Söz konusu bilimlerle anlatılmak istenen, İslamiyet’in doğuşu döneminde Müslümanların ilişkiye geçtiği ülke ve kültürlerde yaygın olan bilimlerdir. Bu bilim ve kültür, tarihin başlangıcından lslam uygarlığının doğuşuna kadar uygarlık yoluna giren çeşitli milletlerin bilim, felsefe, edebiyat ve diğer bilim adamları tarafından geliştirilen ortak kültürün kaynaşma ve birleşmesinin özetidir. Asur, Babil, Fenike, Mısır, Hint, Eski lran ve Eski Yunan (Grek) bilim ve kültürü de bu bağlamda ele alınmalıdır. Bununla Müslümanların kendilerinden önceki milletlerin ilimlerini yalnızca nakletmekle yetindiklerini söylemek istemiyorum. Belirtmek istediğim, Müslümanların uygar dünyada kendilerini göstermeye başladıkları dönemde, çeşitli bilim dallarında farklı unsur ve milletlerin ortak birikimlerinin sonucu olarak zengin bir kültürel altyapının oluştuğudur. Yunanlılar da bu kültürel birikimin en önemli mirasçıları olmuşlardır. Yunanlılar kendilerine miras kalan bu birikimi daha da geliştirmiş, muntazam bir düzen ve tasnif çerçevesinde ileri bir seviyeye yükseltmişlerdi. Hıristiyanlık dininin doğuşu bu bilimsel altyapı ve kültürel faaliyetler üzerinde ayrıca bir tesir yaratmıştı. Bu mirasın bir kısmı da, Müslümanların hakimiyeti ve hizmeti altına giren lran, Hint gibi eski milletlerin ortak kültürü olarak devam etmiştir. Müslümanlar bu tarihi kültürel mirası tüm bu milletlerin ortak kültüründen iktibas etmişlerdir. lslam uygarlığının bilim ve insanlık kültürüne yaptığı hizmetlerin en büyüğü bu parça parça ve dağınık halde bulunan kültürel mirasın bir araya getirilmesi, bu bilim ve kültür kaynaklarının çeşitli milletlerin dilinden Arapça'ya çevrilmesi ve bir araya toplanan kültürel birikimin daha da geliştirilmesidir.
Bu yüzden öncelikle Müslümanların temasa geçtiği ülkelerin bilimsel altyapı ve kültürel seviyesi üzerinde durmak gerekir. Bu noktada edebiyat ve edebi eserlerin ayrı bir yeri vardır. Bu bölüm içinde Yunanlılar, İranlılar ve Keldanilerin bilimsel düzeyleri ve gelişmişlik durumları ele alındıktan sonra Müslüman Arapların kendi dillerine çevirdikleri eserler ve bu çalışmaların nedenleri üzerinde duracağız.
Yunan Bilim ve Kültürü
Yunanlılar tarih öncesi zamanlarda Hindistan'ın yukarı bölgelerinden göç ederek Ege denizindeki adalarla birlikte bunların karşısında yer alan Küçük Asya (Anadolu) sahillerinde yerleşen Ari toplumlardan biridir. Ari toplumların birbirine benzer birtakım ortak gelenek ve kültürleri vardır. Bu yüzden Yunanlılar Anadolu topraklarına yerleştiklerinde Hindistan'da yaşayan kardeş toplumları olan Arilerin söz konusu bölgeye kendileri ile beraber götürdükleri ve büyük kısmı tarihin en eski devirlerinde Sanskritçe yazılmış dini kitaplarında kaydedip derledikleri inanç ve gelenekler çerçevesinde atalarından oldukça zengin bir kültürel miras devşirmişlerdi.
Hellas veya Hellenes adıyla bilinen Yunanlıları oluşturan kabileler İyonlar, Aeolianlar ve Dorlardır. Birinci kabile Anadolu kıyılarında, ikinci kabile Lesbos (Midilli) adası ile çevresinde, üçüncü kabile ise Mora ve Sicilya civarında yerleşmişti. O dönemde eski uygarlık hem Nil hem Fırat vadilerinde gelişmişti. Fenikeliler karadan ve denizden bunlarla komşu olmakla birlikte Anadolu kıyılarından kendi ülkelerine komşu olan yerleri sömürge şeklinde idarelerine bağlamışlardı. lyonyalılar veya Asya bölgesinde bulunan Yunanlılar Fenikelilere bu şekilde komşu olduklarından, yoğun bir kültürel kaynaşma ve birikim ortaya çıkmıştır. Neticede Fenikelilerden Yunanlılara zengin bir uygarlık mirası intikal etmiştir. Aslında bu eserlerden çoğu Babilliler, Asuriler ve Eski Mısırlıların kalıntılarıydı. lyonyalılar da aynı şekilde astronomi, tıp ve benzeri bilimlerdeki katkılarıyla önemli bir fonksiyon icra etmiş, birikimlerini Adalar Denizi'nin batı tarafında bulunan kardeşlerine nakletmişlerdir. Eski Yunanlılar aslında zeki ve çalışkan bir toplumdu. Bu nedenle çok zaman geçmeden fıtratlarında mevcut olan yetenekleriyle şiir ve edebiyatta dikkat çekici bir seviyeye çıkmış; birçok şair, hatip ve bunları takiben çok sayıda bilgin, filozof ve tabip yetiştirmişlerdir. Onların bilimsel alanda yaptıkları düzenleme, tesnif ve kuralların önemli bir kısmı günümüze kadar geçerliliğini sürdürmüştür.
Yunan Edebiyat Tarihi temelde üç devre ayrılır:
Eski Yunan Edebiyatı Devri. Bu devir tarih öncesi zamandan başlar ve 529 yılında son bulur. Bu tarih Doğu Roma imparatoru Jüstinyen tarafından Rum ülkesinde kurulan putperest okulların kapatılmasıyla ilgili verdiği buyruğun yılıdır.
Bizans veya Konstantin Devri. Bu devir miladi 529 yılından başlar ve Osmanlıların 1453 yılında İstanbul’u fethetmeleri ile son bulur.
Yeni Çağ. Bu çağ İstanbul’un fethinden başlayarak bu güne kadar devam eder.
Konumuzla ilgili olan devirler birinci devir ile ikinci devrin bir kısmını içine aldığından Yunanlıların o dönemlere ait bilim ve edebiyatından söz etmekle yetineceğiz.
Eski Yunan Edebiyatı (M. 529 yılına kadar)
Bu bölüm de kendi içinde üç devre ayrılır:
1. Şiir Devri. (MÔ) 575 yılında sona erer.
2.Tiyatro, Tarih ve Felsefe Devri. (MÔ) 475 yılından 300 yılına kadar toplam 175 yıl devam eder.
3.Bilim ve kültürün geliştiği çağdır. Buna İskenderiye Devri de denir. Bu dönem de Yunan ve Roma dönemleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Eski Yunan Şiiri
Araplar İslami bilimler ve Arap Edebiyatını bir milleti taklit etmeksizin kendi kendilerine nasıl icat etmişlerse Yunanlılar da edebiyat ve edebi ürünlerini aynı şekilde, taklit ve alıntı yapmaksızın özgün bir kültür olarak oluşturmuş ve geliştirmiş toplumlardan biridir. Yunanlıların en eski bilim ve edebiyat ürünü şiirdir. Tarihin ilk devirlerinden itibaren şiir alanında çarpıcı bir beceri göstermişlerdir. Her kabile veya hanedan şiirin bir dalıyla uğraşmış, harika örnekler ortaya çıkarmışlardır. Bu kabilelerden biri olan Yuniler şiir-i kısasi (nakli) ile, Eyyubiler lirik şiir ile, Duriler ise lirik şiir ve musiki ile meşgul olmuşlardır. Daha sonra Yunilerin bir şubesi olan Atikler, tiyatro vb sanatlarda dikkat çekmişlerdir. Bu çabalar sonucunda tarih, felsefe gibi nesir sanatlarını da geliştirmişlerdir. Cahiliye Devri'nda Arap kabileleri gibi, bunların da dilleri birbirlerinden farklıydı.
Anlaşılan o ki, Yunanlılar, küçük kabilelere ayrılmadan önce şiir sanatını düzenlemiş ve nazım şekillerini geliştirmişlerdir. Yunanlıların en eski şiirleri mevsim neşidelerinden (Chansons des saisones) oluşur. İkinci derecede eski olan şiirler ise küçük hikayeler şeklinde tanrıların veya savaşların anlatıldığı şiirlerdir. Bu şiirler musiki aletleri ile okunurdu. Fakat daha sonra söz konusu kabileler ortaya çıkınca Yunanlıların bir kabilesi olan Yuniler "nakli şiir" üzerinde yoğunlaşmış, büyük savaşların hikayelerini bu türle yazmışlardır. Savaşların aşamalarını ve gelişen olayları tasvir eden en eski şiir Turuva'da şehir kuşatmasının son on gününün olaylarını kapsayan ve MÖ 9. yüzyılda Homeros tarafından yazılan Ilyada ve Odysseia'dır. Truva Yunanlıların kuşatmasına on yıl boyunca direnmiş, bu ünlü şairin destanı ile tarihte ölmez ve silinmez bir iz bırakmıştır.
Yunanlılar arasında bu tür şiirler, milli duygu ve savaş olaylarının korunup ezberlenmesi ve dilden dile aktarılmasına hizmet ettiği için, şiirin diğer türlerinden daha önce gelişip yayılmıştır. Yunanlılar ilkçağlarda sosyal yapı olarak, Arap kabilelerinden çok farklı değildiler. Başkan ve yöneticileri, atalarına dair kahramanlık ve yine tanrılar ve mabutlarla ilgili hikayeleri dinlemekten ve aktarmaktan çok hoşlandıkları için, yeteneklerini de bu yönde geliştirmişlerdi. Özellikle MÖ 8. yüzyılda mutlak ve zorba bir idareye karşı cumhuriyet yönetimini savunmuş, bu uğurda tüm kişisel yetenek ve becerilerini kullanmışlardır. Dolayısıyla hürriyet ve bağımsızlık duyguları, her geçen gün daha bir gelişmiştir. Zorba ve baskıcı yönetimin esaretinden kurtulan zihinler, edebi zevk ve kültürel gelişim için oldukça uygun bir ortam bulmuş, önce şiir sonra da musiki sanatının temelleri bu birikim sonucunda ortaya çıkmıştır.
Yunanlılar arasında şiir ve musiki alanında yetişen şairlerin en büyükleri MÖ 467 -556 yıllarında yaşamış olan Simonides ile 441- 521 yıllarında yaşamış olan Pindare'dir. Bu dönemde yazılan şiirlerin çoğu Yunanlılar ile İranlılar arasında ortaya çıkan savaşları ele almıştır.
Yunanlılarda Dil Bilimleri, Diğer Bilimler ve Felsefe (MÖ 300-475)
Edebiyat ve Tarih
Bu devirde Yunan memleketlerinde yaşayan halk, Yuniler ile Durilerden oluşuyordu. Attique bölgesine nispetle Duriati yahut Duriatiki olarak adlandırılmışlardı. Duriler yeteneklerini şiir üzerinde yoğunlaştıkları için tarihi olayları, savaşları, kahramanlıkları, ulusların duygu ve düşünceleriyle birleştirip nazma dökmüş, kabiliyetleri sayesinde, önemli olayları tiyatro biçiminde canlandırarak, milli kimlik ve kültür oluşturmada oldukça başarılı olmuşlardır. Bu çabaların sonucunda "temsil" (drama/tiyatro) sanatı doğmuştur. Trajedi ve komedi dalları da, bir yan disiplin olarak bu aktivite sonucunda ortaya çıkmıştır. Tiyatro ve benzeri görsel sanatlarda da dikkat çekici başarılar göstermiş, büyük tiyatrocular yetiştirmişlerdir. Bilim ve sanatın bu dönemde ulaştığı nokta ve sanatçılar konusunda ayrıntılara girmeden önce, özetle bir şeyler söylemek gerekiyor. Yunanlılar özellikle şiirin tüm dallarında hünerler gösteren bir millet olmuştur. Bunların en eski ve en mükemmel nesir örnekleri de milattan 406 sene önce ölen ünlü gezgin Heredot'un yazdığı eserlerdir. Yunan şairleri içinde Homeros'un llyada'sı ne kadar önemli ise, Heredot'un mektupları da Yunan nesrinde o derece yüksek bir mevki işgal eder. Anadolu'nun Adalar Denizi kıyısında yer alan Halikarnas şehrinde doğan Heredot birçok seyahatler yapmış, topladığı güvenilir bilgileri özenle kaydetmiş, ayrıca ziyaret ettiği toplumlara ait masal, efsane gibi işittiği şeyler arasında inanmadıklarını bile kaydetmekten geri kalmamıştır. Bununla birlikte Heredot, eski dönem tarihine ait bilgiler için sözüne güvenilen en büyük tarihçilerden biri kabul edilir.
Ancak Heredot, Yunan tarihinde ilk nesir örneklerini ortaya koyan bir bilgin olarak kabul edilmez. Kendisinden önce birçok bilim adamı ve mütefekkir bu alanda önemli çabalar göstermiş, felsefe, mitoloji ve tarih gibi alanlardaki eserlerini nesir ile yazmış ve derlemişlerdir. Heredot'un nesrinin diğerlerinden üstün olması, kullandığı üslubun güzelliği ve yazdığı konuların öneminden ileri gelir. Heredot, kendi adı ile bilinen seyahatnamesini MÔ 431 yılından önce yazmış ve MÔ 6. yüzyıl ile 5. yüzyıl başlarında İranlılar ile Yunanlılar arasında cereyan etmiş büyük savaşların nedenlerini ve sonuçlarını göstermiştir. Bu kitap halen önemini korumaktadır. Bu nedenle Heredot'a "ebu't- tarih" (tarihin babası) veya "şeyhu'l-müverrihın" (tarihçilerin şeyhi) adı verilmiştir.
Heredot'tan bir müddet sonra Atina halkı arasında MÖ 431 yılından 404 yılına kadar devam eden ve Mora veya Peleponez Savaşı adı verilen korkunç bir savaş olmuştur. Bu savaşın safhaları MÖ 315/460 yılları arasında yaşayan, savaşlara bizzat şahit olan Yunanlıların ünlü tarihçisi Tusides tarafından kaydedilmiştir. Söz konusu tarihçi Heredot'la çağdaş olmakla birlikte, yaşça ondan küçüktü. Aynı dönemde Ksenofon gibi başka tarihçiler de yetişmişti. Bu devri takiben Yunanlılar hitabet sanatı ile de meşgul olmuşlar, Demosten, Eşines, Hiperides gibi büyük hatipler, hitabetteki yeteneklerinin yanı sıra, Solon gibi şahıslarda olduğu gibi hukuk dahileri de yetiştirmişlerdir.
İlim ve Felsefe
Yunanlılarda ilim ve felsefe alanındaki birikim, daha önce sözünü ettiğimiz atetik devrinin bir ürünü olmuştur. Yunanlılar şiir, tarih ve edebiyat alanında uzun bir devir geçirdikten sonra, Mora Savaşı sonucunda ortaya çıkan bir uyanış dönemi ile varlıkların sırlarını, sosyal sıkıntı ve bunalımların neden ve çözümlerini araştırma fırsatını yakalamışlardır. 28 sene süren bu savaşlar sonucunda Atina şehri işgalcilerin eline geçmiş, böylece Atinalılar üstün ve ayrıcalıklı konumlarını kaybederek, hiç tatmadıkları bir duygu olan zillet ve mahkumiyetle tanışmışlardır. Bu durumda aldıkları ibret ve tecrübenin yönlendirmesi sonucunda kimliklerini sorgulamaya başlamış, varlık nedenlerini ve hakikatini araştırmaya yönelmişler, kendi ulusları için bir felsefi uyanış devri başlatmışlardır. Bu uyanış devrinin temsilci ve kurucusu MÖ 468/400 veya 399 yıllarında yaşamış olan ünlü filozof Sokrates'tir. Daha önce de birkaç kez işaret ettiğimiz gibi, bir kez daha savaş dönemlerini edebi, ilmi veya siyasi bir uyanma devri takip etmiş, buhranlı bir dönemin ardından Sokrates ve onun takipçileri ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber Yunanlılar, uyanma devrinden çok daha önce İranlılarla yaptıkları savaşlar sırasında oluşan fikir alışverişleri ve etkileşim sonucunda, evren ve tabiat hakkında kafa yormaya başlamışlardı. Ancak bu çalışmalar, felsefi yorumların dışında, günümüz terimlerine göre tabiat bilgisi adını verdiğimiz bilgileri içine alan astronomi, matematik gibi tabiatta geçerli olan bilimsel kuralları çözmek ve anlamakla sınırlı kalmıştı.
Felsefe ve ona bağlı konular üzerinde dikkat çeken ilk düşünür MÖ 240 yılında Milet şehrinde doğan Thales'tir. Tales, Yuni kabilesi hikmet okulu filozoflarındandır. Bilim ve kültürünü Fenike, Mısır, Girit ve Yuni'de aldıktan sonra özellikle astronomi ve hendese alanında uzmanlaşmıştır. Miletli Tales'in yaratılış, evren ve onu oluşturan unsurların aslı ve esası hakkında orijinal düşünce ve yorumları vardır. Ayrıca güneş ve ay tutulmasını keşfetmiş, yüksek cisimlerin gölgelerine göre boylarını belirlemek için çeşitli matematik formülleri ve kanunları oluşturmuştur. Tales'ten sonra gerek kendi öğrencilerinden gerekse öğrencilerinin öğrencileri arasından birçok filozof ve hekim yetişmiştir. Hz. lsa'nın doğumundan önce, 5. yüzyılda yaşamış ünlü filozof Arkolos bunlardan biridir. Bu zat tabiat bilimlerini Yuni bölgesinden Atina'ya nakleden bilgin ve filozoftur. Atina'da Sokrates'in hocası olmuştur. Bu filozofun devrinde Peleponez veya Mora Savaşı patlak vermiş, savaş sonucunda halk birbirine girmiş, kamplara ve kutuplara bölünmüş, düşmanlık ve rekabet duyguları galeyana gelmişti. Öyle ki kendi kabilesinden, akraba ve yakınlarından birine düşman olmayan kimse kalmamıştı.
Atinalılar yıllar boyu süregelen şan, güç ve iktidardan sonra itibarsız bir konuma gerilemenin bir sonucu olarak, psikolojik sıkıntılara düşmüşlerdi. Fıtratın bir gereği olarak, bir insan altından kalkamayacağı bir sıkıntı veya felakete uğrarsa, bunun kendisi üzerindeki etkisini hafifletme makasadıyla yaratılış, insanların eylemlerinin mahiyeti, olayların sebep ve hikmeti hakkında felsefi düşünce ve değerlendirmelere yönelerek, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulmaya çalışır. Atinalılar işte böyle bir psikolojik destek ve teselliye muhtaçtılar. İtibarlı bir geçmişten sonra, mazilerine bakınca büyük üzüntü duyuyor, geleceğe bakınca da korku ve endişeye kapılıyorlardı. Bütün övündükleri değer ve birikim bitip yok olmuştu. Güçlü bir hükümet kuramamışlardı. Bunun sonucunda tüm tefekkür yeteneklerini insanların, özellikle de kendilerinin içinde bulundukları vaziyet üzerinde yoğunlaştırmışlardı.
Bu yoğunlaşmanın odak noktası edebiyat ve felsefeydi. MÖ. 5. yüzyılın başlarında Yunanistan'da halk daha önce yaşamış bazı bilginlerin düşüncelerini kendi yaşantıları üzerinde uygulayarak kullanıyordu. Bu durum aynı zamanda onların ilim ve kültür konusundaki hırs ve arzularını kırbaçlıyordu.
Sokrates
Yunanlıların içinde bulundukları bu buhranlı dönemde Sokrates gibi bir dahi ortaya çıkmıştır. Sokrates yalnızlığı, sade ve basit bir yaşantıyı sevmiştir. Herhangi bir sanatla uğraşmamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Ona göre böyle bir konumda hikmet i tabiiyye ile uğraşmanın bir faydası yoktur. Bu yüzden hikmet i edebiyeye (ahlak felsefesine) önem vermiş ve felsefeyi esaslı bir biçimde tetkik edip kavradıktan sonra içine karışan birtakım remiz ve müphem düşüncelerden kurtarmış, Atinalıların o zamanki sosyal yaşantısına uygulamıştır. Ahlak felsefesi konusunda koyduğu kurallardan biri olarak insanı önce insan, sonra baba, ardından aile reisi ve siyasetin idare edeni ve denetleyicisi, son olarak da, toplumun bir ferdi olarak ele almış ve görevlerini de bu ayırıma göre paylaştırmıştır. Sokrates ruhun sonsuzluğuna inanıyordu. Yunanlılar bu zatı ahlak felsefesinin kurucusu ve uygulayıcısı veya eski felsefeyi hayallerden hakikate döndüren kişi olarak kabul ederler. Roma'nın en büyük hatibi olup lö 106 yılında doğan Çiçeron, "Sokrates felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirmiştir," der. Sokrates hikmeti, görüş ve düşüncelerini halkın toplantı yerlerinde, panayırlarda, spor alanlarında ilan etme ve yaymadan bir an bile geri kalmamıştır. Bütün hayatını insanlara yol gösterme ve hikmeti anlatma ile geçirmiştir. Sokrates'in felsefi mesleği ve öğretileri, en iyi öğrencisi olan Platon'un karşılıklı konuşma, yani "diyalog" şeklinde yazılmış eserleri ile tanınmıştır.
Sokrates'in felsefi mesleği, insanın meyil ve isteklerini doğal halinde nasıl ise öylece terbiye etmek, bu durumdan dışarı çıkmamak ekseni etrafında döner. Bu yüzden Sokrates safsata ve demagojinin, demagoji ve şarlatanlığın şiddetli düşmanıydı.
Dünya yaratıldığından beri büyük bilgin, kaşif ve mucitler, yeni düşünceler ortaya atan şahsiyetler maalesef kıskançların ve kindar düşmanlarının ellerinden nadiren kurtulabilmişlerdir. Sokrates'in alaylı ve iğneleyici sözleri, onu anlamaktan uzak halkın kendisine düşman olmasına neden olmuştu. Onun öğretisi ve felsefesinde Atinalıların inançlarına aykırı şeyler de vardı. Bu yüzden halk, bir bahane bularak bu ölümsüz değerin hayatına kıymaktan çekinmedi. Tarihin kaydettiği filozofların en büyüklerinden biri olan Sokrates ahlak ilminin mucidi olarak da kabul edilir.
Platon
Sokrates hayatı boyunca hiçbir eser yazmamış, kendi felsefesi ile ilgili herhangi bir sistem veya kurallar bütünü oluşturmamıştır. Onun fikir ve öğretilerini kendisinden sonra gelen talebeleri derlemiş ve sistematize etmişlerdir. Ancak bu öğrenciler hocalarının felsefesini yorumlarken çeşitli anlaşmazlıklara düşmüş, neticede çeşitli ekoller oluşturmuşlardır. Bu ekollerin ilki Sokrates'in talebelerinden Aristippe tarafından temeli atılan ve saadetlerin hazlardan ibaret olduğunu gösteren Kriniyye (Cyrenaiques), diğeri Kelbiyye (Cyniqus) üçüncüsü de lşrakiyye adlarıyla üç gruba ayrılmışlardır. Milattan önce 328 yılında doğan Platon'a nispetle "Platoniyye" adı da verilen son grup, diğer iki gruptan daha fazla şöhret kazanmıştır.
Platon'un felsefi fikirleri üç eski felsefi meslekten iktibas edilmiştir. Platon tabiiyette "Heeroclide"i, metafizik ve menkulatta "Pythagore"u, edebi ve ahlaki felsefede "Sokrates"i rehber kabul etmiştir. Platon her şeyi ilah, madde, idrak olmak üzere üç asla indirgemiştir. Platon'a göre ilahlar, illiyyün (en yüksek gök tabakalarında bulunanlar) mütevassıtun (orta tabakadakiler) ve süfliyyun (en aşağı tabakada olanlar) biçiminde üç tabakadan teşekkül eder. Platon ruhların beden değiştirdiğine (tenasühe) de inanıyordu. Onun bütün kitapları diyalog şeklinde yazılmıştır. Felsefe ile ilgili Arapça'ya tercüme edilen kitaplar bölümünde Platon'un eserlerinden ayrıntılarıyla söz edeceğiz.
Aristo
Platon'un öğrencileri de birkaç gruba ayrılmışlardır. Bu grupların en önemlisi Aristo tarafından kurulan "Meşşaün" (Periqateticiens) ekolüdür. Eski filozofların en önemlisi ve büyüğü olduğu konusunda alimlerin görüş birliğine vardıkları ve Müslümanlarca "üstad-ı evvel" adı verilen bu olağanüstü akıl ve zeka sahibi insan MÖ 384 yılında doğmuş ve 323 yılında vefat etmiştir. Müslümanlar felsefe ve mantık kitaplarının birçoğunu Aristo'dan nakletmişlerdir.
Aristo yazdığı eserlerde Yunan topraklarında yetişen bilginlerin felsefe ve çeşitli bilimlerde kendi zamanına yetişebilen bilgilerin özetlerini toplamıştır. Aristo felsefeyi -mebahis-i mantıkiyye, akliyye, nefsiyye ve siyasiye dahil olmak üzere- üstadı Platon'dan almış ve nakletmiş ise de matematik ve coğrafya gibi gözlem ve deneyler üzerine kurulmuş gerçekleri kapsayan ilimleri kendi kendine, önceki bilimlerden yararlanarak edindiği deneyimlerle kurmuştur. Bu zatın çalışmalarının gayesi felsefeyi ilim ve fenlerle güçlendirmek, her akli veya teorik konuyu belli kanun ve kurallara bağlamaktır. Cümlelerinin süslü ve tumturaklı olmasına önem vermemiştir. Yalnızca konunun özüne ve anlaşılmasına dikkat etmiştir. Bu yüzden kendi üslubunu Platon'un felsefesine karışan şairane hayal ve cümlelerden ayıklamaya çalışmıştır.
Aristo'nun felsefesi halk arasında büyük ilgi görmüştür. Aristo felsefi öğretisini Platon'un akademisinin yakınındaki Apollon heykelinin (mabedi) çevresindeki revaklarda vermiştir. Derslerini yürüyerek verdiğinden, öğrencilerine "meşşaün" (yürüyenler) veya "revakıyyün" adı verilmiştir. Aristo'nun en büyük şansı Büyük İskender'in ülkesinde yaşaması, ona hoca olması ve tam desteğini almış olmasıdır. Büyük İskender özellikle tıp, zooloji vb bilimler hakkında yeterli araştırma ve incelemeleri devam ettirebilmesi için kendisine maddi destekte bulunmuştur. İskender dünya fethi amacıyla ünlü seferine çıktığında Aristo Atina'da kalmıştır. İskender'in ölüm haberi gelince İskender'in Atina'daki diğer yandaşları gibi Aristo da gözden düşmüştür. Bununla birlikte ünlü Mora Savaşı'ndan sonra olduğu gibi, lskender'in fetihleri de Yunan fikir ve düşüncesinde olumlu etkiler yapmış, ikinci bir uyanış devrini doğurmuştur.
Büyük İskender'in o dönemde Fenike, Babil, Eski İran bilimlerinden bazılarını Atina'ya taşımış olması ve Aristo'nun bunları felsefi düşüncelerinde kullanmış olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Aristo, akıl, tabiat, felsefe, mantık ve dilbilim konularında birçok eser yazmıştır. Ancak kendisine ait olduğu kesin olarak belirlenen kitaplan 19 tanedir. Bunların çoğu Müslümanlar tarafından Arapça'ya tercüme edilmiştir.
Yanlışlıkla Aristo'ya isnat olunan kitaplara gelince, bu eserlerin büyük kısmı mekanik, belagat, edebiyat ve matematikle ilgilidir. Bunları burada teker teker sıralamaya gerek yoktur. Yalnızca iki ünlü kitabını kaydetmekle yetineceğiz. Bu iki kitaptan biri mantık bilimine ait olan Kitabu'l-makulat (cattgories) diğeri de, Kitabu't-tefsir'dir.
Aristo Yunan yükseliş devrinin zirveye ulaştığı bir dönemde yetişmiştir. Bu nedenle kendisinden önce oluşturulmuş zengin Yunan kültür mirasından oldukça yararlanmış, elde ettiği bilgi ve birikimi sistematize ederek eserlerini kaleme almıştır. Aristo eserlerinde yalın ve anlaşılır bir üslubu tercih etmiş, cümlelerinin açık ve kolay anlaşılır olmasına dikkat etmiştir. Bu yüzden fikirleri yüzyıllar boyunca yaşamış ve günümüze kadar ulaşmıştır. Romalılar, İranlılar, Araplar gibi birçok millet Aristo'nun düşünce ve felsefesinden mutlaka etkilenmiştir.
Aristo'nun Eserleri
Aristo'nun eserlerinin garip ve dikkat çekici şöyle bir hikayesi vardır: Ecelinin yaklaştığını hisseden Aristo, eserlerini ve müsveddelerini öğrencilerinin en büyüğü olan Theophraste'e teslim etmiştir. O da üstadının ölümünden 35 sene sonra vefat etmiştir. Ölmeden önce gerek emanetinde bulunan Aristo'nun kitaplarını ve gerekse kendi eserlerini Nelee adında bir öğrencisine bırakmıştır. Nelee Anadolu'daki doğum yeri olan Scepsis'e (Evciler-Bayramiç) dönerken bu eserleri beraberinde götürmüş, ölümüne kadar da korumuştur. Ölümünden sonra bu eserler varislerine intikal etmiştir. Varisleri ise bu kitapların o dönemde Bergama hükümdarının eline geçmesinden korkmuş, bir mağarada saklamışlardır. Söz konusu eserler bu mağarada 188 yıl gömülü kaldıktan sonra MÖ 1. yüzyılın başında bulunmuşsa da bazıları nem ve rutubetten çürüyüp parçalanmış, diğer bir kısmı da kurt ve güve tarafından yenilmiştir. Bu haliyle Apellicon adında bir kitapçıya (koleksiyoncuya) toptan satılmış ve bu kitapçı vasıtasıyla Atina'ya getirtilmiştir. Daha sonra Romalı Sylla MÖ 86 yılında Atina'yı ele geçirdiğinde adı geçen kitapçının kütüphanesi de ganimet malları arasında Romalıların eline geçmiş ve kitaplar Roma'ya götürülmüştür. O sırada Roma'da yaşayan bazı Yunanlılar bu eserlerin çoğaltılması ve düzeltilmesi ile uğraşmışlardır. Kitaplar üzerinde ilk çalışan kişi Çiçero'nun dostu olan Tirannion'du. Daha sonra Aristo'nun eserleri Rodoslu Andronicus tarafından tekrar gözden geçirilmiş, eksikleri tamamlanmış ve halk arasında yayılmıştır. Aristo'nun eserleri arasında halkın yararına sunulan ne kadar eser varsa Andronicus tarafından MÖ 1. yüzyıl ortalarında tashihi yapılan kitaplardır.
Aristo'nun kitapları halk arasında kısa sürede büyük ilgi görmüş, çoğaltılmış, çevirileri, özetleri yapılmış, şerh ve tenkidi konusunda birçok çalışma yapılmıştır. Bu konuda ilk çaba sarf edenler Yunanlılar olmuştur. Daha sonra sırasıyla Romalılar, Eski İranlılar, Araplar, Avrupa'da ortaçağ ile günümüz medeniyetinin başlangıcındaki toplumlar ve ilk dönem filozofları bu eserler üzerinde kafa yormuşlardır. İşin ilginç tarafı, Aristo'nun eserleri gömülü bulunduğu dönemde medresesi, felsefeyi bu filozof ile tedris ederdi. Bu durum Romalıların Mısır'ı ele geçirdikleri zamana kadar devam etmiştir. Romalılar İskenderiye'yi ele geçirince Andronicus'tan kalan Aristo'nun kitaplarını buraya nakletmiştir. İskenderiye'de bu kitaplara büyük önem verilmiş, diğerleri ikinci planda kalmış, Roma ve İskenderiye'deki felsefe öğretimi aynı kaynakta birleştirilmiştir.
Hıristiyanlığın zuhuru ile birlikte Roma ve civarında Aristo'nun kitaplarının okunması ve öğretimi yasaklanmış ama İskenderiye'de eski düzene devam edilmiştir. Hıristiyanlığın yayılışından sonra Rum kayserlerinin putperestliğe karşı mücadele ettikleri dönemde putperestik çağrışımı yapan bilimleri kaldırdıkları gibi -mantıkla ilgili kitapların dışında- Aristo'nun eserlerini de yasaklamışlardır. Fakat ünlü filozofun kitapları halk arasında gizliden gizliye yayılmasını sürdürmüştür. İslamiyet'in doğuşu ile birlikte felsefe eğitimi de Ömer bin Abdulaziz vasıtasıyla İskenderiye'den Antakya'ya intikal etmiştir. Öğretimin Antakya'ya intikali ile Aristo'nun eserleri Avrupa'ya intikal etmişse de, halka konulmuş olan yasak devam etmiştir. Bu baskı döneminde bazı Yahudiler ve Harraniler (Sabie) Aristo'nun eserlerini Hıristiyanlığa karşı müdafaa amacıyla okuyup inceliyorlardı.
Tıp ve İlm-i Nücum (Tıp ve Astronomi)
Tıp ilmi de -diğer birçok bilim dalı gibi- Mora Savaşları sonucunda ortaya çıkan bilimlerden biridir. Daha önce hastalıkların şeytanlardan gelen belalar, ilaçların da ilahlardan gelen yardım ve şifalar olduğuna inanan Eski Yunanlılar, hastalarını kahinlik ve efsunluk metodu ile tedavi ediyorlardı. Yunan hekimlerinin bu dönemden önce sözünü ettikleri tıp ilmi, bağımsız bir bilim olmayıp "ilm- i tabii"nin bir koluydu. Tıbbı bağımsız bir disiplin şeklinde ilk tedvin eden, dallara ayıran ve doğru temeller üzerine bina eden şahıs MÖ 357 yılında ölen Hipokrat'tır. Bu yüzden ona "tıbbın babası" (Ebu't-tıb) adı verilmiştir. Hipokrat, Mora Savaşları sırasında doğmuş, savaştan sonraki dönemde tıp alanında şöhret kazanmış, Suriye'ye ve civarına seyahatlerde bulunmuştur. Hipokrat bu faaliyetleri sırasında muhtemelen Babilliler ve Mısırlılardan tıp alanında önemli bilgiler elde etmiş ve bu birikimlerini Yunan tıbbıyla birleştirerek bu alandaki ünlü eserini yazmıştır. Hipokratın tıp konusundaki bilgileri tabiat esası üzerine kurulmuştu. Kan almak, key, hakn itmek tedavi yöntemlerinden bazılarıydı. Hastaları sümmaa (hastanın muayenesinde doktorların kullandıkları stethoscope) ile teşhis ve tedavide müshilat-ı nebatiye ve madeniyeyi tavsiye ederdi. Hipokrat'ın tıp ile ilgili yazdığı eserlerin sayısı oldukça fazladır. Kaynaklarda kendisine ait olduğu iddia edilen 78 adet kitaptan söz edilmektedir. Ancak onun kaleme aldığı tartışmasız kabul edilen kitapların sayısı yalnızca 20 kadardır. İslamlar tarafından tıp ilmi ile ilgili olarak Arapça'ya çevrilen kitaplar konusunda bunlardan da söz edilecektir. Hipokrat'ın tıpla ilgili eserleri yeniçağa kadar tüm tabiplerin itimat edip yararlandığı başvuru kaynağı olarak kabul edilmiştir. Bu eserler üzerine birçok çalışma yapılmıştır. Bu şerh, yorum ve ekler birçok dile de çevrilmiştir. Büyük filozoflardan Aristo gibi bazı bilginler de Hipokrat'tan sonra tıpla meşgul olan bilginler olarak kabul edilir. Daha sonra Betalise devrinde İskenderiye Üniversitesi kurulmuş ve tıp ilmi oldukça parlak bir dönem geçirmiştir.
Astronomiye (ilm-i nücüm veya ilm -i heyet) gelince, İslam'dan önce Arapların bilim ve kültürü konusunda anlatıldığı üzere, astronomi insanlık tarihinde ilk çağlardan beri rağbet gören eski bir bilimdir. Yunanlılar astronomi konusundaki temel bilgileri Fenikelilerden alıp geliştirmişlerdir. İlk dönemde astronomi ile meşgul olmak yalnızca filozoflara özgü bir bilim gibi düşünülüyordu. Bu alanda çığır açan kişi daha önce adı geçen ünlü Tales idi. Daha sonra yetişen Yunan filozofları içinde astronomiden söz etmeyen yok gibidir. Anaximandre, Anaximenez, Anaxagore astronomiyle uğraşan filozofların en ünlüleridir. Yunan ülkesinin ltalya bölümünde astronomi konusuna büyük önem verilmiştir. MÖ 500 yılında vefat eden bu bölge filozoflarını en önde geleni ünlü Pisagor'dur. Pisagor, astronomi ile ilgili esas bilgileri Mısırlılardan almış ve geliştirmiştir. Daha sonra gelen bilginler de Pisagor'un yolunu takip ederek astronomi alanında yeni keşifler ve araştırmalar yapmışlardır. Astronomi en parlak dönemini İskenderiye Medresesi'nde yaşamıştır. Astronomi konusunda verdiğimiz bilgiler matematik ve geometri gibi bilimler için de geçerlidir. Yunan filozofları aynı şekilde tüm bu ilimlerle de uğraşmışlardır. Ancak bu ilimler en parlak dereceye İskenderiye Medresesi'nde, Öklid'in (Euclides) olağanüstü gayretleri sayesinde ulaşmıştır.
İskenderiye Devri
İskenderiye Medresesi ve Kütüphanesi
Mora Savaşı'nın doğurduğu felaket ve musibetlerden kendilerini henüz kurtardıkları bir sırada Yunanlılar, Makedonyalı Büyük İskender'in hücum ve istilasına uğramış, ona boyun eğmek zorunda kalmışlardı. İskender daha sonra Yunanlılarla birlikte devrin uygar dünyasını oluşturan milletler üzerine ünlü seferine çıktı. Mısır'ı ele geçirerek İskenderiye şehrini kurdu. Hint memleketlerine kadar Şam, Irak ve Fars bölgelerini fethetti. Bu savaşların bir sonucu olarak, bu bölgelerde ciddi oranda bir kargaşa, kaynaşma ve sentez ortaya çıktı. Irklar ve kültürler birbirleriyle karıştı. Bu bağlamda Yunanlılar Fenikelilerle, Mısırlılar İranlılarla, Keldaniler Hintlilerle karşı karşıya geldi. Kültürler arasında karşılıklı bir etkileşim ve zamanla bir entegrasyon oluştu. Bu entegrasyon Yunan bilim, kültür ve uygarlığının diğer milletlere; buna karşılık Fars, Keldan bilim ve kültürünün de Yunan ülkesine veya Mısır'a aktarımı gibi bir sonuç doğurdu. Kaynakların verdiği bilgilere göre, Büyük İskender İranlıların başkenti olan lstahr şehrini fethettiğinde şehrin mimari eserlerini, nakış ve kabartmalarını tahrip etmekle beraber, divanlarda, arşiv ve kütüphanelerde ele geçirdiği bilimsel eserlerin hemen hepsini Yunan ve Kıpti dillerine çevirttirmiş ve orijinali Farsça olan bu eserlerin tamamını yaktırıp imha ettirmiş, astronomi, tıp, tabii bilimlere ait elde ettiği kitapları ve diğer bilimsel hazineleri, arşiv ve bilginleri de Mısır'a göndertmiştir.
İskender'in MÔ 323'te gerçekleşen ölümü ile birlikte koca imparatorluk, komutanları arasında paylaştırılmıştır. Yunan bilgin, sanatkar ve filozofları da bu değişimden nasibini almış; Mısır, Şam, Irak gibi değişik bölgelere göç etmiş ve İskenderiye, Antakya, Beyrut gibi şehirlerde okullar ve üniversiteler kurmuşlardır. Mısır hükümdarları bu şehirlerdeki bilimsel ve kültürel faaliyetlere destek verme konusunda İskender'den sonra gelen Yunan hükümdarlarını geride bırakmışlardır. Ptolemeos Hanedanı'nın ilki olup MÖ 306-285 yıllarında Mısır'da hüküm süren Soter, oldukça adil, ileri görüşlü, bilim ve kültürü seven, bilgin ve sanatkarları koruyan bir hükümdar olduğundan, dünyanın her köşesinden birçok alim ve filozof ülkesine toplanmış, onun himaye ve teşvikleri altında her türlü bilimsel faaliyeti rahatça sürdürebilmişlerdir.
Bu dönemde Dimitrius Phalerus adında Atinalı bir hatip de Soter'in çevresinde bulunan bilgelerden biriydi. Bu zat, dünyanın her köşesinden bilimsel kitapları bünyesinde toplayan zengin bir kütüphane kurulması konusunda Soter'i teşvik ve ikna etmiş, tam desteğini almıştı. Anlaşılan o ki, Büyük İskender'in Doğu seferleri sırasında İranlıların başkenti lstahr vs şehir ve bölgelerden toplayıp gönderdiği kitaplar da bu kütüphaneye konulmuştur. Dimitrius, lbn Kıfti'nin "Zemire" adıyla bahsettiği kişi olup iki kişi arasındaki fark kitabın nüshaları arasında ortaya çıkan tahriften kaynaklanmıştır. Böylece Dimitrius'un tavsiyesi üzerine Soter, günümüzün Avrupa üniversitelerini hatırlatır şekilde müze, meclis ve encümen anlamına gelen "museum"u kurmuştur. İskenderiye Medresesi adıyla şöhret bulan bilim ve kültür merkezi işte budur.
Soter'den sonra da Ptolemeos hükümdarları aynı yolu takip etmiş, bilim ve bilimsel faaliyetleri himaye etmişlerdir. Bunlar arasında özellikle Batlamyus Philadelfus'un (MÖ 385-247) özel bir yer ve konumu vardır. Bu zat İskenderiye Kütüphanesi'nde bulunmayan Yunan ve diğer uygar milletlerin bilimsel eserlerini satın alarak kütüphanesindeki eserler arasına katmıştır. Aristo'nun eserlerini satın aldığı gibi kütüphanenin hiçbir eksiği kalmasın düşüncesiyle Yahudiler ve Eski Mısırlıların elinde bulunan bilimsel kitapları da satın almıştır. Kendisinden sonra gelen Batlamyus Orcines (Ptolemee Ill Evergite) de (MÖ 247) aynı yolda devam etmiştir. Özellikle edebiyat, şiir, tiyatroyla ilgili kaynak eserleri Atina'dan getirerek kütüphaneyi daha da zenginleştirmiştir. Ayrıca İskenderiye'den geçen tüm bilim ve kültür adamlarına veya şehirde yaşayanlara sahip oldukları kitapların birer nüshasını kütüphaneye bırakmak veya bağışlamak zorunluluğu getirmiştir. Bilim ve kültürün temelleri İskenderiye'de bu şekilde sağlam bir biçimde atılınca, çok geçmeden şehir bilim ve kültürel faaliyetlerin merkezi haline gelmiş, her bilim dalında dikkat çeken büyük bilginler yetişmiştir. Hatta İskenderiye şehri bilim, kültür ve eğitimde o kadar ileri gitmiştir ki, gerek o yüzyılda gerekse daha önce ilim ve irfan merkezi olmakla şöhret bulan eski uygarlıkları gölgede bırakmıştır. İskenderiye Kütüphanesi ve şehri, İslamiyet'in doğduğu yüzyıla kadar, yani dokuz asırdan fazla bir zaman süresince ilim ve ulemaya bir merkez olmaya devam etmiştir. Bu süre, biri Soter'in hükümdarlığından başlayarak Mısır'ın MÖ 30 yılında Romalılar tarafından işgaliyle son bulan "Yunan devri", diğeri, aynı yıldan başlayarak Mısır'ın (M. 630) yılında Amr bin el-As tarafından fethi ile sona eren "Roma Devri" olarak iki döneme ayrılır. İskenderiye Medresesi'nin ilk devirlerinde takip edilen asıl amaç tamamen bilimsel ve edebiydi. Hedef, Yunan ilimlerinin ilerletilmesi ve yayılmasıydı. Bu yüzden M. 2. yüzyılın sonlarına kadar söz konusu bilimler için yegane bilimsel merkez burası olmuştur. Ancak zaman içinde yönetimdeki değişiklik ve yozlaşmaların, ülkedeki karışıklıkların doğal sonucu olarak, bilimsel faaliyetler başka bölgelere kaymış, Suriye, Rodos gibi bölgelerde İskenderiye Kütüphanesi benzeri bilim yuvaları kurulmaya başlanmış, İskenderiye tarihteki parlak devirlerden uzaklaşmıştır. Hürriyet ve adaletin hakim olmadığı bir ülkede bilim ve bilginler bulunamayacağından, devrin alim ve filozofları doğal olarak İskenderiye'den yüz çevirmişler, hürriyet ve adaletin hüküm sürdüğü ülkelere göç etmeye başlamışlardır. Romalılar devrinde İskenderiye'nin şan ve şöhreti tekrar parlamaya başlamışsa da devrin bilim ve kültür merkezi haline gelen Roma ile yarışamamıştır. Bu devir, Hıristiyanlığın doğuşuna ve halkın bu yeni dinin inanç sistemi ile meşgul oldukları döneme rastlıyordu. Bunun bir sonucu olarak kıyasıya mücadele ve rekabetlerin yaşandığı bölgeye yakın bir konumda bulunan İskenderiye bilim merkezi veya okulu yeni itikadi cereyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş, dini inanç sistemini, bir felsefe tarzı olarak kabul etmiştir. Bu nedenle söz konusu bilim merkezi; Yunan ve Roma dönemi olmak üzere iki ana devre ve zihniyete göre değerlendirilmelidir.
İskenderiye'de Yunan Devri (MÖ 306-30)
İskenderiye, bağımsızlıklarını kaybettikten sonra üzerlerine çöken zillet ve ümitsizliğin etkisi ile yurtlarını terk etmek zorunda kalan Yunan göçmenlerin kültürel birikimleri ve yanlarında getirdikleri bilimsel eserler sayesinde ilk yıllarında dikkat çekici biçimde parlak bir dönem yaşamıştır. Eski Yunan göçmenleri her ne kadar, bir Yunan yönetiminin himayesi ve muhiti altında yaşamışlarsa da, lütuf ve teveccühü dalkavuklara ve sefillere özgü olan zorba bir hükümete boyun eğmenin verdiği duygu ve baskının sonucu olarak, zamanla şahsiyetlerini ve kendilerine özgü kimliklerini kaybetmişlerdir. Neticede yetenekleri zayıflamış, akıl ve zekalarında bir durgunluk dönemi başlamıştır. Bu baskıcı yönetim çağında özellikle ve zorunlu olarak, yalnızca şiir, hitabet ve mitoloji gibi alanlarla kendilerini sınırlamışlardır. Ancak bu alanlarda da -atalarının Atina, Mora, Sakız gibi kentlerde ortaya koydukları meziyet ve fazilet derecesinde- bir güç ve ilerleme gösterememişlerdir. Bu devrede kısmen de olsa, tabiat bilimleri ve matematik ile meşgul olmuş, astronomi, tıp, geometri ve coğrafya alanında birçok bilim adamı yetiştirmişler ama bunlardan hiçbiri, öncekilerle kıyaslanacak derecede orijinal bir tez veya keşif ortaya koyamamış, yalnızca öncekilerin kurdukları esas ve kurallar çerçevesinde dönüp dolaşmaktan, şerh ve izahlardan öte gidememişlerdir.
Matematik (Riyaziyat)
MÖ 323 yılında doğan Öklid, eğitimini Yunan ülkesinde tamamlamış, matematik alanında büyük şöhret kazanmıştı. İskenderiye'de bu dönemde Ptolemeus Hanedanı'ndan Batlamyus Filadelfus hüküm sürüyordu. Bilim ve eğitim hamisi bu hükümdar, birçok bilim adamı ile birlikte Öklid'i de ülkesine davet etmiş, ona maaş bağlamış, İskenderiye üniversitesindeki hendese öğretimini de onun ellerine bırakmış ve kendisine öğrenci olmuştur. Öklid metodu adıyla bilinen ve bugüne kadar hendese biliminde kaynak kabul edilen kitabını Öklid burada yazmıştır. Bu ölümsüz eser uygar dünyanın tüm dillerine çevrilmiştir.
Öklid'den sonra matematik alanında ünlü Arşimed (Archimede) MÖ 287 yılında Sicilya'da doğmuştur. İskenderiye şehrine gitmiş, orada matematik öğrendikten sonra vatanına geri dönmüş ve ülkesinin hükümdarlarından yakın ilgi, himaye ve cömertlik görmüş ve onların çevresine girmiştir. O sırada bu hükümdar Romalılar ile savaşıyordu. Arşimed bu savaş sırasında hükümdara ilim ve irfanı ile komutanlarının kılıç ve kahramanlıkla yapamayacağı kadar büyük hizmetlerde bulunmuştur. Lakin bu çalışmaları sonucunda kendisi de kurban olup gitmiştir. İcat ettiği savaş aleti sayesinde doğum yeri olan Syracuse'u Romalıların üç yıl boyunca devam eden hücumlarına karşı savunmuş ancak sonunda şehir Romanlıların eline geçmiş ve cahil bir Roma askeri kendisini tanıyamamış, bir kılıç darbesi ile bu büyük bilginin hayatına son vermiştir. Arşimed'in geometri ve matematik ile ilgili birçok kanun ve keşifleri vardır.
Arşimed'den sonra, matematikte Apollonius Deperga dikkati çeken bir bilgindir. MÖ 250 yılında doğan bu zat, kat'-ı mahrut (koni) hakkındaki araştırmaları ile ünlenmiştir. Bundan sonra MÖ 125 yılında ölen Hipparkhos gelir. Hipparkhos yerkürenin i'tidaleyn noktalarındaki dönüş hareketini (Precession des equinoxes) keşfetmiştir. Bu devirde matematiksel coğrafya ile de meşgul olunuyordu. Bu alanda kitap yazan ilk bilgin, MÖ 195 yılında ölen Eratosthene'ydi. Bu kişi, firavunların isimlerini içeren ilk listeyi hazırlayan ve yeryüzünün ölçümünü yapan ilk bilgindi.
lsa'nın doğumundan sonra ikinci yüzyılın ortalarında, ünlü Batlamyus yetişmiştir. Batlamyus, Hipparkhos'un keşif ve araştırmalarını esas alarak, astronomi ile ilgili ünlü Mecisti adlı kitabını yazmıştır. Bu kitap yakın zamana kadar tüm uygar dünya okullarında kaynak eser olarak kullanılmıştır. Araplar arasında bu eser çok ünlüdür. Öyle ki "Gerek eski gerekse yeni dönemde bir ilme dair o ilmi tamamıyla toplayan yalnızca üç kitap yazılmıştır. Bunlar; astronomi ve yıldızların hareketine dair olan Mecisti, Aristotales'in mantık bilimine dair olan kitabı ve Sibeveyh'in Arap gramerinden bahseden kitabından ibarettir," derlerdi.
İskenderiye bilginlerinin zeycler düzeni ile gök cisimlerini gözetlemek için bir gözlem evleri vardı. Bu İslamiyet'in doğduğu döneme kadar yeryüzünde bulunan tek gözlemeviydi.
Tıp Bilimi
Tıp ilk başlarda yalnızca Bergama Üniversitesi'nde öğretiliyordu. Daha sonra İskenderiye Üniversitesi şöhret bulunca insanların dikkati buraya yönelmiş ve burada tıp tahsili ile uğraşan öğrencilerin sayısı hızla çoğalmıştır. İskenderiye Üniversitesi'nde okutulan tıbbın temelini Hipokrat'ın eserleri oluşturuyordu. Bununla birlikte özellikle anatomi alanına büyük önem verilmişti. Bu yüzden anatomi çağın tüm tıp okullarından daha ileri derecedeydi. İskenderiye'de Yunan devri sırasında tıp bilimi ve ilaçlarda her biri özel bir meslek ve ekol olan iki büyük tabip dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi Hirofilus (Herophile), diğeri de Erastilates'tir (Erasistrate). Hirofilus, Yunan ülkesinde ilim tahsil etmiş ve özellikle cerrahlık ile meşgul olmuş ve yazdığı kitapların çoğunda Hipokrat'ın fikirlerini tekrar etmiştir. Bu zat Hipokrat'tan sonra birinci dereceden bir tabip sayılır. Aslen Antakyalı olan ikincisi ise birincisi ile çağdaştı. İskenderiye Üniversitesi'nde cerrahlık öğrenmiş, eserlerinde Hirofilos'un düşünce ve görüşlerine zıt bir yol takip etmiştir. Her iki tabibin kendi ekollerini takip eden ayrı öğrencileri vardı. Hirofilus'un öğrencileri Hipokrat'ın düşünce ve görüşlerine destek olurken diğerleri tam aksi düşünce ve görüşleri savunmuşlardı. Bu iki tıp ekolü miladi ikinci yüzyıla kadar devam etmiştir. Daha sonra hüküm süren cehalet dönemlerinde rağbet gören yalancı tabiplik yolunu sürdüren ve yayanlar da bu ikinci ekolün devamıydı.
İskenderiye'de yetişen tabipler bu şekilde biri diğerine muhalif iki tıp ekolünü oluştururken, İskenderiye'nin Yunan devri ile Roma devrinin de bir kısmı geçmiş oluyordu. Bu sırada MÖ 130 yılında Bergamos'ta doğan Calinos Kaluzi (Galien) önemli bir tabip olarak dikkat çekmektedir. Calinos ilk ve temel eğitim ve öğrenimini babasından tahsil ettikten sonra tıp alanına yönelmiş, 150 yılında önce lzmir'e seyahat etmiş, oradan da cerrahlık eğitimi için İskenderiye'ye gitmiştir. Calinos tıp alanındaki bilgilerini daha da derinleştirmek amacıyla, farklı bölgelere de birçok seyahat gerçekleştirmiştir. Daha sonra MÖ 158 yılında Bergamos'a geri dönmüş, 164 yılında da Roma'ya göç etmiştir. Bu dönemde Roma, bilgin, sanatkar ve filozofların buluşma yeriydi. Calinos Roma'dayken, önemli bazı kişilerin tedavilerini yapmış, kısa sürede büyük bir ün kazanmıştır. Bu şöhret meslektaşlarının kıskançlığını artırmış ve Calinos 168 yılında Roma'yı terk etmek zorunda kalmıştır. Daha sonra tekrar dönmüş ve MÖ 200 yılındaki ölümüne kadar Roma imparatorlarının hizmetinde hayatını sürdürmüştür. Calinos tıbba dair birçok eser yazmıştır. Bunların en meşhurları on altı kitaptan oluşur. Calinos, kuşkusuz İskenderiye'nin Yunan devrine dahil edilen tıp bilginlerinden biri değildir. Onu burada zikretmemizin tek nedeni, tıp bilim tarihi hakkında daha fazla bilgi vermek içindir.
İskenderiye'de Roma Devri (MÖ 30-MS 640)
İskenderiye'nin ikinci devrini oluşturan bu dönem aslında Romalıların Mısır'ı işgallerinden yarım yüzyıl önce, MÖ 1. yüzyılda Atina'nın Romalıların eline geçmesinden itibaren başlar. Çünkü Romalılar Atina'yı işgal eder etmez, şehrin kültürel birikimi olan kitapları ve diğer eserleri Roma'ya nakletmişlerdi. Roma kısa süre içinde bilim, kültür ve eğitimin merkezi haline getirilmişti. Sonraki yıllarda Roma imparatorlarından Ogüstüs, ünlü kütüphanesini kurduğu zaman Eski Yunan ve Roma Dönemi şeklinde iki ayrı bölüm oluşturmuştu. Roma, Eski Yunanlıların yalnızca bilim ve eğitiminin değil, bilgin ve filozoflarının da varisi olmuştu. Bilim, kültür ve eğitimde çok yükselmişti. O tarihten itibaren bizzat Yunanlılar bile bilgilerini artırmak istediklerinde Roma'ya seyahat etmek zorunda kalıyorlardı.
İskenderiye Kütüphanesi ve üniversitesi Romalıların yönetimine geçmeden önce tarihsel önemini kaybetmiş, yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdaydı.
Roma hakimiyeti altına girince bu zayıflık ve gerileme daha da hızlanmıştır. İskenderiye'de öğretilen bilimler de bu devirde yalnız felsefe üzerine odaklanmıştı. İskenderiye aynı zamanda kuruluşundan itibaren bazı Yahudilerin de yerleşim yeri olmuştu. Yahudiler normal bir yaşam sürdürmek ve kendi ülkelerinde gördükleri baskılardan kurtulmak amacıyla bu şehre sığınmışlar ve burada kabul görerek rahat bir yaşam sürmüşler, nüfusları artmıştı. Yahudilerin bu şekilde Yunan halkı ve kültürü ile karışıp kaynaşmaları İskenderiye'de felsefe ve dini anlayış üzerinde büyük bir değişikliğin oluşumuna neden oldu. Çünkü Yahudiler tek tanrı ve vahiy inancına sahip bir milletti. Yunanlılar ise felsefe, mantık ve sanat erbabıydı. Bu yakınlaşma iki grubu birbiriyle kaynaştırmıştı. Hıristiyanlıkla birlikte bu yakınlaşma daha da arttı. Yunanlılar Hıristiyanlıkla birlikte felsefeyi de dini konuların yorumunda kullanmaya başladılar. Bunun sonucunda yeni-Platonculuk ve yeni-Pisagorculuk denilen felsefe ekolleri türedi. Kısaca belirtmek gerekirse İskenderiye'nin ikinci devri özellikle din felsefesi ağırlıklı bir seyir takip ettiği için bilimsel anlamda dikkat çekici gelişmelere fazla tanık olamıyoruz.
İskenderiye Üniversitesi'nin ilerlemesine öncelikle ağırlık verdiği bilim anatomiydi. Mısırlılar ölüleri mumyalamak için cesetler üzerinde ameliyatlar yapıyorlardı. Bu sayede cerrahlık epey ilerlemişti. İkinci bilim ise kimyaydı. Mısır bölgesi Eski Yunanlıların hakimiyeti altına girmeden önce de kimya rağbet' gören bir bilimdi. Bu altyapılara dayanarak İskenderiye irfan medresesine mensup bilginler Yunan bilimi ile birlikte kimyayı daha da geliştirmişlerdi.
İskenderiye Üniversitesi Hicret'in ilk yüzyılının sonlarına denk gelen Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz'in hilafet devrine kadar bütün doğuda bilimsel eğitimin en önemli merkezi olarak devam etmiştir. Ömer bin Abdülaziz hilafet makamına geçince bilimsel faaliyetleri İskenderiye'den o zamanki üniversiteler olan Antakya, Harran ve diğer doğu üniversitelerine naklettirmiştir.
Bizans Devri (MÖ 529-1453)
Bu devre Bizantiyon (Kostantiniyye) isminden dolayı Bizans adı verilmiştir. Çünkü Yunan ilim ve edebiyatı burada özel bir yükselme dönemine ulaşmıştır. Bu parlak dönemden konumuzla ilgili bazı bilgilerin aktarılmasını yararlı görüyoruz. lskenderiye kütüphaneleri kitaplarla nasıl doluysa bu başkentin kütüphaneleri de –özellikle jüstinyen'in ölümünden sonra pek çok bilimsel eserle dolu bulunmasına rağmen, Yunan bilim ve maarifi burada neredeyse hiçbir ilerleme ve gelişme gösterememiştir. İkonalar üzerinde merkezleşen, bitmez tükenmez tartışma ve çekişmeler, bunun sonucunda ortaya çıkan düşmanlıklar birçok kitabın imha edilmesine, bilim ve maarifin ihmaline neden olmuştur. Çok ciddi bilim adamları bile, bilimsel bir araştırma veya yaklaşım gerektirmeyen kısır siyasi çekişme ve dedikodulardan kendilerini alamıyorlardı.
Eğer imparatorlardan herhangi biri ilim ve kültürü korumada eski devir hükümdarlarına benzemeye çalışır ise, halkını bilimsel çalışmalara ve kitap yazımına özendirse bile, onlarda yeni kitap yazımı ve buluşlara karşı ilgi ve alaka uyandıramıyordu. Çağın ileri gelen bilginleri de eski bilimleri şerh ve tefsir veya bilimler sözlüğü (ansiklopediler) toplamaktan başka bir meziyet ve maharet gösteremiyorlardı.
Bazen imparatorlar arasından da ciddi eser bırakanlar olabiliyordu. Nitekim 901-959 yılları arasında yaşamış olan VII. Konstantin bilim ve kültüre meraklı biriydi. Kendisi de kitap yazımıyla uğraşmıştı. ldare ve kanunlar hakkında bir dizi eser yazmıştır.
Bilimsel zihniyetten yoksun olumsuz yaklaşımlar tarih, şiir ve dil gibi bilimlerde de geçerliydi. Sonraki yüzyıllarda lslam uygarlığının yıkılışını takiben ulema buna benzeyen hususlarda nasıl kısır ve yozlaşmış bir anlayış içinde hareket etmişse Bizanslılar da aynı durumu sergilemiş, orijinal araştırma ve incelemeler yapmaksızın eskilerin tekrarı gibi kısır bir dönem geçirmişlerdir.
Felsefeye gelince; bu bilim de, yozlaşma devrinde "hikmet-i diniye" anlamına gelen "ilm-i Lahut" şekline dönüşmüştür. Zira yeni-Platonculuk bahsinde söylediğimiz gibi Hıristiyan alimleri klasik felsefenin konularını ve ilgi alanlarını çarpıtmış, münakaşa ve mücadelelerinde veya nutuk ve vaazlarında bazı mezhep, inanç ve dini görüşleri ispat ve güçlendirmek için keyfi bir vasıta olarak kullanmışlardı. Din ve felsefeye dair birçok eseri ile bilinen Yuhanna Qean el-Dimeşki (708-741) ile zikrine lüzum olmayan diğer bir grup alim de bu alanda şöhret bulmuştu.
İslam’dan Önce İranlılarda Bilim ve Edebiyat
Hintliler ve Greklerin kardeşleri olan Ari soyundan gelen İranlıların, Hz. lsa'nın doğumundan birkaç yüzyıl önce Yunanlılara karşı yaptıkları savaşta gösterdikleri başarı ilginçtir. Öyle ki, koca bir ordu oluşturmuşlar ve bu orduyu erzak ve mühimmatı ile beraber Asya'nın ortalarından Akdeniz'e nakletmişlerdir. Bu olay bugün dahi dünyanın en büyük devletlerinin yapamayacağı stratejik askeri bir faaliyettir. Günümüzden 2000 yıl önce böylesi bir ordunun sevk ve idaresi İranlıların ne derece güçlü bir devlet kurmuş olduklarını gösteren en çarpıcı örneklerden biridir. Bu derece güç ve kudret sahibi bir millette bilim ve edebiyata gerekli önemin verilmemesi mümkün değildir. Kaldı ki İranlılar akıl, zeka ve uygarlaşmak hususunda özel bir yeteneğe sahiptirler. Kardeşleri olan Hintlilerin "mahabharata" vs destanlarında olduğu gibi şiir alanında da harikalar ortaya çıkarmış olduklarına kuşku yoktur. Ancak Eski lran şiirlerinden sonraki nesillere maalesef çok az şey kalabilmiştir. İranlılar aynı zamanda Babillilerle Asurluların varisi ve de halefi olmuşlardır. Yunanlılar ile parlak dönemlerinde temasta bulunmuş, komşuları Hintlilerle de karışıp kaynaşmışlardı. Pehlevi adı verilen yazılarını taş ve heykeller üzerine kazarak yazmışlardır. Şiir sanatının yanı sıra, yıldızlar ve meteoroloji gibi tabiat ilimleri ve matematik gibi fen bilimleri alanında da ileri bir seviyeye ulaştıklarına kuşku yoktur. Büyük İskender'in Pers ülkesini istila ettiği sırada Perslilerin o devirdeki başkentleri olan lstahr şehrindeki kütüphanelerde bulunan eserlerin kopyasını aldıktan sonra onları yaktırması iddiamızı güçlendiren delillerdendir. İskender tarafından imha edilen bu eserler arasında İranlıların o devirlerde Hindistan ve Çin ilminden alıp aktarmış oldukları bilimsel eserler de vardı.
Bununla birlikte Perslilerin tüm bilimsel altyapıları ve birikimleri de bunlarla sınırlı değildi kuşkusuz. H. 4. yüzyıl başlarında Fars ülkesinde, yeraltında taştan yapılmış uzun bir odada ağaç kabukları üzerine yazılmış birçok kitap bulunmuştur. Bu kitaplar eski Fars dili olan Pehlevice ile yazılmıştır. Gözden geçirilen bu yazılardan "ilim ve ulemayı seven hükümdar Tahmurs'un yağmurların etkisinden telef olmasın diye kitapları bu odada sakladığı" anlaşılmıştır. Bu eserler İranlılar, Romalılar ve Keldanilerin astronomi ile ilgili keşif ve görüşlerini içeren birtakım önemli eserlerden oluşuyordu. Aynı şekilde yapılan araştırmalar sonucunda bunun gibi diğer bir odanın enkazı altında da birçok kitap bulunmuştur. Ancak söz konusu kitapların dilini okuyup anlayacak bir uzman bulunamamıştır. Anlaşılan o ki, bu gibi mağara ve hücrelerde kitap saklamak o gün de geçerli bir adetti. Fihrist kitabının yazarı İbn Nedim diyor ki: "Gözlerimle şahit oldum: Ebu'l-Fazıl ibnü'l Amid, 340 yılında Bağdat'ta parçalanmış birtakım kitaplar göndermişti. Yunanca olan bu kitaplar İsfahan'da şehrin surları içinde bazı sandıklar içinde bulunmuştu. Bu yazmaları Yuhanna ve diğer mütercimler Arapça'ya tercüme etmişlerdir. Askerlerin isimlerini, aldıkları maaşları, görevleri gibi konularda bilgiler içeriyordu."
Bununla birlikte İranlıların kültürel mirası esas olarak, miladi üçüncü yüzyılın ortasında hükümdar olan Sasani meliklerinden Sahur bin Erdeşir'in devrine kadar yazılan bazı şiirler, önemli olaylar, inançlar ve dinlerden söz eden belli eserlerden oluşuyordu. Mani mezhebi ile taraftarları bu hükümdar zamanında ortaya çıkmıştır. Melik Sahur Rumlarla savaşmış ve galip gelmiş, ülkesine dönerken de birçok Rum esiri beraberinde getirmiştir. Bu esirlere Ahvaz bölgesinde kendi ismine nispetle Cündisabur adı ile bir şehir kurdurmuş ve kendilerine oldukça lütufkar ve cömert davranmıştır. Sahur, ilim ve irfanı seven bir hükümdar olduğundan, bu esirleri Rum memleketine göndererek önemli miktarda felsefi eserleri ülkesine getirtmiş, Farsça'ya tercüme ettirmiştir. Bu çeviriler başkentte inşa edilen bir kütüphaneye konulmuş ve çoğaltılmaları, okunup öğretilmesi amacıyla halkın hizmetine sunulmuştur.
Daha sonra (MS 531-578) yıllarında hükümranlık süren adaletiyle ünlü, Nuşirevan-ı Adil devrinde Rum imparatoru I. Jüstinyen ülkesindeki eski mabet ve medreseleri kapattırmıştı. Rum topraklarındaki filozof ve bilginler dayanılmaz baskılara maruz kalıyorlardı. Bu olumsuz siyaset İranlıların bilim ve felsefede yeni bir hamle ve açılım yapmaları için büyük bir fırsat doğurdu. Bu dönemde yeni-Platonculuk en olgun dönemine erişti. Yeni-Platonculardan bazı filozoflar ve bilginler Rum ülkesinde gördükleri baskı ve şiddete daha fazla dayanamayıp dünyanın çeşitli bölgelerine göç etmişlerdi. Bu bağlamda yedi bilim adamı ve düşünür de Nuşirevan'ın ülkesine sığınmak zorunda kalmıştı. Nuşirevan bu mültecileri himayesi altına almış, onlara felsefi alanda yeni eserler yazmaları veya çevirmeleri görevini vermişti. Hükümdardan bu kadar yakın alaka gören bu bilginler, öncelikle mantık ve Yunan tıbbını Farsça'ya nakletmiş ve her iki bilimle alakalı Farsça yeni eserler kaleme almışlardı. Nuşirevan bizzat bu kitapların gözden geçirilmesi ve öğretilmesi ile meşgul olmanın yanı sıra, bu kitapları okuyup öğrenmeleri için halkını da özendirmiştir. İlim ve irfan aşığı bu büyük hükümdar -kendisinden iki asır sonra gelen halife Me'mün'un yaptığı gibi- bilimsel tartışmalar ve müzakereler için ilim meclisleri kurdurmuştur. Nuşirevan bilimsel ve kültürel faaliyetleri destekleme, yayma ve ilim adamlarını himaye etme konusunda o kadar ileri bir anlayışa sahipti ki kendisiyle görüşen Yunanlılar onu bizzat Platon'un öğrencilerinden biri zannediyorlardı. İran ülkesinde bu şekilde yayılan felsefi görüşlerin daha sonra İslamiyet devrinde ortaya çıkan tasavvuf cereyanlarının da esasını oluşturduğu tahmin edilmektedir. Nuşirevan-ı Adil, sadece Rum kültürel birikimini kendi diline tercüme etmekle yetinmemiş, Hint kültüründen, Sanskrit dilinden Farsça'ya birçok çeviri yaptırmıştır. Tıbba büyük önem vermiş, tedavide yeni yöntemler uygulatmaya başlatmış, Cündişabur kentinde yeni bir hastane kurarak Hindistan ve Yunanistan'dan getirttiği tabipleri burada görevlendirmiştir. Bu tıp okulu ve hastanede Hint ve Yunan tıbbının ikisi birden öğretiliyordu. Tıp alanında zirveye ulaşmış iki milletin birikimlerini bu şekilde bir arada öğrenmek ve öğrenmek kuşkusuz son derece yararlı bir metottu. Bu nedenle söz konusu hastane örneği görülmemiş bir şöhrete ulaşmış, İslamiyet'in doğuşundan sonra da önemini sürdürmüştür. Özetlemek gerekirse, İranlılar İslam'dan önceki devirde de başta felsefe ve tıp olmak üzere, diğer bilimlerle de meşgul olmuş, zengin bir kültürel altyapı oluşturmuşlardı. Yine İranlılar, gerek özgün bilimsel ve kültürel altyapıları, gerekse komşularından naklettikleri yeni bilimsel birikim sayesinde astronomi konusunda da ileri adımlar atmışlardı. Tarihin her devrinde değişmez bir kural olarak, diğer adil ve ileri görüşlü hükümdarların devrinde de görüldüğü üzere, Nuşirevan'ın sağladığı hürriyet ve adalet ortamı, İranlıların bilim ve kültürel seviyelerinin yükselmesi ve ilerlemesi için eşi bulunmaz bir atmosfer oluşturmuştur.
İslamiyet’ten Önce Süryanilerde Bilim ve Edebiyat
Süryaniler, eski Keldaniler veya Babillilerin devamı olan bir toplum olarak kabul edilir. Keldaniler Hz. İsa'dan birkaç yüzyıl önce uygarlaşma yoluna girmiş, kendilerine özgü yeni bilimler icat etmiş, gök cisimlerini gözetlemiş, güneşin hareketiyle vakitleri gösteren saatler yapmış, astronomi ve tıp biliminin temellerini atmışlardır. Zamanla devlet sahibi de olan Süryaniler bir dönem sonra düşüş ve gerileme dönemine girmiş ve daha sonra İranlıların istilasına uğramış ve hakimiyetleri altına girerek bağımsızlıklarını kaybetmiş, bilim ve uygarlıkları da eski ihtişamını yitirmiştir. Hıristiyanlıkla birlikte bu yeni dine yönelen Süryaniler, zaman içinde önemli mevkilere yükselmiş, mezhep mücadeleleri zamanında da önemli roller üstlenmişlerdir. Bu nedenle Hıristiyanlık tarihinde önemli bir mevkileri vardır.
Bizim burada Süryanilerle ilgili dikkat çektiğimiz nokta, onların siyasi faaliyetleri değil, bilimsel ve kültürel faaliyetlerinde ulaştıkları nokta ve oynadıkları roldür. Romalılar ve İranlılar gibi Süryaniler de felsefe, tıp ve diğer bilimleri Eski Yunanlılardan nakletmişlerdir. Araplar veya genel anlamda İslamlar da aynı yolu takip etmiş, kültürel temellerini bu kültür üzerine bina etmişlerdir. Esas olarak, Süryaniler zeki ve çalışkan bir millettir. Karanlık devirlerde zorba hükümdarların baskı ve zulümlerinden fırsat buldukça bilim ve eğitim yolunda çaba sarf etmişlerdir. Başta ilahiyat, felsefe ve dil eğitimi için kimi okullar açmış, çeşitli dillerden birçok eseri ya aynen tercüme etmiş veya bazılarını şerh, bazılarını da özetlemişlerdir. Abbasiler döneminde bilimsel faaliyetlerde bulunan ve birçok eseri Arapça'ya çevirenler, işte bu bilimsel uyanışın yetiştirdiği şahıslar olmuştur. Bilindiği üzere Abbasi devrinin mütercimlerinin çoğu Nasturi'ydiler. Nasturilerin bu konudaki hizmetlerini yeri gelince belirteceğiz; burada yalnızca kendi dillerinde yapmış oldukları bilimsel çalışmalarını açıklamakla yetineceğiz. Süryanilerin Mezopotamya bölgesinde elli kadar okulları vardı. Burada eğitim ve öğretim Yunanca ve Süryanice dilleri ile yapılıyordu. Bu okulların en ünlüsü Ruha'daki (Urfa) Daru'l -fünün idi. Süryaniler daha miladi 5. yüzyılda Daru'l -fünün'da Aristo'nun felsefesi ile uğraşmaya başlamışlardı. Bu yüzyılın ortasında mantık kitapları Süryanice'ye tercüme edilmiş, daha sonra ünlü tabip Sercis tarafından bu bilimin öğretimi tamamlanmıştır. Londra'da Britanya müzesinde Isagoci'nin Süryanice çevirisini içeren bazı el-yazmaları ile birlikte Aristo'nun bazı kitapları da bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı yakın zamanlarda yayınlanmıştır.
Miladi 7. yüzyıl başlarında ise Fırat üzerinde bulunan Kınnesrin Üniversitesi Yunan felsefesini Yunan dili ile öğretmekle şöhret kazanmıştır. Bazı Süryani alimler bu üniversitede eğitim görmüştür. Bunlardan biri de Piskopos Sevris'ti. Bu zat, felsefe, matematik ve ilahiyat biliminde uzmanlaşmıştı. Bu bilimlerde kapsamlı bir bilgiye kavuşunca bunlardan bir kısmını Süryanice'ye nakletmiştir. Kendisinin felsefeyle ilgili bazı çevirileri bu günde Britanya müzesinde (British Museum) korunmaktadır. Bu piskoposun tercüme ettiği eserler kendisinden sonra öğrencileri ve Süryanice dilinin gramerinin kurucusu Yakub Ruhavi ile Atnasyus Beled tarafından tamamlanmıştır. Miladi 686 yılında yetişip "Eskafu'l Arab" adıyla şöhret bulan Atnasyus Corciyus da, Sevris'in öğrencilerindendi. Bu zat Aristo'nun bazı eserlerini tercüme etmiştir. Platon, Pisagor ve diğerlerinin eserlerini tercüme ile meşgul olan başka bilgin ve mütercimler de vardı ancak onları teker teker zikretmek uygun olmadığı için burada kesiyoruz. Bununla beraber öğrencisinin sayısı 500'ü bulan tüm akli ve nakli bilimleri öğrenen ve öğreten Nusaybin bilimevi gibi bölgesel şöhreti olan başka okullar da vardı.
Tıp ilmine gelince, özellikle Cündisabur'un maristanı (hastane ve tıp okulu) kurulduktan sonra Süryaniler tıp alanında oldukça ileri aşamalara yükselmişlerdi. Bu alanda şöhret bulmuş birçok Süryani tabip vardır. Sercis, Atatus Amidi, Seman Taybüti, Garbegoryus, Patrik Tiyudosyus ile Abbasiler devrinde yetişip hizmette bulunan diğer Süryani tabipler, zikredilmesi gereken isimlerdendir.
Süryani tabipler tıp kitaplarını Arapça'ya tercüme ile meşgul oldukları yıllarda bile birçok eseri Yunanca'dan Süryanice'ye çevirmekten geri kalmamışlardır. Tıp eserleri çoğunlukla ya yalnız Süryanice'ye veya Süryanice ile birlikte Arapça'ya çevriliyordu. Örneğin Sercis ünlü tabip Calinos'un bazı kitaplarını Süryanice'ye çevirmiştir. lslami devirde ise bu kitapları Musa bin Halit, Süryanice'den Arapça'ya tercüme etmiştir. Tibuti, miladın 7. yüzyılı sonlarında tıbba dair bir kitap yazmış ve daha başka birtakım kitapları tercüme etmiştir. Aynca Bahtişu ve Huneyn ailelerinden yetişen tabipler ile diğer mütercimler tarafından da birçok tıbbi eser yazılmıştır.
Astronomi, daha geniş anlamda ilm-i nücüm, Süryanilere ataları Keldanilerden müteselsilen intikal etmiş bir bilim mirası olup, bununla ilgili çok sayıda eser vücuda getirmişlerdir. Bu bilginlerden biri olan Berdisani, bugün kaybolmuş ve yalnızca ismi kalmış olan yıldızlarla ilgili bir kitap yazmıştır. Re's-i Ayni de aynı etkileri ve Güneş'in hareketi; Sebketi de burçların şekli hakkında kitaplar yazmışlardır. Daha önce sözü edilen Süryani bilginlerinden Yakub Ruhavi, Davud Rabbani, Musa bin Keyfa, Amunil Berşehari astronomi alanında eserler kaleme alan bilginlerden bazılarıdır.
Süryaniler kendi dillerinin kural ve lehçelerini tedvin amacıyla dilbilim ve edebiyatla meşgul olmanın yanı sıra, kimya, hendese ve matematik ile de yakından ilgilenmişlerdir. Yaygın rivayete göre Süryaniler kendi dillerinin gramerini oluştururken Eski Yunanlıların bu alandaki birikiminden büyük oranda istifade etmişlerdir. Öyle ki kelimelere koydukları harekeler, harflerin üstüne veya altına konulan birtakım küçük Yunan harflerinden ibarettir. Hatta Yunan edebiyatı alanında daha da ileri gitmiş, llyada ve Odeysseia'yı kendi dillerine tercüme etmişlerdir. Bu çeviriler, M. 875'te Teyufi'l Rahavi tarafından yapılmış ise de maalesef günümüze kadar ulaşamamış, iki beyitinden başka geriye bir şey kalmamıştır. Rivayete göre bu mütercim llyada'yı Süryanice'ye nazım biçiminde tercüme ederken orijinalde bulunan özel isimlerin doğru okunması için, hareke yerine Yunan harflerinin kullanılmasını tercih etmiştir. Küçük Yunan harflerinden oluşan bu işaretler daha önce hareke yerine Süryani alfabesinde kullanılan noktalamadan daha farklıydı. Bugüne kadar Süryanice'de kullanılan harekeler hem noktalar hem de Yunan harflerinden oluşmuştur. Bunlardan birincisi Doğu, ikincisi Batı Süryanileri tarafından kullanılmaktadır.
İslam’dan Önce Hint Bilim ve Edebiyatı
Hintliler tarihin en eski milletlerinden biridir. Hintlilerin ataları İranlılar ve Yunalıların kardeşleri olup, en eski devirlerinden beri, büyük savaşları ve önemli tarihi olayları nazım olarak yazmışlardır. Tarihlerini ve yaşantılarını gözden geçirdiğimizde, bu zeki halkın uzun yıllar boyunca meydana getirdikleri, oldukça zengin, özel bir kültürel altyapılar ve bilimsel mirasları olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Hatta çoğu kez lran padişahlarından Nuşirevan'ın, Cündisabur hastane ve tıp fakültesi idaresinde -Abbasi halifelerinin yükselme ve Abbasi rönesansının ilk devirlerinde yaptıkları gibi- Hintli hekimlere büyük ihtiyaç duyuluyordu. Gerek lran hükümdarları gerek Abbasi halifeleri çaresiz bir hastalığa tutulduklarında, İranlı ve Süryani hekimler tedavide aciz kaldıklarında ilk iş olarak, Hindistan'dan özel hekimler getirtiyor, tedavilerini onların ellerine bırakıyor veya tıbbi alanda bilgi ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Hintli hekimlerin Yunan ve lran hekimlerinden ve tıbbından ayrı birtakım özel metotları ve tedavi yöntemleri vardı. Hintliler arasında ünlü birçok tabip yetişmiş ve tıp konusunda pek çok Hintçe eser yazmışlardır. lleride görüleceği üzere Müslümanlar bölgeye hakim olduklarında, bu kitapların bazılarını Arapça'ya tercüme etmişlerdir. Menke, Sançhel ve Şanak önde gelen Hint hekimlerinden birkaçıdır.
Hintliler astronomi alanında, yıldızların mevkileri ve burçlar hakkında da geniş bilgi sahibiydiler. Bu mevki ve burçların kendi dillerine ait isimleri vardı. Astronomide biri "Ercehir", diğeri "Erkend" üçüncüsü Sanskrit dilinde "Sidhanta" metotları olmak üzere üç mesleğe sahiptiler. Sidhanta, Hintlilerin kullandığı, yıldızların hareketleri hakkındaki bilgi ve görüşleri kapsayan bir cetvelden ibarettir. Arapların eline geçen ve tercümesinde Sind-Hind adı verilen meşhur Hint astronomi kitabı işte budur. Bilindiği üzere rakamları ilk kez icat edenler de Hintlilerdi. Hintlilerin hesap ilminde kendilerine özgü birtakım kural ve yöntemleri vardı. Araplar rakamlarla birlikte bu yöntemleri de Hintlilerden almışlardır. Aynı şekilde Hintliler musiki alanında da çeşitli eserler yazmışlardı. İslamlar bu kitapların da bir kısmını Arapça'ya çevirmişlerdir.
Özet
İslam dünyasında bilimsel faaliyetlerin başlangıcı olarak kabul edilen, farklı dil ve kültürdeki eserlerin Arapça'ya çevirilerinin başladığı dönemde genel çerçeve buraya kadar anlattığımız biçimdeydi. Daha önce de vurguladığımız gibi, söz konusu bilgi, birikim ve kültürün temelini, esas olarak Eski Yunan veya Helen medeniyeti oluşturuyordu. Kuşkusuz Helen kültürü de kendilerinden önce yaşamış, genellikle de çoktanrılı din mensubu toplum ve ulusların kültürel miraslarının zamanla daha
da geliştirilmesiyle oluşturulan, temellendirilen bir birikimin sonucuydu. Hıristiyanlıkla birlikte bu bilimsel faaliyet ve kültüre yeni bir yön verilmiş, tek tanrılı dinlere mahsus yorum ve uygulamalarla yeni bir çehre kazanmış, İranlılar ile Süryaniler elinde de daha da geliştirilmiş, bu iki milletin geleneklerine uygun olarak yeni bilim dalları ortaya çıkmıştır.
Özellikle Irak bölgesi, Süryani, İran, Rum ve Hint asıllı bilim adamları ile birlikte Mezopotamya bölgesinden toplanan hekim, filozof, müneccim, matematikçi vs bilginlerin buluşma yeri ve merkezi konumundaydı. Bu nedenle İslam halifeleri tercüme faaliyetlerini başlatarak, bilimsel bir yapılanmanın temelini oluşturmak istediklerinde ekip ve ekipman açısından sıkıntı çekmemiş, bu işi layıkıyla yerine getirecek bilim kadrosunu rahatlıkla oluşturabilmişlerdir.
CORCi ZEYDAN
İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2
Tarihu't-temeddünni'l-lslami
NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESiNE ÇEViREN Nejdet Gök
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder