KERÂHET:
İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya
yapılmaması iyi olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip
yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır. (Mekrûh)
Kerâhet Vakitleri:
Namaz kılmak tahrîmen mekruh yâni haram olan
vakitler. Güneş doğarken, batarken, gündüz ortasında iken.
Kerâhet vakti olan üç vakitte başlanan farzlar
sahih olmaz. Bu üç vakitte başlanan nâfileleri bozmalı. Başka zamanlarda kazâ
etmelidir. Bu üç vakit: Güneş doğarken, batarken ve Nısf-ün-nehâr dâiresi
üzerinde, yâni gündüz ortasında ikendir. Burada güneşin doğması, üst kenarının
ufkundan görünmeye başlayıp, bakılamayacak kadar parlamasına (İşrak vaktine)
kadar olan zamandır. Güneşin batması da, tozsuz, dumansız, berrak bir havada,
ziyânın geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmağa başladığı
vakitten batıncaya kadar olan zaman demektir. Güneş batarken yalnız o günün
ikindi namazı kılınır. (M. Sıddîk Gümüş)
Kerâhet-i
Tahrîmiyye:
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan
ile anlaşılan yasak. Harama yakın mekruh. (Tahrimen
Mekrûh)
Yasak olmasına kuvvetli ve açık
bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh. (Tenzîhen, Tenzîhî Mekruh)
KERÂMET:
İkrâm, üstünlük. Hangi peygamberin ümmetinden
olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları
dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.
Velîden meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu
peygamberin mûcizesidir. Kerâmet ya kâinât içindeki maddî şeylerle yâhut
rabbânî ilim ve mârifetlerle ilgili olur. İkinci kısım kerâmetler daha
yüksektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kerâmet, evliyâlık için şart değildir. Yâni
kerâmetin velîlerde mutlaka bulunması şartı yoktur. Hârikulâde haller, bâzan
hâli dîne uygun olmayan kimsede de görülebilir ki bu istidrac veya sihir (büyü)
yoluyla olur. Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin emirlerine uyup,
yasaklarından sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen, aslında
sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir
veya istemeyerek. İstemeyerek meydana gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur
ve kendini gizlemeye çalışır. İstiyerek meydana gelen kerâmet eğer din için
faydalı olacaksa, izhârı gösterilmesi câizdir. Din için faydalı değilse,
kerâmet sâhibi onu göstermeye aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddîn İbn-ül-Arabî)
KEREM:
Cömertlik,
severek verme.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtaç
olanlardan esirgerse, Kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına
kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve
ihsânlarını dost ve düşman herkese saçmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
KERÎM (El-Kerîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve
ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime
verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı koruyan ve isteyeni zenginleştiren.
Allahü
teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey
(öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir) insan! Kerîm olan Rabbine karşı
seni aldatan ne? ("Dilediğini yap; çünkü Rabbin kerîmdir. Kimseyi
azâba uğratmaz, cezâda acele de etmez" diyen şeytan mıdır?). (İnfitar sûresi: 6)
Ey Allah'ım! Sen affedicisin, Kerîmsin, affı
seversin, beni affeyle. (Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)
Allahü
teâlâdan yüksek dereceler isteyin. Zîrâ O, kerîmdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
2. Muhterem, cömert, büyük zât. Herkese faydalı işleri yapmak. Kerîmler ile
yapılacak her iş kolay olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kerîmler sofrasında ehil ile nâ-ehil aynıdır. Yâni kâbiliyetli olanlarla
kâbiliyetsizler aynıdır. (Mevlânâ Hâlid)
KERÛBİYÂN:
Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir.
Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.
Kerûbiyân, meleklerin havâssı, yâni üstünlerindendir. Bu ve Cebrâil,
İsrâfil, Mikâil, Azrâil gibi büyük melekler, peygamberlerden başka, bütün
insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri (iyileri) ve velîleri
(sevdiği kullar), meleklerin avâmından yâni aşağılarından daha üstündür.
Meleklerin avâmı (aşağı derecede olanları), insanların fâsıklarından yâni
açıktan günâh işliyenlerinden daha üstündür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KESB:
1. İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr.
İsteğin uygulama safhasına sokularak ortaya konulması.
İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir.
Yâni o iş kendi kudreti ve irâdesiyle olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan, Allahü
teâlâdır. Kesbeden kuldur. O halde İnsanların ihtiyârî işleri, isteyerek yaptıkları
şeyler insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir.
İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı (yâni beğenmesi) olmasa, o iş,
titreme şeklini alır. (Mîdenin, kalbin hareketi gibi olur.) Hâlbuki, ihtiyârî
hareketlerin, bunlar gibi olmadığı meydandadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ
yarattığı hâlde, ihtiyârî hareketlerle, titreme hareketi arasında görülen bu
fark, kesbden ileri gelmektedir. Allahü teâlâ kullarına merhâmet ederek,
onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır.
Kul isteyince, kulun işini Allahü teâlâ dilerse yaratmaktadır. Bunun için de
kul mes'ûldur. İşin sevâbı ve cezâsı kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)
2.
Kazanmak, kazanç.
Kesb, malı arttırır. Fakat rızkı arttırmaz. Rızık
mukadderdir. Kendine, evlâdına ve ıyâline ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları
kesbetmek farzdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını helâlinden
kesbetmek, kimseye muhtaç olmamak cihâd etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)
KESEL:
Tembellik,
gevşeklik, uyuşukluk.
Yâ Rabbî!
Beni keselden koru. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî, Müslim)
Keselin ilâcı, çalışkanlarla konuşmak, tenbel,
uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ etmek lâzım geldiğini ve
azâbın şiddetli olduğunu düşünmektir. Dînini iyi bilen ve her hareketi,
bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh işleyen, Allahü teâlânın
emir ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslümanları okşayan, avutan
yalancılardan, Ehl-i sünnet kitablarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden
uzak olmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)
KEŞF:
1. Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak.
Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
Bir kimse keşf ettiği âletlerle bütün insanlara
faydalı olsa, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâma inanıp, tâbi
olmadıkça, uymadıkça ebedî seâdete kavuşamaz. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
2.
Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla
bilmesi.
Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü
rüyâlar, bir şeyin misâlinin benzerinin hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda
iken olursa, rüyâ denir. Uyanık iken olunca keşf denir. Hayâl aynası ne kadar
çok saf, temiz ise, keşf ve rüyâ o kadar doğru ve güvenilir olur. (Abdülganî Nablüsî)
Evliyânın
keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir.
Kusûr sayılmaz. Bundan dolayı,
evliyâya dil uzatılmaz. Belki hatâ edene de bir sevâb verilir.
Yalnız şu kadar fark vardır ki,
müctehîdlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) hatâlı ictihatlarına da uyanlara,
onların mezhebinde bulunanlara da hatâlı ictihadlarına da sevap verilir.
Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilham ve keşf
ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde
bulunan herkes için senettir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğruluğu,
İslâmiyet'te açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. (İmâm-ı Rabbânî)
KEVSER:
Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber
efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber
efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat
köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümmetinin başına geldikleri
meşhûr havuz.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ
Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Biz sana kevseri verdik. (Kevser sûresi: 1)
İslâm âlimleri kevserden murâdın ne olduğu, ne
kastedildiği hakkında şunları bildirmektedirler: 1. İçinde bütün lezzetlerin
bulunduğu ve Cennet nehirlerinin en üstünü olan nehir. Peygamber efendimiz
hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Kevser, Cennet'te bir nehirdir. İki
kenarı altından, mecrâsı (aktığı yer) inci ve yâkuttan, toprağı miskten
hoş, suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır. 2. Kıyâmet günü Sırat
köprüsünden geçtikten sonra Peygamber efendimizin ve ümmetinin yanına
gelecekleri havz. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
"Benim havzım bir aylık mesâfedir. Suyu, sütten daha beyaz, kokusu
miskten daha hoş, bardakları gökteki yıldızlar kadardır. Ondan içen bir daha
hiç susamaz. 3. Dünyâ ve âhirete âit pekçok
hayır, iyilik. 4. Kur'ân-ı kerîm. 5. İslâmiyet. 6. Sevgili Peygamberimizin
Eshâbının (arkadaşlarının), ümmetinin (O'na inananların), tâbi olanların,
uyanların çok olması. 7. Mübârek zürriyetinin (neslinin) yâni evlâdlarının
çokluğu ve insanlara faydalı olması.
İslâm âlimleri Kevser hakkında daha başka mânâlar
da bildirmişlerdir. Bunların hepsi Peygamber efendimizde (sallallahü aleyhi ve
sellem) mevcuttur. (Sâvî)
Kevser Sûresi:
Kur'ân-ı
kerîmin yüz sekizinci sûresi.
Kevser sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Üç âyet
-i kerîmedir. Peygamber efendimize ihsân buyrulan Kevser'i bildirdiği için
sûreye, bu isim verilmiştir. Erkek çocukları yaşamadığından Peygamber
efendimize Mekke müşrikleri nesli kesik mânâsında "ebter" demişler,
bunun üzerine, Allahü teâlâ Kevser sûresiyle onlara cevap vermiştir. (Sâvî, Taberî, Râzî)
Allahü
teâlâ Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim!) hakîkat, biz sana Kevser'i verdik. O hâlde
Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu sana buğzeden kimse, zürriyetten
(nesilden) ve her hayırdan kesilmiştir.
(Âyet: 1-3)
Kim Kevser sûresini okursa, cenâb-ı Hak ona Cennet
nehirlerinden su içirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Bir kimse yatacağı vakit Kevser sûresini okursa ve
sonra "Yâ Rabbî! Beni sabah namazına vaktiyle uyandır" derse, Allahü
teâlânın izniyle o kimse sabah namazına uyanır. (Kutbüddîn İznikî)
Bir şeyin mâhiyeti, esâsı,
içyüzü, nasıl olduğu.
"Allah Arş üstündedir"
buyurur Rabbimiz
Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz
aklımız.
(Sirâcüddîn Ûşî)
KIBLE:
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf;
Kâbe tarafı. Mekke-i mükerreme şehrindeki Kâbe-i muazzama.
Şimdi seni herhâlde hoşnud olacağın bir kıbleye
döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i harâm
tarafına (Kâbe semtine) çevir. (Ey mü'minler) siz
de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. (Bekara sûresi: 144)
Namazda, her uzvunu, gücün yettiği kadar, kıbleye
karşı bulundur! (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sizden biriniz abdest bozarken kıbleyi karşısına
veya arkasına almasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Namazın şartlarından biri de kıble cihetine
dönmektir. Kıble, Mekke şehrinde bulunan Kâbe'dir. Namazda Kâbe'ye karşı secde
edilir. Kâbe için secde edilmez. Allahü teâlâ için secde edilir. (Muhammed İznikî)
Kıble, Kâbe'nin binâsı değildir, arsasıdır. Yâni yerden
Arş'a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için kuyu ve deniz dibinde, yüksek
dağların tepesinde, (uçakta) bu cihete doğru kılınabilir. Hacı olmak için de,
Kâbe'nin binâsına değil, o arsaya gidilir. Başka yerlere giden hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Kıble Açısı:
Bir
beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.
Namazı kıbleye karşı kılmak farzdır. Göz
sinirlerinin çapraz istikâmeti arasındaki açıklık, Kâbe'ye rastlarsa, Hanefî ve
Mâlikî mezheblerinde namaz sahîh olur. Kıble açısını bulmak istediğimiz yerin
ve Mekke-i mükerremenin enlem ve boylam dereceleri bilinirse husûsî formülü ile
kıble açısı hesâp edilir. (Mekke-i mükerremenin enlemi 21.43°, boylamı 39.83°
dir). İstanbul'un kıble istikâmeti, güneyden yaklaşık otuz derecelik bir açı
kadar doğudadır. Bu açıya kıble açısı denir. (M. Sıddîk Gümüş)
Kıble Saati:
Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında
bulunduğu andaki vakit. Güneşin hangi saatte kıble hizâsında bulunduğu hesâb
edilir ve takvimlere yazılır. Bu saatler hergün değişmektedir.
Güneş, senede iki defâ 28 Mayıs (Türkiye yaz
saatiyle 12.18'de) ve 16 Temmuz'da (Türkiye yaz saatiyle 12.27'de) yâni zeval
vaktinde tam Kâbe'nin üstüne gelir. Bütün dünyâda bu günlerde ve bu vakitlerde
güneşe dönen, kıbleye dönmüş olur. (M.
Sıddîk Gümüş)
KIBTÎ:
Mısır'a
ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.
Mısır'da hüküm süren Fir'avn, kıbtîleri yıldızlara
ve putlara taptırdı. Kıbtîler, Yâkûb aleyhisselâmın oğullarının neslinden gelen
İsrâiloğullarını hakîr ve hor gördüler, en ağır işlerde çalıştırdılar.
Kıbtîlerin bu kötü muâmelelerinden bıkan İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma
gelerek Fir'avn'ın zulmünden ve Kıbtîlerin baskılarından kurtulmak
istediklerini bildirdiler. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik
verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi. Mûsâ aleyhisselâm mûcizeler
gösterdiği hâlde, Fir'avn ve Kıbtîler onun peygamberliğini
kabûl etmediler. Kıbtîlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cilt hastalıkları
ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu mûcizeleri görünce korktu ve izin verdi.
Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken
Fir'avn onlara izin vermesine pişman olup, Kıbtîlerden olan askerleri ile
onların arkalarına düştü. Kızıldeniz'den mûcize olarak on iki yol açılıp
mü'minler karşıya geçti. Fir'avn ve askerleri geçerken deniz kapandı. Fir'avn
ve Kıbtîler boğuldu. (İbn-ül-Esîr,
Taberî, Nişancızâde)
KIDEM:
Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın
ezelî olması, varlığının başlangıcı bulunmaması.
Eğer Allahü teâlâ kıdem sâhibi, kadîm ve ezelî
olmayıp hâdis (sonradan yaratılmış) olsaydı, var olmak için kendinden başka bir
yaratıcıya muhtâc olurdu. Halbuki muhtâc olmak âciz olmayı berâberinde getirir.
Âcizlik ise, Allahü teâlâ için aslâ düşünülemez. Kıdem sıfatının zıddı
hudûstur, sonradan olmaktır. Kıdem, Allahü teâlânın zâtı hakkında vâcib
oduğundan, zıddı olan hudûs aklen mümkün değildir. (Teftâzânî)
KILLET:
Azlık,
fakirlik.
Mü'minlerde üç şeyden biri bulunur. Kıllet,
hastalık, zillet yâni îtibârsızlık. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûm)
KIRÂET:
1. Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar
sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli)
kırâet denir.
Ümmetimin
ibâdetinin en fazîletlisi Kur'ân-ı kerîm kırâetidir. (Hadîs-i şerîf-el-İtkân)
Evlerinizi
namaz ve Kur'ân-ı kerîm kırâetiyle süsleyiniz. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr)
Kur'ân'dan size kolay geleni okuyunuz" meâlindeki Müzemmil sûresinin yirminci âyet-i kerîmesi, kırâetin
namazda farz olduğunu bildirmektedir. (Kurtubî,
Cessâs)
Peygamber efendimiz: "Kalbler demirin paslandığı
gibi paslanır" buyurduğunda Ashâb-ı kirâm; "Onun cilâsı
nedir?" dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Onun cilâsı, Kur'ân-ı kerîm
kırâeti ve ölümü hatırlamaktır..." (Hadîs-i şerîf-Kavlül Müfîd)
2.
Namazın içindeki farzlardan biri.
Namazda; sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve
yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde ayakta Kur'ân-ı kerîmden bir âyet
kırâet etmek farzdır. Kısa sûre okumak daha sevâbdır. Kırâet olarak buralarda
Fâtiha sûresini okumak ve sünnetlerin ve vitir namazının her rek'atinde ve
farzların ilk iki rek'atinde Fâtiha'dan başka bir de sûre veya üç âyet kırâeti
vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
Namazda,
Kur'ân-ı kerîmin tercümesini kırâet câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Kırâet İlmi:
Kur'ân-ı
kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.
Kırâet ilminin faydası; Kur'ân-ı kerîmin
kelimelerini hatâlı, yanlış okumaktan korumaktır. (Taşköprüzâde)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve ondan sonra gelen Tebe-i
tâbiîn nesli, kırâet ilmini muhâfaza ederek, sonraki nesillere ulaştırdılar.
Kur'ân-ı kerîmin kırâetinin bugüne kadar değişmeden okunmasını sağlayan yedi
veya on kırâet âlimi ve herbirinin yetiştirdiği ikişer râvisi (talebesi) oldu. (Taşköprüzâde)
Kırâet-i Seb'a:
Yedi
kırâet imâmının okuyuş şekilleri.
Yedi kırâet imâmının yâni İmâm-ı Nâfi', Abdullah
bin Kesîr, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Âsım, Hamza, İmâm-ı Kisâî'nin okuyuşları
kırâet-i seb'a adıyla meşhur oldu. Kırâet âlimleri bu yedi imâmdan başka, üç
imâm daha bildirdiler. Bunlar: İmâm-ı Ebû Ca'fer, İmâm-ı Ya'kûb,
Halef-ül-Âşir'dir. Kırâet âlimleri, bu on kırâet imâmının kırâetleri ile
Kur'ân-ı kerîm okumayı uygun görmüşler, bunlardan başkasının kırâetine izin
vermemişlerdir. Böylece, on imâmın, Kur'ân-ı kerîmi okuyuş şekilleri kırâet-i
aşere adı ile şöhret buldu. (Taşköprüzâde)
Kırâet-i Şâzze:
Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı
değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya
benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).
Kırâet-i şâzzeyi namazda da başka yerde de okumak
câiz değildir, günâhtır. Kırâet-i şâzzeyi Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm) birkaçı
okumuş fakat sözbirliği olmamıştır. (Muhammed
Rebhâmî)
KIRÂN HAC:
Hac ile
ömreyi birlikte yapmağa niyet etmek.
Kırân Hacc'a niyet eden kimse, önce ömre için tavâf
(Kâbe-i şerîf etrâfında dönme) ve sa'y (Safâ ile Merve arasında gidip gelme)
edip, sonra ihrâmı çıkarmadan ve traş olmadan hac günleri için tekrar tavaf ve
sa'y yapar. (M. Mevkûfâtî)
Kırân
haccı ve temettü' haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vâcibdir. (Tahtâvî)
KIRÂT:
Değerli
metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.
Eshâb-ı kirâmın zamânında, eski Arab meskûkâtı
(basılmış paraları) kullanıldığı gibi, basılmamış altın ve gümüş parçalar da,
tartılarak kullanılırdı. O zaman ağırlıkları başka başka üç çeşit dirhem vardı.
Hazret-i Ömer bu üç dirhemin toplam ağırlığının üçte biri ağırlığında ortalama
bir dirhem kabûl etti. Kırâtın ağırlığını da değiştirip, dirhemin ağırlığının
on dörtte birine bir kırât dedi. Yirmi kırâta bir miskâl dedi. Hazret-i Osman,
bu hesâb üzerine altın ve gümüş para bastırdı. (Eyyûb Sabri Paşa)
"Bir miskâl 20 kırâttır" deyince, şer'î
miskâl (4.8 gr'lık ağırlık) anlaşılır. Bu miskâlin kaç gram olduğunu anlamak
için, 20'yi bir şer'î kırâtın ağırlığı olan 0,24 ile çarpmak gerekir. (Âsım Efendi)
Kırât-ı Şer'î:
Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i
şerîflerde ismi geçen bir ağırlık birimi.
Hanefî mezhebinde, bir miskâl, yirmi kırâttır. Bir
kırât-ı şer'î, kabuksuz, uçları kesilmiş, kuru beş arpadır. Böyle beş arpa,
0,24 gr. gelmektedir. Böylece, bir şer'î miskâl, yüz arpa, o da dört gram ve
seksen santigram (4.80 gr.) ağırlığında olmaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Kırât-ı Urfî
(Kırât-ı Örfî):
Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği
miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.
Osmanlı Devleti'nde son kabûl edilen örfî miskâl 24
kırât ve bir kırât da 20 santigram idi. Buna göre, örfî miskâl 4.80 gram
olmaktadır. Şer'î miskâl ile örfî miskâl aynı ağırlıktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder