buna göre Venedikliler, her yıl için 10 bin altın vergi ödeyecekler, İstanbul'da elçi bulundurabilecekler, kaybettikleri adaların bulunduğu Egede serbestçe ticaret yapabileceklerdi.


OSMANLI-AKKOYUNLU MÜCADELESİ ve OTLUKBELİ SAVAŞI (1473)


İran merkezli göçebe geleneğine bağlı güçlü bir devlet olan Akkoyunlular, Doğu Anadolu'da Fırat ve Dicle nehirleri arasında kurdukları hakimiyeti Anadolu'nun diğer bölgelerine de yayma arzusu taşıyordu. Nitekim rakibi Karakoyunluları 1467 yılında ortadan kaldırıp topraklarına el koyduktan sonra Karamanoğulları Beyliği'ndeki taht kavgalarına da müdahale etti.

Bu durum Türklerin yönettiği iki Müslüman devleti karşı karşıya getirdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Timur'un siyasetini izleyerek Orta Anadolu işlerine karışıyor; Fatih'in etkisiz hale getirdiği beyleri de himaye ediyordu. Ayrıca Trabzon-Rum İmparatorluğuyla da dayanışma içerisinde bulunuyordu. Daha da önemlisi, Osmanlı'ya karşı Venedik, Kıbrıs ve Rodos şövalyeleriyle işbirliğine yönelik müzakerelerde bulunuyordu. Nihayet Uzun Hasan'ın 1472 yılında Tokat'ı yağmalaması ve Karamanlı güçleriyle birleşerek Akşehir'i alması iki devleti Otlukbeli mevkiinde karşı karşıya getirdi.

Fatih'in 100 bin kişilik ordusu, rakiplerini bu mevkide kesin bir bozguna uğrattı. Böylece doğuda tehlikeli bir şekilde ilerleyen Uzun Hasan bertaraf edilerek ikinci bir Timur vakasının yaşanması engellenmiş oldu. Yenik hükümdar; Karahisar Kalesi'ni teslim ettiği gibi, Osmanlı'ya karşı bir daha saldırmayacağına yemin ederek barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Bu kesin zaferin ardından Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri, Torosları ve Akdeniz eteklerini ele geçirerek Karaman ülkesini hakimiyet altına aldı.


FATİH'İN İTALYA ÜZERİNDEKİ EMELLERİ ve OTRANTO SEFERİ (1480)


Bizans İmparatorluğu'na son verip Hz. Peygamber'in müjde ve iltifatına mazhar olan Sultan Fatih, Akdeniz'in kapısı anlamına gelen Rodos Adası'nı almak ve Roma İmparatorluk tacını da ele geçirmek istiyordu. Bunun için askeri olarak İtalya'ya sarkmak gerekiyordu. Bu amaçla görevlendirilen Mesih Paşa, Rodos'u almaya teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. Ancak Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir donanma, şiddetli bir kuşatmanın ardından Otranto şehrini almayı başardı. Böylece İtalya'da bir köprübaşı kurulmuş oldu. Gedik Ahmed Paşa Otranto'ya bir miktar asker yerleştirerek Arnavutluk'a geçti ve «Çizme»yi bütünüyle ele geçirmek için hazırlıklarını yoğunlaştırdı. Türklerin İtalya'ya çıkması çok büyük bir heyecan yarattı. Artık hedef Roma idi. Papa, Roma'dan ayrılıp Fransa'ya sığınmak için hazırlık yapıyordu. Akdenizden esen Türk rüzgarının meydana getirdiği endişe ve şaşkınlık Fatih'in beklenmedik vefat haberiyle ortadan kalktı. Fatih, çıktığı son seferinde Gebze yakınlarında Sultançayırı olarak bilinen yerde ani olarak vefat etti (1481).

Kaynaklar, vefat sebebini tüm Osmanlı hükümdarlarında görülen ve halk arasında gut/damla olarak bilinen nikris hastalığına bağlamaktadır. Ancak Aşıkpaşazade tarihinde ölümünün özel doktoru İtalyan asıllı Yakub Paşanın yavaş yavaş zerk ettiği zehirden olduğu yönünde farklı bir rivayet de bulunmaktadır. Fatih'in vefatı üzerine Gedik Ahmed Paşa Otranto'yu terk ederek geri çekilmek zorunda kaldı.


FATİH'İN ŞAHSİYETİ


30 Mart 1432'de Edirne'de dünyaya gelen II. Mehmed; henüz on bir yaşındayken Manisa'ya vali olarak gönderilmiş, ağabeyinin beklenmedik ölümü üzerine Osmanlı tahtının tek varisi olarak kalmıştı. Doğu Roma İmparatorluğu'nu ortadan kaldırarak hakkıyla Fatih unvanını alan Sultan Mehmed; 1481 tarihine kadar 30 sene padişahlık etmiş, bizzat 21 sefere katılmıştır.

"Yıl oldu sefere gitti. Yıl oldu ki, iki-üç seferi birlikte yaptı. Mevcut Osmanlı mülküne on sekiz iklim kattı. Anadolu'da tek bir hıristiyan devleti bırakmadı."

Kaynaklar; Fatih'in son derece atılgan, şan ve şerefine düşkün, sert mizaçlı, zevk ve sefaya sırtını çevirmiş, büyük hükümdarlarda mutlaka olması gereken kudretli bir asker ve diplomat kişiliğe sahip bir padişah olduğunu nakletmektedir. Türkçe, Rumca ve Slav dillerini ileri seviyede bildiği gibi; Farsça ve Arapçaya da hakimdi. Aynı zamanda güçlü bir şairdi ve «Avni» mahlasıyla şiirler yazmıştı. Bu özellikleri, geniş görüşlü bir kültür adamı olmasına büyük katkı sağlamıştır. Fatih, din ve felsefe alanında da mukayeseli bir birikime sahipti. Her nerede yüksek bir alim duysa, onu İstanbul'a getirmek isterdi. Meşhur astronomi bilgini Ali Kuşçu'yu ve büyük fıkıh alimi Molla Cami'yi de İstanbul'a davet etmiş; hak ettikleri izzet ve ikramla da gönüllerini almıştır.

Meşhur İtalyan ressam Bellini de İstanbul'a gelerek Fatih'in resmini yapmış ve o da büyük bir himaye görmüştür.

Fatih Sultan Mehmed, yönetim alanında da birçok yeniliğe ve gelişmeye imkan hazırlamıştır. Her şeyden önce büyük bir devlet için gerekli olan yeni kanunlar yaptırmış ve bunları yürürlüğe koymuştur.

«Saltanat Veraseti»ne dair çok tartışılan «Fatih Kanunnamesi», devletin parçalanmasına yönelik kaygıları giderme maksadını taşıyordu. Divan-ı Hümayun'un oluşumunu temel esaslara bağlayan kanun ile devlet hizmetlilerinin görevlerine dair kanunlar, «Konargöçer Devlet» anlayışından müesses devlet anlayışına geçildiğini gösteren belgelerdir. Buna göre, devlet görevlileri; «Babu's-Saade» ve «Bab-ı Ali» namıyla iki bölüme ayrılmaktaydı. Bu kanun ayrıca Osmanlı'ya mahsus orijinal kurumlar olan Enderun ve Birun yöneticilerinin görev ve yetkilerini de tanımlıyordu.

Esaslı bir teşrifat geleneğinin oturtulması, vakıflar kanunu ve devletin maliyesini tanzim eden diğer kanunların yürürlüğe konulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devletine yakışır düzenlemelere kavuşmuştur. İlk Osmanlı altın parası da yine Fatih döneminde (1478) «Venedik Dükası»nın vezin ve ayarında İstanbul'da basılmıştır. Bu parayla birlikte Osmanlıda yeni mali politikalar izlenmeye başlanmıştır. 




 


Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak