31 Ağustos 2022 Çarşamba

İSKİTLERİN SİYASÎ TARİHİ

 KAVİMLER GÖÇÜ VE İSKİTLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞLARI




Tarih öncesi devirlerden başlayan göçler aralıklarla devam etmiştir. Bu göçlerin hemen hepsinin siyasî ve askerî sebepleri vardır. Tarih öncesi devirlerde yapılan göçlerin sebeplerini, o devreyi aydınlatabilecek yazılı kaynaklar bulunmadığından tam olarak açıklayabilme imkânı her zaman bulunmamaktadır. Genelde yukarıda da belirttiğimiz üzere, siyasî ve askerî sebeplerinin olduğu bir gerçektir. Burada ele alacağımız göç, MÖ 8. yüzyılda İskitlerin tarih sahnesine çıkışlarıyla ilgili olanıdır.





1) Kavimler Göçü



Yaklaşık olarak MÖ 800'lerde bugünkü Moğolistan ve Türkistan'da meydana gelen ve uzun süren bir kuraklık, Orta Asya'nın ve Güney Rusya'nın bozkır bölgelerinde, kayda değer bir nüfus baskısına sebep olmuştur. Otlakların kuraklıktan etkilenmesi, doğu bozkırlarında yaşayan Hiung-nu (Hun) kabilelerinin Çin'in kuzeybatı sınırına kaymalarına yol açmıştır (Tarhan 1979: 365).


Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre, MÖ 8. yüzyılın başlarında Hiung-nular Çinlilerle ve Choularla savaşmışlardır. Bunun sebebi olarak da, Chouların her yerde garnizonlar kurmaları ve Hiung-nular'ın otlaklarının küçülmesi gösterilmektedir (Eberhard 1987: 38-39). İmparator Suan onlara karşı askerî bir harekette bulunmuştur (Vernadsky 1943: 50). Bunun sonucunda Hiung-nular Çin sınırının batısına kadar çekilmişler ve orada bulunan komşularını yerlerinden oynatmışlardır. Böylelikle diğer kabilelerin de batılarında bulunan kabilelere hücum etmeleri, çok geçmeden bozkırda müthiş bir göç hareketinin başlamasına zemin hazırlamıştır. Her kabile, yeni otlaklar elde edebilmek amacıyla batıdaki komşularına saldırmak zorunda kalmıştır (Rice 1958: 43).





2) İskitlerin Tarih Sahnesine Çıkışları



İskitler yukarıda da belirttiğimiz üzere, doğudan batıya doğru kavimlerin birbirlerini sıkıştırmaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunların MÖ 8. yüzyılda Kimmerlerin ülkesine geldikleri kabul edilmektedir (Kretschmer 1921: 923). Herodotos, göçebe İskitlerin Asya'da yaşadıklarını ve Massagetler'le yaptıkları savaştan yenik çıkarak, Kimmerlerin yanına göçtüklerini bildirmektedir (Herodotos IV: 11). Fakat İskitlerle Greklerin tanışmaları Grek ticaret kolonileri zamanına rastlamaktadır. Bilindiği üzere, Grekler Karadeniz kıyılarına koloniler kurarak, birtakım ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır (Mansel 1971: 169). Bu kolonizasyon hareketleri İskitler hakkında fazla bilgi sahibi olmamıza yetmemektedir. Malzemelerin arkeolojik buluntulardan oluşması ve yazılı kaynakların olmaması sağlıklı sonuçlar çıkarma imkânını ortadan kaldırmaktadır.

İskitlerin adına ilk kez Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Asur imparatorlarından Asarhaddon (MÖ 680-668) devrine ait Prizma (B)'de adları geçmektedir. Bu vesikaya göre Asarhaddon, imparatorluğun kuzey ve kuzeydoğu sınırlarını tehdit eden Kimmer ve Mannaların saldırılarını bertaraf etmek maksadıyla İskit hükümdarı Bartatua ile anlaşmayı tercih etmiş ve ona kızını vererek, İskitlerin adı geçen kavimlere karşı savaşmasını sağlamıştır (Luckenbill 1968: 207).


Asur kaynaklarında İskitler hakkında Grek kaynaklarındaki kadar fazla bilgi olmamasına rağmen, Greklerin tarihî değer taşıyan ilk kaynağının Herodotos'un eseri olduğu düşünüldüğünde, İskitler hakkında bilgi veren ilk Asur kaynağının, bundan yaklaşık olarak 200 yıl önce ortaya çıktığı anlaşılır. Buradan çıkarabileceğimiz başka bir sonuç da, MÖ 8. yüzyılın içerisinde Orta Asya'dan çıkan İskitlerin MÖ 7. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde hissedilir bir güç olacak şekilde Asur sınırına kadar ulaşmış olduğudur. Bu ifadeden, İskitlerin Hazar Denizi'nin batısı, Tuna nehrinin doğusu ve Karadeniz'in kuzeyindeki Kimmer yurdunun dışında, Ön-Asya'ya kadar çok kısa zamanda yayılmış oldukları gerçeği de ortaya çıkmaktadır. İskitlerin tarihini çok daha öncelere götürmek isteyenler bulunmakla birlikte, sağlıklı sonuçların alınabilmesi yazılı kaynak olmamasından dolayı mümkün olamamaktadır. Bizce, İskitler yukarıda adı geçen Kimmer yurduna, Asarhaddon'un adlarını zikrettiği dönemden önce, MÖ 8. yüzyılın ortaları ya da bu tarihten biraz daha sonra gelmiş olmalıdır. 



İSKİTLERİN DİĞER KAVİMLERLE İLİŞKİLERİ





İskitlerin tarih sahnesine çıktıktan sonra çeşitli kavimlerle ilişkisi olmuştur. Bu ilişki genelde mücadeleleri yansıtmaktadır. Hazar Denizi ve Tuna nehri arasındaki coğrafyaya geldiklerinde Kimmerler'le karşılaşmışlar, onlarla mücadele edip yurtlarından kovarak, onları takip etmişlerdir. Bu esnada Urartulular, Persler ve Asurlularla karşılaşmış ve onlarla mücadele etmişlerdir. İskitlerin mücadele ettiği diğer bir kavim de bozkır kavimlerinden biri olan Sarmatlar'dır.





1) İskit-Kimmer İlişkileri



Kaynaklardan öğrendiğimize göre, İskitler doğudan batıya doğru yöneldiklerinde, Karadeniz'in kuzeyinde bulunan ve Hazar Denizi'nden Tuna nehrine kadar uzanan geniş coğrafyada Kimmerler'le karşılaşmışlardır. Herodotos'un bildirdiğine göre, İskitler yukarıda bahsettiğimiz coğrafyaya gelince, Kimmerler büyük bir istila karşısında oldukları düşüncesiyle bir araya gelip durumu görüşmüşler. Hükümdarları ve halkın bir kısmı yurtlarını olması muhtemel bir istilaya karşı savunmayı düşünürken, diğer bir kısmı ise, İskitlerle savaşmaktansa, yurtlarını terk etmeyi daha uygun görmüştür. Sonunda bu düşünce ayrılığından dolayı ikiye ayrılan halk, birbiriyle savaşmış ve geriye kalanlar da yurtlarını terk etmiştir (Herodotos IV: 11). Buradan anlaşıldığına göre İskitler, Kimmer ülkesine doğudan girdiklerinde ülkenin doğu bölümünde bulunan Kimmerler'le ilk teması kurmuşlar ve diğer bölgelerde yaşayan Kimmerler, İskitlerin batıya doğru geldiklerini ve durumun kendileri için kötü sonuç getireceğini anlamışlardır.


Kimmerler MÖ 8. yüzyılın son on yılı içerisinde yönelmişlerdir. Şüphesiz bu göçün merkezini Karadeniz'in kuzeyinde bulunan bozkırlar oluşturmuştur. Kimmerler oradan hareketle Kafkas yolunu seçerek (Streck 1975: CCCLXXI), Kafkas geçitlerini aşmışlar (Lehmann-Haupt 1921: 398) ve Urartu topraklarına yayılarak Anadolu'yu istila etmeye başlamışlardır (Tarhan 1983: 110).


Kimmerleri yurtlarından eden İskitler, Yakındoğu'ya kadar onları takip ederek kovalamışlardır (Tarhan 1970: 22). İskitlerin önünde Doğu Anadolu'ya gelen Kimmerler, Urartululara saldırmışlardır (Lewy 1926:347). MÖ 8. yüzyılın sonları ve MÖ 7. yüzyılın başlarında Asur sınır bölgesinde önemli değişiklikler olmuştur (Prasek 1968: 112). Anadolu'nun doğusundaki Urartu, MÖ 8. yüzyılın ortalarında bir taraftan Kuzey Suriye ve Fırat'a kadar, diğer taraftan Kafkaslar'a kadar uzanan büyük bir devlet olmuştu. Bunlar gerek Sargon ve haleflerinin, gerekse Kafkas geçitlerinde gittikçe büyüyen Kimmer tehlikesi yüzünden Asur nüfuz bölgesinden çekilmişlerdir. Urartu Kimmer mücadelesi sonucunda istilacıların yolu Anadolu'nun içlerine doğru çevrilmiş ve Urartu devleti de çökmekten kurtulmuştur (Tansuğ 1949: 536).


İskitler, Kimmerlerin ardından Kafkaslar'ı doğudan dolaşarak, Hazar Denizi kıyısını takiben Derbent- Demirkapı geçitleri üzerinden Azerbaycan'a ve İran'a (Herodotos IV: 12), daha genel bir deyimle Ön-Asya dünyasına dalgalar halinde akmaya başlarlar. Lehmann-Haupt'un Winckler'e dayanarak verdiği bilgilere göre, Kimmerlerin Urartu'nun kuzeydoğu eyaletlerine, Urmiye gölünün batı kıyılarına kadar yayıldığı, Urmiye gölünün güneydoğusunda oturan İşkuzalar tarafından Mannaların ülkesine saldırıldığı ve göçün batıya doğru yöneldiği kabul ediliyor (Lehmann-Haupt 1921:406). Buradan da anlaşılacağı üzere, Kimmerleri batıya gitmeye zorlayan sebeplerin başında doğudan gelen baskı yer almaktadır. Ayrıca, Kimmerleri batıya, yani Anadolu'nun içlerine iten sebepler arasında, Kimmerler ve Anadolu'daki kavimler arasında daha önce gerçekleşmiş ilişkiler ve böylece Kimmerlerin Anadolu'nun en azından bir bölümünü tanımış olmaları düşünülebilir.


Asur vesikalarında ilk olarak Kimmerlerin ortaya çıkışı Kral Sargon (MÖ 722-705) zamanına rastlamaktadır (Lewy 1926: 347). Bu tarih İskitlerin ilk grubunun Kimmer yurduna yerleşmelerine tekabül eden tarihe yakınlık göstermektedir ve Çin İmparatoru Su-an'ın, Hiung-nular'a karşı giriştiği cezalandırma tedbirleriyle harekete geçen Asya kökenli kavimlerin batıya doğru yapmış oldukları göçlerle doğrudan ilişkilidir.

 





2) İskit-Urartu İlişkileri


Urartulular yerleşmiş oldukları coğrafya itibarıyla, Kafkaslardan Ön-Asya'ya açılan kapılar üzerinde bulunmaktaydılar. Urartuluların güneylerinde bulunan Asur'la olduğu kadar olmasa da, Kafkaslar'dan inen göçebe kavimlerle ilişkileri olmuştur. Bunlardan ilkini Kimmerler, ikincisini ise, onları takip eden İskitler oluşturmuştur.


Kimmerleri takip ederek Doğu Anadolu'ya, Urartu ülkesine ulaşan İskitlerle Urartu Kralı II. Rusa (MÖ 685- 645) akıllıca bir politika izleyerek, bir anlaşma yapmıştır (Tarhan 1984: 113). Ancak, İskitlerle Urartuluların dostlukları uzun sürmemiş ve 7. yüzyılın sonları ve 6. yüzyılın başlarında İskitler Urartu yerleşim merkezlerine baskınlar düzenleyerek bu merkezleri yakıp yıkmışlardır (Schmökel 1961: 639).


II.Rusa tarafından inşa ettirilen Teişabaini kenti ve kalesi MÖ 7. yüzyılın sonlarına doğru İskitler tarafından zaptedilerek tahrip edilmiştir. Burada yapılan kazılarda İskitlerin kullanmış olduğu ok uçları, orada yerleşik olan ve orayı savunanların cesetleri bulunmuştur (Schmökel 1961: 639). Yine II. Rusa tarafından inşa ettirilen Rusahinili kentinin de MÖ 7. yüzyılın sonları ile 6. yüzyılın başlarında İskitler tarafından yakılıp yıkıldığı sanılmaktadır. Kaleye yapılan baskın sonunda çatı ve ahşap malzemenin yanarak çökmesi, kerpiç duvarların pişerek tuğlalaşmasına neden olmuştur. Kazılar sırasında ortaya çıkarılan 30 santimetrelik kül ve yangın artığı tabakası yangının şiddetini göstermektedir. Yangın ve yıkımdan sonra, Toprakkale'de herhangi bir yeni yerleşme olmamıştır (Belli 1982: 175).

Urartulular tarih sahnesine çıktıktan sonra, Asurlular ile ilişkide bulunmuş ve onlarla savaşmışlardır. MÖ 8. yüzyılın sonlarına doğru Kafkaslar'dan inen Kimmerler'le de mücadele eden Urartulular, onları takip ederek gelen İskitlerle zaman zaman anlaşmalarına rağmen, onların MÖ 7. yüzyılın sonlarında ve 6. yüzyılın başlarında gerçekleşen istilalarına karşı koyamayarak, yaklaşık olarak MÖ 585 yıllarında (Belli 1982: 178) tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Böylelikle İskit-Urartu ilişkileri, İskitlerin Urartu devletini ortadan kaldırmalarıyla son bulmuştur.





3) İskit-Asur İlişkileri



Kimmerlerin yurtlarını ellerinden alarak, onları takip eden İskitler Kafkaslar'ı aşarak, Urartu devleti üzerinden Asur devletinin kuzey sınırlarına kadar ulaşmıştır. Kimmerlerin hemen arkasından gelen İskitler Kimmerler'le birlikte Asur kaynaklarına geçmiştir.


Asarhaddon zamanında Asur devletinin kuzey ve kuzeydoğu sınırları Kimmerler ve İskitlerin istilasına uğramıştır. Asarhaddon İskit hükümdarı Bartatua ile anlaşarak, kızını ona vermiştir (Streck 1975: CCCLXXIV). Bu Asur ve İskit dostluğu sonucunda Asur Kralı Asarhaddon Hubaşna'ya (Konya Ereğlisi) kadar giderek, Kimmer başbuğu Teuşpa'yı ve müttefiki olan Hilakku devletini mağlup etmiştir (Landsberger 1927: 79). Bu arada İskitler de boş durmayarak, Kimmerleri batıya doğru sıkıştırmaya başlamıştır. Bunun sonucunda Kimmerler Anadolu'nun içlerine kadar yayılmıştır (Minns 1970: 189). İskitlerle anlaşma yaparak batıya doğru Kimmerlerin üzerine yürüyen ve onlara karşı zafer kazanan Asarhaddon, bu zaferinden Til Barsib stelinde de bahsetmektedir. Bu vesikaya göre, Hilakkular İskit ordularını yenen Mannalar'la birleşerek, Asur devletine karşı isyan etmişler ve fakat Asur kralı bu isyanı bastırmıştır (Kınal 1991: 258).


Asarhaddon devri vesikalarında İskitler hakkında verilen bilgileri klasik Yunan yazarlarının rivayetleri de desteklemektedir. Gerçekten de Herodotos'ta, Prototeus oğlu Madyas idaresinde büyük bir İskit ordusunun Avrupa'dan kovduğu Kimmerleri takip etmek üzere, Asya'ya girdiklerine ve Med topraklarına vardıklarına dair bir kayıt vardır (Herodotos 1: 103). Herodotos'ta Prototeus şeklinde adı geçen İskit hükümdarının Asur vesikalarında adı geçen ve Asur kralı Asarhaddon ile anlaşan hükümdar Bartatua olduğu genelde kabul edilmektedir (Lehmann-Haupt 1921: 404).


Urartu devletinin Azerbaycan tarafındaki eyaleti parçalanınca, İskitler hükümdarları Bartatua ve oğlu Madyes idaresinde, bizzat Urartuluların ülkesini işgal etmek ve oradaki Sakızı kendilerine başkent yapmak ve de buradan Kızılırmak'a kadar uzanan batı istikametindeki bölgeyi kontrol altında tutmak amacıyla kuzey Persia'da kalmışlardı. Onlar bu dönemde çok güçlü görünüyorlardı. Gerçekten de MÖ 626'da Asurlular onların yardımı ile Medlerin yaptığı Ninive kuşatmasını kırmışlardı. Başarılarından dolayı zafer sarhoşluğuna kapılan İskitler, MÖ 611 yılında Filistin'e ulaşıncaya kadar Suriye'yi baskı altına almışlardı.


Mısır'a karşı herhangi ileri bir hareket ise, Kral Psametikos tarafından haraç ödemek suretiyle önlenmişti (Minns 1970: 189). Bu zaman zarfında Medler Babilliler'le ittifak yapmışlar. Onların birleşik orduları, Asurlulara karşı yürümüşler ve bu defa müttefik kuvvetler bir zamanların bu güçlü imparatorluğunu tahrip etmişlerdir (Rice 1958: 45).


Ninive'nin düşmesinden sonra Medler, vakit geçirmeden İskitleri memleketlerinden çıkarabilmek ve hiç durmaksızın bu atlı kavimleri, Persia'yı istilaya başladıkları noktadan Asya içlerine geri itinceye kadar gerekeni yapmak için, yeniden kuvvetlerini toplamışlardı (Memiş 1978: 28). Medlerin baskısı karşısında, Batı Asya'nın büyük bir bölümüne 28 yıl hükmeden İskitler (Herodotos IV: 1), tekrar Urartuluların yaşamış olduğu coğrafyaya çekilmişlerdir. Belki de bu tarihte onların bir kısmı üç asır sonra Partları meydana getirecek olan akrabaları Dahailer'le karışarak, Hazar Denizi ve Aral gölü arasında yer alan bozkır bölgesini işgal etmek için yeniden doğuya doğru dönmüşlerdi. Diğerleri Skytho-Dravidler içerisindeki İskit karışımını göz önünde bulunduracak olursak, Hindistan'a kadar itilmiş olabilirler. Bu arada başka bir grup da Urartu bölgesinde kalmıştır. Böylece büyük çoğunluğu batı bozkırlarında kalan İskitler, orada refah içerisinde yaşayan akrabalarını görmüşler ve Güney Rusya'nın verimli topraklarına yerleşmişlerdir (Rice 1958: 46).


MÖ 8. yüzyılın sonlarına doğru Asur yazılı kaynaklarında adları geçen ve daha sonraki Asur kaynaklarında da adlarından bahsedilen ve Asur Kralı Asarhaddon'un anlaşmak zorunda kaldığı İskitlerin Asur devleti ile ilişkileri, yaklaşık olarak bu coğrafyaya ulaşmalarından bir asır sonra, Asur devletinin ortadan kaldırılması neticesinde son bulmuştur.





4) İskit-Pers İlişkileri



İskit-Pers ilişkilerinin eskiçağ tarihi içerisinde önemli bir yeri olup, bu ilişki uzun bir süre devam etmiştir. Medlerin yerine geçen Akamenitler sülalesi döneminde İskitler büyük bir güç kaybetmelerine rağmen, siyasî bir kuvvet olarak varlıklarını devam ettirmişler. İran destanlarına bakılırsa bunlar Afrasyap'tan sonra tekrar büyük bir devlet haline gelerek, bir aralık tekrar İran'ı kendi nüfuzları altına almışlardır. Büyük Kirus (MÖ 555-528) zamanında Sakaların Babil ve Asurlulara karşı düşmanca hareketleri ve Hazar Denizi'nin güneybatı sahilinde yaşayan Herkanlılarla bir olarak Asurlulara karşı asker gönderdikleri ve sonuçta Kirus ile birleştikleri zikredilmektedir. Fakat Sakaların Türkistan'daki esas zümreleri Kirus'a tabi değildi. Babil, Lidya gibi Ön-Asya devletleri ile uzun savaşlar yapan Kirus kendi yanında Saka devleti gibi kuvvetli bir devletin bulunmasını tehlikeli bulduğundan bunları kendi idaresine tabi kılmak için uğraşmıştır (Togan 1987: 31-32).


Kirus bu arada Anadolu'ya da bir sefer düzenlemiştir. MÖ 547 yılına doğru Lidya Kralı Kroisos harekete geçerek, İran'ın nüfuz bölgesinde olan Kapadokya'ya girmiştir. Bunun üzerine Kirus Lidyalıları yalnız Kapadokya'dan çıkarmakla ve eski sınır olan Kızılırmak'ın batısına sürmekle kalmamış, Lidyalıları izleyerek başkent Sardes kapılarına dayanmış ve onları o yörede büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Sardes kısa bir kuşatmadan sonra zaptedilmiştir. Bu suretle Lidya krallığı yıkıldıktan sonra Persler Harpagos ve Mazares adında komutanlarının idaresinde Batı Anadolu'ya girerek, orada bulunan şehirleri teker teker ele geçirmişlerdir (Mansel 1971: 253).


MÖ 539 yılında Kirus Babil'i zaptetmek ve büyük bir törenle şehre girmek suretiyle Babil devletini krallığına katmıştır. Kirus ömrünün son yıllarını İran'ın kuzeydoğusunda oturan bozkır kavimleri ve en çok Sakalarla savaşmakla geçirmiş ve aşağı Oxus bölgesinde MÖ 529 yılında ölmüştür (Mansel 1971: 254). Burada Kirus'un ölümüne neden olan savaşta Pers ordusu ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. Savaş dar bir boğazda yapılmış Saka ordusuna komuta eden Tomris (Sakaların bayan lideri) ve askerleri büyük başarı kazanmışlardır (Durmuş 1996: 89). Bu savaşta "turan taktiği" ya da "kurt oyunu" adı verilen bozkır savaş taktiği ustaca uygulanmıştır.


MÖ 8. yüzyılın sonlarında Kimmerlerin Anadolu'ya akınları, onları takip eden İskitlerin de Anadolu'nun doğusundaki birtakım faaliyetleri, Asurluların Anadolu içlerine doğru yaptıkları seferler, Anadolu'nun siyasî gücünü iyice zayıflatarak, Anadolu'da Pers hâkimiyetinin tesisi de önemli bir rol oynamıştır. Pers kralları Anadolu'nun batısına kadar kısa zamanda ulaşma imkânını bulmuşlardır.


Pers hâkimiyeti Kirus'un oğlu Kambiz'in yerine geçen I. Darius zamanında da devam etmiştir. Darius da hem doğuya hem de batıya seferler düzenlemiştir. İlk seferini MÖ 518-517 yıllarında Orta Asya Sakalarına yapmış ve savaşarak, sonunda savaşın galibi olmuştur (Togan 1987: 33). Darius, Behistun Kitabesi'nde sivri başlıklı Sakaların ülkesine sefer yaptığını, onların bir kısmını yendiğini, bir kısmını öldürdüğünü, liderlerinden birisi olan Sakunkha'yı esir ettiğini bildirmektedir (Hinz 1939: 365). Bize kadar ulaşan tarihî kaynaklarda, Darius'un Türkistan Sakalarına karşı yaptığı sefere ait fazla bilgi yoktur. Yalnız Togan'ın Polyen'e dayanarak verdiği bilgiye göre, Darius Sakalar ile yaptığı savaşta kendi askerlerine Saka askerî kıyafeti giydirerek, hile ile hareket etmiştir. Bundan dolayı Saka reisleri mağlup olarak çöllere çekilmiş, Sirak isminde bir çoban Darius'un ordusuna kasten yanlış yol göstererek, onları çöl ortasına sokup memleketini kurtarabilmiştir (Togan 1975: 33). Buradan da anlaşılacağı üzere, Darius'un Saka reislerinden Sakunkha'yı esir etmesine rağmen, diğer Saka reisleri memleketlerini bütünüyle esarete düşmekten kurtarabilmişlerdir.


Pers Kralı Darius, denizin ötesindeki Sakalara karşı da bir sefer yapmayı planlamıştır. MÖ 513 yıllarına doğru Batı Anadolu'da Ege denizi kıyısında bazı kaynaşmalar olduğunu haber alan Darius dikkatini Anadolu'ya çevirmiştir. Aynı yıl Trakya üzerinden Karadeniz İskitlerine karşı harekete geçmiştir (Sevin 1982: 316). Anadolu üzerinden harekete başlayan Darius, Samos'lu Mandrosle tarafından inşa edilen bir köprü üzerinden İstanbul Boğazı'nı geçerek, Trakya içlerine doğru yönelmiştir (Herodotos IV: 87). Batıya doğru ilerlemeye başlayan Darius, İskitlerin, kendisinin mezar yazıtında bildirildiği üzere "denizin, ötesindeki Sakalar"ın üzerine yürümüştür (Mansel 1971: 255).


Darius İskitya içlerine doğru yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştır. Bu arada İskitler de boş durmayarak, komşularıyla birlikte Perslere karşı koymayı amaçlamışlardır. Komşu kabilelere başvurarak, onları aralarında ittifak yapmak için ikna etmeye çalışmışlar. Başarılarının kalabalık olmalarına bağlı olduğunu, aksi takdirde Darius'un hepsini teker teker ezebileceğini, halbuki birlik olurlarsa, Pers kralının onları mağlup etmesinin güç olacağını anlatmaya çalışmışlardır. Gelon, Budin ve Sarmat hükümdarları İskitlere yardım etmeyi uygun görmüşler. Buna karşılık kuzeyde oturan kabileler İskitlerin bu teklifini kabul etmemişlerdir (Herodotos IV: 118-119).


Darius yoluna devam ederek, Don nehrini geçmiş ve Volga'ya doğru ilerlemiştir. İskitler ise, onun önünde geri çekilmiştir. Pers kralının, Tuna nehri üzerindeki köprüyü savunmaları için İonyalılara verdiği 60 günlük süre hızla dolarken, onun askerleri bu yararsız kovalamacadan yavaş yavaş bıkmaya başlamıştır. Ancak İskitler doğuya doğru geri çekilmeye devam etmiştir (Rice 1958: 47). Bu durum karşısında canı sıkılan ve bir sonuç alamayan Darius, İskit hükümdarı İdanthyrsos'a bir haber göndermiştir. İskit hükümdarına, kendini güçlü hissediyorsa, kaçmayarak savaşa girmesini, eğer kendisinde o gücü görmüyorsa, huzuruna çıkarak haraç olarak toprak ve su getirmesini istemiştir (Herodotos IV: 126). Bunun üzerine İskit hükümdarı da Darius'a bir cevap verme ihtiyacını duyarak, ondan korkmadığını, kendilerinin kentleri ve dikili ağaçları olmadığından dolayı savaşa girmek istemediğini; fakat atalarının mezarlarını bulurlarsa, o zaman savaşacaklarını bildirmiştir (Herodotos IV: 127).


İskitlerle savaşma imkânı bulamayan Darius geri çekilmeye karar vermiş ve askerlerini köprüye kadar getirerek, Tuna nehrini geçirmeyi başarmıştır. Böylece Darius felaketten kurtulmuştur (Rice 1958: 48). Belki de İskitlerin Kafkasya yoluyla İran üzerine akın yapmalarına karşı bir tedbir olarak genellikle İskitleri doğudan olduğu gibi batıdan da kuşatmak fikrinde olan Darius (Togan 1987: 33), İskitlerin oyalama taktiği karşısında gün geçtikçe daha da güç durumda kalarak, geri çekilmesinin kendisi ve ordusu için daha akılcı olduğunu düşünmüştür. Böylece Darius İskitlere karşı yapmış olduğu seferde herhangi bir başarı sağlayamamıştır. Şüphesiz, Darius'un bu şekilde başarısız olmasında bir bozkır topluluğu olan Karadeniz Sakaları'nın savaş taktik ve stratejilerinin büyük ölçüde etkisi olmuştur. Büyük bir güç olarak Sakalar gerek Kirus, gerekse Darius zamanında Persleri uzun süre uğraştırmışlardır (Durmuş 1997: 52).





5) Sarmat-İskit İlişkileri



İskitlerin ilişki içerisinde bulunduğu kavimlerden birisi de kendileri gibi bir bozkır kavmi olan Sarmatlardır. Sarmatlar İskitlerin doğusunda bulunan sahada yaşamışlardır. Herodotos'un bildirdiğine göre, İskit ve Sarmatların hayat tarzında yakın benzerlik bulunmaktaydı (Herodotos IV: 117). Sarmat kızları ata biniyor, ok atıyor, at üzerinde kargı savuruyor, düşmanla savaşarak, üç düşman öldürmedikçe evlenmiyorlardı (Hippokrates'?': XVII).


Herodotos Amazonların Sarmat kadın savaşçıları olduğunu bildirmektedir (Herodotos IV: 110). Bunu Tiflis'ten sekiz mil uzaktaki Zemo Avchala'da, 1928 yılında, bir grup tarım işçisi tarafından bulunan bir kadın savaşçıya ait mezarın keşfi ispatlamaktadır. Kadın çömelmiş bir vaziyette gömülmüş olup, silahları hemen yanına konulmuştu. Bu mezarın bir Sarmat Amazonu'na ait olması kuvvetle muhtemeldir (Memiş 1987: 31-32).


İskitya'nın batı sınırları Keltlerin saldırılarına maruz kalırken, doğu tarafı da Volga nehrinin ötesinden gelen Sarmatlar tarafından tehdit edilmeye başlamıştır. MÖ 3. yüzyılın başlarında Sarmatlar, Don nehrinin doğu kıyılarına yaklaşmışlar ve aynı yüzyılın sonlarına doğru da Don nehrinin batı kıyısına geçmeyi başarmışlardır. Sürekli sıkıştırılan İskitler MÖ 2. yüzyılın başlarına kadar eski imparatorluklarının yalnızca bir bölümünü, özellikle orta kısmını ellerinde tutabilmişlerdir (Vernadsky 1943: 73).


MÖ 2. yüzyılın başında Keltlerin ve Sarmatların saldırıları sonucunda iyice güçsüz duruma düşen İskitler, aynı yüzyılın sonuna doğru yeniden güçlenmiş ve onların hükümdarı Scylurus MÖ 110 yılında Neopolis'i kendilerine başkent yapmıştır. Fakat Sarmatlar, Avrasya bozkırlarını geçmek için İskitleri mütemadiyen batıya doğru itmişlerdir. Sarmat savaşçıları yeni teçhizatlarıyla ileri hareketlerinde tam bir başarı elde etmişler. Sarmatların metal üzengiyi de icat etmeleri, onların ordularında ağır süvari birliklerinin kurulmasını kolaylaştırmıştır. İskitler bu modern kuvvete mağlup olmuşlardır. MS 2. yüzyıla kadar varlıklarını koruyabilen İskitler, bu yüzyılda Güney Avrupa'ya doğru ilerleyen Gotlar tarafından tamamen ortadan kaldırılmıştır (Rice 1958: 50).



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Silivri / İstanbul

 


Britanya Adalarının Söylenceleri - 9 İngiltere-İskandinavya "Beowulf"

 IV. Bölüm


(Beowulf, krallığını bir ejderha yağma ettiğinde elli yıldır kraldır. Yeğeni Wiglaf'ın yardımıyla canavarı öldürür, fakat kendisi de bu aşamada Ölümcül bir darbe almıştır.)


Savaş kılıçları, Fırtına-Geatların kralı Hygelac'ı öldürdü. Bir süre sonra Beowulf, Geatland'ın kralı oldu. Elli kış boyunca topraklarını iyi yönetti.


Ağzından alevler fışkıran korkunç bir ejderha gecenin karanlığında Geatland'ın üzerinde apansızın uçtuğu ve ateşten soluğuyla binaları yaktığı zaman, artık yaşlı, ak saçlı bir kraldı. Üç yüz kış boyunca, bu ürkütücü ejderha taş kuleli bir höyükteki gizli hâzinelerin üzerinde sessiz ve gizli nöbet tutmuştu. Höyük, yeryüzünün altında derinlere ve uçurumların yüksekliğine uzanan deniz kayalıklarının dibine inşa edilmişti. Taş höyüğün aşağısında bin kıştır gizli kalmış bir yol bulunuyordu.


Böylesine büyük bir hazine, böyle bir yapıda sır içinde nasıl saklı kalmıştı? Uzun yıllar önce güçlü bir kral olan yalnız bir savaşçı, kabilesinin hayatta kalan son insanıydı. Çok önceleri ölüm bütün halkının canını almış ve ona kabilesinin hâzinelerinin koruyucusu olmak kalmıştı. Kral, bütün canlıların karşı konulmaz kaderinin ölüm olduğunu ve kısa zaman sonra sonsuz uykudaki kabilesine katılacağını biliyordu. Ecel onu almadan soylu kabilesinin hâzinesini saklamak İstemişti.


Kıyıdaki dalgaların yakınında, dışardan girişi gizlenmiş, yeni oluşmuş boş bir höyük bulunuyordu. Savaşçı, kabilesinin bu paha biçilmez eski hâzinesini höyüğün taş duvarlarının içine taşıdı ve oraya gizledi.


Yüksek sesle şöyle dedi: "Dünya! Soyluların bu servetini içinde sakla. Çünkü savaşçılar artık onu koruyamayacaklar. İyi insanlar bu ışık saçan altınları ilk bulduklarında onlar senin zengin bedeninin içindeydi. Şimdi servetini sana geri veriyorum. ölüm, o dehşetli kötülük, savaşta kan bağım olan herkesi yok etti. Bu parıltılı kılıcı kuşanacak, bu altın işlemeli kap ve bu değerli şarap kadehini parlatacak hiç kimse kalmadı."

"Bu sert, altın kaplamalı miğfer artık kirlendi, çünkü işleri onu parlatmak olanlar da sonsuz uykularında uyuyorlar. Bu zincir geçmeli savaş gömleği, kavgada savaşçılara eşlik etmek için boşuna bekliyor. Her ikisi de pas içinde çürüyor. Savaşlar görmüş, kalkanların çarpmasına ve demir kılıç ağızlarının vuruşlarına direnmiş bu koşumlar da artık parçalanmalı. Şatoda eğlenecek, arp sesleri duyacak, ata binecek ve atmaca seyredecek hiç kimse yaşamıyor artık, ölüm bütün kabilemi aldı, yüreğim acıyla dolu."


Yalnız savaşçı, son bir koruma olarak kabilesinin hâzinesi üzerine bir lanet, kıyamete kadar sürecek bir tılsım bıraktı. Her kim bu altın defineyi alırsa, bela ve ölüm onu izleyecekti. Çok geçmeden ölüm, savaşçının yüreğini kavradı ve onu da aldı.


Saklı hazine, yedi yüz kış el değmeden kaldı. Daha sonra korkunç ateş ejderhası höyüğü buldu ve orayı kendinin uğursuz ini yaptı.

Üç yüz kış boyunca bu güçlü ejderha höyükte rahatsız edilmeden yaşadı ve eski, büyük hâzineyi korudu. Bütün hâzineyi ezbere biliyordu. Her uykudan önce ve sonra hazînenin her biri eşsiz parçalarını saydı. Sahip olduklarının zevkiyle sayısız saatler geçirdi.


Bir gün, Beowulf'un tahta çıkışının ellinci yılında bir köle efendisini kızdırdı ve kırbaçlanma korkusuyla kaçtı. Korunaklı gizli bir yer ararken, höyüğe giden eski yolda tökezledi. Höyüğün altındaki girişi buldu ve mezar olduğunun ayırdına varmadan taş duvarlar içindeki barınağa girdi. Bu taş duvarlar içerisinde kocaman mücevherleri, altın işlemeli eserleri ve altın kaplamalı nesneleri bulunca şaşkınlığa düştü. Yığılmış hazine yerde duruyor ve uyuyan bir ateş yılanı onu koruyordu.


Köle, ateş yılanını gördüğünde yüreğini korku ve dehşet bastı. Ejderhanın başının yanında ışıldayan güzel bir altın kadeh dikkatini çekti. Sessizce canavara yaklaştı, kadehi kavradı ve hızla uzaklaştı. Wyrd onu korumuştu, çünkü ecel günü henüz gelmemişti.


Köle, affedilmek ve barışmak umuduyla kadehi efendisine verdi. Efendisi armağanı kabul etti, çünkü eski kadeh olağanüstü güzel ve eşsizdi.

Ateş ejderhası uyandığında kocaman hâzinesini saydı ve altın kadehinin kayıp olduğunu gördü. Çılgınca höyüğün içinde oraya buraya süründü. Umutsuzca kadehi aradı, ama yüksek taş duvarlar içinde hiçbir yerde bulamadı.


Sonunda kızgınlık içerisinde hırsızın izlerinin kokusunu aldı. Kokuyu izleyerek, uğursuz ininden ayrıldı. Höyük tümseğinin çevresindeki toprağı sabırsızlıkla kokladı, eşi görülmemiş kadehini çalan hırsızı bulmak istiyordu. Ararken, düşünceleri, hırsıza duyduğu öfkeden çok, öç alma zevkine dönüşmeye başladı.


Korkunç yaratık eşsiz kadehinin çalınmasının öcünü almayı kafasına koymuştu. Aralarından birinin suçu için bütün Geatları cezalandıracaktı. Akşama dek inatla bekledi. Güneş ışığı solmaya başladığında korkunç canavar saklandığı ininden dışarı süründü. Geceleyin, ateş dolu demirci ocağı gibi alevlerini kusarak, Geat halkının evlerini yakarak gökyüzünde alçaktan uçtu. Göklere saçılan göz kamaştırıcı ateşlerin kızıllığı, iğrenç ejderhanın korkunç gücünü gösteriyordu. Ürkütücü öfkesi bütün yürekleri korkuyla doldurdu.


Günün ilk ışıklarından önce şeytan höyüğüne, gizli taş şatosuna ve saklı altın hâzinesine geri uçtu. Korku dolu savaş silahının ve ininin uğursuz yerinin, güvenliğini sağlayacağına inanıyordu. Ama ejderha kendini aldatıyordu. Onun yaşamı da Geatların hazine dağıtan krallarının yaşamı kadar kısa takdir edilmişti. Çünkü yaşlı bir adam olsa da Beowulf, halkını koruyacaktı.


Beowulf, kralların o en iyisi, ateş ejderhasının yıkıcı baskınlarını hemen öğrendi. Çünkü korkunç şeytan, Fırtına-Geatların şanlı armağanlarla dolu şatolarını yakmıştı. Beowulf, ateş yılanının alev saçan soluğunun, kahramanların şatosunu kül yığınına çevirdiğini gördüğünde yüreği derin bir üzüntüyle doldu. Eski yasaları çiğneyip dünyanın yöneticisini, sonsuzluğun efendisini bilmeden çok kızdırmış olabileceğinden korktu. Soylularına bu korkunç yaratığı öldürmeyi planladığını söyledi.


"Sevgili Beowulf, bu hazine bekçisiyle savaşta karşı karşıya gelme! Bırak korkunç ateş yılanı uğursuz ininde yatsın. Dünya sona erene dek höyüğünde gömülü kalsın!" diyerek Beowulf'a karşı çıktılar.


Ama Beowulf'un soyluları, onu bu cesur kararından caydıramadılar. Efendilerine, insanlarının koruyucusuna ve savaşçıların komutanına bilge öğütlerini kabul ettiremediler. Yüzüklerin efendisi, kendi ulu kaderini elinde tutuyordu. O, iyi bir kraldı!


"Artık bir delikanlı değilim, ama her zaman halkımın koruyucusu olacağım" diye haykırdı Beowulf. "Ateş yılanını arayacağım, ama büyük savaşçı ordumla değil. Ne kavgadan ne de iğrenç ejderhanın büyük gücünden ve savaşmadaki ustalığından korkuyorum. Birçok kez büyük tehlikeler atlattım. Grendel'i ve Grendel'in annesini öldürdüm, birçok güçlü deniz yılanıyla başettim. Bu ejderhayı öldürmek için yalnızca kendi canımı tehlikeye atacağım!"


Geatların yaşlı, yüzük veren kralı, demircilerine kendisi için parlak bir demir kalkan yapmalarını buyurdu. Ihlamur ağacından yapılmış kalkanları onu bu korkunç canavarın ateş saçan soluğundan koruyamazdı.


Beowulf kendine eşlik etmeleri için en yürekli on bir savaşçısını seçti. Yüzüklerin efendisi korkunç ejderhanın gazabının nedenini öğrenmişti; hırsıza onları ateş canavarının inine götürmesini emretti. Adamların çoğunun yüreğine korku girmişti. Çünkü ejderha ürkütücü bir düşmandı. Kahramanlardan yalnızca en yüreklisi höyüğün içine girmeye cesaret edip yaratığın saçtığı ateşlerle karşılaşacaktı.


Vardıklarında, kavgada güçlü, Geatların altın yürekli dostu Beowulf yoldaşlarına veda etti. Ruhu keder ve huzursuzlukla doluydu, ölüme hazırdı. Wyrd onun ruhunun hâzinesini arayacak ve ruhunu bedeninden ayıracaktı.


Cesur miğferli savaşçı şöyle dedi: "Gençliğimde sayısız kavgalara ve tehlikelere nasıl meydan okuduğumu anımsıyorum. Eğer ateş ejderhası inini terk edip benim peşime düşerse, her şeyin efendisi Wyrd'in izin verdiğince onunla savaşacağım. Büyük övgüler kazandıracak yiğit işler yapacağım. Ellerim ve güçlü kılıcım Naegling'in ağzı, saklı hazine için savaşacak!"


"Eğer yapabilirsem, bu ateş yılanına karşı kılıç ya da başka bir silah kullanmayacağım. Grendel'i bir zamanlar kavradığım gibi onu ellerimle yakalayacağım. Ama ateşle, dumanlarla ve öldürücü zehirle karşılaşacağımdan, zincirden örülü savaş gömleğimi ve ışıltılı demir kalkanımı kullanmam gerekecek. Kaderimden kaçmayacağım. Wyrd, örmesi gerektiği gibi örecek kaderimi. Dövüşmek için sabırsızım! Cesaretimle ve savaştaki ustalığımla böbürlenmeye ihtiyacım yok."


"Höyüğün yanında bekleyin" dedi Beowulf savaşçılarına. "Savaşımız ölümüne olacak. Bu sizin savaşınız değil. Görev yalnızca benim. Yiğitliğim ve savaş gücümle açgözlü ateş ejderhasının altınını alacağım ya da savaşta öleceğim!"

Beowulf, daha sonra birçok çetin savaşın galibi, kendi gücünden ve ustalığından emin olarak parıltılı kalkanını yalçın deniz kayalıklarının dibine taşıdı. Hiçbir korkak, dövüşmek için bu yolu seçemezdi! Alevli bir ateş yumağı höyükten dışarı fırlıyordu. Yüzüklerin efendisi, eğer höyükten içeri girmeye çalışırsa ejderhanın hâzinesinin yanındaki ateş tufanının onu yakıp öldüreceğini biliyordu.


İyi kral, ateş şeytanına öfkeyle meydan okudu. Sesi höyüğün duvarlarında yankılandı ve ateş yılanının öfkesini artırdı.


Ejderhanın ateş saçan soluğu höyükten dışarı fırladı, yer onun öfkeli alevlerinin gürültüsüyle gümbürdedi. Beowulf, Geatların efendisi, ışıltılı kalkanını kaldırdı; kanla sertleştirmiş eski kalıcı Naegling'i kınından çıkardı.


Vahşi yaratık yüreğinde sevinçle, kavga için dışarı çıktı; düşmanını bulmak ve yüreğine korku salmak için sabırsızdı. Beowulf, savaş koşumları içinde, direşken yürekle beklerken ateş yaratığı da savaş çığlıkları atıyordu.


Ejderha kaderiyle yüzleşmek için ilerlerken, Beowulf da kendi kaderine yaklaşıyordu; çünkü Wyrd iyi krala zafer ihsan etmemişti. Demir kalkanı bedenini ve canını koruyamayacaktı.


Beowulf, Naegling'i kaldırdı, bütün gücüyle ateş yaratığına vurdu. Ama o kahramanların dostu eski kılıç, bu kavgada ün kazanamadı. Naegling'in güçlü ağzı kesmez oldu, ejderhanın sert kemiklerini parçalayamadı.


Beowulf bu kez kötülüklerle kuşatılmıştı. Kalkanı yoğun sıcaklık altında eriyordu. Naegling gücünü yitirmişti. Cesur kral, Geat halkının kalkanı, bir başka zaferle övünemedi. Sonunda ölümle yüzleştiğini anladı. Büyük görkemle ve sonsuz ünle süren uzun yaşamı artık solmuştu. Her yaşta yaşam değerliydi, ün ikinci gelirdi. Beowulf dünyadan göçmek istemiyordu. Hep kalacağı uzak bir yere son yolculuğunu yapmak istemedi. Ama bütün ölümlüler, dünyadaki günleri sona erince kaderleriyle yüzleşmeliydiler.


Beowulf'un kılıç darbesi, yalnızca azgın ateş yılanının yüreğinde nefreti körüklemişti. Yaşlı krala girdap gibi saran korkunç alevlerini bir ateş seli gibi yeniden püskürttü.

Beowulf'a eşlik eden Geatler, kralın can yoldaşları, büyük bir dehşetle savaşı izlediler. Cesaret ve önderlerine bağlılık göstererek krallarını kurtarmak için atılabilirlerdi. Ama yalnızca kendi canlarını kurtarmayı düşündüler ve ormanın içine kaçtılar.


On bir seçkin adamdan yalnızca Beowulf'un yeğeni, genç savaşçı Wiglaf sadık bir yüreğe ve bu ilk kavgasına girme cesaretine sahipti. Wiglaf, kralının ona bahşettiği bütün onurları, ailesinin servetini ve mülkünü düşündü. Geri çekilmekle kralının cömertliğinin karşılığını ödememiş olurdu. Kralını yardımsız ölüme göndermek affedilemez bir suçtu.


Sesini duyabileceklerini bilerek "yoldaşlar!" diye bağırdı. "Anımsayın, bal likörünü nasıl bize yüzükler veren efendimiz onuruna içtik. Yardımımıza ihtiyaç duyarsa, savaş koşumlarımızın, miğferlerimizin ve ışıltılı kılıçlarımızın borcunun karşılığını ona ödeyeceğimize söz verdik. Bu yolculukta cesaretimizden, ustalığımızdan ve zafer kazanma isteğimizden ötürü kendisine eşlik etmemiz için bizi seçti."


"Bütün insanlar arasında, en usta ve yiğit savaşları o yaptı. Bu çetin savaşı yardımsız kazanmayı umuyordu, ama bizim gücümüze ve cesaretimize ihtiyacı var. Korkunç alevleriyle büyük korku salan bu iğrenç ejderhayla savaşarak ona yardım edelim!"


"Tanrı biliyor ki, bir korkak gibi yaşamaktansa alevlerin bedenimi, altın dağıtan kralımın bedeniyle birlikte sarmasını yeğlerim. Ben en azından savaş koşumlarımı, cesaretimi ve ustalığımı kralımla paylaşacağım" diye haykırdı.


Wiglaf azimle ıhlamur ağacından yapılmış kalkanını kavradı, kılıcım çekti ve Beowulf'a doğru koştu. Kalkanı yanabilirdi.

Kılıcı eriyebilirdi. Ama Wiglaf'ın yüreği en sert madendendi. Cesareti, ejderhanın ateşten soluğuna ve katledilme korkusuna karşı durabilecekti.


Wiglaf dumanlar içinden yolunu bulmaya çalışırken şöyle bağırdı: "Sevgili Beowulf, gençliğinde, yaşadığın sürece zafer ve ün kazanmak için nasıl yemin ettiğini anımsıyor musun? Şimdi bütün gücünü toplamalısın ve canını korumalısın! Sana yardım edeceğim!"


Wiglaf'ın sesini işiten korkunç şeytan ikinci bir alev saldırısına girişti, nefret duyduğu bu savaşçılara ateş yağdırdı. Ateş dalgaları genç savaşçının kalkanını yaktı, Beowulf'un kalkanının arkasına siper aldı Wiglaf.


Wiglaf'ın varlığı yaşlı kralda zafer umudu uyandırdı. Bir kez daha Beowulf'un yüreği ateşten düşmanına karşı öfkeyle doldu. Büyük gücünün çalkalanmasıyla, yüzükler efendisi ateş yılanına doğru hamle yaptı, Naegling'i ejderhanın başına sapladı. Ama Naegling kırıldı. Bu son savaşta yiğit kılıç yaşlı kralı aldattı. Güçlü de olsa hiçbir insan yapımı kılıcın ona yengi sağlayamaması Beowulf'un kaderiydi. Elleri bu silahı kullanmak için çok giiçlüydü. Umutsuzca geri çekildi.


Geri çekildiğini görünce, korkunç ateş ejderhası üçüncü kez Beowulf'un üzerine saldırdı. Onu boğazından kavradı ve yırtıcı dişlerini onun etine batırdı. Yaşlı kralın kanı dalgalar halinde damarlarından dışarı fırladı.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 30

 


ETÜGEN



Yeryüzü tanrıçası. Toprağı ve yeryüzünü, ayrıca toprağa dayalı üretimi, tarımı ve hasadı temsil eder. Devleti, egemenliği ve ayrıca mecazen emeği ve helal kazancı simgeler. Toprağı ve toprakla ilgili tüm unsurları, bitkileri ve hayvanları korur. Konur (kahverengiye çalan kızıl) saçları vardır. İnsanların bilmediği bir yerde topraktan (kerpiçten) yapılmış evinde yaşar. Son derece alçakgönüllüdür.

Onun yaşadığı Ötügen (Ötüken) şehri Türklerin yeryüzünde ilk var olduğu ve oradan dünyaya dağıldığı yerin adı olarak da kabul edilmektedir. Orhun Irmağı kaynaklarını bu bölgeden alır ve Göktürk Devleti'nin başkenti de yine burada kurulmuştur. inanca göre bütün büyük devletlerin başkenti burada kurulmalıdır ki devletler uzun ömürlü, bereketli olabilsin. Bazı kaynaklarda oğlunun adının Kılan olduğundan bahsedilir.



EV iYESi


Evin koruyucu ruhu. "Ev Bekçisi" olarak da bilinir. Her evin kendi iyesi vardır. insanlarla birlikte aynı evde yaşar ve kimi zaman aileyi de korur. Bazen gözleri kor gibi yanan bir yılan olarak betimlenir. Bu nedenle evde görülen yılanın bereket getireceğine inanılır. Onu öldürmeden dışarı çıkarmak gerekir, aksi takdirde evin bereketi kaçar. İnsan biçimine girebilir ve ocak başında oturur. Bazen eşyaların yerini değiştirir. Ara sıra bağırarak insanları korkutur. Orta boylu, dağınık saçlı, esmer vücutlu ihtiyar bir erkek şeklinde betimlenir. Eve girildiğinde ona selam vermek gerekir. Yoksa küsüp gider ve evin bereketini de götürür, ev de bir süre sonra örene döner. Evi kara ruhlardan ve hastalıklardan koruduğuna inanılır. Ona kaz, tavuk, horoz, ördek gibi evcil kuş kurban edilir. Bir evden başka bir eve taşınılınca bir veda töreni yapılır ve bu tören sırasında Ev İyesi'ni yeni eve davet ederler. Bazen de onun için özel at koşulur ve onu eski evden yeni eve götürürler. Böylece onun gönlünü hoş ederek yeni mekanına alışması sağlanmış olur. Çuvaş kültüründe Ev İyesi'nin iki yardımcısı vardır:

1) Kilti Tura: Dam/Tam (ev) bekçisidir. Bu varlık genellikle karayılan olarak betimlenir.

2) Karta Tura: Damız/Tamız (ahır) bekçisidir. Genelde beyaz tavşan veya beyaz köpek kılığındadır.



GAL HAN


Ateş tanrısı. Ateşin ve ocağın devamlılığını sağlar.  Moğol  kökenli bir kavramdır. Al/Hal inancıyla bağlantılıdır. Türklerdeki Al (Hal) Ana'nın eril karşılığı olarak düşünülebilir.  Tehlikeli  bir varlıktır ve zaman zaman kızıp yangınlar  çıkarır.  Bu  kelimeden  türeyen ve ocak tanrısı olan Golomto Han adlı bir karaktere yine Moğol Mitolojisi'nde rastlamak mümkündür. Sibirya inançlarında ölüm ve hastalık getiren Kala adlı varlıklardan bahsedilir. Kala'lar yeraltında yaşarlar ve özellikle kalp hastalıklarına neden olurlar. Kaldaz denen ateş ciniyle de etimolojik bağlantısı bulunur.



GESER HAN


Abay Geser olarak da anılır.  Türk, Moğol,  Tunguz ve Tibet efsane kahramanı hakandır. Büke Beligte asıl adıdır. Moğol ve Tibet yönü ağır basar. Avrupalı araştırmacılar tarafından Sezar, Kayzer isimleriyle benzerliği dikkat çekmiştir. Moğol ve Tibet geleneğinde, gerçekleştirdiği akınlar ve yaptığı kahramanlıklar uzun destanlarda işlenmiştir. Tarihsel bir kişilik olduğu iddia edilmiş fakat ispatlanamamıştır. Mucizevi bir biçimde babasız doğmuştur. Tibet, Buryat, Bhutan, Moğol versiyonlarının hepsinde ortak motif olarak Geser olağanüstü bir doğumla dünyaya gelir. Bu yönüyle Moğolların Alankova adlı soy anası ve Hz. Meryem'in babasız çocuk doğurmalarını akla getirir. Hor görülen çocukluk yıllarından sonra hükümdar olur. Gökyüzünden tanrılar tarafından  yeryüzüne  gönderildiğine  inanılır. Bir olağanüstü kahramanlık yaptıktan sonra ilk eşini elde eder.

Sonraki bölümlerde kavmini, insan kaynaklı ve insanüstü çeşitli tehlikelere karşı savunur. Halkını kurtarmak için gizli bir aleme yolculuk yapar. Türk destanlarındaki gibi yeraltına iner. Geri dönmeyi başarır. Bu durum destanda ölüp dirilme şeklinde görünür. Moğol, Tibet ve Ladakh halkları arasında bilinen bu kahramanlık destanın Türki desenlere pek çok açıdan uygun düştüğü ve Türk kaylarıyla (destanlarıyla) benzer yönleri olduğu açıkça görülür. Bu benzerliklerin ortaya çıktığı noktalar aynı zamanda hikayenin de ana hatlarını oluşturur. Örneğin Kırgız kahramanları gibi çocukken yeraltına iner. Yeraltı geçidine kayalık dağlardaki bir delik veya oyuktan girer. Tıpkı Türk Şamanı Karaçak (Karaşah) gibi dişi bir ruh aracılığıyla yönlendirilir. Bu koruyucu ruh, yeraltındaki korkunç düşmanlara karşı ona yardımcı olur. Kırgız efsane kahramanı Bolot gibi, o da ölümsüzlük yiyeceği ve yaşam suyu taşıyarak dünyaya geri döner ve kavmini iyileştireceği otu elde etmek için cennete giden bir kuşun sırtına biner.



GEYİK ANA


Geyik tanrıça. Bedenindeki lekeler yıldızların işaretleridir. Bazı Türk boylarına yol göstericilik yapar. Ak Deniz'den çıkarak Göktürklerin atasıyla birleşmiş ve soyları türemiştir. Efsaneye göre her gün güneş batınca bir Ak-Geyik (Ak-Buğu) kılığında sulardan çıkıp gelen "Su Ruhu': mağarada yaşamakta olan Türklerin atasıyla buluşarak onu deniz altına götürür ve sabah olunca da geri getirir. Görkemli çatal boynuzları ve kanatları vardır. İnsan biçimindeyken çok güzeldir. Masal veya söylence kahramanları bir geyiği kovalarken peşinden bir mağaraya girer. Burada rastladığı güzel kızın aslında geyik kılığına girdiğini (veya biraz daha gerçekçi versiyonlarda geyikler ile birlikte yaşadığını) anlar. Cengiz Aytmatov bir kitabında Yenisey kıyılarındaki kabilelerin bir savaşta katledildiğini ve sağ kalan küçük bir kızla erkek çocuğun ölmek üzereyken bir "Buğu" (geyik) tarafından kurtarıldığını anlatır. Büyüyünce evlenen bu iki gençten türeyen kabileye bu nedenle Buğu adı verilir ve onlar için "Maral Ana" kutsal bir varlıktır.



GEYİK ATA


Geyik tanrı. Bazı Türk ve Moğol boyları geyikten türediklerine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt'tan, diğer koluysa Gökgeyik'den gelmektedir. Kubamaral dokuz boynuzlu, boynuzları dokuz hudaklı olarak betimlenir. Geyikli Baba gibi erenler halk kültüründe sıklıkla yer alır ve bunlar daha eski çağlardaki Geyik Ata anlayışının farklı bir yansıması olarak ortaya çıkmış inançlardır. Anlatılanlara göre bir bey avlanırken güzel bir maral (geyik) görerek peşine düşer ve bir süre kovaladıktan sonra geyiği bacağından okla vurarak yaralar. Fakat maral kaçarak yakınlardaki Abdal Musa'nın tekkesinden içeri girip kaybolur. Bey geyiğini geri istediğinde postunun üzerinde oturan Abdal Musa cüppesini yukarı kaldırır ve bedenine saplanmış oku gösterir. Bazen kutlu bir hayvan olarak erenlerin veya ozanların yanında yer alırlar:  "Yaramı sarsınlar şehitler ile/Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile." (Pir Sultan Abdal.)



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

İznik Gölü / Bursa

 


30 Ağustos 2022 Salı

Tekirdağ

 


DÎNİ SÖZLÜK “B”

 BEDR GAZVESİ:

 

Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Bedr muhârebesinde düşmana nisbetle daha az ve zayıf olduğunuz hâlde, Allahü teâlâ size yardım etti, kesin zafer verdi. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız. (Âl-i İmrân

 

sûresi: 123)

 

Bedr harbinde Eshâb-ı kirâm güç durumda kaldıkları sırada sevgili Peygamberimiz; "Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!"diye duâ ettiğinde, Enfâl sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup (inip), meleklerin müslümanlara yardım için gönderildikleri şöyle bildirilmiştir: "O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile (meleklerle) imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. (İbni Abbâs, Taberî, Kurtubî)

 

Cebrâil(aleyhisselâm) bana gelip dedi ki: "Bedr Gazvesi'nde bulunanları nasıl sayarsınız?" Ben; "Onlar ümmetimin en hayırlıları (üstünleri)" dedim. Cebrâil (aleyhisselâm); "Meleklerden (o muhârebede) hazır bulunanlar da bizim yanımızda aynen böyle olup, meleklerin en hayırlılarıdır" dedi.(Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Bedr Gazvesi'nde her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kâfirin kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk. (Sehl radıyallahü anh)

 

BEHÂÎLİK:

 

Müslüman görünüp İslâmiyet'i içerden yıkmak için çalışan El-Bâb Ali Muhammed ismindeki bir acemin talebesi olan Behâullah'ın, kurduğu bozuk yol.

 

Behâîlere göre namaz, Hayfa'ya karşı durup, Allah'ı düşünmektir. Namaz ferdî olup duâdan ibârettir. Oruç, 2 Mart-21 Mart arası on dokuz gün tutulur. 21 Mart günü Oruç bayramı olup, Behâî yılının ilk günüdür. Hacları, El-Bâb Ali Muhammed'in Şirâz'daki evini veya Behâullah'ın Bağdâd'daki evini gidip görmektir. On dokuz sayısını kutsal sayan Behâîleri umûmî adâlet evi dedikleri, yüksek meclislerine seçilen on dokuz kişi idâre eder. Her Behâî, senelik kazancının beşte birini bu hey'ete vermeye mecbur tutulur. (Muhammed Ebû Zühre)

 

BEKÂ:

 

1. Allahü teâlânın sıfatlarından. Allahü teâlânın varlığının sonsuz olması, hiç yok olmaması.

 

2. Bekâ-billah.

 

Fenâ ve bekâdan ilk bahs eden Ebû Saîd Harrâz'dır. (Molla Câmî)

 

Bekâ-Billah:

 

Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

 

Hakk'ul-yakîn bilgisi (hakîkate kavuşmak) bekâ-billah makâmında hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)

 

Bekâ-billaha kavuşmadan önce huzûrun, yâni her an Allahü teâlâ ile olma hâlinin devam


etmesi mümkün değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Tasavvufta fenâ ve bekâ'dan ilk bahs eden Ebû Saîd-i Harrâz'dır. (Molla Câmî)

 

BEKARA (Bakara) SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin ikinci ve en uzun sûresi.

 

Bekara sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). İki yüz seksen altı âyettir. İçerisinde Allahü teâlânın varlığını, kudretini, büyüklüğünü, peygamberlere itâatin lâzım olduğunu gösteren bekara (sığır) kesme hâdisesi bildirildiği için bu sûreye Bekara sûresi ismi verilmiştir. Bekara kelimesi, sûrenin altmış yedi, altmış sekiz, altmış dokuz ve yetmiş birinci âyet-i kerîmelerinde geçmektedir. Sûre ayrıca, binlerce meseleleri, hakîkatleri ihtivâ etmektedir. (Muhammed bin Hamza ve Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, İbn-i Abbâs)

 

Bekara sûresinde buyruldu ki:

 

Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân-ı kerîmde şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer bir sûre söyleyiniz! Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz. (Âyet: 23)

 

Bekara sûresi okunan evden şeytan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

BEKTÂŞÎLİK:

 

Evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

 

Bektâşîlik; Hacı Bektâş-ı Velî, Lokman-ı Horasânî, Hâce Ahmed Yesevî, Yûsuf-i Hemedânî ve Ebû Alî Fârmedî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî vâsıtası ile Bâyezîd-i Bistâmî'ye, ondan Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine ulaşır. Bektâşîler, Resûlullah efendimizi ve Ehl-i beytini çok sever ve birbirlerini kardeş bilirlerdi. (A. Rıfkı Efendi)

 

Müslümanları aldatmak için kendilerine kıymetli bir isim takan yalancılardan biri de, Bektâşî tarîkatı adı altında toplanan hurûfîlerdir. Hakîkî Bektâşîlik, bir kaç asırdan sonra bütün tekkeleriyle berâber sapık hurûfîlerin eline geçerek bozulmuştur... (Tokatlı İshak Efendi)

 

BELÂ:

 

Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.


 

Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihân) ettiğim vakit sabreder şikâyette bulunmazsa, ona etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. olarak iyileşir. Onu öldürürsem rahmetime yâni Cennet'ime gider.


ve ziyâretçilerine beni İyileştiği vakit günahsız (Hadîs-i kudsî-Muvattâ)


 

Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allahü teâlâ insanları, dertle, belâ ile imtihan eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı Seâdet)

 

Mü'mine; dert, belâ, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret (bedel) eyler. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Peygamberler (aleyhimüsselâm) hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ "Belâlar, mihnetler (sıkıntılar) en çok peygamberlere, sonra evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir" buyruldu. (Ahmed Fârûkî)

 

Dert ve belâ gelince Allahü teâlâya sığınmalı , âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)

 

Birinize dert ve belâ gelince Yûnus Peygamberin duâsını  okusun. Allahü teâlâ onu


muhakkak kurtarır. Duâ şudur: "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn." (Senâullah Dehlevî)

 

Bir kimse sıkıntı ve belâya uğrarsa; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil'azîm" desin. (Ca'fer-i Sâdık)

 

Kazâ gelmez Hak yazmasa

 

Belâ gelmez Kul azmasa

 

(Atasözü)

 

BELÂGAT:

 

1. Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.

 

Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâza (az sözle çok mânâ ifâde etme özelliğine) sâhip bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiç bir dile hakkıyla çevrilemez. (H. Hüsnü Erdem)

 

Kur'ân-ı kerîmin aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat meâl (geniş açıklamalı) olarak tercümesi mümkündür. (H. Hüsnü Erdem)

 

2.Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.

 

BELÂDET:

 

İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama; ahmaklık.

 

BELED SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin doksanıncı sûresi.

 

Beled sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyettir. Şehir mânâsına olan beled'e yemin ile başladığı için bu ismi almıştır. Bahsedilen şehir, Mekke-i mükerremedir. Sûrede, insanın yaratılışından, tabîatından, kendi kuvveti ile gururlanmasından bahsedilmekte, Allahü teâlânın insanlara ihsân ettiği nîmetlerden, sıkıntı ve darlıkta olanlara yardım etmenin üstünlüğünden, seâdet ehli ile böyle olmayanlardan bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)

 

BELKIS:

 

Süleymân aleyhisselâm zamânında Yemen'de Sebe' şehrinde hüküm süren Himyerîlerden bir kadın sultan.

 

Süleymân aleyhisselâm babası Dâvûd aleyhisselâmın yerine geçti. Sultan ve sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâyı yaptı. Yedi senede tamamladı. Sonra hükümet sarayını yaptı. Bundan sonra Belkıs'ı Filistin'e çağırdı. Belkıs geldi. Görüştüler ve Belkıs îmân etti. Süleymân aleyhisselâm Belkıs ile evlendi. Belkıs'ın Süleymân aleyhisselâm ile mektuplaşması ve Kudüs'e gelmesi Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresinde uzun bildirilmektedir. (M. Sıddık bin Saîd)

 

BELVÂ-YI ÂM:

 

Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.

 

BENÎ ÂDEM (Âdemoğlu):

 

İnsanoğlu.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Ey Benî Âdem! Yiyin, için, isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)

 

(Ey Benî Âdem!) Şeytana itâat etmeyin, o size ap-açık bir düşmandır diye size Kur'ân-ı kerîmde bildirmedim mi? (Yâsîn sûresi: 60)


Allah katında Benî Âdem'den daha şerefli bir varlık yoktur. (Hadîs-i şerîf-Şa'bul-Îmân)

 

Ey Benî Âdem! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan; yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek sonsuz yaşattığındır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i

 

Müslim)

 

Mağrûr olma Benî Âdem!

 

Ölmemeğe çâren mi var?

Yakası yok ak gömleği,

 

Giymemeğe çâren mi var?

 

(Yûnus Emre)

 

BENÎ HÂŞİM (Hâşimoğulları):

 

Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelenler.


 

Allahü teâlâ, İsmâil (aleyhisselâm) sülâlesinden, Kureyş adlı zâtı beğenip, Onlardan da, beni beğenip seçti.(Hadîs-i


evlâdından Kinâne ismindeki kimseyi ve onun  seçti. Kureyş evlâdından da, Benî Hâşim'i seçti. şerîf-İmâm-ı Müslim)


 

...Ey Benî Hâşim! Nefslerinizi ateşten (Cehennem'den) koruyunuz. Ey kızım Fâtıma, nefsini ateşten kurtar. Çünkü sizleri kurtarmak için Allahü teâlânın sizinle ilgili irâdesini önleyecek hiçbir şeye sâhib değilim. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)

 

Kureyş kabîlesi; Hâşimî, Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm, Adiy, Cumah ve Sehm adında on kola ayrılmıştı. Zemzem dağıtmak ve Kâbe'yi tâmir ve tezyîn (süsleme) işi, Benî Hâşim'e verilmişti... (Muhammed Nişancı)

 

BENÎ İSRÂİL (İsrâiloğulları):

 

Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle anılmışlardır.

 

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Îsâ bin Meryem de bir zamanlar şöyle demişti: "Ey Benî İsrâil! Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Benden evvel(gönderilmiş olan) Tevrât'ın tasdîkçisi, benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, ki o peygamberin ismi Ahmed'dir(Muhammed'dir). (Saf sûresi: 6)

 

Benî İsrâil yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur... (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizi-Milel-Nihâl Tercümesi)

 

Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil'in peygamberleri gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Benî İsrâil Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da çoğaldı. Fakat burada zulüm ve hakâret gördüler. Bu durum Mûsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Mûsâ aleyhisselâm onları Mısır'dan alıp Şeria vâdisinin doğusundaki bölgeye yerleştirdi. Zamanla hazret-i Mûsâ'nın dînine uyanlar azaldı. Hazret -i Îsâ gelince, Mûsâ aleyhisselâma verilen Tevrat'ın hükmünü kaldırdı. Benî İsrâile, hazret-i Îsâ'nın dînine uymak lâzım oldu. Fakat onlar, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrat'a uymakta inad ettiler. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm son peygamber olarak gelince de Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükmü kalktı. Herkesin İslâmiyete uyması lâzım oldu. Fakat Benî İsrâil Peygamber efendimizi kıskandıklarından O'nun peygamberliğine ve İslâmiyete inanmadılar. (Harputlu İshak Efendi, Nişancızâde, Rahmetullah Efendi)

 

BENCİLLİK:

 

Kendini beğenmek, kendini büyük görmek, enâniyet.


BENÛL-AHYÂF:

 

İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

 

Benûl-Ahyâf tek kişi olduğunda hissesi mîrâsın altıda biridir. Birden fazla oldukları zaman mîrâsın üçte birini alıp aralarında paylaşırlar. Erkek ve kadın aynı miktârda alır. Ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu, yâhut babası, dedesi varsa, Benûl-Ahyâf mîrâs alamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)

 

BENÛL-ALLÂT:

 

İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.

 

Benül-a'yân (ana-baba bir erkek ve kız kardeşler) ve Benûl-allât; oğul, oğlun oğlu, baba, dededen biri bulunduğu zaman vâris, mîrasçı olamazlar. (Secâvendî)

 

BENÛL-A'YÂN:

 

İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

 

Benül-A'yân; oğul, oğlun oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)

 

BERÂÂT SATIŞI:

 

Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı.

 

Berâât satışı câiz değildir. Zîrâ verilen senetlerdeki yazılı mal mevcûd değildir. (İbn-i Âbidîn).

 

BERÂE SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Tevbe sûresi de denir.

 

BERÂET (Berât):

 

1. Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.

 

Allahü teâlâ dört kimseyi dört şeyle töhmetten (iftiradan) berât ettirmiştir. Yusuf aleyhisselâmı şâhitle, Mûsâ aleyhisselâmı elbisesini taşıyan taşla, hazret-i Meryem'i çocuğunu konuşturmakla, hazret-i Âişe'yi Nur sûresi 26. âyet-i kerîmesiyle berât ettirmiştir. Hazret-i Âişe'nin berâeti için birçok âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Muhammed bin Hamza)

 

2. Kurtuluş vesîkası.

 

Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ bir gün Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem huzûruna geldi. Peygamber efendimiz ona çok iltifat ederek; "Kıyâmet günü herkesin berâeti, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah'ın berâeti ise dünyâda verilmiştir"buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Tezkiye-i Ehl-i Beyt)

 

Âhirette pek çok kimse, hesâba çekilmeden Cennet'e girerler. Onlar için mîzân (terâzi) kurulmaz. Onlara verilen sayfalar üzerine; "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filânın oğlu filânın Cennet'e girmesinin ve Cehennem'den kurtulmasının berâetidir" yazılır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Berâet-i Zimmet:

 

Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması.

 

Berâet -i zimmet asıldır. Meselâ bir kimse başka bir kişi üzerinde şu kadar alacağım vardır diye iddiâ etse, borçlu olduğu iddiâ edilen kimse borcunu inkâr etse ve borcu olmadığına dâir


yemin etse onun sözüne bakılır. Çünkü her şahıs zimmetten yâni borcdan ârî (uzak) olarak yaratılmış olduğu için, Berâet-i zimmet asıldır. (İbni Nüceym-i Mısrî)

 

BERÂT GECESİ:

 

Şâban ayının on beşinci gecesi.

 

Berât gecesini büyük nîmet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şâban'ın on beşinci gecesidir. Kadr gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibâdet yapınız. Yoksa kıyâmet günü pişmân olursunuz! (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)

 

Berât gecesinde çok duâ etmeli, kötü sondan, îmânsız ölmekten Allahü teâlâya sığınmalı, Cehennem ateşinden kurtuluş berâtı, bereket, rahmet, mağfiret ve âfiyet dilemelidir. (Muhammed Rebhâmî)

 

BEREKÂT:

 

Bereketler, hayırlar, iyilikler, bolluklar. Bereket'in çokluk şekli.

 

BEREKET:

 

1. Allahü teâlânın bol nîmet vermesi.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Böylece İbrâhim'i ve (kardeşi oğlu) Lût'u (Irak'daki Nemrûd'dan) kurtarıp, içinde âlemlere (ağaçlar, tatlı meyveler, ırmaklar vb. şeylerle veya pek çok peygamber çıkarmak sûretiyle) bereketler verdiğimiz arza (Şam diyârına) çıkardık. (Enbiyâ sûresi: 71)

 

Bir kadın, Resûlullah'a hediye olarak bal göndermişti. Resûlullah efendimiz balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Kab bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek; "Yâ Resûlallah! Hediyemi niçin kabûl etmediniz. Acaba günahım nedir?" deyince, Resûlullah efendimiz; "Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)

 

Senenin bereketi, bahârından belli olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Hayır, fayda.

 

Şeytan her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp tozunu temizleyip yesin. O lokmayı şeytanlara bırakmasın. Çünkü bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Ticârete hiyânet karışınca bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)

 

Bir kimse Allahü teâlâ emr ettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık ona bereketli olur. (Seâdet-i Ebediyye)

 

Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına vesîle olur. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sâhibinin dünyâda ve âhirette felâketine sebeb olur. O halde malın çok olması değil, bereketli olmasını istemelidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

3. Rahmet.

 

Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. (Ebû Hüreyre)

 

Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket iner. Bu zaman yapılan duânın kabûl olması umulur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak