2 Kasım 2024 Cumartesi

Emeviler Devri'nde Devlet Siyaseti (Hicri 122-141)

 



Raşid Halifeler devrinde İslam devletinin genel siyaseti, Arap birliğinin yanında, adalet, rıfk ve büyüklük gibi üstün özellikler üzerine kurulduğundan, fetihler, lslam devletinin kuruluşu, güçlenmesi, yirmi otuz sene gibi kısa bir sürede dünyanın büyük bir bölümünün lslam yönetimi altına dahil edilmesi şaşılacak bir kolaylıkla müyesser olmuştu. Bu devirdeki Müslümanların muharrik güç ve rehberleri, referans kaynakları bizzat dinin kendisiydi. Silahları takva, hakkaniyet, kitap ve sünnetin hükümleri doğrultusunda hareket etmekten ibaretti. En büyük emelleri lslam dininin yayılması uğrunda gayret etmek, ahirette de onun mükafatını kazanabilmekti. İdari sistemleri ve hükümetleri seçim ve şura (meşveret) esaslarına göre oluşturulmuştu. Emevilerin siyasi politikaları ise bu esaslara birçok yönden ters bir saltanat tarzıydı.


Hilafetin Emevilere intikali


Emeviler hilafet makamına göz diktikleri zaman, lslam halifesi Hz. Peygamber'in damadı ve amcasının oğlu Hz. Ali'ydi. Hz. Ali Hz. Peygamber'e olan yakınlığına, takva, şecaat, ilim ve irfanına, lslam'ı kabuldeki öncelik ve geçmişine, lslam uğrunda yapmış olduğu büyük hizmetlere bakılarak, Müslümanlar arasında hilafete en haklı zat kabul ediliyordu. Bu hakka rağmen Muaviye bin Ebu Süfyan Hz. Ali'ye rakip oldu. lslam dininin doğduğu dönemde Muaviye'nin babası ile kardeşleri bu dinin en katı düşmanlarındandılar. Bu aile İslam dinine de ancak H. 8. yüzyılda, Mekke'nin fethinden sonra girmişti. İslam’ı kabulleri de Arap Yarımadası'nda bu yeni dinin iyice yerleştiğini, güçlendiğini artık ona karşı durmanın imkansızlığını gördükten sonra, biraz da mecburiyetten dolayı olmuştu.

Muaviye'nin babası Ebu Süfyan Mekke halkının başkanıydı. Hz. Peygamber'e karşı bizzat savaşmış, açıkça düşmanlığını göstermiş, kötülük ve hakaretlerde bulunmuştu. Müslümanlar yapılan savaşlar ve gazveler sonucunda elde ettikleri zaferlerle belli bir güce ulaştıktan sonra Mekke'yi fethedebilmek için şehre yaklaştıklarında, Ebu Süfyan ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bazıları çevreyi kolaçan etmek amacıyla Mekke'nin dışına kadar çıkmışlardı. Hz. Peygamber'in amcası Abbas'la karşılaştılar. Ebu Süfyan pişmanlık içinde ellerini ovuşturarak Hz. Abbas'a, "Yeğenin gerçekten büyük ve üstün bir konuma çıktı," dedi. Hz. Abbas da Ebu Süfyan'a yeni dini kabul etmesini tavsiye etti. O da başka bir çıkar yol bulamayınca Hz. Muhammed'in huzuruna çıkarak güvence istedi. Daha sonra Mekke M. 630 yılında Müslümanlar tarafından fetholundu. Bu gelişmeler üzerine Ebu Süfyan İslamiyet’i kabulden başka bir kurtuluş yolu göremediğinden kendisi, oğlu Muaviye ve diğer oğullarıyla beraber Müslüman oldular. Hz. Peygamber onların İslam’daki sabır ve sebatlarını temin etmek üzere büyük miktarda bağış ve ihsanda bulundu. Böylece gönüllerini kazanarak memnun ve mutlu olmalarını sağladı.


Ümeyye ve Haşim Arasındaki Rekabet


Aslında Muaviye'nin halifelik talebinde bulunmasının esas nedenleri Cahiliye Devri'yle doğrudan alakalıdır. Abdimenafoğulları Kureyş kabilesinin en şöhretli, en kalabalık ve en güçlü kollarından biriydi. Bunlar Ümeyyeoğulları ve Haşimioğulları olmak üzere iki aileye ayrılıyorlardı. Ümeyyeoğulları sayı bakımından Haşimioğullarından daha fazlaydı. Bunların İslam öncesi Ebu Süfyan'ın babası ve Muaviye'nin dedelerinden olan Ümeyye'ye varan ve iyi bilinen şan ve şerefleri vardı. Muaviye'nin dedelerinden Ubeyb, Ficar Savaşı'nda bunların reisleri olduğu gibi kabile arasında da önemli ve saygın bir yeri vardı. Hz. Peygamber Haşimioğulları soyundan olduğu halde İslamiyet zuhur edince Haşimioğullarının bu yeni dinle kazandıkları güç ve yücelik Emevilere ağır geldi. Bu yeni durumu hazmedemediler. Bu nedenle İslamiyet'e karşı bütün güçlerini sarf ettiler, ancak yine de başarılı olamadılar. Bunların baskı ve işkenceleri yüzünden Hz. Peygamber doğduğu şehir olan Mekke'yi terk edip Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Medine'de Kahtan kabilesinden olan ensar, peygambere yardım ve destek verip, kol kanat gerdiler. Başarılı olması için her türlü fedakarlığı yaptılar. Amcası Ebu Talib'in vefatı üzerine oğulları Hz. Peygamber'le beraber Medine'ye göç etmişlerdi. Bunlardan sonra Ebu Talib'in kardeşi Hamza, sonra Abbas ile Abdülmuttaliboğullarının diğerleri ve Haşimilerin tamamı Medine'de Hz. Peygamber'e katılmak üzere Mekke'yi terk ettiklerinden, Emeviler Mekke'de rakipsiz kalmış, Kureyş arasındaki başkanlık mevkileri ve güçleri iyice artmış, Bedir Savaşı'nda Kureyş'in diğer kabilelerinin ileri gelenlerinin çoğu ölünce bunların nüfuz ve kudretleri daha da artmıştı. Artık Ebu Süfyan Mekke'de Ümeyyeoğulları'nın en şereflisi, seçkini ve Kureyş'in en ileri geleniydi. Uhud Savaşı'nda onların reisi, Hendek Savaşı ile daha sonra cereyan eden küçük savaşlarda kumandanlarıydı. Yukarıda açıklandığı üzere, Müslümanlar şan ve şerefle Mekke'yi ele geçirip Ebu Süfyan da Hz. Peygamber'den aman dileyince Hz. Peygamber Kureyş'i cebri bir güçle mağlup etmiş olduğu halde tüm halka iyilik ve yumuşaklıkla muamelede bulunulmasını daha uygun görerek serbest bırakılmalarını istemiş ve kendilerine "Gidiniz serbestsiniz," demişti. Muaviye de bunların arasındaydı. Hep birlikte İslam'ı kabul ettiler.

Hz. Ebubekir'in hilafeti döneminde, çokları Ümeyyeoğullarından olan Kureyşliler kendisine başvurarak, muhacir ve ensardan daha aşağı konumda tutulmuş olmalarından yakındılar. Ebubekir, "lslamiyet'e en geç girdiniz; cihad ederek kardeşlerinize yetişiniz," cevabını verdi. Kureyşliler dinden dönenlerle (mürtedler) yapılan savaşlara katıldılar. Daha sonra Hz. Ömer, hilafeti döneminde, içlerinde gizledikleri asıl amacı hissetmiş olduğundan, Medine'de kalmalarını istememiş, Rumlarla muharebeye göndermiş, Şam bölgesinde yaşamaları konusunda kendilerine telkinde bulunmuştur. Bu nedenle Ebu Süfyan'ın oğlu Yezid'i Şam bölgesine vali olarak göndermişti. Yezid'in Şam'a ulaşmasıyla birlikte Emevi hanedanı da kendisini takip etti. Şam'ın havası ve ikliminden hoşlandılar ve oraya yerleştiler. Yezid ölünce Hz. Ömer onun yerine kardeşi Muaviye'yi Şam valisi tayin etti. Hz. Osman M. 645 yılında hilafet makamına çıktığında Muaviye'yi Şam valiliği görevinde bıraktı. Bu şekilde Cahiliye Devri'nde olduğu gibi lslami dönemde de Kureyş'in başkanlığı Ümeyyeoğullarının eline geçti. Oysa Haşimioğulları bu dönemde, dünya işlerini ve kısır siyasi çekişmeleri terk ederek peygamberliğin verdiği nur, feyz ve bereketle meşgul olmaktaydılar.


Hz. Muaviye ve Hz. Ali


Emeviler, Haşimioğullarının peygamberlik şerefiyle nail oldukları şan ve şevkete gıpta ve haset nazarıyla bakıyorlar, yönetimi ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı. Hz. Ömer şahadetinden önce, yeni halife seçimi için şuranın toplanmasını emretmiş, onlar da Hz. Osman'ı halife seçmişlerdi. Hz. Osman, Ümeyyeoğullarından biriydi. Hz. Osman hilafet makamında iken, yaratılışından kaynaklanan yumuşak huy ve müsamahasından dolayı son zamanlarında bir otorite boşluğu oluşmuştu. Sözünü daha iyi dinletebileceği düşüncesiyle, devlet memuriyetlerine tayin konusunda akrabalarını başkalarına tercih ediyordu. Emeviler onun bu zaafını istismar ederek, devletin en stratejik makam ve mevkilerini, mali idaresini, hazinesini ellerine geçirdiler. Bu olumsuz gelişmeler, doğal olarak Emeviler dışındaki şahıs ve kitleleri çok rahatsız ediyordu. Hatta zamanla bazı sahabeler bile bu duruma tahammül edemez hale gelmişlerdi. Hz. Osman hakkında kırgınlık ve düşmanlık hisleri her geçen gün daha da yayıldı ve sonunda bir suikast grubu tarafından şehit edildi.

Emeviler, Şam valisi Muaviye'nin başkanlığı altında, Hz. Osman'ın şahadeti olayını halifelik makamını ele geçirmek için bir bahane saydılar. Kureyş'in ileri gelenleri de Muaviye'yi destekliyordu. Medine halkı çoğunlukla ensardan olmak üzere Hz. Ali'ye biat ettiklerinden, daha işin başında Müslümanlar iki büyük fırkaya ayrılmış oldu. Birinci fırka veya grup ensardan oluşuyordu. Bilindiği üzere bunlar Hz. Peygamber'e hicreti sırasında yardım ve destek olmuş olduklarını ileri sürerek, hilafet görevini Peygamber'in soyundan birine uygun görüyorlardı. İkinci grup ise Şam'ı merkez edinen Kureyş fırkasıydı. Fırka hilafeti Cahiliye Devri'nde de reisleri olan Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye için uygun görüyor, onun için çalışıyorlardı. Sahabenin çoğunluğu ise Hz. Ali'nin halifeliğini destekliyordu. Bunun üzerine Muaviye muhaliflerine karşı galip gelmek ve amacına ulaşmak için deha, zeka ve ince politikadan başka bir yol kalmadığını anladı. Aslında kendisi de devrinin önde gelen dahilerinden biriydi. O hemen her çağda siyasi güç ve hakimiyeti elde etmeyi arzu edenlerin takip ettikleri şekilde, hilafeti dini bağlardan ayrı bir biçimde kullanma konusunda büyük gayret gösterdi. Rakibi Hz. Ali'nin hilafet makamını dini bir makam ve mansıp olarak kabul etmesi, zühd ve takvası, sevap ve iyilikten başka bir arzusunun olmaması Muaviye'nin başarılı olmasına ve emellerine ulaşmasına yardım etti. Dahası Muaviye'nin çevresinde toplananlar içinde dinin hürmetini, nübüvvetin önemini unutan, servet ve zenginliğin tadını almış, efendilik ve hakimiyet makamında bulunmaya alışmış, dünyevi emel ve arzuları azmış insanlar vardı. Muaviye halife olduktan bir müddet sonra, bir gün Amr b. el-As'la konuşurken, "Halk ile aramdaki bağ kıl kadar ince bile olsa asla kopmaz," demişti. Amr, "Ey Müminlerin emiri! Bu sözle ne demek istiyorsun?" diye sorunca, "Onlar çektikçe gevşetirim. Onlar gevşettikçe çekerim," cevabını verir. Muaviye bu mantiki siyaset üzerine hareket ederek sürekli taraftar kazanmış ve sonunda sarf ettiği çaba ve gayretin başarı meyvelerini birer birer toplamıştı.

Muaviye'nin emellerine kavuşmak için ilk yaptığı şey tarihçilerce Arapların en büyük dahileri kabul edilen üç zatı kendisine destekçi ve danışman yapmasıydı. Kendisi dehada onlardan daha ileri derecedeydi. Bu üç zat Amr bin el As, Ziyat bin Ebih ve Mugire bin Şu'be idi. Aslında bu zeki danışmanları olmasaydı Muaviye'nin Hz. Ali karşısında hilafeti elde etmesi pek de mümkün değildi. Sıffin Savaşı'nda Hz. Ali'nin ordusu galip geldikten sonra savaşın durdurulması için mızraklar ucunda mushafların kaldırılmasını, taraflar arasında hakeme müracaat edilmesini ve Hz. Ali'nin vekili Ebu Musa el-Eş'ari'yi bu Hakem olayında (tahkim meselesi) aldatarak Hz. Ali'yi görevden azlettirip Muaviye'ye biat ederek Muaviye'yi o güç durumdan hile ile kurtaran Amr b. el -As'tı. Amr bu hizmetine karşılık ömür boyu kendisine ocaklık olmak üzere Mısır valiliğini elde etti. Ziyat bin Ebih ise babası bilinmeyen bir dahiydi. Muaviye bunun zeka ve üstün yeteneğini görünce daha önce de özetle belirttiğimiz üzere kendisine yaklaştırarak kardeşi olduğunu iddia etmiş ve kendi nesebine dahil ederek ona Ziyad bin Ebu Süfyan adını vermişti. Ziyad'ın bu şekilde Ebu Süfyan'a ilhak olunması, İslam şeriatının hükümlerine aykırı olarak icra olunan ilk cüretkarlıktı. Ziyad, Irak ve Fars bölgelerinin korunması konusunda Muaviye'nin en büyük yardımcısı olmuştu. Üçüncü dahi Mugire bin Şu'be ise lslam'da sahte sikke basan ve rüşvet alan ilk zat idi. Muaviye'ye oğlu Yezid'i veliaht olarak tayin etmesini, hilafet görevini kendi neslinde bırakmasını tavsiye ve teşvik eden de Mugire'ydi.

Muaviye işte bunların ve daha başka büyük komutanların yardımlarını, üstün deha ve zekasını kullanıp, çeşitli menfaatler dağıtarak elde etti. Amr b. el-As'a Mısır'ı; Mugire'ye Fars bölgesi valiliklerini yurtluk ve ocaklık olarak verdi. Ziyad'ı da hukuken kendisine kardeş yaptı. Valilerinden hesap sorma ve kötü hallerini araştırma konusunda oldukça toleranslı davranırdı. Valilerine iltifat ve ikramda oldukça cömert davranırdı. Muaviye'den gördükleri bu anlayış, iltifat ve menfaatin bir parçasını Hz. Ali'den alabilselerdi kuşkusuz onun tarafını destekleyeceklerdi. Ancak ne yazık ki Hz. Ali taraftarlarından ve kendisini destekleyenlerden hesap sorma ve hallerini araştırma konusunda çok titiz ve dikkatli davranıyor, kendi görüş ve düşüncesine göre hareket ediyor, vicdanının gösterdiği yoldan asla sapmıyordu. Aslında Hz. Ebubekir ve Ömer de aynı yolu tutmuşlar, aynı siyaseti gütmüşlerdi. Ancak onların zamanında Müslümanlarda dini hamiyet ve fazilet oldukça baskındı. Halifelerine tek bir sözle itaat ediyorlardı. Oysa Hz. Ali'nin devrinde durum değişmiş, insanların ahlak anlayışları farklılaşmış, Hz. Ali'nin eylem ve davranışları idari bir zaaf olarak kabul edilmişti. Bazı kişiler önceleri Hz. Ali'nin taraftarı iken bu nedenlerden dolayı kendisinden ayrılmışlar, Muaviye tarafına geçmişlerdi. Bunlar arasında Hz. Ali'yi ilk terk eden ve Muaviye'nin adamı olan kişi yukarıda sözünü ettiğimiz Mugire bin Şu'be idi. Muaviye rakip olduğu halde Hz. Ali'ye biat olunduğu gün Mugire, Hz. Ali'nin huzuruna çıkarak Muaviye'ye iyi ve hoş davranmasını, başarıya ulaştıktan ve kontrolü tamamen ele geçirdikten sonra onu Şam valiliğinden uzaklaştırmasını, bu görevden almanın ancak amaca ulaştıktan sonra yapılmasını tavsiye etmişti. Hz. Ali bu fikri kabul etmedi. Mugire sözlerinin fayda etmediğini görünce, ertesi gün Hz. Ali'nin huzuruna tekrar çıktı. Güya onun düşüncesine katıldığını, Muaviye'nin azledilmesinin uygun olduğunu söyledi. Sonra Ali'nin yanından ayrılarak Muaviye'nin tarafına geçti ve onun en büyük yardımcısı oldu.

Hz. Ali'nin kendi amcaoğlu Abdullah bin Abbas'a gösterdiği muameleyi kendisinden hesap sormakla gönlünü yaraladığını ve kendi taraftarlığından nasıl çıkardığını da daha önce anlatmıştık. Hz. Ali'nin şahadeti üzerine onun makamına geçen oğlu Hz. Hasan, Muaviye'ye karşı mücadelede başarılı olamayacağını anladığından, hicri 31 yılında Muaviye lehine hilafet hakkından kendi rızasıyla vazgeçip, Muaviye'nin halifeliğini büsbütün güçlendirmiş ve sağlamlaştırmıştı. Muaviye'den sonra iktidara çıkan tüm Emevi hükümdarları da onun yolunu takip ettiler. Hz. Ali taraftarları ise Ali'nin mirasına sahip çıkmaya devam ediyorlardı. Başarı her zaman deha ve siyaset erbabının oluyordu. Bu nedenle Ali taraftarları (Şiiler) hayatlarının büyük kısmını korku ve endişe içinde, perişan bir halde geçirdiler. Çokları takipler sonucunda öldürüldü. Halbuki bunlar son derece dindar, salah ve diyanet sahibi, büyük şahsiyetlerdi. Diğerleri ise bu meziyetlerden uzak kişilerdi. Bu durum da açık bir şekilde gösteriyor ki -istisnalar hariç-, tarih boyunca siyasetle diyanetin bir arada birleşmesinin örneği yok denecek kadar az görülen hususlardandır.

Raşid Halifelerin devletini ve idaresini bundan ayrı tutmak gerekir. Bizce onların idaresi siyasi bir hükümetten öte, dini bir hilafet örneği idi.



Emevilerin Başkanlık ve Yönetim Konusundaki Hırsları


Emevilerin siyasetlerinin temel noktası ve amacı, yolun tersliğine, vasıtaların meşru olup olmamasına bakmaksızın, hilafeti ele geçirmek ve Cahiliye Devri'nde sahip oldukları başkanlık ve hakimiyeti nasıl ve ne şekilde olursa olsun lslam devrinde de sürdürebilmekti. Sonunda bu amaçlarına ulaşmışlardır. Ancak oldukça başarılı bir yönetim sergilemişler, lslam'ın hudutları olağanüstü bir hızla genişlemiş, güç ve kuvvetleri de buna paralel olarak hızla yükselmiştir. Abbasilerin o uzun devrinde bile lslam devletinin sınırları bu derece genişleyememiştir. Emeviler, saltanat ve hakimiyette ortaklık ve rekabeti asla kabul edemiyorlardı. Bu konuda en katı davranan Abdülmelik bin Mervan'dı. "Bir çalılıkta iki erkek aslan bir arada olamaz," derdi. Kendilerinden daha haklı kimseler olduğu halde hırsla yönetimi ele geçirmeleri, kendilerine hakaret ve kötü sözler söylenmesinin ve aleyhlerinde çeşitli hareketler yapılmasının nedeni olmuştur. Bu devletin zuhuru ve o dönemde hilafeti talep edenlere karşı galip gelmelerinin nedenlerinden biri Kureyş asabiyetini hortlatmaları, diğeri de öbür kavimler arasındaki kabile bağlarını güçlendirmeleri veya taraftarlarını maaşlar ve çıkar ilişkileri ile kendilerine bağlamalarından ibaretti. Emevilerin devlet politikalarının temelinde göze çarpan tüm icraatlarının temeli bu esaslar üzerine kurulmuştu.


Emevilerin Zamanında Arap Asabiyeti


Araplar ve Kureyş Kabilesi


Cahiliye Dönemi'nde kabileler arasındaki asabiyet duyguları nesep esasına göreydi. lslamiyet doğunca bu özellik unutuldu. Artık tüm Araplar İslamiyet adı veya lslam birliği altında birleştiler. lslam birliği Raşid Halifelerin zamanı boyunca kabile ve boyların çeşitliliğine rağmen özellikle Arapları kuşatıyordu. Daha sonra Emeviler hilafeti ele geçirip, zorba bir idare tarzı takip edip Araplar lehine mutaasıp davranarak bedevilik doğrultusunda hareket etmekten vazgeçmediklerinden, çöl insanının kabalığı siyaset ve yönetimlerinde de hakim bir unsur ve siyasi icraatlarında bir destek olarak süregelmişti. Emeviler cahiliye adetleri arasında yalnızca kendi kabilelerini başkaları aleyhine kayırmak, kendi akrabalarını diğerlerine tercih etmek adetini muhafaza etmişlerdi. Bu durum Cahiliye Devri'nde önemli bir husus olup İslamiyet'ten sonra önemini kaybeden kabilelerde, özellikle Basra, Küfe ve Şam ahalisinin kıskançlıklarını galeyana getirdi. Bu bölgede yaşayan Arap kabilelerinin çoğu uygarlıktan uzak, kaba insanlardı. Hz. Peygamber'in yakınında çok fazla bulunmamışlar, Peygamber'in sünneti, öğretisi ve terbiyesi ile içli dışlı olarak ahlaki özelliklerini değiştirememişlerdi. Cahiliye Devri'ndeki kabalık ve kabilecilik duyguları İslami dönemde de olduğu gibi devam etmişti. lslam devleti büyüyüp genişleyince bu kabileler kendilerini Kureyş, Kinane, Sakif ve Hüzeyl kabilelerinden olan muhacir ve ensarla, Hicaz ve Medine halkının idaresi altında hissettiklerinden, zamanla nefret duyguları kabardı ve isyan hisleri harekete geçti. Çünkü bunlar hem güç hem de sayıca İran ve Rumlarla yaptıkları savaşlar nedeniyle, kendilerini diğer Arap kabilelerinden daha fazla hak sahibi kabul ediyorlardı. Bu kabileler Rebiaoğullarından Bekir bin Vail, Abdülkays, Yemenli Kinde ve Ezd, Muzar'dan Temin ve Kays gibi kabilelerdi. Söz konusu kabileler Kureyş'i hazmedemiyorlardı. Bu nedenle onların aleyhinde konuşmaya başlamışlar, Cahiliye Devri kabilecilik duygularını tekrar canlandırmışlardı. Bu Arap asabiyeti özellikle, Kureyş'in -diğer sahabe ve tabiine rağmen- hakimiyette gösterdikleri zorbalık ve devlet gelirlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları üzerine, halkın haset duygularını körüklemişti. Yemenli ve Adnani kabilelerden çeşitli menfaatler ve bağışlar karşılığında Muaviye'ye taraftar olanlar müstesnaydı. Müslümanlar arasında bu türden ilk anlaşmazlık Hz. Osman zamanında ortaya çıktı. Sait bin el-As kendisi tarafından Küfe şehrine vali tayin edilince bazı büyükleri ve Kadisiye ehlinden bazı kişileri Küfe bölgesinin yönetimine getirdi. Yakın akraba veya kabileden oluşan bu dar ekip her gece Said'in yanında toplanıyor, vakit geçiriyorlardı. Öte yandan, İslam devletinin refah seviyesinin yükselmesiyle birlikte, Emevilerle birlikte sahabeden bazı kişiler de arazi ve akar sahibi olmaya, yüksek binalar inşa etmeye başlamışlardı. Emeviler halifenin akrabası oldukları için, doğal olarak zenginlik ve refah açısından herkesten daha ileri gidiyorlardı.

Sözü edilen kişiler bir gece Said bin el-As'ın yanında bulunurken onlardan biri sahabenin önde gelenlerinden ve aşere-i mübeşşere'den biri olan Talha bin Ubeydullah'ın cömertliğinden söz etti. Said de, "Öyle güzel çiftliği olan bir adamın cömert olması çok doğaldır. Benim de öyle bir çiftliğim olsaydı sizinle beraber rahat ve bolluk içinde yaşardık," dedi. Neşastec adı verilen bu çiftlik, Talha'nın Küfe'de bulunan çok zengin ve görkemli bir çiftliğiydi. Kendisi bu çiftliği Hicaz'da yaşayan Küfelilerden Hayber'de elde ettiği bir parayla satın almış, imar ettikten sonra gelirleri de çoğalmıştı. Said bu sözleri söyleyince huzurunda bulunan bir çocuk ayağa kalkıp kendisine, "Keşke bu Maltat da senin olsa!" dedi. Maltat, Küfe'nin yakınında ve Fırat'ın iki tarafında yer alan ve kisralara ait verimli bir araziydi. Mecliste bulunanlardan biri çocuğu azarladı. Çocuğun babası, "Çocuktur dokunmayınız," diyerek özür diledi. Hazır bulunanlar "Sevad arazisinin onun olmasını hangi hakla arzular?" diye homurdandılar. Sevad'dan maksat Irak'ın zirai topraklarıydı. Said, "Neden olmasın Sevad Kureyş'e ait bir bahçeden başka bir şey midir?" deyince tartışma alevlendi. Hz. Ali'nin koyu taraftarlarından olan, aynı zamanda Tabiin'in kahramanlarından Yemenli Eşter de o mecliste bulunuyordu. Bu sözleri işitince öfkelendi, Said'e dönerek, "Kılıcımız sayesinde bizim için gelir kaynağı olan Sevad arazisi nasıl senin ve kavmin için bir bahçe olur?" dedi. Said'in zabıta reisi olan Abdurrahman hadi de, "Valinin sözlerine karşı mı geliyorsunuz?" diyerek sertçe çıkıştı. Eşter arkadaşlarına işaret edince Abdurrahman'ın üzerine atladılar ve ayakları altına alarak bayılıncaya kadar tekmelediler. Sonra ayağından sürükleyerek üzerine su döktüler. Abdurrahman ayılınca vali Said'e dönerek, "Sohbet için seçip huzuruna çağırdığın adamlar beni neredeyse öldürüyorlardı," dedi. Said "Bundan sonra artık hiçbir kimseyi huzurumda sohbete ve müsamereye almayacağım," diyerek yemin etti.

Bu tarihten itibaren Kureyş ile diğer kabileler, özellikle de Yemen kabileleri ve ensar arasında nefret ve adalet hisleri daha da kabarmaya başladı. Ensar, lslam'ın doğduğu yıllarda akrabalarının zulmünden kaçarak kendilerine sığınan Hz. Peygamber'e yardım ve destek oldukları gibi, peygamberin Ehl-i Beyt'ine de, kendi kabileleri olan Kureyş'e karşı destek olmaktan vazgeçmediler. Hicri 37 yılında Hz. Ali ile Muaviye arasında yapılan Sıffin Savaşı'nı Yemenliler ensarla Kureyş arasında bir savaş gibi kabul ettiler. Söz konusu savaşın çok şiddetlendiği bir noktada Hz. Ali'nin destekçilerinden bir adam düşmana dönerek, "Ey insanlar! Mızrakların altında Allah'ın huzuruna gitmek isteyen var mı? Hayatımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki Kur'an -ı Kerim'in inişini desteklemek için sizinle nasıl savaşmış isek yorumlanması ve uygulanması uğrunda da sizinle öylece harp edeceğiz," demiş ve bazı beyitler söyleyerek savaş meydanına atılmıştır.


Yemen ve Muza, Kabileleri


Yemen kabilelerinin çoğu zamanla Hz. Ali'nin fırkasına yardım edip destekleyenler arasına girmişti. Diğer kısmı ise maaşlara ve dünyevi menfaatlere tamah ederek Muaviye'nin tarafına geçti. Muaviye hilafet mücadelesinde yalnızca Kureyş ve yakınlarının yardımının yeterli olamayacağını bildiğinden, dışarıdan destek de arıyordu. Bu nedenle önemli bir kabile olan Kelb kabilesini de kendi tarafına çekmişti. Bu kabileden, daha sonra oğlu Yezid'in validesi olacak olan Bahdal adlı bir kadınla evlendi. Hz. Osman'ın katillerinden intikam almak için desteklerini istedi. Tüm savaşlarda onların yardım ve gücünden faydalandı. Hilafetteki konumunu iyice güçlendirdikten sonra Muzar ve Yemen'den birçok kabilenin de desteğini sağladı. Kelb kabilesi Muaviye'den sonra oğlu Yezid'i desteklemeye devam etti. Zaten Yezid'in dayısı oluyorlardı.


Abdullah b. Zübeyr Mekke'de hilafetini ilan ettiği dönemde, Emeviler Yezid'den sonra, her ikisi de Ümeyyeoğullarından olan Halid bin Yezid veya Mervan bin el Hakem'i hilafet makamına oturtma konusunda anlaşamadılar. lbn Zübeyr'in yandaşları ile Emevilerin yandaşları arasındaki düşmanlık her geçen gün daha bir alevleniyordu. lbn Zübeyr'in yandaşları Muzar kabilesinden olan Kayslılardan oluşuyordu. Ümeyyeoğullarının destekçileri ise Yemenlilerden olan Kelboğulları idi. Bunlar hemşerilerinin oğulları olduğu için Halid'e yardım ediyorlardı. Emevilerden bir kısmı Halid'in yaşının küçüklüğünü ortaya atarak hilafet makamına çıkmasına itiraz ettiklerinden, kendisinden sonra hilafet Halid'e intikal etmek şartıyla Mervan'ı halifelik makamına oturttular. Daha sonra Mervan'ın yandaşları ile lbn Zübeyr'in yandaşları arasında "merc-i rahit" savaşı patlak verdi. Mervan bu savaşta galip geldi. Hilafetteki konumunu sağlamlaştırdı. Ancak Mervan, Halid'le ilgili sözünü yerine getirmedi. Vefatından sonra halifelik görevine sert ve katılığıyla bilinen oğlu Abdülmelik bin Mervan geçti. Kelb kabilesi Abdülmelik'e yandaş olmuş ise de bu durumdan rahatsız olan Kays kabilesi, lslam ülkesinin dört bir köşesinde bulunan Araplar Kayslı, Kelbli veya Mudarlı, Yemenli veya Nizarlı, Kahtanlı olmak üzere iki kısma ayrıldılar. Bu iki grup arasındaki kargaşalar Şam'da, Irak'ta, Mısır'da, Fars'ta, Horasan'da, lfrikiye'de ve Endülüs'te devam edip gitti. lslam ülkesinin her köşesinde halife, komutan ve valilerin destekçileri de Muzarlı ve Yemenli olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Her kabile kendi soyundan gelenlerin idarede olmasını arzu ediyor ve bunun için mücadele ediyorlardı. Kabilecilik duyguları hemen her işte kendisini açıkça gösteriyordu. Öyle ki halife ve kumandanların görevlendirilmelerinde bile bu zihniyet açıkça gözüküyordu.

Abdülmelik bin Mervan'ın aleyhinde çalışan Kays kabilesi onun vefatından sonra oğlu Hişam'ın halifeliğine en büyük desteği verenlerden oldular. Hişam söz konusu kabileyi kendisine iyice yaklaştırmış, isimlerini divan defterlerine kaydettirerek rütbeler vermiş ve maaşlar bağlatmıştı. Kendisinin hilafeti döneminde bu kabilenin boyları da lslam ülkesinin özellikle Mısır ve Şam bölgelerine nakledilip yerleştirildi. Özellikle annesi Kayslılardan olan Velid bin Yezid'in hükümranlık devrinde Kayslılar etkinliklerini iyice artırdılar. Diğer Muzarlılar da Emevi yandaşları olmaktan geri kalmadı. Velid'in öldürülmesi üzerine Emevi hükümdarlarının sonuncusu olan Mervan bin Muhammed de Kayslıların desteğini almakta zorlanmamıştı. Bu amaçla Velid'in katillerini takip etmeye başlayınca tüm Muzarlılar kendisine açık destek vermişlerdi. Bunlar son günlerine kadar Mervan'a yardımcı oldular. Abbasi yandaşları ortaya çıkınca Yemenliler onlara yardım ve destek verdiler.


Sözü edilen iki büyük fırkanın altında birbirlerine düşmanlıkla vakit geçiren birtakım küçük boy ve soylar da vardı. Bununla birlikte şeref ve nüfuz bakımından Kureyş'in sahip olduğu üstünlük her halükarda korunuyordu. Bazı vilayetlerin zaman zaman isyan etmesinden korkulduğunda oralara hemen Kureyş soyundan bir vali tayin olunurdu. Halk Kureyşli olan valiyi büyük bir memnuniyetle kabul eder, ona itaat etmekte zorlanmazdı.

Diğer Araplar gibi Kureyş de bölünmüştü. Bunların en önemlisi Ümeyye ve Haşim kabileleriydi. Halk da özel gaye veya vatanlarının yararına göre bunlardan birinin yandaşı olurdu. Çoğu kez bu yandaşlık konusunda birbirleriyle tartışırlar, övünme veya kötüleme sonucunda düşmanlık hislerine göre, birbirlerinin kanını dökerlerdi. Haşimioğullarının kuvveti ve etkinliği Hicaz ve Irak bölgesinde Ümeyyeoğullarınınki de Şam bölgesinde yoğunlaşmıştı. Bununla birlikte bu durum zaman içerisinde değişikliğe uğramıştır. Çoğu kez bu düşmanlıklar şairler arasında atışma ve hiciv şeklinde başlardı. Şairlerden bazıları bu alanda şöhret sahibi olmuştu. En ünlü münazaraları Haşimioğullarının mevlası ve yandaşı olan şair Sudayf ile, Emevi yandaşı şair Sayyab arasında yapılan münazaralardı. Adı geçen iki ünlü şair Mekke'nin dışına çıkar, her biri karşı tarafın noksanlık ve ayıplarını ortaya dökerdi. Doğal olarak halk da iki gruba ayrılıyordu. Bu yüzden biri Sudayfiye, diğeri Sayyabiye adıyla anılan iki büyük asabiyet türemişti. Bu cereyan Abbasiler dönemine kadar devam etmekle kalmamış daha sonra da etkinliğini sürdürmüştür. Ancak Abbasiler devrinde isimler değişmiş bu ikisinin yerine "Hannatin" ve "Cezzarin" adı verilmişti.

Sudeyf, Abbasi halifelerinden Saffah'ın huzurunda bir şiir okumuş ve Emevi meliklerinden Hişam'ın oğlu Süleyman'ın öldürülmesine neden olmuş bir şairdi.


Arap lrkçılığı veya Asabiyeti (Şovenizm)


Emeviler devrinde, Kureyş kabilesinin kabileler üstündeki ayrıcalıklı konumuna benzer bir şekilde, Araplar da Müslümanların hakimiyeti altına giren diğer milletlerin üstünde bir mevkiye ulaşmışlardı. Aslında diğer milletler de bu durumu reddetmiyorlardı. Belki de bu, İslam dinini yayan ve destekleyen esas unsurun Araplar olduğunu kabul etmeleri, bu nedenle kendilerinden bir adım önde ve imtiyazlı bir konumda bulunmalarını bir ölçüde haklı görmelerinden kaynaklanıyordu. Genel olarak diğer Müslümanlar, ilk Müslümanları kendi efendileri olarak kabul etmekten ve onların mevlası olmaktan rahatsızlık duymuyorlardı. Belki de, "Kim Araplara buğzederse Allah da ona buğzeder," hadis-i şerifine boyun eğerek, onlara sevgi göstermeyi bir farz olarak kabul ediyorlardı. Çoğu kez Arapların akıl ve benzeri açılardan kendilerinden üstün olduklarını itiraf bile ediyorlardı. Fars asıllı olduğu bilinen ünlü münşii lbn Mukaffa, Basra'da Fars büyüklerinden birinin evinde bir mecliste bulunuyordu. Aynı mecliste Arap eşrafından birkaç kişi de vardı. Kendisi söz açarak, "En akıllı millet hangisidir?" diye sordu. Kendi milletini murat ettiği zannedilerek ona "Farisilerdir," cevabı verildi. lbn Mukaffa, "Hayır İranlılar her ne kadar cihanı fethederek büyük devlet sahibi olmuşlarsa da kendi akıl ve zekalarıyla yeni bir şey icat edememişlerdir," demişti. "O halde Rum milletidir," dediler. Buna da "Hayır" diye cevap verdi. Mecliste bulunanlar diğer milletleri de teker teker saydılar. lbn Mukaffa bunların hepsine "Hayır, değildir," diyordu. Saymaktan bıkan insanlar, "Peki sen söyleyiver," dediler. lbn Mukaffa, "En akıllı millet Araplardır, onlardan olmak bahtiyarlığına nail olamadım ise de onları iyi tanımak bahtiyarlığından da mahrum kalmadım. Araplar cihangirlikte, devlet kurmada hiçbir milletin mirasıyla yetinmediler. Kendilerine özgü bir kahramanlık ve cihangirlikle kendi devletlerini kurdular. Araplar deve ve koyun sahipleridir. Kıldan ve deriden yapılmış çadırlarda otururlar. Bir Arap elinden geldiğince düşküne yardım etmekten, cömertlikten çekinmez, mutluluk ve üzüntüsünü paylaşmaktan uzak durmaz. Akıl ve zekasıyla bir şeyi tarif edince o şeye mutlaka uyar. O şeyi yerine getirince kimse itiraz edemez. Güzel gördüğü şey güzel, çirkin gördüğü şey çirkin olur. Araplar kendi nefislerini edeplendirerek terbiyeli olmuşlar, kendi gönül ve dilleriyle yüce bir makama çıkmışlardır. Allah'ın feyzine mahzar olmuşlar, o feyz ile nefislerini yükseltmişlerdir. Bu sayede Allah onların nam ve itibarlarını yükseltmiş, güç ve devletlerini artırmış, kendilerine ve diğer milletlere hayır ve saadet olmak üzere din ve hilafetini onlarla yaymış ve güçlendirmiştir," buyurmuştur.


Araplar ve Mevali


Müslüman Araplar bu gibi sözlerle diğer milletlere, özellikle de Müslüman olanlara karşı övünürlerdi. Kendilerinin dışındaki Müslümanlara "mevali" adını verirlerdi. Arap olmayanları azat etmek, iyiliklerde bulunmuş olmak bir tarafa küfür karanlığından çıkardıkları, lslam'ın parlak sabahına ulaştırmış oldukları için kendilerine minnet duyulmasını beklerlerdi. Arap olmayanların arkasında namaz kılmak istemezler, eğer kılmak zorunda kalırlarsa bunu bir tevazu ve alçakgönüllülük kabul ederlerdi. Tabiin'in önde gelenlerinden Nafi bin Cübeyir önünden bir cenaze geçince "Kimin cenazesi?" diye sorardı. "Bir Kureyşlinin cenazesi," derlerse, "Vah kavmim!", "Bir Arap" derlerse, "Vah hemşehrim!" derdi. "Mevla" derlerse "Allah'ın malıdır istediği zaman alır, istediği zaman bırakır," diye söylenirdi. "Eşek, köpek ve mevaliden başka kimse namazını bozamaz" sözü Araplar arasında dilden dile dolaşırdı. Araplar mevaliyi künyeleriyle de çağırmazlardı. Yalnız isim ve lakaplarıyla çağırırlardı. Mevali ile aynı sırada yürümezlerdi. Toplulukla mevali Arapların önüne geçemezdi. Onlar bir yerde yemeğe otururlarsa mevali ayakta dururdu. Mevaliden birini yaşına hürmeten beraberce sofraya alırlarsa, dışarıdan bakanlar tarafından Arap olmadığı anlaşılsın diye onu ekmekçinin geleceği tarafta oturturlardı. Bir cenazede Araplardan biri olursa cenaze namazını mevaliye kıldırtmazlardı. Yukarıda görüldüğü üzere Araplar kendileri dışındaki milletlere "hamra" adını verirlerdi. Büyük ihtimalle bununla mevaliyi kastederlerdi. Onlar kendilerini Arap olmayanların efendileri saydıkları gibi, kendilerinin efendilik, diğerlerinin de hizmetçilik için yaratıldığını kabul ederlerdi. Bu dürtü ile İslamiyet'in ilk yıllarında devlet siyaseti ve idaresi dışında hiçbir şeyle meşgul olmadılar. Yöneticilik dışındaki işleri özellikle de sanat, zanaat ve diğer işleri mevaliye bırakmışlardı. "Hamakat, çulhacılar, muallimler, iplik eğricilerde tecessüm eder!" sözleri atasözü gibi kabul ediliyordu. Çünkü bu işler gayrimüslimlere özgü sanatlardandı. Irak valisi Abdullah bin Amir'in huzurunda bir Arapla bir mevla muhakeme olunuyordu. Mevali, Arap'a, "Allah senin gibilerini içimizde çoğaltmasın!" bedduasında bulundu. Arap ise mevaliye: "Allah senin gibileri içimizde çoğaltsın," duasıyla karşılık verdi. Bunun üzerine Arap'a, "O sana beddua ediyor, sen ona hayır duasında bulunuyorsun, bu nasıl olur?" diye sordular. Arap, "Evet hayır duasında bulunuyorum. Çünkü onlar yollarımızı yaparlar, ayakkabılarımızı dikerler, bize elbise dokurlar" cevabını verdi.

Müslüman Araplar, idari işlerde gerekli olduğu için şiir ve tarihten başka hiçbir bilime önem vermezlerdi. Muhasebe bilimi, güzel ve kurallı yazı yazma sanatı (inşa veya diplomatik) mevali ile gayrimüslimlere özgü sanat ve mesleklerdendi. Bu yüzden Emeviler devrinde Arap yandaşlığı fanatizm noktasına ulaştığı halde, mali kayıt işleri, defter tutma sistemine dayanan divan reisliği Arapların eline bırakılmazdı. Çünkü o dönemde Araplar inşa sanatını ve muhasebe ilmini hiç bilmiyorlardı. Emeviler Muaviye döneminde bile mevaliyi hizmetkar ve esir mertebesinde görüyorlardı. Söz konusu dönemde sayıları oldukça artan mevalinin daha da çoğalmasını devlet için bir tehlike kabul eden Muaviye, bunların bir kısmından kurtulmak istemiş, planını uygulamadan önce Ahnef bin Kays, Semire bin Cündüb gibi yakın adamlarıyla bu konuda istişareyi uygun görmüş ve müsteşarlarına, "Bu hamranın (yani mevali) önceki sayılarından çok fazla olduklarını görüyorum. Bunların bir gün Araplara ve onların idarelerine başkaldırmalarından korkulur. Belli bir oranda yok etmek, yine belli bir oranda ticaret ve yol yapımında çalıştırmak üzere sağ bırakmak istiyorum. Siz ne dersiniz?" diye sormuştu. Ahnef, mevalinin Araplar arasında sıhriyet yoluyla akrabalık kurduğunu, azatlı olarak neseplerine karışmış olduklarını hatırlatarak öyle bir teşebbüsü reddetmiş ama Semire, tam aksine Muaviye'nin görüşünü uygun bulmuş hatta bu işle kendisinin görevlendirilmesini arzu etmişti. Ancak Muaviye Ahnefin görüşünü idari açıdan daha uygun gördüğünden, bu vahim düşünceden vazgeçmişti.

Basit çöl yaşamı ve deve çobanlığından birkaç sene içinde birdenbire en yüksek noktaya ve makamlara yükselen Arapların tabir yerindeyse başları dönmüştü. Bunun sonucu garip bir gurur, kibir ve bencillik içine düşmüşler, kendilerinden önce Romalıların ve çağımızda bazı egemen ulusların mağrurane tavırları gibi, diğer ulusları aşağı görmeye başlamışlar, kendilerinin insanlık fıtratının üzerinde, özel bir hilkat ve meziyetlerle yaratılmış olduklarına inanmaya başlamışlardı. Bu düşünceleri sebebiyle, hem fikren hem de konum itibariyle kendilerini tüm milletlerden üstün ve farklı görmenin ötesinde, beden ve ahlak açısından da ayrıcalıklı sayıyorlardı. Bu nedenle, altmış yaşında hamile kalabilen kadının mutlak Kureyşli olması ve elli yaşında hamile kadının da ancak Arap olması lazım geleceğine inandıkları gibi, felç hastalığının da saf Arap kanını taşıyan kimselere isabet etmiyeceğine, aksi görülür ise hastalığa uğrayan kişinin kanının mutlaka anne tarafından Rum, Slav ve benzeri kanlara karışmış olduğuna inanıyorlardı. Emeviler devrinde Araplar arasında geçerli olan bu ırkçılık Arap soyunun mutlaka korunmasını diğer soylarla karışmasının engellenmesini gerektirmişti. "Kadılığa Araplardan başkası yakışmaz!" denilerek, Arap olmayanların kadılık gibi önemli dini makamlara tayinleri men ediliyordu. Hatta anneleri cariye olan şehzadelerin baba tarafından Kureyşli olmalarıyla da yetinilmiyor, halifelik makamına çıkmalarına izin verilmiyordu. Örneğin Hz. Hüseyin'in torunu Yezid bin Ali, hükümranlık talebinde bulunduğu zaman Emevilerden Hişam bin Abdülmelik, kendisine, "Hilafet makamına geçmeyi arzuladığını duyuyorum. Sen hilafet makamına ehil birisi değilsin çünkü bir cariyenin oğlusun!" diyerek annesi Arap olmayanların halife olamayacaklarını anlatmak istemişti. Oysa onun annesi sıradan bir cariye değil, Iran kisralarından birinin kızıydı. Bununla beraber bu taassup cariyelerden doğmuş şehzadeleri saltanat tahtına oturmalarını engelleyememişti. Bunlar arasında hilafet makamına çıkan ilk zat Emevi meliklerinden Yezid bin Velid idi. Cariyelerden doğan Araplara "hecin" adı veriliyordu (babası Arap, annesi cariye olan bunlara hecin denmesi Rum ve Sakalibe cinsinin beyazlığını kastetmektedir). Müslüman olmuş bir yabancı, vali bile olsa, soyu düşük bir Arap kızıyla bile evlenmesine izin verilmezdi. işte bu yüzden kendilerine "dehhak" adı verilen İranlı köy muhtarlarından birisi Türk saraylarında yaşayan Bahle kabilesinden bir kızla evlenmek istemiş ancak kız onu reddetmişti.

Arapların lslam'ın ilk yıllarındaki bu kibirli ve bencil davranışları, kendilerini diğer tüm milletlerden üstün görme duygularıyla alakalı başka örnek vermeye gerek olmadığına inandığımdan, konuyu burada bitiriyorum. Daha önce de söylediğimiz gibi özellikle Emeviler bu hususta haddi aşmış, Arap olmayan milletlerin kalplerini kırmışlar ve kendilerinden uzaklaştırmışlardır. Bir süre yeni dinin getirdiği atmosfer içerisinde idare edilen bu halk, daha sonra toplum içerisindeki düşük konumlarından dolayı kendilerine yapılan fena muamele ve kötü yönetimden şikayete başlamışlar, Hz. Ali taraftarları olarak, Emeviler aleyhine ayaklananlarla, Hariciler gibi diğer muhalif gruplara destek olmaktan geri kalmamışlardır. Bunun sonucunda, ileride Arapların dışındaki milletlerin oluşturduğu "şuübiye" adını alan özel bir fırka ortaya çıkmıştı. Bunlar, Arapların diğer milletlerin üstünde ayrıcalıklı bir özellikle yaratılmış olduklarını temelden reddediyorlardı. Bununla birlikte söz konusu bu grup Emeviler devrinde ortaya çıkma fırsatı bulamamış, ancak Abbasiler devrinde Me'mün'un Emin üzerine galip gelmesi sonucunda Arapların eski konumlarını kaybetmeleri ile intikam amaçlı olarak ortaya çıkmışlardır. Şuübiye fırkası; Arapların ayıplarını ve noksanlıklarını anlatan birçok da eser yazmıştır.


Emevilerin İslam Kültürü Üzerindeki Etkileri


Arapların toplum üzerindeki konum ve imtiyazlarını koruma konusunda çok hırslı olan Emeviler, saf Arap soyunun bozulmasını engelleme yolunda da önemli tedbirler alıyorlardı. Bu amaçla hemen her vilayette resmi dairelerde bir sicil müdüriyeti kurmuşlar, fethedilen İslam şehirlerinde yaşayan Arapların yeni doğan çocuklarının nüfus kayıtlarını tutmuşlardı. İslamiyet'i dini bir başkanlıktan, şaşaalı ve heybetli bir saltanata döndüren Emeviler, devletin resmi dairelerinde ve bürokrasisinde kullanılan Kıptice, Rumca ve Farsça'nın yerine Arapça'nın resmi dil olarak kullanılmasını ve diğer İslam beldelerine yayılmasını sağlamışlardır. Bu politika sonucunda Mısır'da Kıptiler, Şam'da Rumlar, Irak bölgesindeki Keldani ve Nebatiler zamanla Araplaşıp anadillerini unutmuşlardır. Bu bölgeler günümüzde de Arap ülkeleri olarak kabul edilir. Bu bölgede yerleşen bir Türk, bir Avrupalı veya başka bir millet bir süre sonra çevre ve hakim kültürün etkisi ile Araplaşmaktadır.

Emeviler devrinde Müslüman Araplar, her ne kadar Rum ve İranlılardan etkilenmişler ise de kendi ahlak ve bedeviyet özelliklerini korumayı da başarmışlardır. Halifeler Arapça'yı öğrenmek, Arap gelenek ve göreneklerini yakından tanıtmak için çocuklarını -günümüzde Avrupa'ya öğrenci gönderdiğimiz gibi- çöle, bedevilerin yanına gönderiyorlardı. Mefahire, müşatime ve meclislerde şiir okuma gibi Cahiliye Devri'ne ait birçok gelenek hala devam ettiğinden, Kufe'nin ileri gelenleri özel günlerde şehrin dışına çıkarak şiir, hitabet ve tartışma meclisleri kurdurdukları gibi, Basra'nın dışında da birçokları, Cahiliye Devri'nde Ukaz Panayırı'nda yapıldığı gibi burada da şiir ve sohbet meclisleri kurarlardı. Ayrıca ulema ve şairler için çeşitli halkalar oluşturulurdu. Buralarda talebe ve diğer istekliler hocaları çevresinde toplanırlar, ilim ve sanat öğrenirlerdi. Büyük lslam şairlerinden Raiyyü'l-ibl ile Ferezdak'ın çevresinde arkadaşlarınca oluşturulan edebiyat halkası bunlara örnektir. Bu meclislerde sanki lslam öncesi Araplar arasında geçerli olan şovenizme dönülmüş gibi görülen övünmeler ve tartışmalar yapılıyordu. Araplar bu devirde de hiçbir zaman ulaşamayacakları bir şan, şöhret ve ayrıcalığı yakalamışlardı. Ayrıca nüfusları da oldukça artmış, dünyanın dört bir köşesine dağılmışlardı.


Emeviler Devri'nde Arap Şovenizmi


Uçsuz bucaksız çöllerde konar göçer bir hayat yaşayan Arap kabileleri, bedevi yaşamın gereği olarak, talan yapmak veya yeni otlaklar bulmak için bir yerden başka bir yere göç etmeye alışmışlardı. Bu nedenle korumak ve savunmak zorunda oldukları bir vatan duygusuna sahip değildiler. lslam dininin etkisiyle zihniyetleri değişmiş, yeni yeni topraklar ele geçirmişler, şehirler kurmuşlar, yerleşik hayatın gereği olarak ve de çevrenin etkisiyle uygarlaşmaya başlamışlardır. Bunun sonucu olarak kendilerinde bir vatan mefkuresi oluşmuştur. Vatanperverlik adı verilen bu duyguya vatan asabiyeti (şovenizm) diyoruz.


lslam Fetihlerinden Sonra Şehirleşme


Müslüman Araplar önceleri, bedevilikten vazgeçerek, şehir hayatını seçip, uygarlaşma yoluna gireceklerini hayal bile etmiyorlardı. Ancak tekamül ve medeniyetin bir gereği olarak, yavaş yavaş değişmeye başladılar. lslam'ın ilk yıllarında, bir ülkeyi fethe karar verdiklerinde Cahiliye Devri'ndeki adetleri üzere, çoluk çocuklarıyla, deve ve koyun sürüleriyle giderler, şehri ele geçirince de çadırlarını şehrin kenarında kurarlardı. Birçok kez tekrar ettiğimiz gibi, Hz. Ömer, Müslüman Arapların, yerleşik hayata geçerek, ziraat ile meşgul olmalarını istemiyordu. Bir topluluğu ziraatten men etmek, o toplumun şehirleşme ve medenileşmesini engellemek demekti. Anlaşılan o ki Hz. Ömer her an savaşmaya hazır, düzenli bir ordu oluşturmak düşüncesiyle, Müslümanların şehirleşme veya medenileşmenin getireceği refah ve sıkıntısız yaşama alışmalarını istemiyordu. lslam askerleri, fethettikleri ülkeleri -günümüzdeki işgal ordularının yaptıkları gibi- şehirlerin çevresinde kurulan ordugahlarda ikamet ederlerdi. Bu askeri kuvvete "hamiye" veya "rabıta" deniliyordu. Raşid Halifeler zamanında Müslümanlar birtakım fırkalara ayrılmış, her fırka büyük şehirlerden birinin etrafında yerleşmişti. Bunlardan her birine "cünd" adı veriliyordu. Şam bölgesinde yerleşen lslam askerleri Şam, Hıms, Ürdün ve Filistin çevresinde bulunmak üzere dört "cünd"e yani ordugaha ayrılıyordu ki bu dört şehre "ecnad" adı verilmesi, ordu merkezleri olmalarından kaynaklanıyordu. Irak bölgesinde yerleşen lslam askerleri Fırat'ın Arap Yarımadası kısmındaki iki ordugaha yerleşmişlerdi. Bunlar daha sonra biri Basra, diğeri Küfe olmak üzere iki şehir oluşturmuştur. Mısır kıtasında bulunan asker ise Mukaddam Dağı eteğinde, Nil Nehri'nin Arap Yarımadası tarafı kıyısında ikamet ediyordu. Sonraları burası da Füstat adıyla yeni bir şehir olmuştu.

Müslümanlar önceleri yerli halkla karışmadan aileleri ile ordugahlarda yaşarlar, bahar geldiğinde atlarını çayıra çıkarırlardı. Atlar kabileye mensup belli kişilerin gözetimi altında, köleler aracılığıyla çayırlara sevk olunurdu. Çayır zamanı geçince de tekrar çadırlara dönülüyordu. Müslümanlar o zamana kadar bedevi bir yaşam sürdükleri gibi, devletin başkentleri veya idare merkezleri de halifenin bulunduğu, gerektiğinde Müslümanların başvurduğu bir merci olan Medine-i Münevvere şehriydi.

Yıllarca devam eden ordugah hayatından sonra lslam fatihleri ve askerleri, Emevilerin iktidarı ele geçirip Hicaz bölgesi yerine, Şam civarına yerleştiklerine şahit olunca, kendileri de onların adetini benimsemiş, Şam veya diğer yeni kurulan şehirlere yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Artık Hz. Ömer'in yerleşik hayatı istemeyen, ziraatle uğraşmayı yasaklayan buyruklarının da zamanı geçmişti. Fetihlerle her geçen gün daha büyük topraklara ve çiftliklere sahip olan Müslümanlar, doğal olarak ziraatla meşgul olmaya başlamışlardı. Bunun sonucu olarak söz konusu ordugahların en büyükleri olan Basra, Küfe, Füstat ve Kayrevan adlarıyla birer büyük şehir haline dönüştüler. Tarım ve hayvancılıkla uğraşmak, ticaret ve zanaatı öğrenmeyi gerektirmişti. Kuşkusuz Müslümanların bu noktaya ulaşmaları uzun yıllar sonunda olmuştur. Önceleri Irak ve diğer bölgelerin ele geçirilmesiyle birlikte devlet hazinesine bir sel gibi akıp gelen fey ve ganimet malları, maişet sağlamak için gelir kaynağı aramaya ihtiyaç bırakmıyordu. Nerede yaşarsa yaşasın her Müslüman'ın bu mallardan mutlaka bir payı vardı. Örneğin Medine ve Şam halkı Irak'tan gelen fey mallarıyla geçimlerini sürdürüyorlardı. Raşid Halifeler devrinin sonlarına doğru başlayan şehirleşme ile birlikte söz konusu bölgenin gelirleri şehir halkına dağıtılmış, bu da Medine halkının gelirlerini azaltmıştı. Bu durumdan rahatsız olan Medineliler, Hz. Osman'a müracaat ederek Irak gelirlerinden kendilerine tahsis edilmiş olan aidatlarını istediler. Halife ise buna karşılık Iraklıların Hicaz, Yemen ve başka bölgelerdeki gelirlerini Medinelilere verdi.


lslam Şehirlerinin Birbirleri Aleyhine Taraftarlığı


Söz konusu dönemde fırkalar arasındaki rekabet ve uyuşmazlık, şehirlere de sirayet etmiş, bu da vatan asabiyet veya şovenizmini iyice körüklemişti. İki lslam şehri arasında ortaya çıkan ilk anlaşmazlık Hz. Osman devrinde Şam ve Küfe şehirleri arasında olmuştur. Kendisinin şehit edilmesi sırasında halifelik iddiasında bulunanlar lehine veya aleyhine ülke toprakları bölündü. Şehirler de siyasi açıdan bölünmeye başladı. Halifelik iddiasında bulunanlar ise bilindiği gibi Hz. Ali, Muaviye, Talha ve Zübeyir idi. Şam halkı çoğunlukla Kureyşli, Muaviye de valileri olduğu için onu desteklediler. Ensardan olan Medine halkı ise kendilerine katılan Mısır ile birlikte Hz. Ali ye destek veriyorlardı. Küfe halkı Zübeyr'e, Basralılar da Talha'ya taraftar oldular.

Hicri 36 yılında yapılan Cemel Savaşı'nda Talha ve Zübeyr şehit oldukları için Irak halkı Medinelilerle birlikte Hz. Ali'nin grubuna katıldı. Daha sonra H. 37 yılında yapılan Sıffin muharebesi sırasında ortaya çıkan Hakem olayında Amr bin el-As'ın hile ile başarılı olması üzerine Muaviye'ye biat ve Mısır, Amr bin el-As 'a terk edilince bu bölge de Muaviye'nin tarafına geçti. Hz. Ali'nin H. 40 yılında şehit olması, Hz. Hasan ve Muaviye'nin vefatlarından sonra Yezid döneminde Hz. Hüseyin'in hilafet mücadelesine başlayıp, Irak halkının desteğini sağlamak amacıyla Hicaz'dan Irak'a gitmesi üzerine, Hicaz halkı Zübeyr'in oğlu Abdullah'a biat etti. Böylece, ülke Abdullah ibn Zübeyr, Hz. Hüseyin ve Yezid taraftarları olmak üzere üçe bölünmüştü. Farklı dönem ve durumlarda söz konusu şehirlerin halifelere verdikleri destek ve yandaşlıkları bir süre devam etmişse de uzun yıllar sonunda her biri kendine özgü çeşitli özelliklerle diğerlerinden ayrılmışlardı. Öyle ki şehirlere özgü bu karakteristik durum, Muaviye devrinde bile dikkat çekiyordu. Muaviye Kufe'den gelen ve huzuruna çıkan özel heyette bulunan lbnü'l-Keva'dan her şehrin ahlak ve kendine özgü huylarını sorduğunda, şöyle cevap vermişti: "Medine halkı, şer ve fitne konusunda hırslı, ancak çıkarma konusunda en aciz halktır. Kufeliler fitneye hep birlikte koşarlar, dağınık bir biçimde dönerler. Mısırlılar en fitneci halk ise de ilk başarısızlıklarında hemen geri dönerler ve pişman olurlardı. Şamlılara gelince; bunlar idarecilerine itaatli, idare ettiklerine ise asi adamlardır." Nesep şovenizminden ayrı olarak, vatan şovenizmi şeklinde ifade ettiğimiz bu şehir asabiyetlerinin altında şehir halkının siyasi menfaatleri yatıyordu. Basra, Küfe, Şam ve Füstad gibi çeşitli kabilelerden oluşan şehir halkı, ortak bir amaç ve hedef doğrultusunda birleşiyor, tek vücut olabiliyorlardı. Bu uğurda silaha sarılıp savaşabiliyorlardı. Oysa farklı kabilelerden oluşan bu halk yaşadıkları şehri bile kabile kabile kendi aralarında pay etmişlerdi. Örneğin Basra; "Ahmas" denilen beş bölgeye ayrılmıştı. Her bölgede bir kabile oturuyordu ki bunlar; Ezd, Temim, Bekir, Abdukays, ve Ehl-i Ali'yeden ibaretti. Ehl -i Ali'ye ise Kureyş, Kinane, Ezd, Buceyle, Haşam, Kays Aylan kabileleri ile ondan türemiş boylar ve Müzeyne kabilesinden oluşuyordu.

İki şehir birbiri aleyhine harp ilan edince bir şehirde bulunan kabilelerden her biri diğer şehirde yaşayan aynı kabileye karşı çıkmıştı. Kufe ile Basra halkı arasında ortaya çıkan Cemel Savaşı'nda Basra'daki Yemen kabileleri Kufe'deki Yemen kabileleri ile Basra'daki Muzarlılar da aynı şekilde Kufeli Muzarlılarla savaşmıştı. Komutanları Muaviye olan Şam ahalisi ile Hz. Ali'nin komutası altında bulunan Irak ahalisi arasında yapılan Sıffin Savaşı'nda da aynı düzenle hareket edilmişti. Hz. Ali, Muaviye'nin ordusunu oluşturan kabileler konusunda yeterli malumatı toplayıp her birinin mevkini araştırdıktan sonra kendi ordusundaki aynı kabile mensuplarıyla karşı karşıya olmak üzere düzene sokmuş, mukabili olmayan kabilelerin de diğerleriyle savaşmalarını emretmişti.

Vatan birliğinin nesep birliği duygusuyla çatışması ve sonunda galip gelmesi gerçeği, dikkat çekici bir durum olup, üzerinde durulması gereken bir husustur. Siyasi mücadeleler, dahili çekişmeler, kısırdöngüler ve ona bağlı gelişmeler bu sonucu doğurmuştu. Aslında bunun en önemli nedeni, vatan birliğinin siyasi emeller ve şahsi menfaatler açısından nesep birlikteliği veya kabilecilikten daha da önemli olması ve sonuç getirmesidir.

Bir şehrin halkı bağlı oldukları vali veya halifenin kabilesine göre sayı ve soy bağı açısından farklı oldukları gibi amaçları da farklı olabiliyordu. İki şehir arasındaki rekabet ve savaş gibi, kabileler arasında da savaş olabiliyordu. Basra ve Küfe halkı arasında ortaya çıkan ihtilaf ve mücadele bunun en çarpıcı örneklerindendir. Hz. Ali ve Hariciler zamanında Basra Hz. Osman'ı desteklerken, Küfe ve Şam Emevi taraftarı, Cezire bölgesi Harici, Hicaz ise Sünni idi. Bununla birlikte bu durum birbirini takip eden devletlerle birlikte değişikliklere uğramış, siyasi havanın değişmesiyle çeşitli ittihadlar ortaya çıkmıştı. Muzar kabilesi ve Yemen arasındaki asabiyet birliği veya soy birliği; Irak, Mısır ve Şam arasındaki vatan birliği; lslam fırkaları arasındaki Sünni, Şia ve Mutezile gibi mezhep birliktelikleri bu durumlarla ilgili örneklerdir.

Hicaz halkının Harameyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine) bölgesinde toplanmış olmaları İslamiyet'in Harameyn'den ayrı olamayacağı, Hz. Ali taraftarlarının Harameyn'de ve bilhassa Medine'de olmalarını ileri sürerek övünmeleri, vatan duygusunun yükselmesine yardım eden başlıca sebeplerden biri olmuştu. Emeviler, Hz. Ali yandaşlarına düşman olmalarına karşın, yine de Harameyn-i Şerifeyn'i ziyaret ve halkına saygı göstermek zorundaydılar. Bu durum özellikle Abdullah ibn Zubeyr'in Kabe'ye sığınıp Emevilerle yandaşlarını Hicaz'dan çıkarmasından sonra Emevilerin güç ve saltanatlarını sekteye uğratmıştı. Emeviler, bunun verdiği zararı ancak Kabe'yi mancınıklarla tahrip ederek kırabilmişlerdi. Yine aynı amaçla peygamberin minberini Medine'den Şam'a naklederek siyasi ve dini egemenliği kendi ellerinde toplamak istemişlerdi. Daha sonra Kabe'nin önemini azaltmak gayesiyle Mansur tarafından Bağdat'ta "kubbe-i hadra" (yeşil kubbe) adıyla Kabe'ye benzer bir bina inşa ettikleri gibi, Irak valisi Haccac bin Yusuf da Vasıt şehrinde bir başka yeşil kubbe inşa ettirmişti. Ancak Hicaz'ın önemini azaltmaya amaçlayan bu çabalardan hiçbiri kayda değer bir fayda sağlayamadı. Müslümanların Hicaz bölgesine olan sevgileri ve bağlılıkları hiçbir dönemde bir başka yöne veya bir diğer şehre çevrilemedi.


Emevilerin Taraftar Kazanma Çabaları


Hz. Muaviye'nin İnce Siyaseti


Birinci Emevi halifesi Hz. Muaviye, Amr bin el-As, Ziyad bin Ebih ve Mugire bin Şu'be gibi büyük dahileri kendine taraftar ve müsteşar yaptığı gibi, onun halefleri de idareyi elde tutabilmek ve otoritelerini sürdürebilmek için ileri gelen büyük şahsiyetleri lütuf ve bağışları ile çevrelerine toplamaya, güçlü muhaliflerini yine bu yolla bertaraf etmeye mecbur kalmışlardı. Özellikle Hz. Peygamber'in kızının çocuk ve torunlarının içinde bulunduğu Şiilerin halifelik iddialarına karşı, saltanatlarını güçlendirip ayakta kalabilmek için ılımlı politikalarını devam ettirmişlerdi. Ancak Emevi halifelerinden hiçbiri hem siyasi hem de idari yetenek ve kapasite açısından Muaviye kadar başarılı olamamışlardı. Muaviye'nin devlet felsefesi ve siyasi anlayışını, idarecilik yeteneği ve becerisini günümüz uygarlıkları açısından değerlendirecek ve diğer medeniyetlerin liderleri ve siyasetleriyle karşılaştıracak olursak çarpıcı sonuçlarla karşılaşırız. Özellikle peygamberin amca çocukları, torunları ve yakınlardan bazı şahısların hilafet talepleri karşısında, Muaviye'nin ne derece hakkı olup olmadığı iddiaları bir tarafa bırakılacak olursa, Muaviye'nin akıl, hikmet, deha ve siyasi beceri açısından onların çoğundan üstün olduğunu açıkça görebiliriz. Tüm namüsait şartlara rağmen, çok fazla şiddet kullanmadan ve kan dökmeden tüm rakiplerini birer birer alt ederek, hükümranlığı ele geçirmesi ve saltanat biçimine çevirmesi çok zor bir olaydı. Ancak Muaviye bu başarıyı, olağanüstü toleransı, hilmi, geniş anlayışı, mükemmel yönetim becerisi ve cömertliği sayesinde elde etmişti.

Muaviye o derece hilm, hoşgörü ve sabır sahibi bir deha idi ki, Ehl- i Beyt'ten olup huzuruna çıkan ve bizzat yüzüne karşı hakaret edip, sert davrananları bile anlayışla karşılar, öç almak yerine onları lütuf ve ihsanlara boğardı. Öyle ki kimi zaman ileri gelen adamları arasında otururken Ehi- Beyt'ten birisi huzuruna çıkıp, hilafeti zorla ele geçirdiğini en ağır sözlerle yüzüne çarpar, Hz. Ali'yi açıktan açığa kendisine tercih ederdi. Ancak Muaviye yine de adeti olduğu üzere müsamaha ve anlayıştan vazgeçmez, ona saygılı davranır, bağış ve hediyelerle gönlünü alırdı. Bu zat Hz. Ali'nin yakınlarından birisi olsa bile, gördüğü güzel davranış ve elde ettiği ihsandan dolayı Muaviye'ye yandaş olabiliyordu.

Rivayete göre Hz. Ali'nin kardeşi Ukayl, bir gün Muaviye'nin yanına gider. Muaviye misafirin kendi kardeşini terk edip yanına gelmesinden çok memnun olur. Sohbet sırasında Ukayl'e, "Ali'yi ne halde bıraktın?" diye sorar. Ukayl, "Allah ve peygamberi hoşnut eder bir halde bıraktım. Fakat seni tam aksine Allah ve peygamberini üzecek bir halde görüyorum," cevabını verir. Muaviye üzgün bir halde "Misafirimiz olmasaydın seni gücendirecek bir cevap verebilirdim," der ve misafirini üzmemek düşüncesiyle odadan çıkar. Ukayl'ın sarayda misafir edilmesini ve kendisine her türlü izzet ve ikramın yapılmasını emreder ve külliyetli miktarda para ve hediye gönderir. Ertesi gün huzuruna davet ederek, "Ali'yi ne halde bıraktın?" diye tekrar sorar. Bu sefer Ukayl, "Ali'yi kendi nefsine senden daha hayırlı bir halde bıraktım fakat sen bana ondan daha hayırlısın," şeklinde cevap verir.

Muaviye'nin Ali taraftarlarına gösterdiği yumuşak ve anlayışlı davranışın, cömertliğin örneği oldukça boldur. Bazen yalnızca yumuşaklık ve müsamahanın yeterli olmadığını görür ve ihsan ve cömertlik metodunu kullanırdı. Düşmanlığından çekindiği herhangi biri huzuruna çıksa, mutlaka memnun olarak ayrılırdı. Bazı kimselerin sırf bağış ve hediye amacıyla huzuruna çıkıp yalan söylediklerini bildiği halde yine de gönüllerini hoş ederdi. Rivayete göre Abdullah bin Zübeyr hilafet davasına başlamadan önce Muaviye'nin kız kardeşinin oğlu Abdurrahman bin ibnü'l Hakem'in yanından kaçarak Muaviye'ye sığınmıştı. Abdurrahman, Abdullah'ın evini yakmıştı. Muaviye'ye şikayette bulunarak, "Abdurrahman evimi yaktı," der. Muaviye, "Evinin değeri nedir?" diye sorunca lbn Zübeyr, "Yüz bin dirhem ederdi," der. Muaviye şahit ister. lbn Zübeyr dostlarından birini şahit olarak gösterince paranın ödenmesini emreder. lbn Zübeyr parayı alıp gittikten sonra Muaviye meclisinde bulunanlara dönerek, "Davacı mı daha yalancı yoksa şahit mi? Evini ben çok iyi biliyorum, kamıştan yapılmış birkaç odadan ibaretti. Ancak onlar söylerler, biz dinleriz. Bizi aldatırlar, biz de aldanırız," diyerek, bile bile aldanmayı kabul ettiğini ifade eder. Muaviye'nin bu tür davranışları, idarecilik kabiliyeti ve toleranslı tavırları kendi devrinde Abdullah ibn Zübeyr gibi kişilerin hilafet davasında başarılı olmalarını engelleyen en önemli nedendir.

Muaviye bu şekilde tolerans, af ve cömertlik temeli üzerine kurulmuş bir siyaset güderek halkın kalbini kazanırken, Hz. Ali bunun tam aksine, mutlak adalet, safiyane doğruluk, dürüstlük ve hakkaniyet ölçüleri doğrultusunda hareket ediyor, valilerinin bile durumlarını gizliden gizliye araştırıyor, halka karşı adil olmaları doğrultusunda onlardan hesap soruyor, bu nedenle de kendi taraftarlarını bile gücendirerek yanından kaçırıyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi en büyük destekçilerinden amcasının oğlu Abdullah bin Abbas bile bu yüzden kendisini terk etmişti.

Muaviye özellikle kabile reisleri ve ileri gelenleri tarafından yapılan en ağır eleştiri ve hakaretleri bile anlayışla karşılıyor, sineye çekiyordu. Sıffin Savaşı'nda Hz. Ali'nin yandaşları arasında bulunan Tabiinin önde gelenlerinden ve nüfuz sahibi bir zat olan Ahnef bin Kays halife olduktan sonra günün birinde Muaviye'nin huzuruna çıkmıştı. Muaviye ona, "Vallahi Sıffin Savaşı'nı hatırladıkça kıyamete kadar sürecek acı bir üzüntü hissediyorum," deyince Ahnef, "Vallahi senden nefret eden yüreklerimiz hala göğsümüzde, sana karşı savaşan kılıçlarımız ise hala kılıflarımızda duruyor. Savaşa bir nokta kadar yaklaşırsan biz ona bir karış yaklaşırız, sen savaşa yürüyerek gidersen biz ona koşarak gideriz," cevabını vererek huzurdan ayrılır. Muaviye ona hiçbir cevap vermez. Perde arkasında bu konuşmayı dinleyen kız kardeşi hayret içinde, "Ey müminlerin emiri! Seni tehdit eden bu adam da kim?" diye sorunca. Muaviye, "Bu adam öyle güçlü bir adam ki öfkelendiğinde Temim kabilesinden yüz bin kişi onun neden öfkelendiğini sormadan ve anlamadan onunla birlikte öfkelenir," cevabını verir.

Bununla birlikte Muaviye mal ve ihsanla elde edemediği veya zorla dize getiremediği bir rakibi olursa Abdurrahman bin Halid bin Velid'e yaptığı gibi, bir hileyle zehirletmekten de çekinmezdi. Abdurrahman, bir taraftan babası ünlü komutan Halid bin Velid'in şöhreti, diğer taraftan bizzat sahip olduğu büyük servet ve gönülleri cezbeden tavırlarıyla Şam bölgesinde büyük nüfuz sahibi olmuştu. Onun bu gücünden çekinen Muaviye kendisini zehirletmeye karar verir ve bu işte de tabip lbnü'l Asal'ı görevlendirir. Bunun karşılığında da hayat boyu ondan haraç almamaya ve de kendisini haraç toplama memuru olarak tayin etmeyi vaat eder. lbnü'l Asal insanı tahrik eden bu vaatler karşısında zehirli bir bal şerbetini Abdurrahman'ın kölelerinden biri vasıtasıyla Abdurrahman'a içirerek onu öldürtmüştür. Muaviye aynı metodu tabiinin kahramanlarından Eşter'e de uygulamıştı. Eşter, Hz. Ali'nin en kahraman adamlarından biriydi. Sıffin Savaşı'nda büyük kahramanlıklar göstermişti. O tarihe kadar Hz. Ali'ye taraftar olan Mısır bölgesi Muaviye'nin ince siyaseti neticesinde karışık bir durum arz etmeye başlamıştı. Fesat ve kargaşayı boşa çıkarmak amacıyla Hz. Ali, Eşter'i Mısır'a vali tayin etmişti. Eşter'in bu görevde başarılı olacağı, işin başına geçtiğinde Mısır'ın Muaviye'ye karşı duracağı kesindi. Bunu tahmin eden Muaviye, Kızıldeniz kıyısında bulunan Kulzum şehri haraç reisine, "Eşter Mısır'a vali tayin olunmuş. Ondan beni kurtarırsan sen ve ben sağ kaldıkça senden vergi almam," diye haber göndermişti. Bu vaat üzerine haraç reisi Eşter'in güzergahı olan bir yerde onu beklemiş, kendisini karşılamış ve misafir olmasını rica etmişti. Yemekten sonra zehirli bir bal şerbeti içirerek öldürmüştü. Muaviye Şam halkına "Hz. Ali Eşter'i Mısır'a vali tayin etmiş, ona beddua ediniz," dediği için Şam halkı her gün Eşter'e beddua etmeye başlamışlardı. Eşter'i zehirleyen adam Muaviye'nin huzuruna çıkarak Eşter'in öldüğünü haber verince, Muaviye mimbere çıkarak "Ali'nin iki sağ kolu vardı. Biri Ammar bin Yasir Sıffin'de, diğeri Eşter de bugün ölmüştür" dedi. Eşter'in vefat haberi Amr b. el-As'a ulaşınca, "Allah'ın baldan da ordusu vardır," demekten kendini alamamıştır.


Amr bin el-As


Gerek Muaviye gerekse yandaşları amaçlarına ulaşmak için hemen her türlü siyasi manevra ve taktiği denedikleri, göreceli bir adalet yolunu tercih ettikleri halde, Hz. Ali ve taraftarları tam aksine bu tür işlere tenezzül etmiyorlar, dinin emir ve yasaklarından, mutlak adalet ölçülerinden ayrılmak istemiyorlardı. Hatta Hz. Ali ve taraftarlarının bu üstün meziyetleri Muaviye'nin başarısına da yardım etmişti. Örneğin Sıffin'de aslında zaferi Hz. Ali kazanmak üzereydi. Savaş devam etse ve Hz. Ali galip gelseydi Muaviye'nin tüm emelleri bitecek ve hayalleri sönecekti. Böylece Ümeyyeoğullarının da güç ve şöhreti sona erecek, halifelik de Hz. Ali ve soyuna kalacaktı. Ne çare ki Amr bin el-As'ın hilesi nedeni ile kazanılması açık olan bir başarı yok oldu. Muaviye iki ordunun birbirine hızla saldırmasıyla kendi ordusunun zafiyetini büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığıyla müşahede ediyor, kötü sonu anlayınca da kendisiyle beraber savaşan Amr b. el-As'a dönerek, "Ey As'ın oğlu! Zeka ve yetenek zamanı işte bu zamandır. Acıklı ve tehlikeli bir noktadayız, mahvoluyoruz. Bir de sana söz verdiğim Mısır valiliğini unutma!" diyerek, bu içinden çıkılması çok zor olan vahim duruma bir çare bulmasını istedi. Bilindiği üzere Amr b. el-As da Kur'an-ı Kerim yapraklarının mızrak uçlarında yukarı kaldırılmalarını ve "Allah'ın kitabı aramızda hakem olsun, biz birbirimizi böyle bitirirsek Rum, Türk ve diğer milletlerden olan düşmanlara karşı Şam hududunda Şamlılardan, Irak hududunda Iraklılardan başka kimler duracak?" diyerek bağırmalarını tavsiye etti. Hz. Ali'nin yandaşları bu yeni durumu görüp, haykırmaları duyunca savaşı bırakıp, hakem tayinine razı oldular. Bu olay ile Amr b. el-As hedefine ulaşmış, Hz. Ali'yi azlettirmiş ve Muaviye'ye biat etmişti. Kuşkusuz Amr b. el-As böyle bir hile yapmasaydı Muaviye perişan ve zavallı bir hale düşecek, Hz. Ali'nin de o meydanda gösterdiği büyüklük olmasaydı, Amr b. el-As öyle bir hileden önce ölenler arasına katılacaktı. Çünkü Amr b. el-As bu hileyi düşünmeden önce savaş meydanına atılmış ve Hz. Ali de ona karşı çıkmıştı. İki savaşçı karşı karşıya gelince, Hz. Ali, Amr b. el-As'ı tanımış, güçlü bir darbe ile vücudunu ortadan kaldırmak ve bir düşmandan kurtulmak istemiş, hatta vurmak için kılıcını da kaldırmıştı. Hz. Ali'nin elinden kurtulmanın çok zor, ölümün de mutlak olduğunu anlayan Amr b. el-As kurtulmak amacıyla, yüzündeki örtüyü açarak, korkmuş bir vaziyette ve özür diler bir halde, "Kardeşinin hareketi kendi isteğiyle değil, mecburidir!" diye bağırmış, istemediği halde savaşa katıldığını ileri sürerek, Hz. Ali'nin alicenablığından ve mertliğinden yararlanmak istemişti. Aslında Hz. Ali, onun bu hilesini bildiği halde, öldürmekten vazgeçmiş, asalet ve necabetinden dolayı yüzünü ondan çevirmiş ve sadece: "Sen ne fena adamsın!" dernekle yetinmişti. Amr b. el -As bu hileyle kendini ölümden kurtarmıştı. Onun bu korku dolu hareketi, "Amr'ın zillet içinde elde ettiği gibi bir hayatta hiçbir zaman hayır yoktur!" şeklinde şiirleşmiş, Araplar arasında korkaklığı ifade için kullanılan bir deyim ve atasözü haline gelmiştir.

Hz. Ali taraftarlarının karakterleri de halifelerinden farklı değildi. Aslında dünyevi emeller düşüncesiyle Muaviye'ye katılan azınlık dışında, söz konusu yüzyılda Müslümanların genel ahlakı aynı şekilde üstün özellikler ve merdane davranışlarla bezenmişti. Hz. Ali'de ise bu üstün meziyetler adeta tecessüm etmiş bir haldeydi. Hz. Ali Muaviye'yle yaptığı mücadelede bir parça hoşgörülü davranmış olsaydı, olası birçok kötülüğü ve olumsuzluğu engellemiş olacaktı. Ne yazık ki tarihin kaydettiği bu büyük şahsiyet, mert tabiatı ve üstün ahlaki meziyetlerinin gereğini yapıyor, siyasetin dolambaçlı yollarına tenezzül etmiyordu. Bu yüzden Kureyşliler, "Ali çok cesur, kahraman ve cengaver bir adamdır, fakat savaşta isabetli, doğru karar veren ve tedbir sahibi olan biri değildir," diyorlardı. Muaviye deha, zeka, hüsn-i rey ve tedbir gibi özellikleriyle hilafeti elde etmiş ve kendi nesline bırakmıştır. Oğlundan sonra hilafet Emevilerden Mervanoğullarına geçmiş ise de sayıları çok olan ve en önemlileri Hz. Ali'nin çocuklarından oluşan hilafet taliplerinin rekabet ve mukavemetini kırma konusunda muktedir olamamıştı. Bununla birlikte Muaviye onları sakinleştirecek ve -susturacak siyasi planlarında oldukça başarılı olmuştur. Onlar da Muaviye'nin ölümünden sonra hilafetin kendilerine döneceği ümidiyle Muaviye'den çekinirler, siyaset ve tedbirine güven duyarlardı. Ancak Muaviye bu beklentileri boşa çıkararak halifeliği oğlu Yezid'e bırakınca, Hz. Ali taraftarları ve diğerleri Hicaz, Irak ve diğer bazı bölgelerde ayaklandılar. Rakiplerden her biri hilafetin kendi hakkı olduğunu iddia ediyordu. Bu yüzden hicri 68'de Arafat'ta kendisi için hilafet talebinde bulunan dört kişinin diktirdiği dört sancak bir araya gelmişti. Sancaklardan biri Emevilere, ikincisi Muhammed bin el Hanefiye adına Şiilere, üçüncüsü Abdullah bin Zübeyr'e, dördüncüsü de Haricilerden Necde-i Hururi'ye aitti. Bunlardan sonra daha başka kişiler de hilafet davasına kalkışmışlar ama Arap asabiyetini kullanarak taraftar toplama konusunda Emevilerden başka hiçbiri, iddiasında başarılı olamamıştır. Hz. Ali ve Hz. Muaviye'nin buraya kadar anlattığımız kişisel yetenek, tavır ve siyasetleri dışında, Emevilerin yandaş toplama ve başarılı olmada etkili olan sebepleri aşağıda ele alacağız.


Emeviler Devri'nde Maaşlar


Devlet Hazinesinden Ödenen Maaşlar


Belli kişilere maaş tahsisi etmek Emevilerin taraftar kazanmak, güç ve otoritelerini artırmak şeklinde özetlenen siyasetlerine yardım eden en büyük etkenlerden biriydi. Devlet maaşları, askerin veya Müslümanların maaşları demekti. İslam'ın ilk yıllarında tüm Müslümanlar asker statüsünde kabul edildiğinden, hepsine ayrı ayrı maaşlar bağlanmıştı. Bu maaşlar soy bakımından Hz. Peygamber'e yakınlık veya İslamiyet'teki öncelik itibarıyla farklı miktarlardaydı. Aslında fey gelirlerinden ödeniyordu. Bunların dışında savaşa gitme gücüne sahip olmadıkları için fakir sayılan diğer bir Müslüman kitlesi daha vardı ki bunların maaşı da zekat anlamına gelen sadaka mallarından ödeniyordu. Gerek fey gerekse zekat mallarından her birinin özel bir divanı ve özel bir muhasebesi vardı.

Devlet hazinesine her kim nezaret ederse, Müslümanların hakkına nezaret anlamına geldiğinden, Müslümanların onunla iyi geçinmeleri ve ona hoş görünmeye çalışmaları doğal bir durumdu. Beyt'ül- mal veya devlet hazinesi Muaviye gibi usta, nasıl ve ne şekilde hareket edilmesi gerektiğini, kime ne kadar verileceğini çok iyi bilen bir adamın kontrolünde bulunursa bu büyük güce karşı elbette hiç kimse duramazdı. Muaviye devlet hazinesinin kontrolünü eline aldığı zaman, zamanın icabına göre maaşları artırma, eksiltme veya tamamen kesme konusunda dilediği gibi hareket edebilirdi. Ancak amacına uygun olduğu için çoğu kez maaşları kat kat artırdı. Halifeliği döneminde peygamberin soyundan olan Ali yandaşlarının ve diğerlerinin halifelik iddialarına kalkışmalarından çekindiği için, bunlara karşı son derece cömert davranarak, büyük maaşlar bağlamıştı. Hz. Ömer tarafından düzenlenen maaş listesine göre, Hz. Hasan ve Hüseyin'in maaşları 5 bin dirhemden ibaret iken, Muaviye bu maaşları 1 milyon dirheme yükseltti. Yani söz konusu maaşı 200 kat artırdığı gibi Peygamber'in amcasının oğlu olduğu ve kendisinden çekindiği için İbn-i Abbas'a da bu miktarda büyük bir maaş tahsis etmişti. Hz. Ali'nin kardeşinin oğlu Abdullah bin Cafer bin Ebi Talib gibi Medine'de oturan büyük sahabelerin çocuklarından olup Müslümanlar arasında önemli ve seçkin bir konumda olan şahıslara da yüksek maaşlar bağlamıştı. Kuşkusuz Muaviye'nin bu cömert davranışının nedeni bir taraftan kalplerini kazanmak, diğer taraftan da Medine halkının gönlünü okşamaktı. Bu kişiler Muaviye'den aldıkları paraları dünyevi rahat ve refahları, zevk ve sefaları için Medine halkına dağıtırlardı. Hatta bazıları bütün maaşını şarkıcı ve şairlere verirlerdi. Bu konuda en cömert olan şahıs Hz. Hasan ve Hüseyin'in amca çocukları olan Abdullah bin Cafer'di. Bu zat Şam'da Muaviye'yi ziyaret edip maaşını alır almaz Medine'ye döner, hepsini Medine halkına dağıtırdı. Rivayete göre Muaviye'nin oğlu Yezid'in halife olduğu bir gün yanına çıkar. Yezid ondan maaşının ne kadar olduğunu sorunca Abdullah, "Bin bin" (yani bir milyon) dirhem deyince Yezid, "Biz bu maaşı bir kat daha artırıyoruz," der. Abdullah teşekkür olarak, "Babam anam sana feda olsun bu sözü senden başka kimseye söylemiş değilim," karşılığında bulunur. Bunun üzerine Yezid, "Bu miktarı da ikinci kez katlıyoruz," diyerek maaşı dört milyon dirheme çıkarır. Devlet ileri gelenlerinden bazıları bir adama dört milyon dirhem maaş verilmesini garip karşılar. Yezit onlara: "Siz bilmiyorsunuz. Bu parayı bir adama değil, bütün Medine halkına veriyorum. Çünkü bu adam ancak bir vasıtadan ibarettir," cevabını verir.

Muaviye Arap kabilelerinin desteğini sağlamak için de aynı politikayı izlemiştir. Akıllı ve toleranslı siyasetiyle kabilecilik bağları kendi kabilesinden uzak olsa bile birlikte savaştığı herhangi bir kabileye ayrım yapmaksızın yüksek maaşlar tahsis ederdi. Kendisi için tehlikeli gördüğü düşman kabileleri de düşmanlıklarını bertaraf etmek için maaş listesine dahil etmişti. Kendisine muhalif Yemenlilere lütuf ve ihsanda bulunduğu halde, tehlike oluşturmayan ancak soy itibariyle kendisine yakın bulunan Kays kabilesine maaş vermemişti. Hatta bu kabile başkanlarından bazıları bizzat Muaviye'ye müracaat edip maaş talebinde bulunmuşlarsa da bir şey koparamamışlardı. Örneğin bu kabileye mensup ünlü şairlerden Miskin Darimi, Muaviye'den bir maaş koparabilmek için kendisini öven beyitler söylemişse de ret cevabı almış, bunun üzerine Muaviye'yi suçlayıcı yeni bir şiir yazmış ve aradaki soy bağlarına işaret ederek serzenişte bulunmuştu.

Ancak Muaviye ne bu şiire ne de şairin sitemlerine aldırış etmişti. Muaviye'den dolgun maaş alan Yemenliler zamanla maddi açıdan çok güçlenmişler, devlet içerisindeki ağırlıklarını yükseltmişlerdi. Kays ve benzeri diğer Adnani kabileleri ise, tam aksine her geçen gün zayıflamışlar, perişan düşmüşlerdi. Muaviye bir gün Yemenlilerden birinin, "İstesem Şam'da bir Mudarlı bırakmam, hatta elbisemin kuşağını çözmeye kalmadan hepsini Şam'dan çıkarırım," dediğini işitince, Yemenlilerin devlet içinde büyük bir tehlike oluşturacaklarını anlamış, kabileler arasında bir denge oluşturmanın lüzumunu görerek, Kays ve ona yakın kabilelerden dört bin kişilik hazır bir kuvvet meydana getirmişti. Ayrıca önceleri tüm çabalarına rağmen maaştan mahrum ettiği Miskin Darimi'ye de aylık bağlamış, Yemenlileri deniz savaşlarında, Kayslıları ise kara savaşlarında görevlendirmişti. Gerek İslam'dan önce gerekse sonra, tarihleri boyunca birbirlerine karşı hiç bitmeyen düşmanlık hisleriyle ve rekabetle dolu olan Adnani ve Kahtanileri böyle bir arada, dengeli ve hoş bir biçimde idare etmek, yalnızca Muaviye'nin dehasıyla ve siyasi basiretiyle becerdiği, başarılı icraatlarından sadece biri olarak kabul edilir.

Sıffin Savaşı gibi Emevilerle rakipleri arasında patlak veren önemli savaşlarda Emevilere yardım edenlerin maaşları da ayrıca yükseltilmişti. Hz. Ömer, Kadisiye Savaşı'na katılan lslam askerlerinin maaşlarına zam yaptığı gibi, Muaviye de büyük savaşlarda kendisi uğruna baş koyanların gelirlerini aynı şekilde artırmıştı. Muaviye'den sonra gelen halifeler de aynı yolu takip etmişler, destekçilerini yüksek maaşlarla memnun etmişler, şairlerin dillerinden kurtulmak veya onlar aracılığı ile halkın gönlünü kazanmak düşüncesiyle sınırsız ihsanlarda bulunmuşlardır. Halbuki lslam hukukuna göre davranan dini bütün insanlar nazarında fey mallarından yapılan bu gibi harcamalar Beyt'ül-malin hukukuna bir tecavüz olarak kabul ediliyordu. Çünkü fey malları Allah'ın veya Müslümanların malı kabul ediliyordu. Hz. Ali taraftarlarının Sıffin Savaşı'nda Muaviye'ye düşman olmalarının nedenleri arasında bu sarfiyatın da ciddi rolü olmuştur. Emevilerin büyük halifesi Ömer b. Abdülaziz, Raşid Halifelerin yolundan giderek, şairlere gereksiz maaş bağlamayı, lütuf ve cömertlikte bulunmayı yasaklamışsa da ondan sonra gelen halifeler eski düzeni devam ettirmişlerdir.

Emeviler sıradan bir bedevi olsa bile, kendilerine müracaat edenlerin hemen hepsine maaş tahsis ettiklerinden, çoğu kez çölde yaşayanlar da develerini satarak şehirlere gelirler ve maaş talebinde bulunurlardı. Bununla birlikte izzet ve gururuna düşkün olanlar haksız bir amaç için vicdanlarını satmaya, yani Ehl-i Beyte karşı çıkmak karşılığında bu maaşların verildiğini bilirler ve böyle bir gelirden nefret ederlerdi. Örneğin bu bedevilerden Saha-yı Eşcai'nin hanımı, kocasını Medine'ye gidip develerini satıp, maaş talebinde bulunmak konusunda teşvik etmişti. Hanımının ısrarlarına dayanamayan bedevi, develeri önüne katarak Medine'ye ulaşır, şehre yaklaşınca sulamak için develeri bir havuza sokar. Develerden biri tam bu sırada sürüden ayrılır, kaçmaya başlar. Diğer develer de onun arkasından koşup giderler. Bedevi onlara yetişip çevirmek için elinden geleni yapar ancak başarılı olamaz. Bunun üzerine hanımına gelerek, "Görüyorsun ya, develer bile kendi vatanlarını arzuluyor," diyerek yaşadığı yere geri döner ve maaş fikrinden vazgeçer.

Emevilerin büyük halifelerinden biri olan Abdülmelik bin Mervan: "Dünyada en mesut insan yeterli miktarda maaşı ve geliri olan, huyuna uygun bir hanımı bulunan, pislik ve çirkinlik bulaşmış kapılarımıza (devlet daireleri kastediliyor) tenezzül edip de eza ve cefasını çekmeyen kimsedir," derdi. Medine halkı Ensar ve Kureyş'in büyükleri olarak, Hz. Ali'ye taraftar olmaları Emeviler için önemli bir meseleydi. Bu yüzden Medine'de bulunan Emevi valisi devlet gelirlerinden sürekli bir biçimde, Kureyş'ten arzu edenlere senetler karşılığında borç para verirdi. Borçlular doğal olarak valiye karşı minnettarlık hissederler, yanına gidip gelmeye başlar, samimiyeti artırmaya çalışırlardı. Vali de bunu kullanır, gücendiği borçluyu ekonomik baskı altına alır, onu sıkıntıya sokardı. Çok etkili bir korkutma ve susturma aracı olan bu yöntem Abbasi halifesi Harun Reşid'in zamanına kadar devam etmiş, bu tür bazı senetler Abdullah bin Mus'ab bin Zübeyr tarafından kendisine ihbar edilince, bu baskılara kızan Harun Reşid de senetleri yırtıp parçalamıştır.

Hangi Müslüman olursa olsun, hatta bütün bir şehir halkı bile olsa, Emevilere muhalefet edenin maaşı derhal kesilirdi. Nitekim halife Velid, Zeyd bin Ali kendisine karşı ayaklanınca, bütün Harameyn halkının maaşlarını kesmişti. Bunun dışında Velid, Hazın ailesi fertlerinin maaşlarını da kesmiş, mal ve çiftliklerini ellerinden almıştı. Bunun nedeni de Hz. Osman'ı şehit edenlerin bunların evlerinden geçerek Hz. Osman'ı öldürmüş olmalarıydı. Hazın ailesi Mansur'un devrine kadar böylece yaşamış, söz konusu halife onların bu mağduriyetlerine son vermişti. Emevilerin zamanında ensar da birçok defa maaşsız kalmıştı. Bunların Ehl-i Beyte yardım ve destek olmaktan başka hiçbir günahları yoktu. Abdülmelik bin Mervan kendisi gibi Emevi oldukları halde sırf Halid bin Yezid bin Muaviye'ye darıldığı için Ebu Süfyan ailesine mensup herkesin maaşlarını kestirmişti.

Emevilerin, istedikleri kimseleri devletin gelir kaynaklarından faydalandırmaları, istemediklerini mahrum etmeleri, bu başına buyrukluk ve kuralsızlıklarını, yanlış olduğunu bile bile halkın onlara yaranmaya çalışmalarını, bununla beraber bazen bu haksızlıkları birbirlerine itiraf etmekten çekinmemelerini garip görmemek gerekir. Aşağıdaki olay buna bir örnektir. Küfe Valisi Mugire bin Şube, görevden alınacağını anlayınca Muaviye ve oğlu Yezid'e yaranmak, makam ve mevkiini garanti altına almak amacıyla daha önce kendi teşvikleriyle veliaht olan Yezid'le birlikteyken Yezid kırmızı bir çadırda oturtulmuş, halk grup grup gelerek halifeye ve veliahta tebriklerini arz etmişti. Tebrikte bulunan kişilerden biri tebrik vazifesini ifadan sonra Muaviye'nin huzuruna dönerek, "Ey müminlerin emiri! Oğlunu veliaht olarak tayin etmeseydin Müslümanlar perişan olacaklardı," biçiminde tabasbus dolu sözler sarf eder. Muaviye o sırada yanında hazır bulunan tabiinin büyüklerinden Ahnef bin Kays'a, "Sen niye bir şey söylemiyorsun?" diye sorunca Ahnef, "Yalan söylersem Allah'tan, doğru söyler¬ sem sizden korkarım," cevabını verir. Muaviye Ahnefe, "Allah sana devletine karşı olan itaatinin mükafatını versin!" diyerek lütuf ve ihsanda bulunur. Ahnef huzurdan çıktığında biraz önceki yalaka ve münafık adam karşısına çıkıp, "Ey Ahnef! Muaviye ile oğlunun Cenab-ı Hak'ın şerli mahlukları olduğunu biliyorum. Fakat ne çare ki bunlar devletin hazinesini ele geçirip kapılar arkasında gizlediler. Bu paradan bir hisse alabilmek için ben de işittiğin gibi durumu idare edecek bir iki sözden başka çare yoktur," diyerek münafıklık ve yalakalığının nedenini açıklamaya çalışmıştır.


Hz. Ali'nin Titizliliği, Abdullah ibn Zübeyr'in Aşırı Tutumluluğu


Emevilerin rakipleri olan Ehl-i Beyt ile Abdullah ibn Zübeyr'in gerek aşırı tutumluluk, gerekse dindarlığından kaynaklanan bir özellik olarak saçıp savurma ve maaş dağıtma konusunda sıkı olmaları, Emevilerin hedeflerine ulaşmalarını kolaylaştıran etkenlerden biriydi. Hatta bazıları, "insanlar içinde Ehl-i Beyt ve Abdullah bin Zübeyr'den daha sıkı adam görülmemiştir," demeye başlamıştı. Onun bu tutumu çoğu kez kendisinin heybetini düşürüyor ve halkın Emevi tarafına kaymalarına neden oluyordu. Hz. Ali tarafından Hire valiliğine yollanan Maskala bin Hübeyre-i Şeybani, Hz. Ali'nin adamlarından biri tarafından ele geçirilmiş 500 kadar esir görünce, şefkat duygusuyla hazinenin parasından onları 500 dirheme satın almış ve hürriyete kavuşturmuştu. Hz. Ali validen bu paraların ödemesini istemiş, o ise ancak yarısını ödeyebilmişti. Hz. Ali'nin adamları tarafından bütün paranın ödenmesi için yapılan ısrar ve baskıyı görünce, "Allah'a yemin olsun bu makamda Hind'in oğlu (Muaviye) olsaydı bu yarıyı benden istemezdi. Hele Hz. Osman olsa bütün parayı bana hibe ederdi," dedi. Hz. Ali'nin adamları, "Fakat Ali bu paradan vazgeçmez," deyince bundan gücenen Maskala, Hz. Ali'yi terk edip Muaviye'nin tarafına iltihak etmiştir. lbn Zübeyr'in bütün mesaisini sonuçsuz bırakan cimriliğine bir örnek olmak üzere; kardeşi Musab, Irak'ın ileri gelen büyüklerinin yardım ve cansiperane gayretiyle, Muhtar bin Ebi Ubeyd'i katlederek bütün Irak bölgesini biraderi adına itaate bağladıktan sonra, şehrin ileri gelenleriyle birlikte Mekke'de Kabe'nin içinde bulunan kardeşi lbn Zübeyr'in yanına çıkmış ve "Ey müminlerin emiri! Irak'ın en başta gelen büyüklerini yanına getirdim. Oranın en yüksek sınıfı ve ileri gelenleri bunlardır. Kendilerine hazineden maaşlar vermelisin," teklifinde bulunmuştu. Abdullah bin Zübeyr buna cevaben, "Allah'ın mallarını kendilerine vereyim diye Irak halkının kölelerini mi bana getiriyorsun? Vallahi 

onlara kuruş bile vermem!" diyerek teklifi reddetti. Bu ret ve kötü muameleyi haber alan ve gönülleri kırılan Iraklılar oradan uzaklaştılar. Abdullah bin Zübeyr'in aleyhinde Abdülmelik bin Mervan'la bağlantıya geçtiler. Sonunda Musab'a hıyanet edip zulmettiler. Bu olay Abdullah b. Zübeyr'in hilafet mücadelesini bitiren en önemli olaydır.

Şiilerin takva ve diyanet ehli dindar insanlardan başkasına maaş tahsisinde gösterdikleri cimrilik de bundan farklı değildi. Halbuki Emeviler bunun tam aksine kendi yandaşlarını memnun etme konusunda son derece cömert davranıyor, onları lütuf ve ihsanlara boğuyorlardı. Örneğin Abdülmelik bin Mervan, Amr Şa'bi, savaş ehli olmadığı ve katılmadığı halde bir hadis rivayet ettiği için iki bin dirhem maaş tahsis ettikten sonra, oğullarından ve aile fertlerinden yirmi kişiye de ikişer bin dirhem maaş bağlatmıştı. Şairlere de bağış ve hediyelerden başka iki bin dirhem kadar belirli maaş veriliyordu. Şairler Emevileri medhedip övdükçe maaşları da o oranda artırılıyordu. Valiler de halifelerinin yolunu takip ediyor, aynı cömertliği göstermekten geri kalmıyorlardı. Bununla birlikte Emevilerden bazı dindar ve takva ehli halifeler şairlerin devlet hazinesinden maaş almalarını caiz görmüyorlardı. Ömer bin Abdülaziz bunların başında geliyordu. Kendisine maaş bağlanılması konusunda ısrar eden bir şaire bir şey vermek zorunda kalırsa yapacağı yardım ve bağışı, devlet hazinesinden değil, kendi özel malından yapıyordu. Emevi yöneticileri bir şairin kendi arzularına aykırı bir harekette bulunduğunu gördüklerinde -daha önce de belirttiğimiz gibi- maaşını kesmekten çekinmezlerdi. Oysa Hz. Ömer, şairler bir tarafa, Kur'an hafızlarının bile kendi kendilerini geçindirecek bir geçim yolu bulmalarını, halk üzerine yük olmamalarını tavsiye ederdi.


 

Emeviler Devrinde Kazanç Yolları


Kendilerine taraftar ve destek kazanmak için bol para harcamak zorunda kalan Emevilerin vergi toplamak ve toplanan gelirleri halka dağıtmak konusunda Raşid Halifelerin metoduna aykırı yeni bir politika takip etmek zorundaydılar. Beyt'ül-male gelen mallar Müslümanların ortak gelir ve mülkü kabul edilir, halife diğer Müslümanlar gibi belirli bir maaştan fazla bir şey alamazdı. Bütün devlet gelirlerinin tümü Müslümanların işleri için harcanırdı. Daha önce birkaç kez işaret ettiğimiz gibi, Hz. Ebubekir vefat ettiğinde devlet hazinesinde tek bir dinardan başka para bulunamamıştı. Hz. Ömer kendi maaşından fazla paraya ihtiyaç duyduğunda maaşından mahsup olunmak üzere Beyt'ül-malden borç alırdı. Kendisi devlet hazinesinde para birikmemesi düşüncesindeydi. Bundan başka Hz. Ömer Müslümanların geçimlerinin Beyt'ül-mal tarafından teminat altına alındığını göz önüne alarak onları ziraattan, çiftlik sahibi olmaktan men etmişti. Onun amacı Müslümanların hazır bir askeri güç halinde devam etmesi lslam askerleri tarafından ele geçirilmiş olan yerlerin gelirlerini de askerin maaşına karşılık tutmaktan ibaretti. Hazinenin gelir kalemlerini oluşturan haraç, cizye ve sadakanın tahsil ve sarfı şer'i hukuka dayanan birtakım kurallara bağlanmıştı.


Emevi Valileri


Başarı ve iktidarlarını sürdürebilmek için yandaş toplamak zorunda olan Emeviler, Arap kabilelerini teker teker memnun ederek yeni yeni şehirler inşa etmeye başlamışlardı. Buna paralel olarak lslam hukukunun vergi konusundaki bazı kurallarını ihmal etmişlerdi. Örneğin Muaviye'nin valisi Ziyad bin Ebih, Yezid'in valisi Ubeydullah bin Ziyad, Abdülmelik bin Mervan'ın valisi Halid Kasri gibi amaçlarına ulaşmak yolunda dini kural ve hükümlere çok fazla önem vermeyen müstebit ve kan dökücü valileri bu yolda görevlendirmişlerdi. Halifeler valilerine para toplamalarını ve biriktirmelerini emrederlerdi. Onlar da ne yolla olursa olsun para tahsilini caiz görürlerdi. Muaviye bir gün Ziyad'a, "Altın ve gümüş olarak topladığın malları benim için ayır!" diye emir göndermişti. Ziyad bu emri maiyetinde bulunan memurlara tebliğ ederek nakden tahsil olunan paralardan hiç kimseye maaş verilmemesini emretti. Valiler topladıkları paraların bir kısmını kendi ceplerine atıyorlardı. Valilerde aranılan en önemli vasıf, halifeye sadakat ve sadakatte sebattan ibaret olduğu için paraların bir kısmını cebe attıkları için kendilerinden hesap sormak şöyle dursun tam aksine sadakatlerini devam ettirmeleri için göz yumarlardı. Bu sayede servet biriktirmeye fırsat bulan valiler o derece zengin olmuşlardı ki yalnız birinin yıllık geliri 10 milyon dirheme ulaşmış ve bütün serveti ise 100 milyon dirhemi geçmişti. Valiler bu kadar çok gelire sahip olunca masrafları da aynı oranda artmış, valilik maaşlarının hiçbir önemi kalmamıştı. Hatta Abdülmelik bin Mervan zamanında Horasan'a vali olarak gönderilen Ümeyye bin Abdullah halifeye, "Horasan haracı mutfağımın masrafına bile yetişmiyor!" diye yazmıştı. Halifeler valilerin devlet mallarına el uzattıklarını görünce devlet adına servetlerine el koymaya (müsadere) başladılar. Bir valide aşırı bir servet biriktiğini haber aldıkları zaman servetini ve valiliğini elinden alırlar, yerine yeni bir vali gönderirlerdi.

Bazı valiler savaşla fethedilen topraklarda yaşayan halktan fazla vergi toplamada herhangi bir sakınca görmezlerdi. Bu toprakları bir gelir kaynağı kabul ediyorlardı. Emevilerin Irak valisinin, "Irak arazisi Kureyş'in bahçesidir. İstediğimizi alır, istemediğimizi bırakırız," dediği gibi, Amr b. el-As da ne miktar cizye verileceğini sual eden Mısır'da bulunan Ahva emirine, "Yerden tavana kadar olan boşluk dolusu para versen bile ne miktar cizye vereceğini sana söylemem. Siz ancak bizim bir hazinemizsiniz. Çoğa gerek duyarsak çok, aza muhtaç duyarsak az alırız" demişti. Bunu diyenler Mısır'ı savaş yoluyla fethedilen bir yer kabul ederlerdi. Diğer biri de, "Sugd; müminlerin emirinin bahçesidir!" demişti.


İslamiyet ve Cizye


Kısacası valiler her ne vasıta ve şekilde olursa olsun tahsilat konusunda büyük çaba harcarlardı. Devletin gelir kaynakları ise cizye, haraç, zekat veya sadaka ve öşürden ibaretti. Müslümanların İslamiyet'in ilk yıllarında bu gelir kaynaklarının en önemlisi cizyeydi. Çünkü söz konusu dönemde İslam devletlerinde yaşayan gayrimüslimlerin sayısı oldukça fazlaydı. Emevi valilerinin bunlara yaptığı baskı ve şiddet onların hızla Müslüman olmaları sonucunu doğurdu. Ancak bunlar dinlerini değiştirmekle de bu vergiden yakayı kurtaramıyorlardı. Bazı zorba valiler gayrimüslim halkın İslam'ı kabul etmelerinin İslam'a rağbet etmeleriyle değil, cizyeden kurtulmak amacıyla olduğuna inanıyorlardı. Müslüman olan ehl-i zimmetten cizye tahsiline teşebbüs eden ilk idareci ünlü Haccac bin Yusuf idi. Ümeyye oğullarının Ifrikiyye, Horasan ve Maveraünnehir'de bulunan valileri de Haccac'ın izini takip ettiklerinden, kendi topraklarında İslam'ı kabul etmiş olan birçok kimse, yeni dinde sebat etmeyi arzu etmelerine rağmen, sırf cizye tahsiline devam edildiğini görünce tekrar eski dinlerine dönüp mürted olmuşlardı. Özellikle Horasan ve Maveraünnehir ahalisini Emevilerin son zamanlarına kadar İslamiyet'i kabul etmekten men eden sebep, İslam'ı kabulden sonra da kendilerinden cizye tahsiline devam olunması endişesinden başka bir şey değildi. Ne zamanki hicri 110 yılında Eşrez Horasan'a vali tayin olununca Semerkant halkı İslamiyet'i terk etmiş bulunuyordu. Eşres oraya Ebu's-Sayda adında bir memur göndermek istedi. Ebu's Sayda, "Oraya giderim fakat bir şartla her kim Müslüman olursa ondan cizye alınmayacaktır!" dedi. Ve bu şartı kabul ettirdiğinde Semerkant'a giderek İslam olanlardan cizye alınmayacağını ilan etmişti. Halk grup grup İslam'a girme konusunda yarışıyordu. Sonuçta doğal olarak cizye gelirleri epey azaldı. Semerkant mutasarrıfı gelirdeki bu düşüşü vali Eşres'in dikkatine sunduğunda, Eşres verdiği sözden dönerek mutasarrıfa, "Harac Müslümanların önemli gelir kaynaklarındandır. İşittiğime göre Sugd ahalisi ve birtakım halk lslamiyet'e inandıkları için değil, ancak cizye ödemekten kurtulmak için kabul etmişlerdir. Bu durumu araştırarak onlardan her kimi sünnet olmuş, Kur'an okumuş, farzları yerine getiriyor görürsen ondan cizye alma; bu özellikleri taşımayanlardan cizye toplaman gerekir," dedi. Bunun üzerine halk sünnet olmaya, Kur'an okumaya, namazlarını kılmaya, cami ve mescitler inşa etmeye başladı. Yeni uygulamayı gören hükümet memurları durumu yine valiye bildirdiler. Her hal ve durumda para tahsilini arzu eden vali her kimden haraç alınırsa onlardan tekrar haraç toplanmasını emretti. Müslüman olanlardan tekrar cizye toplanmaya başlandı. Cizye alınmak istenilen bu Müslümanlar 7 bin kişi halinde Semerkant'tan birkaç fersah mesafede toplanarak hükümete karşı isyan ettiler. Bu isyanın etkisiyle Sugd ve Buhara halkı lslam'ı terk etmiş, Türkler de savaşa hazırlanmışlardı. Söz konusu halk Nasır bin Seyyar'ın Horasan valiliğine tayin olunduğu zamana kadar isyanlarını sürdürmüşler ve mürted olarak kalmışlardır. Nasır valilik makamına ulaşınca daha önce yapılan hatayı anlayarak Müslüman olanlardan cizye alınmayacağını ilan ettirdi. Bunun üzerine bir hafta içinde cizye veren 30 bin Müslüman kendisine müracat ve hükumete itaat ettiklerini arz ettiler.

Emevilerin haraç gelirlerini artırmak amacıyla, vergi mükelleflerine yaptıkları baskıları bir bir anlatmak uzun süreceği için burda kesiyoruz. Başka bir yerde de belirttiğimiz gibi valiler, feyden gelen mallarda istedikleri gibi tasarrufta bulunuyorlardı. Ömer bin Abdülaziz'den başka Emevilerden hiçbir halife bu keyfiliği önlemeye teşebbüs etmedi. Bu adil halife hilafet makamına geçer geçmez devlet hazinesinden gelen maaş ve diğer gelirleri kestirdiği gibi, yakınlarına, yani Emevi hanedanı mensuplarına da kendisi gibi davranmalarını önermişti. Ancak bu tavsiyeye kimse uymadı. Valilerine, "Cenab-ı Hak'ın Hz. Muhammed'i halka doğru yol gösterici olarak gönderdiğini, vergi tahsildarı olarak göndermediğini" yazarak, İslam'ı kabul edenlerden cizye alınmamasını emreden de bu Hz. Ömer karakterli adil halifeydi. Ne yazık ki bu büyük halifenin mutlu hilafet dönemi çok uzun sürmedi. Velid'in oğlu Yezid de Ömer bin Abdülaziz'in yolunu takip etmek istemiş, ancak o da aynı başarısızlığa uğramıştı. Anlaşmaların (muahid) yarı diyetini halifenin alması Emeviler tarafından konulan yarı meşru vergilerden biriydi. Ömer bin Abdülaziz makam-ı hilafete geçince bu vergiyi de kaldırmıştı.


Sadaka ve Rüşvet


Emevilerin aşırı savurganlığı, lslam askerleri arasında dağıtılan fey, ganimet, cizye gelirlerinin dışında, zekat mallarına da el uzatılmasına neden olmuştur. Halifeler bu yüzden, şair ve diğer şahıslara çoğu kez zekat mallarından ödül verirlerdi. Oysa bu gibi mükafat ve ihsanlar, İslami ölçülere göre ya halifenin özel hazinesinden veya devlete üstün hizmet edenler olarak, fey ve benzeri mallardan ödenmeliydi. Halifelerin, şairleri fukara sınıfından kabul ederek, onlara sadaka malından bağışta bulunmayı caiz görmüş olmaları da akıldan uzak değildir. Böyle olsa bile bu da yanlış bir düşüncedir. Çünkü şairlerin bir bağışa veya ihsana layık olması sırf halifeyi övmek ve memnun etmekten kaynaklanıyordu. Yani halifelerin özel hizmete karşılık olan bu mükafatı kendi ceplerinden çıkarıp vermeleri gerekirdi. Ayrıca halifeler çoğu kez diğer Müslümanlara da zekat mallarından maaş bağlamışlardı. Ancak askerler zekat gelirinden maaş almak istemiyor, bu maldan maaş alınmasını kendi mevki ve haysiyetlerine bir hakaret kabul ediyorlardı. Örneğin Abdülmelik bin Mervan hac farizasını ifa etmek üzere Medine'de bulunduğu sırada Medine halkına maaş vermek istemişti. Maaşlar zekat işaretini gösteren keseler içinde dağıtılmaya başlanınca Medine halkı almaktan vazgeçmiş, Hz. Ali taraftarı olmaları nedeniyle bunun hakaret amaçlı bir davranış olduğunu kabul etmişlerdi. Bunun üzerine Abdülmelik bir atasözüyle Medinelilerle Emeviler arasında Hz. Osman'ın şahadet ve Hirre olayından beri süregelen nefret ve düşmanlığı hatırlatmıştı.

Emeviler çoğu kez, özellikle de idarelerinin iyice zayıfladığı ve yıkılışa doğru yöneldiği dönemlerde paraya ihtiyaç duyduklarında, vilayetleri rüşvet karşılığında satmaktan da çekinmemişlerdi. Velid bin Yezid, hilafet makamına çıkınca halkın sadakat ve itaatini artırmak maksadıyla maaşları yükseltmek istemişti. Ancak cizye gelirleri buna kafi gelmemişti. Ayrıca kendisine derhal para yetiştirecek zorba valileri de olmadığından, yeni bir gelir kaynağı olarak Horasan vilayeti ile ona bağlı şehirleri Yusuf bin Ömer'e satmıştı. Bunun zamanında bütün valilikler ve devlet makam ve mansıpları da rüşvetle dağıtılıyordu. Halbuki Velid'den önceki halifeler zamanında valiliklere tayin ancak üstün bir hizmet ve çabanın karşılığı olarak yapılıyordu. Nitekim Muaviye Mısır valiliğini Amr bin el-As'a Hz. Ali ile yaptığı mücadelede kendisine destek vermesine bir mükafat olarak vermişti. Muaviye'nin halefleri de aynı politikayı devam ettirmişler, yeni taraftarlara muhtaç oldukça kabile reislerini valilik tevcihi vaadiyle kendilerine çekmişlerdi. Hatta bu o kadar bilinen ve alışılan bir husustu ki herhangi bir kabile reisi bir halifenin desteği için davet edilirse bunun karşılığında belirli bir paranın veya bir vilayetin bağışlanmasını şart kabul ederlerdi. Rivayete göre Abdülmelik bin Mervan lrak'ta Musab bin Zübeyr'le mücadele ettiği dönemde Basra ve Kufe reislerine haber göndererek desteklerini istemişti. Söz konusu reisler halifenin davetine icabet etmişler ancak birtakım şartlar ileri sürerek bazı valiliklerin kendilerine verilmesini talep etmişlerdi. Garip olan nokta şu ki, bu reislerden kırk kişinin hepsi de lsfahan valiliğini istemişti. Abdülmelik bu isteklere karşı şaşkınlık içinde, "Bu lsfahan denilen yer nasıl şeydir?" demekten kendini alamamıştır.


 

Dindarları Aşağılayıcı Davranışlar


Emeviler Ehl-i Beyt'in hilafete daha layık olduklarını ve bunun itirazı mümkün olmayacak derecede açık bulunduğunu bildikleri halde hilafet mücadelesine kalkışınca devrin hukukçuları, alimler ve diğer ileri gelenlerinin çoğu Ehl-i Beyt'in hakkını teslim etmişler ve taraftar olmuşlardı. Ne çare ki Arap şovenizminin körüklediği duygular Emevilere yardım etmiş, hemen her devirde muzaffer olan güç ve kuvvet o dönemde de galip gelmişti. Bununla birlikte alimlerin çoğu ve takva ehli büyükler fırsat buldukça Ehl- i Beyt'i savunmaktan, Emevilerin galip gelmek için kullandıkları metotların ve yaptıkları zulüm ve baskıyı kendilerine ihtar ve Allah'tan korkmaları lüzumunu hatırlatmaktan çekinmiyorlardı. Halife Muaviye daha önce de birkaç kez vurguladığımız gibi hilm ve zeka ile bezenmiş bir zat olduğundan, bu konuda kendisine yapılan eleştiri ve uyarıları anlayış ve yumuşaklıkla karşılar, kendisine uzatılan sivri dilleri güzel muameleyle, ihsan ve lütuflarla susturmasını bilirdi. Halk Muaviye'nin bu olumlu davranışlarını, anlayış ve zeka dolu idareciliğini bildiği için her geçen gün eleştirilerin dozajını da artırmıştı. Halife Abdülmelik bin Mervan ise kendinden önceki halifelerin aksine katılık ve şiddete başvuran biriydi. Abdullah bin Zübeyr'in şehit edilmesinden sonra H. 75 yılında, Abdülmelik hacca gitti. Ehl-i Beyt'in taraftarlarının yaşadığı Medine'ye ulaştığı zaman onlara karşı söylediği nutukta şöyle demişti: "Devlet işlerini idareden aciz bir halife olmadığım gibi, riyakar bir halife de değilim. Akılsız, tedbirsiz (yani Yezid) halifeye de benzemem. Bu milletin itaatini sağlamak için kullanacağım tek ilaç kılıçtan ibarettir. Siz muhacirlerin sıfatlarını muhafaza ediyor, ancak onlar gibi iş görmüyorsunuz. Bize takva ve salah tavsiye ettiğiniz halde kendiniz bununla amil olmazsınız. Allah'a kasem ederim ki bu dakikadan sonra her kim bana takvanın lüzumunu hatırlatırsa onun kellesini uçururum!" Abdülmelik bu tehditle "emr -i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker"i (iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama) yasaklayan ilk halife olmuştu. Bu şekilde şiddet ve baskı Emevi mualiflerine epey ağır ve zor geldiğinden, Muaviye'nin zamanını aramaya başlamışlardı. Abdullah bin Zübeyr'in Muaviye'nin ölüm haberini işitince: "Allah Muaviye'ye rahmet etsin. Biz onu aldatıyorduk. O da bize aldanıyor gözüküyordu," dediği gibi, halk Muaviye devrinin özlemini dile getirmeye başlamıştı.


Kur'an-, Kerim ve Haremeyn'e (Mekke ve Medine) Saygısızlık


Abdülmelik bin Mervan dini hükümlere aykırı olsa bile şiddet ve baskıyı açıktan açığa kullanmaktan çekinmiyordu. Onun bu politikası valisi ve destekçisi Haccac bin Yusufu örnek aldığını akla getirse de, biz böyle bir iddiayı pek gerçekçi bulmuyoruz. Çünkü Abdülmelik halife olmadan önce çok dindar ve şeriat hükümlerine bağlı görünürken hilafet makamına çıkar çıkmaz dünya ikbaline düşkünlüğünü, hırsını, dinin emirlerine karşı kayıtsızlığını açıkça göstermekten çekinmemişti. Rivayete göre bir gün Kur'an okurken hilafetin kendisine intikalini haber alır almaz Kur'an'ı kapayarak, "Seninle bu en son muhaveremdir," demiş.

Abdülmelik bu sözleri açıkça söyledikten sonra Kabe'yi mancınıkla dövmesini, Kabe'nin içinde bulunan Abdullah b. Zübeyr'i katlederek başını kendi eliyle koparması için valisi Haccac'a müsaade etmesini garip görmemek gerekir. Bilindiği üzere Kabe ne içinde ne de dışında savaş yapmanın caiz olmadığı bir kutsal makamdır. Emeviler bu eşi benzeri olmayan suçu da işlediler. Kabe'de üç gün boyunca insan öldürdüler. Kabe'yi yıktılar, taş ve örtüler arasında ateş yaktılar. Haremeyn'den biri olan Medine'ye girerek halkını kılıçtan geçirdiler. Bu sırada her kimin kapısını kapalı gördülerse evini, içinde bulunan bütün eşyasıyla birlikte ateşe verdiler. Hatta Kıpti ve Nebatlıların evlerine girerek kılıçlarını omuzları üzerinde taşıdıkları ve Kur'an'ı ayakları altına düşürdükleri halde Kureyş kadınlarının yaşmaklarını yüzlerinden sıyırıp atmışlar, ayak bileklerinde bulunan halhalları söküp almışlardır.

Emeviler sahabe ve tabiinden ve ehl-i takva'dan birçok büyük insanı da idam etmişlerdi. Bu kan dökücü hareketleriyle yapmak istedikleri kendi saltanatlarının güçlendirilmesi için Hz. Ali ve yandaşlarını küçük düşürmek ve yok etmekti. Yine bu yüzden Hz. Ali'ye cami minberlerinde lanet okudular. Herkesin de lanet okumasını emrettiler. Bu emri dinlemeyenleri de idam ettiler. Bu yolda ilk idam olunan da Hacer bin Adiy idi ki, Muaviye'nin zamanında katlolunmuştu. Minberlerde Hz. Ali'ye lanet etmek Ömer bin Abdülaziz'in hilafeti dönemine kadar devam etmişti. Kendisi halife olunca bu kötü adeti kaldırmıştır.


Hilafet ve Nübüvvet


Emeviler dini hüküm ve kurallara aykırı bir yolda giderken, kendilerine yaltaklanan ve saygıda bulunan zalim ve cebbar valiler yüzünden de şiddet ve istibdatta çok ileri bir noktaya varmışlardı. Bu yolu açan Abdülmelik'in zulmüyle ünlü valisi Haccac bin Yusuf olmuştur. Haccac halifeye "halifetullah" (Allah'ın halifesi) lakabı ile hitap etmenin ötesinde, peygamberliğin üstünde tutmak derecesine kadar, hilafeti üstün kabul etmişti. "Gökyüzü ile yeryüzü ancak hilafet ile kaimdir. Allah'ın yanında halifeler, melekler, nebi ve rasullerden önde gelir. Çünkü Cenab-ı Hak kendi eliyle Hz. Adem'i yaratarak melekleri ona secde ettirdikten ve cennette iskan eyledikten sonra yeryüzüne indirmiş, onu halife yapmış, melekleri de elçi kılmıştır." Haccac bu açıklamaya itiraz edenlerle karşılaşınca, "Sizce bir adamın kendi ailesi arasında vekili mi daha muteberdir yoksa bir iş için gönderdiği adamı mı?" diyerek susturmaya çalışırdı. Abdülmelik bu tür yalakalık ve dalkavuklukları işittikçe çok memnun oluyordu. Hişam bin Abdülmelik'in valisi Halid Kasri gibi, Haccac'dan sonra iktidar mevkiine gelen diğer şiddet taraftarı valiler de Haccac'ın politikasını sürdürüyor, sözlerini tekrar ediyorlardı. Söz konusu Halid bir gün Mekke'de bir nutuk atmış ve, "Ey insanlar! Sizce bir adamın kendi ailesi üzerine mensup olan vekili mi o adamın nazarında daha büyüktür yoksa ailesine gönderdiği adam mı?" demiş ve bu sözlerle Hişam'ın konumunun Hz. Peygamber'in konum ve mevkiinden daha büyük olduğunu göstermek istemişti. İşlerinde sırf maddi menfaatlerden yararlanmak düşüncesiyle Müslüman olan bazı kişiler ve devlette çöreklenmiş diğer münafıklar da valilerin bu anlamdaki sözlerine göre hareket ettiklerinden, devlet işleri bir kat daha fazla fesada uğramıştı. Valiler bu gibi aşağılık icraatlara cüret ettikçe taraftarı kendilerine çanak tutuluyor, dine ve diyanette tecavüz eyledikçe kendilerine destekçi bir sürü dalkavuk, mefaat sağlamak amacıyla çevrelerinde pinekliyorlardı. Rivayete göre Halid Kasrı Kur'an-ı Kerim'in ezberlenmesini çok ciddiye almadığından, hangi ayeti okumak istese yanlış okuyordu. Bir gün bir konuşmasında bir ayet okumak istemiş fakat şaşırmıştı. Tagallüb kabilesine mensup dalkavuk dostlarından biri Halid'e: "Ey Vali! Sıkılmayınız. Bunun çok önemi yoktur. Kur'an-ı ezberlemiş bir akıl ve iz'an sahibi görmedim. Onu ancak ahmaklar ezberler," demiş. Halid de buna, "Gerçekten çok doğru söylüyorsun," şeklinde cevap vermiş.

Dine bu derece saygısızlık gösterildikten sonra Mervanoğullarının şarapçısı Velid bin Yezid'in sarhoşluğu, zevk ve safa zamanında Kur'an'a ok atmaları, çok büyük bir cüret olarak görülmemelidir. Kaynakların verdiği bilgilere göre Velid gecenin birinde Mushaf-ı Şerifi açmış, karşısına: "Rasüller Allah'tan yardım ve zafer istediler. Neticede her inatçı, zorba, zalim hüsrana uğradı. İş bununla bitmeyecek, ardından o zorba, cehenneme girecek. Orada kendisine kanlı irinli su içirilecek, yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecek. Ölüm her yandan ona geldiği halde yine de ölemeyecek. Bunun arkasından da pek şiddetli bir azap daha vardır," (lbrahim Suresi, 15 -17) ayetlerini görmüştü. Hemen Mushafın asılmasını emretti. Eline yay ve ok aldı. Üzerine ok ata ata mushafı parçaladı ve şu anlamdaki beyitleri söyledi: "Her inatçı cebbarı tehdit mi ediyorsun? işte ben o cebbar ve inatçıyım. Mahşer günü rabbin ile karşılaştığında git ona Velid beni parçaladı diye şikayet et.

Emeviler genel olarak, lslam'ın yayılması için de çok fazla çaba sarf etmiyorlardı. Amaçları yalnızca galip gelme, yağma, talan ve hazineyi doldurmaktan ibaretti. Onların devrinde Sind, Türkistan gibi uzak memleketlerde bulunan halk lslam'ı kabule istekli iken bile, lslamiyet'in yayılması sekteye uğramıştı. Emevilerin şiddet ve tamahkarlıklarından dolayı bölge halkı lslam devletinden nefret etmeye başlamışdı. Kendilerine layık görülen iyi muamele veya baskıya göre bazen Müslüman, bazen de mürted oluyorlardı. Ancak büyük halife Ömer bin Abdülaziz hilafet makamına geçerek adaşı olan Hz. Ömer'in adaletli yolunu takip edince, Sind hükümdarlarına ve diğerlerine mektuplar yollayarak ülkelerinin hakimiyeti ellerinde kalmak şartı ile Müslümanlarla aynı hukuka sahip olmak üzere, lslamiyet'e davet eyledi. Bu mümtaz ve adil halifenin dürüstlüğü hakkında bilgi sahibi olan halk hemen bu davete icabet ederek Müslüman oldular ve eski isimlerini Arapça isimlerle değiştirdiler. Fakat hicri 101 yılında Ömer bin Abdülaziz şehit edilip de Emeviler önceki kötü siyasetlerine geri dönünce söz konusu halk da lslam dinini terk etti.

Zalim Emevi halifelerinin, tabiinden, dindar ve itibarlı insanlardan idam ettikleri dışında Hz. Ali'nin çocuk ve torunlarına reva gördükleri zulümleri de bu zihniyete göre kıyaslamak gerekir.



Emeviler Devrinde Şiddet ve Kan Dökücülük


Raşid Halifeler zamanında halifeye itaat etmeyi bir farz kabul eden, memleket işlerinin idaresinde hile veya şiddete tenezzül etmeyen Müslümanlar, hem söz hem de eylem olarak hak yoldan ayrılmazlardı. Müslümanlardan biri bir suç veya günah işlese derhal bunu bizzat itiraf eder ve halife tarafından düzenlenen bir mecliste cezası yerine getirilirdi. İşlerin idaresi ve devletle ilgili hükümleri araştırma, inceleme ve hileye muhtaç olmadığı gibi, yerine getirilmesinde de baskı ve zorbalığa lüzum görülmüyordu. Bazen de yalnızca uyarıyla yetiniliyordu. Bizzat halife yanlış bir eylemde bulunsa halkından birisi gibi kendisine de aynın yapılmaksızın aynı ceza verilirdi. Söz konusu dönemde hapishaneler yoktu. lslam devletlerinde ilk hapishaneleri tesis eden halife Muaviye'dir. Nitekim özel birlikler oluşturan ilk idareci de odur. Daha önceki dönemlerde hapishaneye çok lüzum görülmemişti. Örneğin Hz. Ömer herhangi bir idareciyi huzuruna çağırdığında, o idareci -bu görevden kaçması halinde halifenin kendisini zorla götürtemeyeceğini bildiği halde- yine de tevazu ve sadakatinden dolayı halifenin emrine itaat eder, huzuruna giderdi. Halife kime had cezası uygun görürse suçlu hemen hükme razı olurdu. Hz. Ömer büyük suçların işlenmesine cesaret verir düşüncesiyle en küçük suçlan bile cezasız bırakmazdı. Bu yüzden kendisi ciddi ve sert bir halife olarak şöhret bulmuştu.


Müslümanlar mertlik, alicenaplık ve izzetinefise düşkünlük gibi üstün özelliklerini henüz kaybetmedikleri bir dönemde, Muaviye makamı saltanata geçip de Irak, Fars, Mısır ve diğer yerlerin valiliklerini kendisine destek veren yandaş dahilere dağıtıp, halka karşı büyük bir müsamaha ve anlayışla yaklaşınca valiler halkın rahat konuşma ve hareketlerinin ileride sıkıntılar doğuracağından korkarak şiddet kullanmaya başlamışlardı. Muaviye'nin valilerinden şiddet politikasını tercih eden ilk idareci Irak valisi Ziyad bin Ebih olmuştur. Onun düşüncesine göre, güya kendisi Hz. Ömer'i örnek alarak şiddet ve baskı ile işleri idare ediyordu. Fakat o bu konuda ölçüyü kaçırmış, hakkı tecavüz etmişti. Ziyad, Muaviye'nin saltanatını güçlendirmek uğruna her türlü şiddeti gösteren ilk vali olduğu gibi, zan ve şüphe üzerine ceza veren ilk idareci de o olmuştu. Ziyad'tan sonra oğlu Ubeydullah bin Ziyad, Yezid bin Muaviye'nin devrinde Irak valiliğine tayin edilmişti. Onun zamanında Hz. Hüseyin halifelik iddiasıyla Yezid'e biat etmeyi reddetmiş ve Irak'a doğru yönelince halife Yezid, vali lbn Ziyad'a, "Bir suçlama veya töhmet varsa adamı hapset. Zan ve şüphe üzerine de olsa ceza ver. Fakat sana karşı isyanını ilan edenlerden başka sakın kimseyi öldürme!" diye yazmıştı.


Abdülmelik bin Mervan'ın devrinde Irak valiliği Haccac'ın eline geçince hilafet davasında bulunanların sayısı da çoğalmıştı (H. 65-86). Haccac, Ziyad ile oğlu Ubeydullah tarafın¬ dan kullanılan şiddet ve zulüm politikasını sürdürmek istemiş¬ se de bu yolda sının aştığından, icraatları helak ve yok etmekten ibaret olmuştu. Bununla birlikte Haccac aslında Ziyad ve oğlu Ubeydullah'tan daha zorba ve zalim bir adam değildi. Ancak Ziyad'ın zulmünü Muaviye'nin müsamaha ve yumuşaklığı, oğlu Ubeydullah'ın baskılı icraatını da Yezid'in öldürmeyi ancak kendi aleyhine savaşmaya teşebbüs edenlerle sınırlı tutması konusundaki emirleri tamir ediyordu. Haccac'ın şiddetini tamir edecek veya örtecek herhangi bir yardımcı yoktu. Tam aksine Haccac'ın zulmüne Abdülmelik bin Mervan'ın zulmü de ilave ediliyordu. Bu şekilde şiddet şiddet üzerine yığılıyor, Haccac'ın cebbarlıkta pek ileri gitmesine neden oluyordu. Bu yüzden Müslümanlar karşılaştıkları tahammül edilmez zulümler sebebiyle Emevi devletine düşman olmuşlardı. Doğal olarak devlete karşı isyan eden fırkaların sayısı da her geçen gün artıyordu. Bunlar Emevi halifelerinin eylem ve icraatlarını dine karşı yapılmış bir cüretkarlık ve hakaret olarak kabul ediyorlardı. "Emeviler öyle bir zalim güruhtur ki, en kan dökücü, zalim bir şekilde de olsa idam veya öldürülmeye meyyaldirler. Zan ve şüphe üzerine ceza verirler. Keyfi hükümlerle hüküm verirler. Azıcık gazaba geldiklerinde bile adam öldürürler," diyorlardı.


Busr bin Ertad ve Çocukların Öldürülmesi


Kaynaklardan anlaşıldığına göre, Emevilerin yönetim esasları devrin idari yapısından çok farklı olmayacak bir biçimde, baskı ve şiddet üzerine kurulmuştu. Ancak onlar bu baskı ve otoritede belli bir sınırda kalmamış, düşmanlarını yok etmek ve sınırlarını güçlendirmek için zulüm ve tecavüzde ileri gitmişlerdi. Valilerine sınırsız yetki veriyorlar, gerekli gördüklerinde halifenin görüşünü almaksızın dilediği gibi davranma, öldürme de dahil cezalandırmada tam yetkili kılıyorlardı. Halbuki Raşid Halifeler devrinde bu ve benzeri icraata asla müsaade olunmazdı. Halifeler Medine'de ikamet ederler, lslam beldelerinde yaşayan halkın her türlü işleriyle yakından ilgilenirler, bizzat onları görüp gözetirlerdi. Emevilerden Ömer bin Abdülaziz kendi döneminde Raşid Halifeleri örnek alan bir metot takip etmek isteyip yeni bir devir açmak istemişse de başarılı olamamıştı. Zehirlenip öldürüldükten sonra hilafet makamına gelen Yezid bin Abdülmelik eskiden beri devam eden şiddet ve zulüm metoduna tekrar dönülmesi için valilerine emirler göndermişti. Hülasa Emevi hükümdarları bir taraftan kendi menfaatlerini temin etmek, diğer taraftan valilere cesaret vermek amacıyla onlara oldukça geniş yetkiler veriyorlardı.

Hatta bizzat kendileri Muaviye'nin zamanında bile bazen valileri açıktan açığa gaddarlığa özendirirlerdi. Muaviye, Hakem olayından sonra -Hz. Ali hayatta iken- Büsr bin Ertad'ı bir orduyla göndermişti. Rivayete göre o orduya memleketi sıkı bir şekilde teftiş etmelerini, Hz. Ali taraftarı olan kime rast gelirlerse ortadan kaldırmalarını emretmişti. Büsr önce Medine'ye gitmiş ve Hz. Ali yandaşlarından birçoğunu öldürmüş, evlerini yıktırmış, sonra Mekke ve diğer şehirlere giderek oralarda da vahşetine devam etmiş, sonra da Yemen'e yönelmişti. Burada Hz. Ali yandaşlarından olup Yemen valiliğinde amcasının oğlu Abdullah bin Abbas bulunuyordu. Abdullah, Büsr'ün kendi üzerine yürüdüğünü işitince, öldürülmekten korkarak kaçmıştı. Büsr, aradığı adamı bulamayınca biri Abdurrahman, diğeri Katem isminde iki oğlunu kendi elleriyle boğazlamıştı. Rivayete göre bu iki çocuk çölde Kinane kabilesinden birinin yanında bulunuyordu. Büsr, çocukları öldürmek istediğinde Kinaneli adam, "Bu iki masum çocuğu öldürmek mi istiyorsun? Onları öldüreceksen beni de beraber öldür," demişti. Büsr, çocuklarla beraber onu da öldürmüş, bunun üzerine Kinane kabilesinden bir kadın Büsr'ün yüzüne haykırarak, "Be zalim adam! Büyükleri öldürüyorsun bunu anladık. Peki çocuklara böyle kıyılır mı? Allah'a yemin olsun ne Cahiliye Devri'nde ne de İslami devirde böyle cinayetler görülmedi. Ey Ertad'ın oğlu "bir padişahlık ki küçük çocukların, yaşlıların öldürülmesiyle, merhametsizlik ve şefkatsizlikle, akraba ve yakınlarına zulüm ve baskıyla ayakta durur ... Bu saltanat cihanın en bedbaht, en kötü hükümranlığıdır," der. Çocukların annesi de bir ağıt yazmış, özel günlerde, toplantılarda perişan ve üzgün bir biçimde ömür boyu söyleyip ağlamıştır.

Bununla birlikte bu gibi vahşet örnekleri daha önce anlattığımız, Muaviye'nin ünlü zeka ve hilmi ile uzlaştırılamadığından, kendisinin onayıyla yapıldığı kanaatinde değiliz. Büyük ihtimalle Muaviye, valiyi gönderdiğinde ona geniş yetkiler vermiş ancak buna bir sınır çizmemişti. Büsr aslında kan dökücü ve zalim bir adam olduğundan, güzergahı üzerinde kime rastlamışsa çocuk ihtiyar ayırmaksızın idam etmişti. Hz. Ali'nin vefatından sonra yine bu adam tarafından Ziyad bin Ebih'in çocuklarına da aynı muamele yapılmak istenildiği halde, buna Muaviye'nin engel olması, bu düşüncemizi destekleyen kuvvetli bir delildir. Muaviye Fars bölgesinde valisi olan Ziyad'ın kendisine karşı bir komplo yapmasından korktuğu için, yanına getirilmesi işini Büsr'a vermişti. Büsr, Ziyad'ın çocuklarını ele geçirmiş ve ona, "Çocukların elimdedir. Ya çabucak emre itaat eder gelirsin ya da onları idam ederim!" diye haber göndermişti. Fakat Muaviye bu durumu haber alınca çocuklara bir zarar verilmemesini emretmiştir.

Muaviye'nin müsamahalı ve esnek siyasetine rağmen valilerinin uygulamaları bu derece katı olursa, şiddet ve baskıcı siyasetiyle meşhur olan Abdülmelik bin Mervan zamanındaki valilerin ne derece zalim ve gaddar olacaklarını tahmin etmek çok zor olmamalıdır. Artık zulüm ve zorbalığa, şiddet ve kan dökücülüğe bu derece fırsat verildikten sonra Haccac tarafından idam olan insanların 120 bine, hapishanede bulunanların da 50 bin erkek ve 30 bin kadına ulaşmış olmasına şaşılabilir mi? Fakat onun efendisi Abdülmelik ondan kat kat zalim, kan dökücü ve gaddar bir adamdı. Hatta lslam tarihinde eman verdikten sonra emanını bozup zulüm yapan ilk kimse de Abdülmelik'ti. Abdülmelik'in adamlarından Amr bin Said saltanata göz dikmiş, Abdülmelik'in H. 69 yılında Irak'ta Musab bin Zübeyr'le muharebe etmek üzere Şam'dan ayrılmasını fırsat bilerek şehrin üzerine yürümüş ve ele geçirmişti. Abdülmelik yolda durumu haber alınca derhal Şam'a dönmüş, Amr ile birkaç gün savaşmış ancak galip gelememişti. Hakimiyetin elinden çıkmasından korkmaya başlamıştı. Bunun üzerine Abdülmelik ona barış teklif etmiş, o da razı olmuştu. İki taraf arasında Abdülmelik'in ona eman verdiğini belirten bir anlaşma (emanname) yazılır. Amr, emanı elde ettikten sonra korkacak bir şey kalmadığını düşünerek atı üstünde Abdülmelik'in çadırına kadar gelir ve huzuruna çıkar. Daha sonra Abdülmelik de Şam'a geri döner.

Bu anlaşmadan dört gün sonra Halife Abdülmelik, Amr'ı huzuruna çağırtır. O da yatsı vaktinde geleceğini söyler. Yatsı vakti gelince beraberinde mevalisinden yüz kişi bulunduğu halde Abdülmelik'in huzuruna çıkar. Abdülmelik'in yanında Mervanoğullarından bir cemaat de bulunmaktadır. Amr'ın mevalisi ise sarayın dışında beklemektedir. Abdülmelik, Amr'ı güzel bir tavırla kabul eder. Yakınındaki koltuğun üzerinde oturtur ve kendisiyle sohbete başlar. Sohbet sırasında ona, "Benimle beraber otururken kılıç taşımak caiz mi?" diyerek kılıcı uşaklara vermesini söyler. Amr da kılıcı çıkarıp teslim eder. Daha sonra Abdülmelik ona dönerek, "Bak ben ne yaptım. Bana karşı isyan ettiğinde yemin etmiştim. Tekrar bana sadakatini gösterir bir arada bulunursak seni tutsağa koymak ahdim olsun demiştim. Şimdi bu yeminimi hatırlıyorum. Yerine getirmek istiyorum," der. Mervanoğullarından mecliste bulunanlar, "Sonra serbest bırakacaksın değil mi?" diye sorarlar. Abdülmelik, "Bu doğal bir şey değil mi? Amr'a fenalık yapabilir miyim?" cevabını verir. Mervanoğulları Amr'a dönerek, "Bu durumda müminlerin emirinin yeminini yerine getirmelisin," derler. Amr aklına herhangi bir fenalık getirmeksizin ellerinin boynuna bağlanmasına izin verir. Samimi bir ifadeyle, "Ey Müminlerin Emiri! Beni bu şekilde halkın huzuruna da çıkar!" der. Abdülmelik bu tehlikeli düşmanını bu şekilde bağladıktan sonra öldürmeden önce halka gösterecek olursa yandaşlarının intikamından çekindiği için bu şekilde halkın huzurunda görünmek istemeyi bir hile kabul ederek, "Ey Amr! Ölümün yaklaştığı zamanda bile hileyi düşünüyorsun, öyle mi? Seni böyle bağlı olarak halkın huzuruna çıkaramayız," cevabını verir. Ve Amr'ı sert bir şekilde çekerek yere düşürür. Amr'ın ağzı tahtaya çarpar ve ön dişlerinden ikisi kırılır. Amr, Abdülmelik'e dönerek, "Ey Müminlerin Emiri! Allah'tan kork. Bir kemiğim kırıldı. Daha ileri gitme," ricasında bulunur. Abdülmelik, "Bana gadr ve hıyanette bulunmayacağına, Kureyş'e hizmet edeceğine kani olsaydım seni bırakırdım. Ancak hiçbir yerde bizim gibi iki rakip bir arada yaşayamaz. Mutlaka biri diğerini mahveder," cevabını verir. Amr, Abdülmelik'in kendisini öldüreceğini anlayınca, "Sende hainlikle birlikte gaddarlık da var ha!" diyerek sitemde bulunursa da, bundan bir yarar görmez. Abdülmelik Amr'ı hemen oracıkta katleder.

Bu olaydan anlaşılıyor ki Abdülmelik'i ahdinden çeviren ve gaddarlığa yönelten şey saltanatı elde etmeye hevesli birçok rakibinin ortaya çıkmasıydı. Söz konusu dönemde din ve takva duyguları oldukça sarsılmış olduğundan, hakimiyete göz dikenler vicdanen de hiçbir engel tanımıyorlardı. Bir başka deyişle güçlü zayıfı yutuyordu. Her kim rakibinin vücudunu ortadan kaldırabilirse hükümdar o oluyordu. İşte buna ne pahasına olursa olsun, öldürme ve yok etme siyaseti denilir. Bu katı ve hile temelli siyaset metodu, Emevilerin hakimiyetlerini güçlendirmeleri yolunda büyük faydalar sağladığı gibi daha sonra hilafeti elde eden Abbasiler ve benzerleri için de geçerli bir adet haline gelmişti. Bu şekilde en son vuku bulan hadise Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın Memlükları öldürmesi ve yok etmesiydi. Emeviler bu usulü en çabuk biçimde başarıya ulaşmak ve rakipten kurtulmak amacıyla kullanıyorlardı. İdarelerine karşı isyan eden herkesi, vakit geçirmeksizin öldürüp ortadan kaldırmak istiyorlardı. Onun yok edilmesiyle arkadaş ve yandaşlarının dağılacağını çok iyi biliyorlardı. Eğer bekledikleri gelişme olmaz ve taraftarlar dağılmazsa bu kez de yandaşlarını para ve menfaat temin ederek kendi yanlarına çekiyorlar, satın alıyorlar ve tehlikeyi ortadan kaldırıyorlardı.


Kelle Hazinesi


Emeviler kendilerine karşı isyan eden Haricileri sadece öldürmekle yetinmiyor, taraftarlarını korkutmak amacıyla cesetlerini de parçalıyorlardı. Harici reislerinden katlettiklerinin kellesini keserler, şehirden şehre dolaştırırlar ve cesedi halkın toplandığı kalabalık yerlerde teşhir ederlerdi. Bu vahşeti özellikle fırka reisleri ve bunlar arasındaki Şiilere reva görürlerdi. Valiler de devlete karşı isyan eden bu tür adamların kellelerini başkent Şam'da çarşı ve pazarlarda teşhir edilmek üzere halifeye yollarlardı. lslam tarihinde bir şehirden diğer şehre gönderilen ilk kesik baş Hz. Osman'ın katillerinden olan Amr bin Hamak Huzai'nin başıydı. Aynı şekilde lslam tarihinde çarşı ve pazarlarda ilk teşhir edilen baş da Hz. Ebubekir'in oğlu Muhammed'in başı olduğu gibi halifeye ilk götürülen kelleler de Hz. Hüseyin'in taraftarlarından olan Hani ve lbn Ukayl'ın başlarıydı. Hz. Hüseyin'in mazlum başı da, sözü edilen iki baştan sonra Küfe valisi Ubeydullah bin Ziyad tarafından Şam'da oturan Yezid bin Muaviye'ye gönderilmişti. Muhammed bin el Hanefiye adına hilafet davasına kalkışan Muhtar Sakafi de aynı yolda Hz. Hüseyin'in katillerinin kellelerini keserek Muhammed bin el Hanefiye'ye gönderdiği gibi Haccac da Abdullah bin Zübeyr ile arkadaşlarının başlarını kestikten sonra, bunları Mekke'den Şam'daki Abdülmelik bin Mervan'a yollamıştı. Böylece Abdülmelik Musab bin Zübeyr'in başını ele geçirince Küfe'den Şam'a göndermiş ve burada bir mızrak üzerinde halka teşhir ettirmişti.

Garip olaylardan biri şudur ki Abdülmelik bin Mervan Küfe'de bir divanda oturmakta iken Musab bin Zübeyr'in kellesi kendisine getirilir. O sırada yanında bulunan lbn Umeyir Lahmi, kelleyi görür görmez dehşete düşüp, titremeye başlar. Abdülmelik bu derece korkmasındaki sebebi sorunca, "Allah saklasın Ey Müminlerin Emiri! Bu divanda Ubeydullah bin Ziyad ile beraber bulunurken Hz. Hüseyin'in başı buraya getirilip takdim edildi. Daha sonra yine burada Muhtar bin Ubeyd Sakafi ile otururken bu sefer Ubeydullah bin Ziyad'ın kellesi getirildi. Daha sonra yine bu divanda Musab bin Zübeyr'in yanında bulunurken Muhtar'ın kellesi geldi. Şimdi de Musab'ın kellesini huzurunuzda görüyorum," cevabını verir. Abdülmelik bu konuşmadan çok etkilenir ve bunu bir uğursuzluk sayarak divandan kalkar ve yıkılmasını emreder.

Bu tarihten itibaren gerek Emeviler gerekse Abbasiler devrinde bu şekilde baş kesmek bir adet haline geldiği gibi, hilafet sarayında kellelerin korunması için ayrıca bir hazine de kurulmuştu. Her kelle ayrı bir sepette saklanıyordu. Cesetleri veya kelleleri asmak da bir adet haline gelmişti. Ancak yalnız Haricilerin kellelerini dikerler, bir mızrak üzerinde gezdirir ve halka teşhir ederlerdi. Emeviler Hz. Ali yandaşı olan Şiileri de Haricilerden kabul ettikleri için onlardan birini öldürdüklerinde de cesetlerini asıp teşhir ederlerdi.

Bazı durumlarda öldürmek istedikleri adamları katletmeden önce işkence yapmaktan çekinmezlerdi. İhtimal ki bu tür işkenceler Haccac tarafından düşmanlarını korkutmak ve yıldırmak amacıyla yapılıyordu. Bu zalim vali bu yolda oldukça vahşi icraatlarda bulunmuştu. Örneğin Acem kamışını getirip yardırır, işkence ederek öldürmek istediği adamı çırılçıplak bu kamışlara bağlardı. Sonra o kamışları birer birer çektirerek adamın vücudunu parçalardı. Daha sonra adamın üzerine sirke ve tuz döktürerek korkunç acılar içinde yaşamına son verdirirdi.  Haccac, Emevilere isyan eden lbn Eş'as ile beraber kendisine karşı savaşan bazı adamları başkalarına ibret olması için bu feci yöntemle işkence ederek idam etmişti. Ancak bu derece işkence gören Hariciler de düşmanlarından ele geçirdiklerinden intikam almak için aynı vahşi eylemleri yapmaktan geri kalmazlardı. Hatta bazen masum çocukları bile misilleme yapmak veya korkutmak maksadıyla kaynayan kazanlara atarak telef ederlerdi.


Emeviler Devrinde Mevali ve Onlarla ilgili Hükümler


Mevalinin Çoğalması


Hicri 1. yüzyılın ortasında mevalinin sayısı fetihler sonucunda hızla artmıştı. Valiler çok defa hediye, haraç veya benzeri şeylere bedel olarak halifeye yüzlerce, binlerce beyaz ve zenci esir takdim ederlerdi. Halifeler bu esirleri saray halkı ve kumandanlarına, bunlar da çevrelerinde bulunan adamlara dağıtır veya satarlardı. Bu yolla her sınıftan halk esir sahibi oluyordu. Esirlerden meziyet gösterenler veya bir sebepten dolayı azat olursa "mevali- azatlı" hükmüne girerdi. Bu gibi durumlar söz konusu dönemde çok oluyordu. Akit ve diğer yollarla vela olanlar ise bunun dışındadır. Mevali yaptıkları hizmetle Arapları memnun ettiklerinden, kendilerine riyaset ve siyaset dışında hemen her türlü işte, sanayide, ziraatta ve bilimsel çalışmalarda onları görevlendirmişlerdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi hafız, şair, şarkıcı, katip ve devlet sekreteryasının özellikle mevaliden olmasının nedeni de bu uygulamalardı.

Bazen mevla kendisi de servet sahibi biri olarak, köle alıp azat ettiğinden, azatlıları olurdu. Bu azatlılardan biri veya onun çocuğu, köle sahibi olmaya veya azat etmeye muktedir olursa, aynı şekilde mevali sahibi olmuş olurdu. Bu suretle bazen bir adam bir azatlının azatlısının azatlısı veya daha büyük bir azatlı silsilesinin azatlısı da olabilirdi. Örneğin Maliki hukukçularının ünlülerinden Abdullah bin Vehib, Yezid bin Rumane'nin, Yezid de Yezid bin Enes Fihri'nin azatlıları idiler. Aynı şekilde Hammad bin Same, Leys bin Saad'ın, Ebu Üsame ve benzerleri de birer azatlının azatlılarıydılar. Meşhur şair lbn Münazir Süleyman'ın, Süleyman da Ubeydullah bin ebi Bekre'nin, Ubeydullah ise Hz. Peygamberin azatlılarındandı. Daha garibi Ubeydullah'ın Sakif kabilesinden, Süleyman'ın da Temim'den, lbn Münazir'in de Beni Cümeyir kabilesinden olduklarını iddia etmeleriydi. Çünkü bu hale göre lbn Münazir hem bir azatlının azatlısının azatlısı, hem de bir dai azatlısının azatlısı bir dai oluyordu. Araplar arasında azatlılık beş dereceye ulaşıyordu. Örneğin ehl-i hadisten Davud bin Halid bin Dinar ile biraderlerinin hepsi Huneyn ailesi azatlılarındandılar. Huneyn ailesi de Abbas bin Abdülmuttalib'e dayanıyordu. Şu hale göre Davud bin Halid bin Dinar, bir azatlının azatlısının azatlısının azatlısının azatlısı oluyordu. Azatlılar özellikle İranlı, Ferganalı, Türk, Deylemli, Horasanlı, Rum, Berberi ve Sintlilerden müteşekkil olup Arapların ihtiyaç duydukları sanat, ziraat, sanayi ve edebi bilimlerle meşgul oluyorlardı.

Savaşlarda görevlendirilen azatlılar ise ayrıca ele alınmalıdır. Her kabilede bazen o kabilenin asıl fertlerinden daha çok azatlılar bulunurdu. Kabile bir muharebeye kalkışınca bu azatlılar da beraber gider, kabilenin muzaffer olması uğruna can ve baş verirlerdi. lslam devletinde azatlıların sayısıyla asıl Arapların miktarı arasındaki oran devre göre değişmiştir. Hz. Ali döneminde savaşlara katılan mevalinin Araplara oranı beşte birdi. Daha sonra Emeviler zamanında azatlıların sayısı çoğalmış, Arapların miktarını geçmişti. Bununla beraber Emeviler mevaliyi tahkir ve hakaretten geri kalmazlardı. Mevali ise bu alçaltıcı muamelelere karşı sabır ve tahammül gösteriyor veya bu hakaretlere hedef olmamak için Emevilerin sözünün geçmediği uzak bölgelere göç ediyorlardı. Meşhur şarkıcı İbrahim Masuli'nin büyük babası olan Meymun Emevilerin zulüm ve baskısından kaçan adamlardan biriydi.


Mevalinin Araplara Duyduğu Nefret ve Kin


Mevali lslam topraklarının genişlemesine paralel olarak, her geçen gün hızla çoğalıyordu. Emevilerin Arap ırkçılığının bir gereği olarak mevaliye karşı olan taassupları hatta maaş ve ganimet hisselerinden pay ayırmaksızın kendilerini piyade olarak savaşlarda en ağır şartlar altında kullanmaları, idareye karşı mevaliyi nefret ettirmiş, Emeviler aleyhine Şii ve Haricilerle işbirliğine gitmişler, hilafet iddiasıyla isyan eden muhaliflerin en büyük destekçileri olmuşlardı. Bu yüzden Emevilere karşı ayaklanan herkes mevaliyi kendileri için hazır bir destek kuvveti olarak kabul ediyordu. Hicri 66 yılında lrak'ta Hz. Hüseyin'in katillerinden intikam almak amacıyla isyan ettikten sonra Muhammed bin el- Hanefiye adına hilafet mücadelesine başlayan Muhtar bin Ebi Ubeyd, mevali ve kölelerle beraber Emevilerin aleyhinde savaşan en ünlü komutanlardan biriydi. Kendisi Irak mevalisini ganimet mallarına yönlendirerek atlara bindirince efendilerinin kötü muamelelerinden intikam alma hisleriyle dolmuş birçok mevali, gönüllü olarak koşup geldikleri gibi efendilerinden kaçmış olan ve bazıları Emevilere karşı hissettikleri kin ve nefretten dolayı lslam'ı terk eden birçok köle de çevresinde toplanmıştı. Bu nedenle Muhtar'ın ordusunda bulunan mevali orduda yer alan Arapların sayısından birkaç kat fazlaydı. Bunlar daha önce de açıkladığımız üzere, özel bir biçimde bir intikam ve kin duygusuyla savaşlarda Araplardan daha çok yarar ve cesaret göstermişler, bu uğurda en fazla zayiatı vermişlerdi. Hicri 67'de patlak veren savaşta Muhtar'ın ordusu 6 bin kayıp vermişti ki bunların yalnızca 700'ü Arap, diğerleri ise mevalidendi. Muhtar bu sayede Hz. Hüseyin'in intikamını almaya muvaffak olmuş, katillerini katletmişti. Küfe ve ileri gelenleri kendi mevali ve kölelerinin desteğiyle muhtarın başarılı olduğunu görünce azatlılarını atlara bindirmek ve fey mallarını onlara dağıtarak kendilerine zarar verildiğini şikayet etmişlerdi. Muhtar onlara, "azatlılarınızı bırakır ve fey mallarını size dağıtırsam Ümeyyeoğulları ve ibn Zübeyr aleyhinde benimle beraber savaşır mısınız? Sözünüzü ve yemininizi tutacağınıza dair bana teminat verebilir misiniz?" cevabını vermiş, onlar da razı olmuşlardı. Muhtar mevaliden ordu oluşturarak zafer kazanmış ilk komutandı. İşte bu başarı mevaliye devlet aleyhinde ayaklanma konusunda cüret verdiğinden ve devleti hafife aldığından, devlet düşmanı olanlara arka çıkmaya başlamışlardı. İleri görüşlü halifeler bunlara maaş ve gelir dağıtarak memnuniyetlerini elde etmek zorunda kalıyorlardı. Emevilerden mevaliye maaş tayin eden ilk halife Muaviye'dir. Devlet ordusunda yer alan ve savaşan her mevaliye ayda 15 dirhem tahsis etmişti. Onu takip eden Abdülmelik bu maaşı 20 dirhem, Süleyman 25 dirhem ve Hişam 30 dirhem yapmıştı. Bununla birlikte söz konusu maaş çok nadir olarak kendilerine veriliyordu. Çoğunlukla valiler onları maaşsız ve erzaksız istihdam etmek yolunu tutuyorlardı. Azatlı kendi efendisinden memnuniyet ve iyi muamele görürse ona sadakat ve fedakarlıkla hizmet edeceği ve efendisinin de karşılık olarak ona itimat göstereceği belli idi. Bizzat Emevi halifeleri, azatlılarından bazılarını kendilerine çekerek birçok önemli görevi onlara emanet ediyor, makamlarını ve rütbelerini yükseltiyor ve kendileriyle istişarede bulunuyorlardı. Bu dereceye kadar itimada mahzar olan mevali kendi efendileri uğruna oldukça sadık ve fedakar davranırlardı. Örneğin Haşimioğullarına mensup olan mevali sadakat ve vefakarlıklarıyla ünlenmişlerdi. Her iki fırka yandaşları, yani Emeviler ile Haşimiler arasında o derece uzun övünme ve tartışmalar oluyordu ki bunların en ünlüsü daha önce de belirttiğimiz gibi. Sudayf ve Sayyab arasındaki atışmaydı.

Emeviler zamanında kendilerine reva görülen zulüm ve haksızlığa rağmen aslında önemli mevki ve fıtraten büyük bir istidat sahibi olan mevali, dikkat çekici bir yetenek ve kabiliyete sahipti. Haşhaş ailesinin azatlısı olan Firuz, Iraklı bir mevaliydi. Birkaç şehirde valilik yaptıktan sonra lbnü'l-Eş'as ile beraber Haccac'a karşı isyan etmişti. Haccac, Firuz'un isyan ettiğini görünce, onun kellesini getirene 10 bin dirhem mükafat vereceğini ilan etti. O da buna karşılık Haccac'ın kellesini getirene 100 bin dirhem mükafat vereceğine yemin etti. Daha sonra lbnü'l- Eş'as mağlup olunca Firuz Horasan'a firar etti. Ancak orada lbn Mühelleb tarafından yakalanarak Haccac'a gönderildi. Haccac tarafından kamış işkencesiyle vahşi bir şekilde öldürüldü.


Mevalinin Arap Kızlarıyla Evlenmeleri


Genel olarak mevali Emeviler devrinde hükümetin düşmanı veya muhalifi olmuşlardı. Karşılaştıkları zulüm ve hakaretten dolayı intikam almak amacıyla devlet aleyhinde faaliyet gösteren hemen herkese kolaylıkla katılabiliyorlardı. Emeviler onların bu halini gördükçe kendilerinden iyice nefret etmişlerdi. Hz. Peygamber, "Bir kavmin azatlısı o kavimdendir," dediği halde, İslam öncesi Acemlerin Araplara kız vermemelerine benzer şekilde Araplar da mevalinin Arap kızlarıyla evlenmelerini yasaklamışlardı. Bu nedenle azatlılardan biri bir Arap kızıyla izdivaç eder ve bu izdivaç valiye ihbar olunursa, vali hemen kadını boşattırırdı. Örneğin Süleymoğulları Ruha bölgesine ulaştıkları zaman orada bulunan mevaliden biri, söz konusu kabileden bir kızı istemiş ve o kızla evlenmişti. Fakat Arap ırkçılığını devam ettirenlerden biri şehrin valisine bu evliliği ihbar etmiş, vali de kadını kocasından ayırdıktan sonra kocaya 200 değnek vurdurmuş, saçını, sakalını ve kaşlarını da tıraş ettirmişti. Valilerin bu gibi hareketleri Araplar arasında takdirle karşılanıyordu. Devrin şairlerinden Muhammed bin Beşir Harici, ismi Ebu'l Velid olan o valinin icraatını öven bir de şiir söylemişti. Bu gibi davranışlar yüksek makam ve mansıplarda bulunan veya ilim ve takva ehli olan mevaliye de reva görülüyordu. Tabiinin büyüklerinden Abdullah bin Avn mevaliden biriydi ve bir Arap kızıyla evlenmişti. Bilal bin Ebi Burde durumu haber alınca ona dayak cezası vermişti. 

Bununla beraber bu yasak İslamiyet’ten önce de mevcuttu. Araplar yukarıda adı geçen hadis- i şerifin ve diğerlerinin bu konuda yaptığı yeni düzenlemelere rağmen İslam’dan sonra da eski adetlerinden vazgeçmeyerek, kızlarının Arap olmayanlarla evlenmesini istememişlerdir. Sahabeden Selman-ı Farisi, Hz. Peygamber zamanından itibaren bütün savaşlarda Müslümanların zaferi için gayret etmiş, İslam’ın yücelmesine büyük hizmetlerde bulunmuş şahsiyetlerden biriydi. Bir gün Hz. Ömer'in kızıyla evlenmek ister. Hz. Ömer de bunda bir sakınca görmez ve kızı vereceğini vaat eder. Ancak Hz. Ömer'in oğlu Abdullah bundan haberdar olunca öfkelenir ve Amr bin el-As'a şikayette bulunur. Amr bin el-As, Abdullah'a, "Merak etme ben o işi engellerim," der. Amr bin el-As, Selman'ın izzetinefis sahibi bir adam olduğunu iyi bildiğinden, kendisine, "Müminlerin Emiri, Allah'a karşı bir tevazu göstermiş olmak için kızını sana vermeyi düşünmektedir. Seni tebrik ederim," der. Bu sözlerden müteessir olan Selman, "Öyleyse ben onun kızı ile asla evlenmem," diyerek evlilikten vazgeçer.

Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Emeviler Arap ırkçılığındaki taassupları nedeniyle mevalinin Arap kızlarıyla evlenmelerini çirkin görme hususunda haddi aşmışlar, Arap kızlarıyla evlenmelerini Arapların diğer milletlerin kızlarıyla evlenmelerinden daha çirkin görmüşlerdir. Ancak tüm bu anlayışın dinin hükümleri ile bir alakası yoktur. Tam aksine lslam bu gibi evliliklerde herhangi bir sakınca görmüyordu. Büyük alimler ve ileri gelen şahsiyetler de bunu anlatıyor, uygulamaları ile örnek oluyorlardı. On iki imamdan ve tabiinin ileri gelenlerinden biri olan, Zeyne'l-Abidin (ibadet edenlerin süsü) adıyla bilinen Ali bin Hüseyin bin Ali'nin annesi, lran hükümdarlarının sonuncusu olan Yezdicerd'in kızı Selame'ydi. Zeyne'l- Abidin, babasının vefatından hemen sonra annesini, babasının azatlısı olan Sarid'le evlendirdiği gibi kendisi de bir cariyesini azat ederek onunla evlenmişti. Bunun üzerine Abdülmelik bin Mervan, büyük imam Zeyne'l -Abidin'e bu hareketini sorgulayıp suçlayan ve ayıplayan bir mektup yazıp göndermiş, O da mektuba şu cevabı vermişti: "Allah'ın elçisinin davranıştan sizin için güzel bir örnektir. Hz. Peygamber, Hz. Safiye'yi azat ederek nikah ettiği gibi, Zeyd bin Harise'yi de azat ettikten sonra ona halasının kızı Zeynep binti Cahş'ı nikahlamıştır." lslam dini, azatlıların konumunu diğerlerinden farklı görmediği halde Emeviler Arap soyundan olmadıkları için mevaliye hakaretle bakmayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Bunun etkisiyle halk mevaliye kız vermekten, onunla evlilik bağı kurmaktan kaçınıyordu. Arap kabileleri arasında mevali ile hısımlık bağı kuranlar horlanıyor, dışlanıyor ve hakarete uğruyorlardı. Hatta şairlerin diline düşerek hicvediliyor ve ayıplanıyorlardı.

Bu anlayış halkın zihninde sabit bir fikir haline gelmişti. O yüzden mevali de bir Arap kızıyla evlenmeye cesaret edemez olmuştu. Örneğin, mevaliden ünlü şarkıcı Nusayb'ın oğlu vefat etmiş efendisinin kızını amcasından ister, amca da teklifi uygun görür. Ancak Nusayb durumdan haberdar olunca mahalle halkını toplayarak kızın amcasının yanına gider. "Kardeşinin kızını oğluma vermeye gerçekten razı oldun mu?" diye sorar. Amca da, "Evet razı oldum," deyince Nusayb, zenci bir köle ile oğluna bir güzel dayak attırır. Dayaktan sonra kızın amcasına tekrar giderek "Sana bir kötülük yapmak istemiyorum, yoksa oğluma yaptığımın aynısını sana da yapacaktım," der. Daha sonra aşiret delikanlılarından biriyle kızı nikahlar. Masrafını da kendi cebinden karşılar. Bununla birlikte azatlılardan hiçbiri gerek kendisi gerekse kızını nikahlamadan önce efendisinin görüş ve onayını almadan kesin bir karar veremezdi. Bu sebepten herhangi biri mevaliden birinin kızıyla evlenmek istediğinde kızın babasına veya erkek kardeşine gitmeyip efendilerinden isterlerdi. Efendisi razı olursa kızın evlenmesi mümkün olur, uygun görmezse evlenemezdi. Hatta kızın babası veya erkek kardeşi efendisinden izin almaksızın kızı biriyle evlendirirse nikah bozulurdu. Eğer gerdek olmuşsa bu zifaf hukuk dışı sayılırdı. Emevilerin şovenizmi Arap olmayanları, özellikle de mevaliyi hor ve zelil görmelerine neden olmuştu. Ülkede bulunan diğer unsurlar da doğal olarak bu duruma üzülüyor ve yönetime soğukluk duyuyorlardı. Bu durum Emevilerin iktidarı kaybetmelerinin en önemli nedenlerinden biri olmuştur.


Emeviler Devrinde Ehl-i Zimmet ve Zimmilerle ilgili Hükümler



lslamiyet'in ilk yıllarında gayrimüslimlere verilen ahidnameler zimmet; lügatte ahd, eman ve zimandır. Ehl-i zimmet, lslam memleketinde yaşayan gayrimüslimlere verilen addır. Gayrimüslimlere ehl-i zimmet denilmesinin nedeni, ödedikleri cizye karşılığında can, ırz ve mallarının muhafazasının Müslümanlar üzerinde bir farz olarak kabul edilmesindendir. Çoğunlukla Hıristiyan ve Musevilerden oluşan gayrimüslimler, Kur'an-ı Kerim'de ehl-i kitap tabiriyle ifade edilmiştir ki, bunlara Tevrat ve lncil erbabı da denilir. Kur'an-ı Kerim'de ehl-i kitap hakkında övücü birçok ayet olup, onlara iyi ve hoş davranılması tavsiye edilmiştir. Ehl-i zimmete, özellikle Mısır Kıptilerine güzellikle yaklaşılmasının gereğine dair birçok hadis-i şerif rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber, "Mısır'ı fethettiğinizde Kıptilere güzel muamelede bulunun, çünkü onlar sözlerinde durur ve akraba hukukuna dikkat ederler," demiştir. Bu hadisteki rahim kelimesi ile Arapların babası kabul edilen İsmail'in annesinin Kıptilerden olduğuna işaret edilir. "Ehl-i zimmete iyi davranınız ... Müslümanlarla nesep ve evlilik bağları vardır," sözleri de yine peygamberin hadisleri arasındadır.

Raşid Halifeler fetih amacıyla çevre ülkelere ordular gönderirken gayrimüslimlere, özellikle Hıristiyanlara ve rahiplerine iyi muamelede bulunulmasını kumandanlarına tavsiye ederlerdi. Şehir halkı halife ve kumandanlarının yanlarına gelerek sulh teklif ederlerse teklifleri hemen kabul olunur, nüfus sayısına göre tayin olunan vergiye karşılık korunmaları teminat altına alınırdı. Verginin yani cizyenin miktarıyla çeşidi, duruma göre ve ehl-i kitap ile Müslümanlar arasında yapılan antlaşmaya göre farklılık arz ediyordu. Her sulhun (ahid) ülkenin durumuna göre birtakım özel şartları vardı. Fakat her ahidnamede ehl-i zimmetin korunması ve himayesi, aleyhlerine yapılacak saldırıların defedilmesi, Müslümanlara ait bir görev olarak kabul ediliyordu. Şayet ehl-i zimmet cizye ödemekten kaçınırsa Müslümanlar da onların himayesini bırakırlardı. Aynı şekilde Müslümanların ehl-i zimmeti himaye etmelerine engel bir durum ortaya çıkarsa ehl-i zimmetin cizye vermekten imtina etmeleri de caiz görülürdü.

Hz. Peygamber'in hicretin 9. yılında vuku bulan Tebük Muharebesi esnasında Akabe'de Eyle emirine ve Azruh halkına verdiği ahidnamelere benzer şekilde, lslam fetihleri sırasında, cizyeye karşılık Müslümanlar tarafından himayelerini ve güzellikle muamelelerini tazammun eden birçok ahidname daha vardır. Hz. Peygamber tarafından Eyle hükümdarına yazılan ahidname şu manadaydı: "Bismillahirrahmanirrahim. Allah ve peygamber Muhammed Rasulüllah tarafından Yahya bin Rubah'a ve Eyle ahalisine verilen emannamedir. Denizdeki gemilerine, karadaki kervanlarına kimse tarafından taarruz olunmayacaktır. Allah'ın ve Peygamber Muhammed'in ahid ve himayesi haklarında caridir. Beraberlerinde bulunan Şam, Yemen ve deniz halkı da bu ahid ve himayeden istifade edeceklerdir. Onlardan her kim bu ahidnameye muhalif harekette bulunursa, onun malı canını kurtaramayacak ve herkes için mubah olacaktır. Hem karada hem de denizde arzularına, yollarına karşı engel olmak caiz değildir.

Hz. Peygamber tarafından Azrah ve Mukna ahalisine yazılan ahidname de şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Rasulü Muhammed tarafından Ubeydeoğulları ve Mukna halkına. Size selam olsun. Bana köyünüze geri döndüğünüz bildirildi. Bu mektubum size ulaşınca Allah ve peygamberinin eman, abd ve misakına nail olmuş olacaksınız. Allah'ın Rasulü suçunuzu, aleyhinize güdülen kan davalarını affediyor. Köyünüzde Allah'ın Rasulü'nden başka sizlere ortak yoktur. Size hiç¬ bir kimse zulüm ve düşmanlıkta bulunmayacaktır. Allah'ın Rasulü kendisini neden koruyor ise sizi de ondan koruyacaktır. Kumaşlarınız, köleleriniz, hayvanlarınız ve zerreleriniz (buğday vs) -Rasulüllah veya onun elçisi tarafından bağışlanan şeyler dışında- Allah'ın Rasulü'nündür. Bundan başka hurmalıklarınızın dörtte biri, sağdığınız sütün ve kadınlarınızın eğirdiği ipliklerin dörtte birini vermekle yükümlü olacaksınız. Bundan sonra kalan sizindir. Rasulüllah sizi diğer her çeşit vergilerden, angaryalardan muaf tutacaktır. Bu şartları kabul eder, boyun eğerseniz Rasulüllah iyi adamlarınıza iyilikle, kötülükte bulunan adamlarınıza da müsamaha ile davranacaktır. Müslümanlardan her kim Hubeybeoğullarından ve Mukna ahalisinden erzak satın almak isterse rızalarıyla alacak ve onlara kötülük yapmak isterse şiddetle cezalandırılacaktır. Ebu Talib'in oğlu Ali bu ahdi H. 9. yılda yazmıştır.

Şam, Irak ve Fars bölgelerinde gerçekleşen fetihler sırasında da lslam ordularının komutanları Hz. Peygamber'in sünnetini takip ederek cizye vermek karşılığında ehl -i zimmete benzer ahidnameler vermişlerdir. Halid bin Velid tarafından Şam halkına verilen ahidname bunun bir örneğidir: "Bismillahirrahmanirrahim. Halid bin Velid tarafından Şam ahalisine yazılan ahidnamedir. Halid bin Velid Şam'a dahil olduğunda ahaliye can, mal ve kiliselerine dokunulmayacağına dair eman verecektir. Şehirlerinin surları yıkılmayacak ve evlerine kimse yerleşmeyecektir. Allah'ın, Rasulü'nün, halifelerinin ve tüm Müslümanlarının ahdi, zimmet ve misakı böyle olsun. Cizye verdiklerinde haklarında iyi muameleden başka bir hal reva görülmeyecektir.

Ebu Ubeyde tarafından Baalbek halkına yazılan ahidname de şöyleydi: "Bismillahirrahmanirrahim. İş bu ahidname fülan ibni fülana, Rum, İranlı ve Arap tüm Baalbek ahalisine verilmiştir. Gerek şehir halkının, gerek haricinde bulunanların can, mal, kiliseleri ve değirmenlerine dokunulmayacaktır. Rumlar sürülerini kendilerinden on beş mil mesafede güdebilecekler, mamur köylere yerleşmeyeceklerdir. Rebi ve Cümadella ayı sona erince istedikleri yerlere gidebileceklerdir. Onlardan her kim Müslüman olursa bizimle aynı hukuka sahip olacaktır. Tüccarları cizye ve haraç vermek şartıyla lslam bayrağı altına dahil olan tüm topraklarda istedikleri yerde serbest gezip dolaşabileceklerdir. Buna Cenab-ı Hak şahit olsun.

Amr bin el-As, Sa'd bin Ehi Vakkas gibi diğer lslam fatihleri tarafından da Mısır, Irak, Filistin, Fars, lfrikiye ve Endülüslere verilen ahidnameler de yaklaşık aynı hükümleri içeriyordu. En önemli şart, cizyenin kabulü ve ehl-i zimmetin tamamen itaat etmesiydi.

Sulhun şartları fethedilen memleketlerin durumu ve çeşidine göre, zorla veya anlaşmayla fethedilmesine bağlıydı. Örneğin Mısırlılara verilen ahidname Şamlılarla yapılan sulhtan farklıydı. Aynı şekilde Şamlılara verilen ahidname de Iraklılara verilenden farklıydı.


Hz. Peygamber'in Verdiği Ahidname


Halkın elinde dolaşan meşhur bir ahidname de, Hz. Peygamber tarafından Hıristiyan rahiplerine verildiği iddia olunan ahidnamedir. Bu ahidnameden günümüze ulaşan kopyalardaki bazı kelime ve tabirler kimi farklılıklar içerse de, anlamları aynıdır. Rivayete göre söz konusu ahidname H. 2. yılda Hz. Ali'nin elyazısı ile yazılmış, Mescid-i Nebevi'ye konulmuş ve bazı nüshaları da değişik memleketlere gönderilmiştir. Bu kopyalardan biri Tür- i Sina Manastırı'nda korunmuştur. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim 16. yüzyılın başlarında bu nüshayı alimlerden oluşan bir meclise arz ve Osmanlıca'ya tercüme ettirmiştir. Arapça aslının bir kopyasını, peygamberin ahidnamesinde sıralanan hak ve imtiyazları teyit eden yeni ferman ve beratıyla birlikte manastıra bıraktıktan sonra asıl nüshasını İstanbul'a getirmiştir. Söz konusu ahidnamenin besmeleden sonraki metnini Feridun Bey'in "Münşall-i Selatin"inden naklediyoruz:


Bu kitap Muhammed bin Abdullah'ın tüm Hıristiyanlara verdiği ahidname suretidir ki Hak Teala onu rahmetiyle müjdeleyip azabıyla halkı uyarmaya göndermiştir. Allah-ü Teala onu halkının üzerinde olan emanetinde emin kılmıştır. O Muhammed bu kitabı tüm ehl-i millet-i nasraniyeye bağlı olanlara ahd için verdi. Her kim ki bu ahdi bozarsa Allah'ın ahdini bozmuş olur, dinini alaya almış olur ve Allah-ü Teala'nın lanetine layık olur. Bu ahde muhalefet eden gerek sultan ve gerek başkası olsun aynıdır. Bir rahip, bir seyyah dağda veya bir derede veya çölde mamur yerlerde veya alçak yerlerde ya kavın içinde mukim bulunsa onlardan her güçlüyü nefsimle, yakınlarımla, milletimle ve bana bağlı olanlarla kovdum. Çünkü onlar benim raiyetimdir ve ehl-i zimmettir. Ben onları diğer ahidname verdiğim maunetleri ezasından affeyledim. Ancak istedikleri kadar haraç versinler. Onlara zorlama ve cebrolunmasın. Hiçbir Hıristiyan reisi görevinden alınmasın. Ve bir papaz papazlıktan alınmasın ve sumasında itikafa girenler sumalarından çıkarılmasın. Seyahate çıkanlara engel olunmasın. Keşişlik ve kiliselerinden hiçbir şey yıkılmasın ve kilise mallarından bir şey alınıp mescit yapımında kullanılmasın. Her kim buna muhalif iş işlerse Allah'ın ahdini bozmuş olur ve çalışmayıp yalnız ibadetle meşgul olanlarına cizye ve benzeri vergiler yüklenmesin. Denizde, doğuda, batıda, kuzey ve güneyde her nerede olurlarsa olsun, onların zimmetleri benim üzerimedir. Dağlarda olup ibadetle meşgul olanların ziraat ettiklerinden haraç ve öşir alınmaz. Yalnızca birkaç pay alınıp, kimi kendilere kimi miriye alınmaz. Çünkü onların yaptıkları ziraat kendi geçimleri içindir. Ticaret için değildir. Ve harp için adam toplamak lazım olsa onlara teklif olunmaz. Cizye alınmak gerektiğinde ne kadar mal ve gelirleri olursa olsun yılda on iki dirhemden fazla nesne alınmaz, zahmet ve meşakkat teklif olunmaz. Ve mücadele olunsa rıfk ile ihsanla mücadele olunur. Merhamet ve şefkat kanadı altında korunurlar. Ve her nerede olurlarsa ve her nereye varırlarsa. Müslümanların nikahı altında olan Hıristiyan kadına cebir ve baskı yapılamaz ve dini görevlerini yerine getirmesine engel olunmaz ve kiliselerine varıp ibadet etmelerine engel olunmaz. Her kim ki Allah'ın bu ahdine muhalefet ederse ve zıttına göre amel etmeye niyet ederse Allah'ın ve Rasulü'nün misakına isyan etmiş olur. Kiliseleri tamire ihtiyaç duyduğunda kendilerine yardımcı olunur. (Onlardan kimse silah taşımaya zorlanamaz. Tam aksine Müslümanlar onları korumak ve kollamakla mükelleftirler.) Bu ahidname kıyamete kadar baki olup dünya yıkılıncaya kadar hükmü geçerli ola. Asla muhalefet olunmaya.

Yukarıdaki ahidnamenin bazı ibareleri ilk dönemlerde, özellikle H. 2. yılda bilinmeyen bir şiveyle yazılmış olmaktan öte, gerek tarihçiler gerek İslamiyet'in ilk döneminde yetişen diğer yazarlar ve vakanüvistler tarafından böyle bir ahidnamenin varlığından söz edilmemiş olması göz önüne alınarak, aslında Hz. Peygamber tarafından tüm Hıristiyanlara ve ruhbana bir ahidname verilmişse bile bu ahidnameden başka olması lazım geleceğini veya muhtemelen o ahidname kısa ve özet bir şey iken zamanla uzatıldığını veya unutulup aslının kaybolduğu daha sonra böyle bir ahidnamenin yazıldığını veya Hıristiyanların siyasi bir amaç uğruna böyle bir ahidnameyi kendi kendilerine uydurduklarını kabul etmek tarihi rivayetler açısından daha doğru gözükmektedir.


Hz. Ömer'in Ahidnamesi


Bu ahidname dışında Şam ahalisine hitaben yazılarak "Hz. Ömer'in ahidnamesi" adını alan bir ahidnamenin varlığından da söz edilmektedir. Birkaç tarihçi ahidnamenin tam metnini kaydetmişlerdir. Örneğin H. 530 yılında vefat eden Ebubekir Muhammed bin Muhammed Maliki Siracü'l-mülük adlı kitabında bu ahidnameyi H. 78 yılında vefat eden Abdurrahman bin Ganem Eşart'den naklen kaydetmektedir. Bunun tercümesi şöyledir:

Hz. Ömer Şam Hıristiyanlarıyla barış yaptığında kendisine şu ahidnameyi yazdık: Bismillahirrahmanirrahim. Bu ahidname Allah'ın kulu ve müminlerin emiri Ömer'e filan şehrin Hıristiyanları tarafından takdim edilmiştir. Siz memleketimize geldiğinizde sizden kendi nefsimize, ailemize, mallarımıza, milletimize eman istedik. Gerek şehirlerimizde gerek etrafında yeni manastır, kilise, keşişhane ve münferit manastır inşa etmemeyi, bu gibi binalardan harap olanları da tamir etmemeyi, söz konusu binaların kapılarını yolculara açmamayı, yakınlarından geçecek Müslümanları 3 gün misafir etmeyi, ne kiliselerimizde ne de evlerimizde casus saklamamayı, Müslümanların zararına gizli çalışmalarda bulunmamayı, çocuklarımıza Kur'an okutmamayı, ayinlerimizi halka açık olarak yapmamayı, dinimizin kabulüne kimseyi davet etmemeyi, akrabamızdan her kim lslamiyet'i kabul etmek isterse ona engel olmamayı, Müslümanlara saygılı olmayı, geldiklerinde ayağa kalkmayı, oturmak istediklerinde kendilerini yerimizde oturtmayı, Müslüman giysilerinden külah, sarık, nalin gibi şeyler giyerek Müslümanlara benzememeyi, zülüf salıvermemeyi, Müslümanların lisanıyla konuşmamayı, Müslüman künyeleriyle künyelenmemeyi, eğerli hayvanlara binmemeyi, kılıç taşımamayı, hiçbir silah bulundurmamayı, yüzüklerimizin üzerinde Arapça nakış yapmamayı, şarap ve benzeri sarhoşluk veren içkileri satmamayı taahhüt eyledik. Böylece zülüfierimizi kesmeyi, nerede bulunursak bulunalım, kıyafetimizi muhafaza etmeyi, belimize kuşak sarmayı, Müslümanların güzergahlarında, çarşı ve pazarlarında haçlarımızı ve kitaplarımızı göstermemeyi, kiliselerimizdeki çanları hafif bir sesle çalmayı, Müslümanların huzurunda yüksek sesle dua etmemeyi, Şeanin ve Baus bayramları törenlerinde mahallelerde dolaşmamayı, cenaze törenlerinde yüksek sesle dua yapmamayı, Müslümanların sokaklarında ve pazarlarında ateşle gezmemeyi, lslam mezarlıkları yakınında mezar yapmamayı, Müslümanların eline geçen köleleri kullanmamayı, Müslüman evlerinin içlerine bakmamayı da üzerimize şart olarak kabul ettik.

Bu ahidnameye Hz. Ömer, "Müslümanlardan hiçbir kimseye vurmamaya da söz veriyoruz. Bu şartları mültezimlerle beraber taahhüt ve bu şartlarda emanı kabul ettik. Bu şartlardan herhangi birine muhalif harekette bulunursak Müslümanların bize karşı hiçbir taahhüdü kalmaz. İnat ve isyancılardan biri her neye müstahak olursa biz de öyle bir karşılığa müstahak oluruz," cümlelerini ilave ederek ahidnamenin imzalanmasını emreder. Hz. Ömer ayrıca, "Müslümanların eline geçen kadın ve çocuk esirlerden bir şey alıp satmamaları ve her kim kasten bir Müslümanı döver veya saldırırsa Müslümanlarla yaptığı ahd ve misakını iptal etmiş olacağı" şartlarını da ilave eder.

Hz. Ömer tarafından ahidnameye eklenen başka hükümler de vardır. Kiliselerle ilgili eklemelerdir bunlar. Hz. Ömer lslamiyet'ten önce mevcut olmayan ne kadar kilise varsa hepsinin yıkılmasını emredip, yeni kilise inşasını yasaklamıştır. Bir kiliseden çardak ve haç görülmemesini, görülürse sahibinin başında kırılmasını emretmiştir.

Ahidnamenin içeriğinde lslamiyet'in ilk yıllarında verilen diğer ahidnamelere ve Hz. Ömer'in herkesçe bilinen ünlü adalet, merhamet ve şefkatine ters bir şekilde, Hıristiyanlara yönelik çeşitli baskıların olduğu görülmektedir. Herkesin bildiği üzere Hz. Ömer hem düşünce hem de icraat itibarıyla adalet ve doğruluk sahibi bir şahsiyetti. Sahabenin ileri gelenlerinden birisi olsa bile, bir Müslüman'ın bir Hıristiyan'a haksızlık yaptığını görürse onu cezalandırmada asla tereddüt etmezdi. Mesela Mısır valisi Amr bin el-As ile oğlundan, Mısırlı Kıptinin intikamını alırken Amr bin el- Asa, "Ey Amr, halk annelerinden hür olarak doğdukları halde onlara ne hakla esir muamelesi yapıyorsunuz?" demişti.

Hz. Ömer'in karakteri ve adalet anlayışıyla çelişen yukarıdaki ahidnamenin Hz. Ömer'in devrinden sonra uydurulduğu düşünülebilir. Ancak iki ahidname arasındaki fark, ikinci ahidnamenin diğeri gibi sonradan yazılıp düzenlenmediğini ima etmektedir. Şu halde söz konusu ahidnamenin Hz. Ömer'in şahsiyet ve icraatına ters olan noktalarını teker teker inceleyelim.

Bizim kanaatimize göre Hz. Ömer, Şam'daki Hıristiyanlara yukarıdaki ahidnamenin aynısını değilse bile, benzer anlamları olan bir başka ahidname vermişti. Bizi bu düşünceye yönelten amiller şunlardır.

Öncelikle bu ahidname lslam tarihlerinde tam metniyle birlikte rivayet zincirine göre nakledilmiştir. Örneğin Tartuşi her ne kadar hicretin 6. yüzyılında yaşamış adamlarından ise de lslamiyet'in ilk dönemlerinde yaşamış muhakkik tarihçilerin metoduna uygun olarak, söz konusu ahidnameyi asıl ravilerini göstererek nakletmiştir. Bu durum onun kaynağının oldukça eski olduğunu göstermektedir. Öte yandan, ahidnameyi nakleden Siracü'l-Mülük kitabı edebiyat ve siyasete ilişkin önemli ve ciddi kitaplardan biridir. Kitabın yazan Ebu'l Velid Baci'ye ulaşmış, yanında bulunmuş ve ondan "hilaf meseleleri"ni öğrenerek icazet almış, feraizi, muhasebe ve edebiyatı mükemmel tahsil etmiş, Bağdat ve Mısır'a gelerek Ebubekir Şasi, Ali bin Ahmed Cürcani gibi fukahadan fıkıh okumuş daha sonra Şam'a yerleşmiş, tahsile burada devam etmiştir. Endülüs'ün en büyük alimlerinden olup fakih, alim, amil, zühd ve vera sahibi bir imamdır. Bununla beraber kendisi Hıristiyanların aleyhinde mutaasıp biri olup onları tahkir eden eylemleri caiz görürdü. Mesela kendisi bir gün tesadüfen Mısır ordularının komutanı Eftal Şehinşah'ın huzuruna çıkmıştır. Eftal'in yanında bir Hıristiyan bulunuyordu. Tartuşi, Eftal'i duygulandırıp ağlatıncaya kadar vaaz ve nasihatte bulundu. Ondan sonra, "Ey itaat etmesi Allah'a yaklaşmaya vesile, hakkı tüm Müslümanlar üzerine bir farz olan zat! Seni bu yüce makama ulaştıran bu inanç bu adamın düşünce ve mezhebine göre yalan sayılır," anlamındaki beyitleri söyleyerek, Hıristiyan'a işaret eder. Bunun üzerine Eftal Hıristiyan'ı yerinden kaldırıp dışarı çıkarmak zorunda kalır. Büyük ihtimalle onun bu taassubunun yönlendirmesiyle bu ahidnameyi kitabına almıştır. Çünkü kendisinden daha önce yaşamış olan yazarların çoğu söz konusu ahidnamede yer alan hükümlerle Raşid Halifelerin sahip oldukları adalet temelli icraatları arasında bir uzaklık bulmuş, yazılmasını uygun görmemişlerdi. Tartuşi'nin bu ahidnameyi kendisinin uydurup kitabına aldığını iddia etmek de doğru olmaz. Çünkü zühd ve takvada o kadar yüksek bir mevkide bulunan bu derece kamil bir şahsın böyle bir sahtekarlığa tevessül etmesi mümkün değildir.

Ayrıca ahidnamede yer alan hükümlerin çoğu, fıkıh kitaplarında ehl-i zimmet hakkında kayd ve tedvin olunan ve çoğu Tartuşi'nin zamanından önce yazılan hükümlerle harfiyen örtüşmektedir. Siyaset ve idari konularla ilgili olan kitaplarda yer alan hükümlerle de uyuşmaktadır. Hatta siyasi ve idari konuların ele alındığı kitapların bazılarında bu ahidnameden açıkça bahsedilmiş ve bazı ibareleri harfiyen nakledilmiştir. Örneğin hicri 450 yılında (Tartuşi'den 75 yıl önce) vefat eden Maverdi'nin Ahham-ı Sultaniye adındaki kitabının cizye ve haraç bölümünde şu malumatı görebilirsiniz: "Hıristiyanlar yanlarından geçen Müslümanlara mihmanlık (misafir kabulü) etmek şartı ile musalaha (barış anlaşması) olunurlar ise, Hz. Ömer tarafından Şam Hıristiyanlarına şart koşulduğu üzere, üç gün misafir kabul etmeleri lazım gelir. Daha fazla teklif edilemez. Üç gün zarfında kendi yemekleri ne ise misafirlerine de o yemekten yedirirler. Misafirler kendilerine koyun, tavuk kesilmesini talep edemezler. Hayvanlarına da arpa verilmez. Hz. Ömer bu şartları köy halkına yüklemiş, şehir halkını ise bundan muaf kılmıştır." Bu malumattan sonra söz konusu kitapta aşağıdaki ayrıntıları görüyoruz: "Hıristiyanlarla cizye üzerine anlaşma yapılmak lazım gelirse onlar hakkında bir kısmı müstahak yani vacip, bir kısmı da müstehap yani caiz şartlar sıralanır. Vacip şartlar altıdır:

Allah'ın kitabına hakaret edip tahrif etmemek,

Allah'ın Rasulü Hz. Muhammed'i yalanlayıp alay ile ziretmemek,

lslam dinini kötüleyici sözler söylememek,

Bir Müslüman kadınla zina veya nikahta bulunmamak,

Bir Müslüman'ı dininden çıkarmamak, mal ve canına taarruz etmemek,

Müslümanlarla savaşan düşmanlara yardım etmemek ve casuslarını yanlarına kabul etmemek.

işte bu altı maddeye uymak gayrimüslimler için hiçbir kayıt ve şart olmaksızın zorunluydu. Bu maddelerin birer şart gibi kabul edilmesi yalnızca gayrimüslimlerin ahd ve misaklarını güçlendirmek içindir. Ahdin verilmesinden sonra bu şartlardan birini ihlal etmek ahd anlaşmasının hükmünü ortadan kaldırır. Müstehap şartlara gelince bunlar da altıdan ibarettir:

Gayyar (gayrimüslimlere ait bir simge olmak üzere göğüste bulunan farklı renkten yapılmış bir yama) giymek ve kuşak sararak kıyafeti değiştirmemek,

Müslümanların evlerinden, binalarından daha yüksek bina inşa etmemek,

Müslümanlara çan sesi işittirmemek,

Müslümanların önünde sarhoşluk veren içkileri kullanmamak ve haç çıkarmamak,

Ölülerini gizlice defnetmek,

At ve develerine binmemek. 

Maverdi'nin yukarıdaki sözleri Hz. Ömer'in ahidnamesine çok benzemektedir. Ahidname Sirilcü'l-Mülüh kitabında önceden de biliniyordu. Bu, lbnü'l-Esir'in bu ahidnamenin mealini ve Hz. Ömer'e ait olduğunu bildiğini gösterir bir biçimde söz etmesi ile sabittir. lbnü'l-Esir, H. 484 yılı olaylarını sıralarken, "Gayrimüslimlerin, din adamları ve müminlerin emiri Hz. Ömer tarafından tespit olunan elbiseyi kullanmalarına dair halife tarafından ferman sadır olmuştur," demektedir. Sözünü ettiğimiz ahidnamenin varlığını açıkça doğruluyor bu ifadeler.

lslamiyet'in ilk dönemlerinde halifeler, gayrimüslimler - özellikle de Hıristiyanlarla- daha önce yapılan ahidnameleri yenilemek istediklerinde, Hıristiyanları kıyafet değiştirmek gibi şartlarla mükellef kılarlardı. Bu da söz konusu ahidnamenin hicri 1. yüzyılda verilmiş olduğunu gösterir. Hıristiyanları böyle birtakım şartlarla baskı altına alan ilk halife, annesi tarafından dedesi olan Ömer bin Hattab'ın izini takip etmekle şöhret bulmuş olan dindar halife Ömer bin Abdülaziz'di. Kendi devrine gelinceye kadar söz konusu ahidnamenin birçok şartı ve özellikle kıyafetle ilgili olan hükümleri ihmal edildiği için, Hıristiyanlar sarık sarma ve elbise giymede Müslümanlara benzemeye başlamışlardı. Ömer bin Abdülaziz Hıristiyanların sarığı çıkarmalarını, başlarına adi ve basit bir başlık koymalarını, Müslümanlara benzeyecek kıyafette bulunmamalarını emrederek, Hz. Ömer tarafından bu konuda daha önce konulan şartları tekrar tatbikata koyan ilk Emevi halifesiydi. Hıristiyanları şiddet ve baskı ile kontrol altında tutmayı uygun bulan diğer halifelerin icraatlarını da bununla kıyaslamak gerekir. Bunların hepsi de aşağıda görüleceği üzere Hz. Ömer'in sözünü ettiğimiz ahidnamesini esas kabul ediyorlardı.

Hz. Ömer'e isnat edilen bu ahidnamenin içerdiği hükümlerle Hz. Ömer'in halk arasında çok iyi bilinen adalet ve dürüstlük temeli üzerine kurulmuş yönetim biçimi arasında görülen çelişki ile ilgili göz önüne alınacak birtakım noktalar vardır. Bunları gösterebilmek için Hz. Ömer'in idari sistemi ile bu ahidnamenin maddeleri arasında bir mukayese yapmak gerekir. Hz. Ömer'in en fazla göze çarpan özelliği adalet, vicdan hürriyeti, sertliğe kadar varan ciddiyeti, lslamiyet'in yayılması ve güçlenmesi yolunda en büyük gayreti sarf eden bir şahsiyet olmasıdır. O salah, takva ve adalette bir zirveydi. Adalet söz konusu olduğunda kendi oğlunu, hatta kendi nefsini de feda ederdi. Bu nedenle kılı kırk yarar, en yakınlarını bile cezalandırmaktan çekinmez, adaletin tecellisi için her türlü çabayı sarf ederdi. O adaletin mücessem haline gelmiş bir abidesiydi. Bu yüzden Müslümanlarla birlikte, onu tanıyan herkes bugüne kadar kendisinin adalet anlayışı ve uygulamalarını dilden dile aktararak örnek almak istemişler ama hiçbiri ona yetişememiştir. lslam'ın yücelmesi ve yayılması yolunda (i'la-yi kelimetullah) Müslümanların destek ve ittihadını göz önüne almaksızın hiçbir iş ve hiçbir söze teşebbüs etmezdi. Binaenaleyh Hz. Ömer muttasıf olduğu adalet tesiriyle gayrimüslimlere insaf ve merhamet göstermeye vicdanen mecburdu. Ama öte taraftan lslam'ın yayılması uğruna birtakım sert tedbirler almaktan da kendini alamıyordu. O, lslam devlet anlayışının bir gereği olarak, mezhep hürriyetini gerekli görmüş, gayrimüslimleri eski dinlerinde, eski ayinlerinde, hangi papaz ve kiliselere kayıtlı iseler olduğu gibi serbest bırakmıştı. Ancak Hıristiyanlığı belli bir çerçeve içinde bırakarak, Müslümanların zaman içerisinde zayıflamasına ve yok olmasına fırsat vermemek için, Hıristiyanların yeni kiliseler inşa etmesine de izin vermemişti. Böylece yaratılışında bulunan adalet duygusuyla, lrak'ta Müslümanlara yaptıkları destek ve yardıma karşılık bir ödül olarak, Hıristiyan Arapları da Müslümanlar gibi cizye yerine sadaka vermekle mükellef kılmıştı. Öte yandan, tüm Arapları lslam bayrağı altında toplayıp birleştirmek düşüncesine dayanarak, doğacak çocuklarını Hıristiyanlaştırmamalarını da, verdiği ahidnameye bir şart olarak eklemek zorunda kalmıştı.


Hz. Ömer'in Verdiği Ahidnamenin İçeriği


Sözünü ettiğimiz ahidname esas itibariyle dört madde halin¬ de özetlenebilir:

1. Hıristiyanların yeni ibadethaneler açmamaları,

2.Kendilerine misafir gelecek Müslümanları üç gün misafir etmeleri,

3.Kiliselerinde casus saklamamaları ve Müslümanlara karşı gizli çalışmalarda bulunmamaları,

4. Elbisede, hayvanlara binmekte, Kur'an öğrenmekte, isimlerini yüzük üstüne nakşetmede Müslümanlara benzememeleri, Bu şartlara riayet edilmedikçe Hıristiyanların can, mal ve çoluk çocukları için eman geçerli değildi. Yukarıda zikrettiğimiz şartlardan birincisi, Hz. Ömer'in İslamiyet'i yayma ve yüceltme siyasetinin bir sonucuydu. İkinci şart ise fethedilen memleketlerde yaşayan Müslümanların durum ve konumlarının bir gereği olarak düşünülmüştü. Fıtraten misafirperver bir kavim olan Araplar fetihler sırasında misafirperverlik alışkanlığı olmayan gayrimüslim topraklarında garip ve yabancı bulunuyorlardı. Hz. Ömer bunu göz önüne alarak, Arapların haberleşme ve diğer hususlarda geliş gidişleri esnasında rahat yolculuk yapabilmeleri için bu şartı koymuştu. Üçüncü ve dördüncü şartların Hz. Ömer'in ahlak ve siyasetine uygun olup olmadığını ortaya koyabilmek için o günün şartlarını ortaya koyan bazı gerçekler üzerinde durmak gerekir.



Şam Hıristiyanları ve Rum Kayseri (Bizans İmparatoru)



Ahidname şartları içerisinde ilk dikkat çeken nokta Hz. Ömer'in bunu Şam'daki tüm gayrimüslimler veya İslam topraklarında yaşayan tüm Hıristiyanlar için değil, özel bir durum olarak yalnızca Şam bölgesi Hıristiyanları için koymuş olmasıdır. Söz konusu ahidnamenin hükümleri ne Mısır Kıptilerini ne de Irak Nebatilerini kapsıyordu. Böylece Fars Mecusilerine ve hangi şehirde bulunursa bulunsunlar, Yahudileri de içine almıyordu. Şu halde ahidnamenin içerdiği katı hükümleri gerektiren özel  bir nedenin bulunması gerekirdi. Böyle bir sebep olmasaydı ahidnamenin hükümlerinin bütünüyle İslam topraklarını da kapsaması gerekmez miydi? Museviler ile Sabiiler ve diğer gayrimüslimler neden aynı hükümlerle mükellef değildiler? Artı olarak, Hz. Ömer tarafından tüm gayrimüslimleri kapsar biçimde verildiği rivayet olunan diğer bir ahidname daha vardır ki bu ahidname daha önce zikrettiğimiz peygamber ahidnamesinin çoğu hükmüne benzer bir şekilde, gayrimüslimler hakkında tolerans, güzel muamele, koruma ve kollamayı içeren şiddet ve baskıdan uzak bir ahidnamedir bu. Evvelce söz edilen peygamber ahidnamesinin uydurma olduğunu nasıl iddia ediyorsak, Hz. Ömer'e ait olduğu iddia edilen bu ikinci ahidnamenin de aynı şekilde uydurma olduğunu söylüyoruz. Çünkü bunun dili de söz konusu dönemde kullanılan Arap dili ve şivesine benzemediği gibi, eski İslam tarihçilerinden hiçbiri bu ahidnameden söz etmemiştir. Bununla birlikte bu ahidname o dönemde akd olunup bazılarını daha önce zikrettiğimiz ahidnamelerin çoğuna benzemektedir. O devirlerin psikolojik durumuna mana ve anlam itibarıyla uymaktadır. Ayrıca, Hz. Ömer'in sıfatlarına uygun düşmez bir tarzda, gayrimüslimlerin tamamını içine alır biçimde bu gibi bir ahidnamenin verilmiş olmasını da akıldan uzak tutmamak gerekir.

Sözünü ettiğimiz ahidnamenin yalnız Şam bölgesi Hıristiyanlarına özel bir biçimde baskıyı içerir hükümlerle verilmiş olması "Herhalde bu şiddeti gerektiren maddi bir sebebin varlığını gerektirir," demiştik. Bu da, Şam topraklarında yaşayan yerli Hıristiyanların nazik bir konumda olmaları, her an Rumların lehine yeni gelişmelerin olabileceği ve söz konusu bölgenin tekrar el değiştirebileceği ihtimalini Hz. Ömer'in görmüş olması demektir. Çünkü Şam halkının Rumlarla olan dini bağları nedeniyle Müslümanların aleyhine ittifak yapmaları oldukça kuvvetli bir ihtimaldi. Herkesçe bilindiği üzere dini bağlar özellikle Doğu toplumlarında kadim devirlerden beri en kuvvetli bağı teşkil eder. Bütün Doğu milletleri adil olsa bile yabancı bir hükümdar yerine, zalim de olsa kendi dininden olan bir hükümdarı tercih etme geleneğini sürdürürler. Tarihte bunun birçok örneği vardır. Hatta günümüzde bile (20. yüzyılın başları) bunca dini müsamahalara alışılmış olduğu halde, bu anlayış hala varlığını sürdürmektedir. Şimdi de bir Hıristiyan Hıristiyan bir idareye, bir Müslüman da lslami bir hükümete tabi olmak ister. Dinin siyaset ve idareden tamamen ayrılmış bulunduğu bir devirde dini bağların tesirini bu şekilde hissettirdiği göz önüne alındığında, din ile siyasetin bir arada hüküm sürdüğü eski devirlerde mezhep bağlarının ne derece kuvvetli bir etken veya amil teşkil ettiğini kıyaslamak gerekir.

Şam Hıristiyanları her ne kadar lslam hakimiyetini kabul etmiş olsalar bile mezhep açısından eski inançlarında olduğu gibi kalmışlardı. lslam'dan önce ne şekilde ayin yapıyorlarsa lslam'dan sonra da herhangi bir değişiklik yapmaksızın ayinlerine devam etmişlerdi. Papaz ve piskoposları Konstantiniyye veya Antakya'dan geliyordu. Lisanları Rumca, mezhepleri de Rum kilisesiydi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, lslam'ın doğuş yıllarında yapılan fetihler bir askeri işgalden ibaret olup hiçbir toplumun din ve ayinlerine, kişisel durumlarına, hukuki muamelelerine dokunulmuyor, Bizans'ın Şam Hıristiyanlarının dini işleri üzerinde olan hakimiyetleri olduğu gibi kabul olunuyordu. Bu ruhani riyaset, özellikle kiliselerle ilgili hususlarda herhangi bir sıkıntı olduğunda imparator derhal işe el atıyor ve şikayetlerini bildiriyordu. lslam'ın ilk dönemlerinde hükümran olan halifeler de bu hususlar hakkında yaptıkları anlaşmaların hükümlerine riayet ediyorlardı. Ancak daha sonra Emeviler, Raşid Halifeler tarafından konulmuş olan birçok ahid hükmünü ortadan kaldırdıktan gibi bunu da hükümsüz hale getirmişlerdir.

Rivayete göre Emevi hükümdarlarından Velid bin Abdülmelik, bir yerden geçerken çan sesi işitmiş ve bunun ne olduğunu sormuş; bir kilise çanı olduğu söylenince kızmış ve kilisenin yıkılmasını emretmişti. Tüm halk kiliseyi yıkmak için yarışmış ve hatta halife de bizzat bu yıkım işine katılmıştı. Hıristiyanlar bu olayı Konstantiniyye'deki imparatorlarına arz edince imparator Velid'e, "Bu kilisenin bu şekilde kalmasını senden önce gelen tüm halifeler kabul etmişlerdi. Onlar bu görüşlerinde doğru davranmışlarsa senin yaptığının hata olması gerekir. Senin yaptığın doğruysa onların uygulamalarının yanlış olması gerekir," anlamında bir mektup yazarak, itirazda bulunmuşsa da hiçbir sonuç alamamıştır. Rum imparatorunun bu şekilde yaptığı itiraz, bazı Avrupa devletlerinin günümüzde doğudaki bazı Hıristiyanların himayesini iddia etmeleri gibi, o devirlerde de Şam Hıristiyanlarının Rum imparatorunun ruhani himayesinde bulunduğunu veya imparatoru kiliselerinin koruyucusu kabul ettiklerini göstermez mi? Rum papazlarının telkinlerinin etkisiyle söz konusu Hıristiyanların Rum devletine özel bir meyil ve yakınlık hissetmeleriyse doğal bir şeydi. Şam bölgesi Hıristiyanları her ne kadar birtakım mezhep inanışlarındaki farklılıktan dolayı önceleri Rum devletinden nefret etmişlerse de lslam hakimiyeti altına girince dini hisleri tahrik olmuş, tekrar Rum hakimiyeti altında bulunmayı arzulamaya başlamışlardı. Başka milletlerin boyunduruğu altında yaşamaya alışan milletlerde bu hissiyatın türemesi tabii bir şeydir. Hiçbir halden memnun olmayan bu tür milletlerin devlete bağlılığını ve itaatlerini sağlamak için dinden daha etkili bir vasıta bulunamaz. Rum siyasi propagandasıyla beslenen ve yönlendirilen papazlar ve diğer ruhani reisler Hıristiyan halkın Bizans imparatoruna bağlılıklarını temin etmek için yoğun çaba sarf ediyorlardı. Rum hükümdarı da yeni İslam hakimiyetine girmiş bu bölgede yaşayan Hıristiyanları el altından organize etmişti Zira söz konusu yerleri tekrar hakimiyet altına almak ümidini henüz yitirmemişti.

Öte taraftan, Şam Hıristiyanlarının bazıları da bu tür faaliyetlerden geri kalmıyor, Müslümanların iç işleri, tavır ve siyasetleri konusunda Rumlara sürekli yeni ve gizli bilgiler ulaştırıyor, imparator tarafından gönderilen Rum casuslarını evlerinde gizliyor, onlara yardım ve yataklık yapmaktan çekinmiyorlardı. Hatta bazen bu casuslar Müslümanlar gibi giyinerek adını yüzük üzerine Arapça yazdırıyor, Kur'an'dan bazı ayetleri ezberleyerek İslam ordugahlarına giriyor, Müslümanlar hakkında istihbarat faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu dönemde Şam bölgesinin tamamı henüz fethedilememişti. Hz. Ömer bölgenin hilafet merkezine olan uzaklığını göz önüne alarak, ahalisinin Rumlar lehine bir ihtilal çıkarmasından çekiniyordu. Tüm bu mahzurlardan dolayı Hz. Ömer orada yaşayan Hıristiyanların Müslümanlar gibi giyinmelerini, onlara benzemelerini, Rum casuslarına yataklık etmelerini engellemeyi, alınması gerekli en önemli tedbirler olarak düşünmüş olmalıydı.

Yine benzeri sebepten dolayı Hz. Ömer rüşvet almaları ve mezhep taraftarlığı yapmaları endişesiyle ehli kitaptan memur görevlendirilmemesini emretmişti. Rivayete göre bu yasak Bedir Savaşı sırasında Hz. Peygamber'in yaptığı bazı uyarılara dayanıyordu. Bununla birlikte özellikle İslam'ın ilk döneminde devlet divanlarında resmi muamelelerin, bölgelerin mahalli dilleriyle yapıldığı dönemde, muhasebe ve yazı bilenlere büyük ihtiyaç duyulduğundan, bu yasak uygulanamamıştır.

Tercih edilen görüşe göre Hz. Ömer, Şam Hıristiyanlarına metni yukarıdaki ibareyle aynı olmasa bile anlam olarak ona benzeyen bir içerikle yazmış veya yazdırmıştır. Muhtemelen sonraki tarihlerde metinde bazı değişiklikler yapılmıştır. Ahidnamenin içerdiği sert hükümlerin nedeni ise Şam Hıristiyanlarının İstanbul kilisesine, diğer Doğu Hıristiyanlarına göre daha yakın bulunmaları, Rumların lehine bir ihtilale kalkışmalarından endişe duyulmasıydı. Oysa İstanbul kilisesine düşman olan Mısır Hıristiyanları olan Kıptiler bu tür baskı ve katı hükümlerden muaftılar. Bu düşmanlık hisleri Rumların aleyhine Araplarla birleşerek Mısır bölgesinin kolayca fethedilmesini sağlamıştır. Hz. Ömer'in bu katı kuralları, herhalde İslamiyet'teki taassubu veya Hıristiyanlığa düşmanlığından ötürü değildir. Açıkladığımız siyasi düşüncenin bir gereği olarak Şam bölgesi Hıristiyanları için sınırlı bir uygulama olarak kabul etmiştir. Ancak daha sonra Müslümanlar söz konusu ahidnamenin hükümlerini tüm Hıristiyanları kapsayacak şekilde genişletmişlerdir.


Emeviler ve Gayrimüslimler


Hilafetin Emevilere geçtiği dönemde Emeviler, hilafet merkezini Şam'a taşımışlardı. Sahil bölgelerini fethedip, deniz kuvvetini de güçlendirdikten sonra, Rumların bölgeyi tekrar ele geçirmeleri tehlikesi ortadan kalkmış bulunuyordu. Gayrimüslimlere yapılan baskılar özellikle vergi toplama ile ilgiliydi. Emeviler bir yandan yeni taraftarlar kazanmak diğer yandan zevku sefa ve israfta bulunabilmek için yeni gelir kaynaklarına ihtiyaç duyuyorlardı. Bu yüzden cizye ve haraç miktarlarını artırıyor, vergi tahsilinde şiddet ve zorbalığa başvuruyorlardı. Hatta bazen Müslümanlardan dahi cizye almaktan çekinmiyorlardı. Asıl dinlerini muhafaza eden ehl-i kitap bazen Müslüman olmadıkları için takatlerinin üstünde baskı ve hakarete duçar oluyorlardı. Arap olmayan Müslümanları bile hakir gören Emevilerden ehli kitap hakkında daha insaflı bir muamele beklenilmesi de safdillik olurdu.

Emeviler, Arap, mevali (Arap olmayan Müslümanlar) ve gayrimüslimler olmak üzere halkı üç sınıfa ayırıyorlardı. Muaviye'nin Mısır ahalisi hakkındaki şu ifadeleri bunu göstermektedir: "Mısır halkını üç sınıftan ibaret gördüm. Onların üçte biri insandır. Diğer üçte biri insana benzer. Üçüncü üçte bir ise insan türünden değildir. Bunlardan insan olanlar Araplardır.

İnsana benzeyenler de mevalidir. İnsana benzemeyen üçüncü grup ise Kıptilerdir. 

Emeviler devrinde Kıptiler, sırf cizye vermemek, şiddet ve baskıdan kurtulmak için, cizyeden muaf tutulan rahipleri örnek alarak ruhbanlığa rağbet etmişler, ancak onların bu sahtekarlıklarını fark eden Emeviler, rahiplerden de cizye almaya ve Kıptiler üzerindeki kin ve gayzlarını daha da artırmaya başlamışlardır. Hatta bazı ölülerin vergileri de dirilere yüklenerek tahsil edilmiş, ölülerden bile cizye alınmıştır. 

Gözlerini saltanat ve dünya hırsı bürümüş olan Emevi idareleri, Hz. Ömer'in gayrimüslimleri gözettiği hukuk ve kurallarına gerekli önem ve özeni göstermiyorlardı. Yalnızca Ömer bin Abdülaziz, Hz. Ömer'in adaletli yolunu takip ederek onun verdiği ahidnamenin hükümlerini tekrar ihya etmeye çalışmıştır. Valilerine şu emirleri göndermişti: "Müslüman olmayanları sarık sarmamaya, adi elbiseler kullanmaya, hiçbir şeyde Müslümanlara benzememeye mecbur ediniz. Kafirlerden hiçbirinin bir Müslüman'ı hizmetinde kullanmasına ve görevlendirmesine asla izin vermeyiniz. Kendi maiyetinizde de gayrimüslimlerden kimseyi kullanmayınız. Ayrıca yine aynı halife ezan okunurken kiliselerde çan çalınmasını da yasaklamıştır.

Emeviler gayrimüslimlerin özellikle muhasebe ve bürokrasideki maharetlerini göz önüne aldıklarından, ister istemez gayrimüslimleri mali işlerde istihdam ediyorlardı. Bununla birlikte yalnızca lslam'ın yayılması veya Hıristiyanlığın baskı altında yok edilmesi gibi bir siyasi amaç da gütmüyorlardı. Öyle bir amaçları olsaydı annesi Hıristiyan bir Rum olan Halid Kasri'yi Irakeyn'e vali olarak tayin etmezlerdi. Halid annesine olan saygısı yüzünden Hıristiyanlara karşı çok cömert ve anlayışlı davranırdı. Onun zamanında Hıristiyanlar oldukça rahat etmişlerdi. Halid annesine lslamiyet'i teklif ettiği halde kabul ettiremediğinden, Küfe'deki büyük caminin kıble tarafında onun için bir kilise yaptırmıştı. Camide müezzin ezan okumaya başlayınca, kilisede de çan çalınıyordu. Bundan başka Ömer bin Abdülaziz'in verdiği emirlere aykırı olarak, Müslümanlara Hıristiyan ve Mecusi memurlar tayin etmiş, onlara geniş yetkiler vermişti. Bu memurlar tam bir zorbalıkla Müslümanlara hükmediyorlardı. Ünlü şair Ömer bin Ebi Rebia'nın annesi de Hıristiyan'dı. Vefat ettiğinde boğazında haç taşıyordu. Hıristiyanlar Emevi döneminde tam bir hürriyet içerisinde camilere giriyor, kimse kendilerine bir şey demiyordu. Arapların ünlü şairlerinden Ahtal, göğsünde haç taşıdığı ve sarhoş olduğu halde izin almaksızın Abdülmelik bin Mervan'ın huzuruna girebiliyordu. Şairin bu halde halifenin huzuruna çıkmasında bir sakınca görülmüyordu. Çünkü bu şair Muaviye'nin muhaliflerini zemmetmek için görevlendirilmişti. 

Bununla beraber Emevi hükümdarları Hıristiyan veya Yahudi birisini hizmetlerine alabilirlerdi. itimat gösterdikleri takdirde onlara İslamiyet'i kabul etmelerini teklif ederlerdi. Ancak kişi reddederse çok ısrarcı olmazlardı. Lakin halifeyi gazaba getirecek bir harekette bulunursa hayatı tehlikeye girerdi. Abdülmelik bir keresinde Ahtal'a, "Neden Müslüman olmuyorsun? Sana fey gelirlerinden pay, 10.000 dirhem de aylık veririz," der. Ahtal şarap konusunda kendisine izin verilip verilemeyeceğini sorar. Abdülmelik, "A canım bu içkiyi ne yapacaksın? Acı bir şey içmekle başlıyor. Sarhoşlukla bitiyor. Vazgeç!" cevabını verir. Abdal, "Efendim böyle zannetmeyiniz. O başlangıç ile sonuç arasında öyle bir lezzet zamanı vardır ki onun yanında sizin o koca saltanatınız bile hiç kalır," karşılığını verir. Abdülmelik bu şarapçı şairin sözlerine gülmekten kendini alamaz. Emevilerin valileri de daha çok gelir elde etmek için zaman zaman Hıristiyanlara baskı yapıyor, kendilerine kolayca vergi verenleri ödüllendirip saygılı davranıyorlardı. Emevi valilerinin baskı ve zorbalıkları sonucunda Mısır Kıptilerinin çıkardığı isyan ve karışıklıklarla ilgili Makrizi'nin Hıtat'ında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.


Özet


Emeviler her ne suretle olursa olsun tagallüp ve zorbalıkla hakim olan bir saltanat ve siyaset üzerine kurulmuş bir Arap devleti olduğu için, saltanatlarının devamı amacıyla Arap şovenizmini sürekli canlı tutmaya, menfaat temini ve cömertlikle taraftar toplamaya çaba sarf etmişlerdir. Arap şovenizminin etkili olması -Cahiliye Devri'nde olduğu gibi- kabile kabile ayrılmalarına, bu kabilelerin birtakım vatan asabiyetine göre bölünmelerine neden oluyordu. Emeviler Araplık ve Arapların lehine taassupta bulunup mevali ile gayrimüslimlere hakaret ve aşağılayıcı bir muamelede bulunuyor, bunda da haddi aşıyorlardı. Yeni yandaşlar kazanmak düşüncesiyle güç ve kuvveti elinde bulunduran liderlere büyük paralar verebilmek için daha çok gelir elde etme siyasetini güdüyor, çeşitli baskı ve zorbalıklara başvuruyor, zekat mallarına bile el uzatıyor, fey mallarını kendi menfaatlerine ayırıyorlardı. Kendilerine rakip olan Ali yandaşlarının sadece diyanet ve takva sahibi olan dostlarıyla beraber hilafet talebinde bulunduklarını, bu iddialarında da haklı olduklarını, onlarla bu konuyu tartışarak galip gelemeyeceklerini görünce dindar ve saygın insanları halkın gözünden düşürmek için dine saygısızlığa başlamışlar, kurnazlık ve hileye başvurmuşlar, mertlik ve uluvvcenaplık gibi, lslarn'a özgü üstün meziyetleri bir tarafa atmışlar, baskı, sindirme ve şiddeti temel siyaset haline getirmişlerdir. Ernevilerin bu kötü politikaları, tüm tarihçiler, hatta onların torunları olan yazarlar tarafından bile eleştirilmiş ve kınanmıştır. Örneğin Egdni adlı kitabın müellifi meşhur Ebu'l Ferec, soy açısından bir Emevi'ydi. Oysa Emevilerin zulüm ve baskı felsefesi üzerine kurulu kötü icraatları ile alakalı bilgilerin çoğu onun kitabında anlatılmıştır.


Emevilerin iktidarının tüm bu olumsuzluklara rağmen, bir asır kadar sürebilmiş olması zeka, deha, akıllı siyaset ve otoriter yönetimle şöhret bulmuş, her biri yirmi sene kadar hilafette bulunmuş olan üç büyük halifenin sayesinde mümkün olabilmiştir. Bunların birincisi H. 41 -60 yıllarında halife olan Muaviye bin Ebu Süfyan, ikincisi H. 65-86 yıllarında halife olan Abdülmelik bin Mervan, üçüncüsü de H. 105-125 yılları arasında hilafet makamında bulunan Hişam bin Abdülmelik'tir. Abbasilerin ikinci halifesi Mansur bile saltanatı döneminde Ernevi halifesi Hişam'ın yönetim metodunu uygulamaya çalışıyordu. Ernevi halifelerinden Ömer bin Abdülaziz'in ayrı bir yeri ve üstün bir konumu olduğunu birkaç kez tekrar etmiştik. Kendisi takva ve dürüstlükte Emevilerin baş tacıydı. Ancak şanssız bir dönem ve kötü bir zamanda bu makama çıktığı için hilafet dönemi çok uzun sürmemiştir. Tarihçilerin değerlendirmesine bakılacak olursa, adı geçen bu üç büyük halife olmasaydı, Emevilerin hakimiyet dönemi kısa sürede biter, zevku sefadan başka bir işle meşgul olmayan birtakım halifelere de intikali mümkün ve müyesser olamazdı. Emevilerden devlet işlerini bir tarafa bırakıp, zevku sefaya düşkünlük gösteren ilk halife H. 64 yılında ölen Yezid bin Muaviye'dir. Kendisi avcılığa, av hayvanlarına, köpeklere, maymunlara, aslanlara çok meraklı bir halifeydi. Çalgıyı, içkiyi ve içki meclislerini çok severdi. Bunun devrinde halifelerini bu vaziyette gören valiler de sefahat ve eğlenceye merak salmışlardır. Mekke ve Medine gibi kutsal yerlerde bile şarkı ve musiki meclisleri bu halife zamanında ortaya çıktığı gibi diğer bölgelerde de eğlence ve zevke düşkünlük yine onun devrinde başlamıştır.

Daha önceki dönemlerde Müslümanlar bu tür şeyleri bilmez ve tanımazlardı. H. 150 yılında vefat eden ve Emevilerin "aşık-ı şuh-meşrebi" adını alan Yezid bin Abdülmelik de eğlenceye düşkünlükle şöhret bulan bir hükümdardı. Ömer bin Abdülaziz'den sonra saltanat makamına çıktığı halde selefinin takip ettiği zühd ve salah yolunun tam aksine bir yaşam sürdürmüş, biri Selame diğeri Habbabe adında iki cariye için zevku sefa peşinde ömrünü tüketmiştir. Habbabe bir gün kendisine, "aşk ateşinin şiddetinden boğazda öyle bir hararet vardır ki, bir an olsun sükfin ve rahat bulamadığından, bir türlü serinleyemiyor," anlamında bir beyit okuduğunda, bu beyitten çok etkilenen halife Yezid ayağa kalkarak uçmak istemiştir. Habbabe kendisine, "Ey Müminlerin Emiri! Nereye gidiyorsun? Sana ihtiyacımız var," deyince Yezid zevk ve sarhoşluk içinde, "Vallahi uçacağım," diye karşılık vermiştir. Habbabe, "Milleti kime bırakacaksın?" deyince Yezid de, "Sana" diyerek Habbabe'nin elini öpmüştür.

Yezid bir başka gün Habbabe ile beraber Ürdün civarında gezintiye çıkmıştır. İçkili ve keyifli bir halde mest olmuşken Habbabe'nin boğazına bir üzüm tanesi atmış, kadının boğazı tıkanmış, hastalanmasına ve ölümüne neden olmuştur. Yezid çok sevdiği cariyenin cesedini üç gün yanından ayırmamıştır. Cesede bakarak sürekli ağlar. Nihayet halkın ileri gelenleri kendisine rica ve ısrarda bulununca cesedin defnedilmesine izin verir. Büyük bir ümitsizlik ve mahsunluk içinde dünyaya küser, halktan kaçarak sarayına kapanır. Habbabe'nin ölümünden sonra sarayda bir cariyenin, "Bir avare aşık için evdeki dostlarını ebediyen perişan görmekten daha acı bir felaket düşünülebilir mi?" beytini okuyunca, bunu işiten Yezid hüngür hüngür ağlamaya başlar, Habbabe'den sonra yedi gün sarayına kapanarak kimseyle konuşmaz. Halk arasında ortaya çıkan dedikodu ve söylentilerden korkulduğu için kardeşi Mesleme'nin tavsiyesi üzerine böyle davranır. Bu halifenin hükümdarlığı yalnızca dört yıl sürmüştür.

126 yılında vefat eden Velid bin Yezid bin Abdülmelik de eğlenceye düşkün Emevi halifelerinden biriydi. Şuhmeşrepliğe, zevku safaya, iş u işrete ve ava fevkalade meraklıydı. Şarap dolu havuzlar yaptırıyor, içine dalarak eğlenip yüzüyordu. Hilafet makamına çıktığında ilk icraatı Mekke ve Medine'de bulunan şarkıcıları, eğlenceye düşkün dostlarını yanına getirmek, onlarla beraber zevku sefa ve sefahate dalmak olmuştu. Ancak saltanat dönemi bir seneden fazla sürmemiştir (iki ay yirmi gün).

Müslümanların hemen tamamı, Muaviye'nin oğlu Yezid zamanından itibaren devam eden Emevilerin halifelere yakışmayan bu sefih ve hafifmeşrep davranışlarını çirkin görüyor, sürekli ayıplıyorlardı. Yezid'e yaptıkları biatın bir hata olduğunu itiraf ederlerken, eğlence ve içkiye düşkünlükte haddi aşmış Yezid bin Abdülmelik ve Velid bin Yezid gibi hükümdarları görünce pişmanlıkları iyice artmış, hatta bazı şairler halifelerin bu davranışlarının devletin sonunu getireceğini, son pişmanlığın fayda vermeyeceğini söylemekten de çekinmemişlerdi.


Bu sefahate düşkün halifelerle alkollü içkilerden nefret eden, ciddiyetten ayrılmayan diğer Emevi halifeleri arasında ne kadar büyük fark vardı. Özellikle Hişam bin Abdülmelik Emevilerin son zamanında başa geçen mümtaz halifelerden biriydi. Ne kendisi içki kullanır ne de huzurunda alkollü içki kullanılmasına müsaade ederdi. Hatta alkollü içki kullanımını çirkin görür ve içenleri de cezaya çarptırırdı. Emeviler bu şekilde zevku sefaya ve eğlenceye düşkün olmanın ötesinde, katı ırkçılıktan, Arap olmayan Müslümanları hafife alarak hakarette bulunmaları, gerek şehir gerekse taşradaki tüm Müslümanlar üzerinde baskıcı bir politika takip etmeleri nedeniyle hemen herkes bu devletin kısa sürede yıkılacağını söylemeye başlamıştı. Halkın tahmini ve söylentiler boşa çıkmamış, askerlerin bile kendi halkını yağmalamaya başladığı tarih üzerinden üç beş yıl geçmeden, bir ucu Çin'e, öbür ucu Atlas Okyanusu'na dayanmış bu devasa devlet kısa sürede yıkılmış, yerine Abbasiler devleti kurulmuştur.




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak