Günümüzde Sibirya’nın güney bölgesini ve Moğolistan’ı teşkil eden, Çin ile Doğu Türkistan’ın kuzeyindeki sahalarda XII. yüzyılda göçebe ve avcı birtakım kabileler ikamet ediyordu. Bu kabilelerin çoğu Moğoldu. Fakat o sıralar kendilerine henüz Moğol adını vermiyorlardı. İleride açıklayacağımız üzere, sonraları bunların hepsi bu adı benimsediler. Bunların bugüne erişen torunları da kendilerine halen Moğol adını vermektedirler.
Moğollar Gobi Çölü’nün kuzeyine düşen Onan ve Kelüren nehirleri ile Baykal Gölü kıyılarında yaşıyorlardı. Dolayısıyla bu yöreler aşağı yukarı bütün araştırmacıların ittifakıyla Moğolların esas yurdu sayılmaktadır.
Cüveynî’ye göre Moğolların ülkesinin eni ve boyu 7-8 aylık bir yoldan fazla idi. Doğusunda Hıtay (Kuzey Çin), batısında Uygur, kuzeyinde Kırgız ve Selengay, güneyinde ise Tangut (Tangiut) ve Tibet bulunmaktaydı.
Moğollar bu yörelerde gerçekten çok sert iklim şartlarında yaşıyorlardı. Sıcaklık farklılıkları sadece kış ve yaz mevsimlerinde değil gece ve gündüz de korkunç boyutlara ulaşıyordu. Kışları sert ve soğuk, yaz ayları ise gayet sıcak geçiyordu. Cüveynî iklimin soğukluğundan dolayı yaban fıstığından başka bir meyve ağacı yetişmediğini söyler.
Moğollar aman vermez bir iklimde hayat sürdürüyorlardı. Çünkü yüksek rakımlı bu ülke, aynı coğrafi enlemde yer alan diğer ülkelerden daha soğuktur. Baykal Gölü senenin dört-beş ayında donar. Isının sıfırın altında 25’leri bulması olağan bir hâdisedir. Bora eser, fırtına çıkar, üstelik sık sık da deprem olur. Diğer taraftan Moğollar, bu iklime eşlik eder bir coğrafi çevreye sahiptirler. Etrafta yüksek dağlar bulunmaktadır. Bu dağlar çok yüksek olup sivri kayaları bulutlara değmektedir. Bu kayaların yarıklarında tek tük ağaçlar yeşermiştir. Dağların zirveleri buz ve karlarla kaplıdır. Vadiler kumluktur. Ancak ırmakların kenarları çayırlarla, çam ve kayın ağaçlarıyla süslüdür.
Çinli Ç’ang-Çu’n ise, Gobi Çölü’nü ve Moğol kabilelerini manzum olarak şöylece tasvir eder: ".yerde ağaçlar bitmez, biten şey yalnız yabani otlardır: Tanrı burada dağlar değil, yalnız tepecikler yaratmıştır; burada ekin yetişmez; sütle beslenirler; deriden dikilmiş elbise giyerler; keçe çadırlarda yaşarlar, bununla beraber şen ve neşelidirler.”
Eserinin bir başka yerinde ise şöyle der: "Ve onlar bütün ömürlerini kaygusuz geçirirler. Kendi kendilerinden memnun olarak yaşarlar.” Sonra sorar: "Halik-kader, hikmet-i rabbaniye-alemi yaratırken niçin bu yerdeki insanlara at ve sığır sürülerine çobanlık etmeyi emretmiş?”
Bu coğrafi çevrenin, acımasız iklimin ve zor hayat şartlarının psikolojik bakımdan Moğolları ne derece olumsuz etkileyeceği izahtan varestedir. Nitekim bazı araştırmacılar Moğolların kendilerine acımayan tabiat şartları kadar acımasız olduğuna dikkat çekerler.
Moğollar bu vasatta tam bir göçebe hayatı yaşamaktaydılar. Her kabile, diğerlerinden bağımsız bir hayat sürdürürdü. Reşidüddin et-Tabib’in değerli eseri Cami’t-tevarih’ten edindiğimiz bilgiler bizlere Moğol kabilelerini, birbiriyle yakınlıklarını, uzaklıklarını, ilişkilerini ve kabilelerin soylarını tam bir açıklıkla, yer yer destansı özellikleri de katarak aktarmaktadır.
Otlak ve su yetersizliği, yiyecek azlığı; kabileleri âdeta birbiriyle yarışır hale getirmekteydi. Neticede bu yarış kızışarak iç mücadele ve savaşa kadar varmaktaydı. İşte Moğollar, büyük imparatorluklarını kurmadan önce böyle bir hayat sürdürüyorlardı.
Gerek Moğol istîlâsını yaşayan çağdaş Müslüman tarihçiler, gerek daha sonraki çağlarda gelen tarihçiler ve birtakım araştırmacılar, Moğollardan sürekli "Tatar” şeklinde söz ederler. Hattâ günümüz Arap tarihçileri halen aynı tutumu izlemektedirler diyebiliriz. Fakat söz konusu yanlışlık sadece Müslüman ve Arap tarihçilere has değildir. Eski Batılı seyyah ve tarihçiler de aynı yanlışa düşmüşlerdir, dahası bu konuda Batılılar da yalnız değildir. Meselâ Ünlü Süryani tarihçi Ebü’l-Ferec veya nam-ı diğer Bar Hebraeus da Moğollardan Tatarlar şeklinde bahsetmektedir. Yani söz konusu yanlış hayli yaygındır. Bu yanılgının tarihi ise çok eskilere gitmektedir, hattâ ülkelerini ziyaret eden Batılı seyyah Rubrouck’a bizzat Moğollar Tatar olarak adlandırılmaktan duydukları rahatsızlığı iletmişlerdir. Çünkü Moğollarla Tatarlar arasında bir tür kan davası vardır ve Mukali, Cengiz’i babası Yesügey’i zehirledikleri için devamlı Tatarlardan intikam almaya teşvik etmektedir. Yine aynı Mukali, Gizli Tarih’in naklettiğine göre Moğolların Tatarlara karşı duyduğu eski intikam hissini ileri sürerek Cengiz’i han yapmıştır.
Aslında Moğollarla Tatarlar arasındaki ihtilaf daha gerilere gitmektedir. Bütün Moğolları yöneten Ambakay (Ambahai, Hambahai) -Kağan’ın ölümünden sonra yönetimi Kutula (Hutula)- Kağan olmuştu. Ambakay (veya Hambakay) döneminde Moğollarla Tatarlar arasında dostluk münasebetleri başlamış, hattâ Ambakay, kızını Tatar boylarından Ayri’ut ve Buyru’utlara vermişti. Kızını düğüne götürürken Tatarlardan Cuyin halkından bir grup tarafından yakalanıp Kitanların reisi Altan Kağan’a teslim edilmişti. Bu esaret, Ambakay’ın ölümüyle neticelenmişti. Böylece Moğol- Tatar münasebetleri bir daha düzelmeyecek şekilde bozulmuştu. Moğollarla Tatarlar arasındaki savaş, Köpek Yılı’nın (1202) baharında Dalan Nemürges savaşında Tatarların Cengiz tarafından yenilerek parçalanmalarına kadar da sürmüştür.
Moğolların Tatar olarak adlandırılmasına dair söz konusu tarihi yanlış, daha sonra araştırmacılar tarafından fark edilmiş ve Barthold, Spuler, Boyle gibi önde gelen Batılı müsteşrikler Moğol-Tatar ayrımına dikkat çekmişlerdir. Batılı müsteşriklerin durumu fark etmesinde Çin kaynaklarının, Reşidüddin et-Tabib’in Cami’u’t-tevarih’inin ve belki de en önemlisi Moğolların Gizli Tarihi adlı eserin etkisi büyüktür. Araştırmalar sonucunda Moğol ve Tatar kelimelerinin bir anlamda-yanlış kullanımı da mazur gösterecek tarzda-aynı, ama gerçekte farklı şeyleri ifade etmekte olduğu anlaşılmıştır. Kısaca söylemek gerekirse bütün Tatarlar Moğoldurlar, fakat bütün Moğollar Tatar değildirler.
Meselenin aslı şudur: Tatar klanı kalabalık bir klandı ve XII. yüzyılda büyük bir önem kazanmıştı. Bunun üzerine birçok Moğol kabile, hattâ klan mümessilleri yabancılarla münasebetlerinde ancak dar bir çerçevede bilinen kendi kabile ve klan adlarını kullanmayarak, kendilerine meşhur Tatar adını vermekteydiler. Etnograflar bu gibi hâdiselerde, yani küçük bir kabilenin, -aralarında düşmanlık bile bulunsa- kuvvetli bir akraba komşunun adını benimsemesi hâdisesiyle dünyanın muhtelif yerlerinde, Kafkasya’da, Altaylar’da, şimdiki Moğolistan’da sık sık karşılaşmaktadırlar. Reşidüddin bu meselede çok açık olarak şunları söylemektedir:
"Bunlar (yani Tatarlar), ululuk ve hürmete nail ve gayetle yücelik ve yüksekliğe sahip bulundukları cihetle diğer Türk sınıfları, başka boylara mensup olup ayrı ayrı adları olduğu halde, kendilerini onların adıyla şöhretlendirdiler ve hepsine Tatar dendi. Bu muhtelif sınıflar, kendilerini onlardan saymak ve onların adıyla şöhret bulmakla rütbe ve mansıba erişeceklerini anlamışlardı. Nitekim bu zamanda da Cengiz Han ve uruğu Moğol olmakla diğer Türk kavimleri; Calayır, Tatar, Oyrat, Onkut, Kereyit, Nayman, Tangkut vesaire gibi her birinin muayyen bir adı ve hususi lakabı olduğu halde hepsi de tefahür yüzünden kendilerine Moğol diyorlar.”
Reşidüddin’in bu meseleye dair açıklamaları bu kadarla kalmıyor. O, aynı yörede yaşayan göçebe kavimlerin, birbirlerinin adını nasıl iktibas ve istihdam ettiklerini aydınlatan bilgiler vermeye devam ediyor. O günlerde övünmek için kendilerini Moğol olarak adlandırıp tanıtan kavimlerin, eskiden bu addan istinkaf ettiklerini belirtiyor ve artık bu işin o kavimlere mensup yeni nesillerin kendilerini ezelden beri Moğol sanmaya başlamasına kadar vardığını ekliyor: "Onların şimdi mevcud olan oğulları, eskiden de Moğol adına mensup ve bu isimle mevsum bulunduklarını tasavvur ederler. Halbuki böyle değildir.” Ardından Moğolların Cengiz Han’ın mensup olduğu bir boy olduğunu, daha sonra hemen her boyun kendini Moğollara nispet etmeye başladığını açıkça söylüyor: "Diğer kavimlere o zaman Moğol demezlerdi. Çünkü şekil, heyet, lakab, lehçe, adet ve şiveleri birbirlerine yakın olmakla beraber eskiden lehçe ve adet hususunda farklı idiler.” Ve sözü can alıcı noktaya getiriyor: "Bu zamanda ise iş bir raddeye geldi. Hıtay, Gürcü, Nikyas, Uygur, Kıpçak, Türkmen, Karluk, Kalaç kavimleriyle esirlere ve Moğollar arasında yetişen Acem boylarına (Tâcik) bile Moğol diyorlar. O cemaat da ikbal ve mansıba erişebilmek için kendilerine Moğol demeyi maslahata muvafık buluyorlar.” Görüldüğü gibi Reşidüddin’in verdiği bilgiler, konuyu yeterince, hattâ fazlasıyla aydınlatıyor. İş, o dereceye varmıştır ki, Moğolların savaşıp esir aldığı başka kavimlere mensup insanlar bile artık kendilerine Moğol adını vermektedirler. Bu durumun eskiden beri çok yaygın bir uygulama olduğunu da, hem de Moğol-Tatar ayrımını kolaylıkla netleştirecek tarzda şöyle özetliyor: "Bundan evvel de Tatarın kuvvet ve şevketi yüzünden kazıyye böyle idi ve bu sebeple hâlâ Hıtay, Hind, Sind ve Maçin şehirleriyle Kırgız, Kılar, Başkırt, Deşt-i Kıpçak memleketlerinde, şimal vilayetleriyle Arap boylarına ait memleketlerde, Şam, Mısır ve Mağrib’de bulunan bütün Türk boylarına Tatar diyorlar.”
İşte bundan ötürüdür ki Tatarların adı dünyanın dört bir yanına yayıldı. Bizzat Moğollar da önceleri Asya’da, sonraları da Avrupa’da Tatar adı altında tanındılar. Daha sonraları Avrupalılar, bu tabiri Moğollar tarafından zapt edilen ve Moğolların maiyetinde istîlâ seferlerine iştirak eden milletlere vermeye başladılar. Bazı Türk kabilelerinin bugüne kadar Batılılarca Tatar adıyla tanınması buna bağlanmaktadır. Halbuki bunların hakiki Tatarlarla hiçbir ilgisi yoktur.
XII. yüzyılda Tatarlarla Kereitler arasında Onan ve Kelüren ırmakları boyunca birçok göçebe ve avcı kabilelerle klanlar yaşıyordu. O sıralarda bunların arasında bulunan bir Moğol kabilesinin ehemmiyet ve nüfuzu o kadar artmıştı ki, bu kabilenin reisi Kabul, kağan unvanını aldı. O zamanlar Kin, yani Altan adıyla meşhur olan Cürcen adlı yabancı bir sülalenin hüküm sürdüğü Çin’e, uzak seferler ve akınlar yapmaktan geri kalmadı. Kabul Han’ın oğlu Katula da Kağan unvanını taşımaktaydı. O da Kinlerle harb etti ve bir kahraman olarak şöhret buldu. Anlaşıldığına göre, Kabul Han’ın bu aristokrat kabilesi Börciğin adını taşıyordu. Bu kabile, birkaç komşu kabile ve klanı kendisine tabi kılarak birleştikten sonra Moğol adını aldı. Bu ulusa, eski masallarda bilinen kadim ve kudretli bir halkın veya kabilenin şanlı adının bir hatırası olarak Moğol ismi verilmişti.
XII. asrın ortasında Moğol ulusunun kudreti, büyümekte olan göçebe halkın rahatsız edici akınlarından bir an önce kurtulmak düşüncesiyle Kinlerin kendi maksatları için ustaca kullandıkları Tatarlar tarafından kırıldı.
İşte Tatarların Moğollara bir süre hakimiyet kurmasında ve yine o süre içinde Moğol isminin âdeta unutulmasında Çinlilerin de böylesi önemli bir rolü vardır.
Sadece Moğollar değil, hemen hemen Orta Asya’da göçebe halinde yaşayan bütün kavimler, Çin’e hiç rahat vermiyordu. Çin asker toplayıp müdafaa vaziyeti alıncaya kadar onlar işlerini bitiriyorlardı. Çin bunların hücumlarına asla mani olamadı. Onlar daima bir geçit buldular. Çin imparatorları bu göçebe kavimlerle olan sınırlar üstünde diğer Tatar kavimlerinden asker tedarik ederek müdafaaya uğraştı iseler de bu siyaset Çin açısından genellikle olumsuz oldu. Bunun üzerine Çin, bunların hücumundan kurtulmak için en iyi çarenin bu göçebe kavim arasına ihtilaf sokmak olacağını akıl etti. Bu sayede kabile reislerini kendine bağlıyordu. Bağlılarına unvanlar, teveccühler, beratlar, mühürler, hükümdar elbiseleri, davul ve alem vermek adettendi. Zengin Çin’in Türk olsun, Moğol olsun bütün göçebelere karşı daima bu taktiği uyguladığı bilinmektedir. Herhangi bir grup Çin için tehlikeli olmaya başlarsa bir başka grubu onun aleyhine kışkırtmak, mücadele bittikten sonra bu defa aynı taktiği eski müttefiklerine karşı kullanmak Çin’in vazgeçilmez temel politikasıydı. Ancak zaman zaman mahir birinin idaresi altında toplanan kabileler, tabi durumunda da olsalar Çin imparatoruna istedikleri kanunları yaptırıyorlardı. Bunlarla sulh yapabilmek için Çin imparatorları paralar, ipekli kumaşlar hediye etmek, Tatar prenslerin doymak bilmeyen hırslarını doyurmak, hattâ kendi kızlarını gelin vermek mecburiyetinde kalıyorlardı. Nitekim bu durum yukarıda da değindiğimiz üzere XII. yüzyılda aynen tahakkuk etmiştir. Çin İmparatorluğu’nun 1147 yılında Moğollarla akdettiği bir ittifak antlaşması 1161 yılına kadar devam etmiş ve o yıl o zamanki Çin İmparatoru Mongku-Tatarlara karşı harekete geçtiğine dair bir beyanname neşretmiştir. Büyük bir ihtimalle kısa bir zaman sonra Buir-Nor Tatarları Moğolları perişan etmişlerdir. Ancak hemen aynı yüzyılın sonunda Çin, Kereitler ile Moğolları bu Tatarların aleyhine kışkırtma ihtiyacı duydu. İşte Cengiz Han’ın ortaya çıkması bu devreye rastlar.
Moğolların Gizli Tarihi’nde yer alan bilgilere göre Cengiz’in (562-624/1167-1227) ceddi Tanrı’nın takdiriyle yaratılmış bir bozkurt idi, eşi ise beyaz bir maral idi. Bu bozkurttan itibaren Cengiz’in babası Yesügey-Bahadır’a kadar 20 isim sayılmaktadır. Ancak Cengiz’in büyük büyükannesi olan bir kadından özellikle bahsetmemiz gerekecek. Adı Alan-Ko’a olan bu kadın, kocasının ölümünden sonra yeniden evlenmediği halde doğum yapmaya devam etmiştir. Bu durum etrafta dedikoduya sebep olunca, o, beş çocuğunu etrafına toplayarak bacadan sızan ışık vasıtasıyla eve giren sarışın bir adamın karnını okşadığını ve onun nurunun kendi vücuduna geçtiğini, çıkarken de güneş veya ayın nurları üzerinden sarı bir köpek gibi sürünerek çıktığını söyler. İşte Temücin’in dedesi Bartan Bahadır, Alan Ko’a’dan tabiatüstü doğan bu üç çocuktan en küçüğünün dokuzuncu göbek torunudur. Cengiz’in babası Yesügey-Bahadır da bu Bartan-Bahadır’ın üçüncü oğludur.
Yesügey-Bahadır’ın Moğollarla Tatarlar arasında süregelen yukarıda söz ettiğimiz savaşların uzantısı biçiminde değerlendirilebilecek bir suikasta kurban gidip Tatarlar tarafından zehirlenmesinden sonra yetim kalan Temücin’in -çünkü o henüz kağan seçilmemiş ve Cengiz adını ya da unvanını almamıştı- başından çileli bir hayat geçmiştir.
Moğolların Gizli Tarihi, bu zor ve çetin günleri olanca açıklığıyla kaydeder. Ailenin dostları ve akrabaları Yesügey’in eşini ve çocuklarını bozkırın ortasında yalnız bırakıp göç etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bunun üzerine maharetli bir kadın olan anneleri Hö’elin-Ücin çocuklarını yabani meyvelerle, yabani soğanlarla, topraktan kazdığı bitki köklerini süte katarak beslemiş; servi ağacından bir değnek alarak eğitmiş, onlar da büyüyünce Onan Nehri’nden önce olta ve iğnelerle, daha sonra da ağlarla balıklar avlayarak annelerinin yükünü hafifletmeye çalışmışlardır.
Yesügey’in ölümü 1165 olarak belirlenmektedir. Büyük oğlu Temücin babası öldüğünde 9-10 yaşlarında olduğuna göre, ailenin bu ağır mücadele ve savaş dolu hayatı, Temücin’in yavaş yavaş başarı kazanarak 1196’da etrafında toplanan boylar tarafından Han seçilmesine kadar 30-31 yıl, bütün boyların birleştirilmesiyle "Büyük Han” ilan edilişine kadar da 40-41 yıl sürmüş olmalıdır.
Bu zaman diliminde, Temücin Tatarlar tarafından esir edilip kurtulmayı başarmış, atları yağmalanmış ama Temücin onları kardeşlerinin yardımını dahi reddederek tek başına geri almış, nişanlısı Börte’yi bulup evlenmiş, Kereitlerin reisi To’oril (Tuğrul) ile baba ittifakını tazelemiş, karargahı Merkitler tarafından basılarak karısı Börte kaçırılmış, Tuğrul, Camuka ve Temücin arasında Merkitlere karşı üçlü bir ittifak yapılmış, Merkitlere baskın düzenlenerek Börte kurtarılmış ve nihayet Moğol boylarından birçoğu Temücin’in etrafında toplanmış ve ilk defa "Çinggis-Kağan” unvanı ile Han seçilmiştir (1196).
Ancak Cengiz’in Han seçilmesi hem Camuka’nın, hem de Tuğrul’un kıskançlık krizlerine tutulmalarına sebep olmuştur. Bunun üzerine önce Camuka, sonra da Tuğrul bertaraf edilmiş, güçlü Moğol boyu Kereitler devre dışı bırakılmıştır. Daha önce Temücin’in 1196’da "Çinggis Kağan” unvanı ile hükümdar seçildiğinden bahsetmiştik. Fakat bu henüz kati bir zafer sayılmazdı. Çünkü o zaman Cengiz, Moğolistan’ın ancak küçük bir kısmına hâkimdi ve bu yolda ilerlemek isteyen başkaları da vardı. Cengiz’in en büyük rakipleri, eskiden ona dostluk bağlarıyla bağlanmış olan Kereyit Hükümdarı Tuğrul ile Cadaranlardan Camuka idi. Sonuçta Tuğrul da, Camuka da Cengiz’i terk ederek onu ortadan kaldırmak maksadıyla birleşmişlerdi. Rakiplerine göre her bakımdan üstün olan Cengiz, bu savaşlardan galip çıkmış ve bu ölüm kalım mücadelesi Tuğrul ve Camuka’nın ölümüyle Cengiz’in lehine sonuçlanmıştır.
Cengiz, işte esas bundan sonra bütün Moğolistan’ın hakimi olmuş ve 1196’da yapılan seçim muamelesi 1206’da tekrarlanarak yeniden Han ilan edilmiştir.
Moğolların bizim anladığımız manada tarih sahnesine çıkışı da işte bu 1206 Kurultayı’ndan sonra olmuştur.
Kurultay’dan hemen sonra Moğollar, nasıl kabına sığmaz bir millet olduklarını göstererek Moğolistan dışına ilk hücumlarını ve dünyaya ilk açılma hamlelerini yaptılar. 1206 yaz mevsiminin sonunda, güzün, Moğolistan dışına ilk saldırı düzenlendi. Cengiz ordusu Naymanları ansızın bastırmıştı. Baskın semeresini vermiş ve Moğollar durmadan başlarını ağrıtan bir düşmandan artık ebediyen kurtulmuşlardı. Bu hamleleri hemen iki yıl sonra 1204’te Hsi-hsy’lara ve Tangi’utlara (veya Tayciyut) düzenlenen ilk hamle, ardından 1206 yılındaki ikinci hamle ve 1209 yılındaki üçüncü ve nihai hamle izlemişti. Tangi’utlar Moğollara her yıl belli miktarda vergi vermek üzere boyun eğmişlerdi.
Bu hamleleri başka hamlelerin izlemesi kaçınılmaz gibi bir şeydi. Öyle de oldu. Daha sonraki hedef Çin ve Mançurya idi. Bu hamleler de 1215 yılında Pekin’in düşmesi ile son bulmuştu. Nizami Çin orduları, sayıca ve teçhizatça Moğollardan kat kat üstünlüklerine rağmen âdeta tuzla buz olmuştu.
Çin ve Mançurya’nın alınmasından sonra artık bir dünya gücü haline gelmekte olan Moğol ordusunun önünde iki komşu güç durmaktaydı: Uygurlar ve Karahıtaylar. Bu iki ülkenin bizim açımızdan önemi, sadece Moğollara komşu olmaları ve Moğol istîlâsının seyrindeki sıraları değil, Moğollarla İslâm alemi arasında bir anlamda engel ve set oluşturuyor olmalarıdır.
Uygurlar bir Türk boyu olup Orta Asya tarihinde çok önemli roller oynamış bir milletti. Ancak Moğolların Cengiz öncülüğünde etrafı kasıp kavurmaya başladığı dönemde artık eski güçlerini kaybetmiş, sağa sola dağılmış ve zayıflamış bir durumdaydılar. Başlarında İdi-kut isminde bir hükümdar vardı. Uygurlar Moğollara kendiliklerinden baş eğdiler. Ama o yörenin en medeni milleti olan Uygurlar, cahil efendilerine otoritelerini kabul ettirerek onları kısa zamanda kültürel açıdan kontrolleri altına aldılar. Bu cümleden olarak, henüz bir yazıya sahip olmayan Moğollara kendi alfabelerini kabul ettirmelerini örnek verebiliriz.
Uygurlardan sonra sıra Karahıtaylara gelmişti. Çünkü Karahıtaylar o dönemde Maveraünnehir ve Türkistan arazisine yakın yerleri ele geçirmiş ve Uygurları yıllık vergiye bağlamışlardı. Ancak Moğollar Karahıtaylara doğrudan istîlâ amacıyla saldırmadılar. Moğolların Karahıtay ülkesine saldırmasına Hârezmşâhlarla aralarında çıkan Otrar faciası sebep olmuştur. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Hârezmşâhlarla Moğollar arasında oluşan fiili durum üzerine, Cengiz, Sultan Muhammed’le uğraşırken Karahıtay tahtını gasp etmiş olan ve Moğollarla sürekli düşmanlık halinde bulunan Naymanlı Güçlük tarafından arkadan vurulma riskini bertaraf etmek için Hârezmşâhlardan önce Güçlük’ün işini bitirmiştir.
Moğol tarihi açısından bundan sonrası Hârezm ülkesinin istîlâsı anlamına gelmektedir.
Tatarların Kökeni Meselesi / Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet Özdemir
Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder