Çin yeni bir döneme girmiş; Han sülalesi yönetimi, selefi Ch’in yönetiminden farklı çıkmıştı. İç savaşlara son verilmesi, Büyük Çin Seddi gibi yüksek maliyetli projeden vazgeçilmesi, ziraat ve sanat konusunda olumlu gelişmelere yol açmış; ticaret canlanmış, nüfus artmaya başlamıştı. Hun ve Tankut saldırılarına rağmen ülke, günden güne değil, saatten saate zenginleşmeye devam etmiş ve Çin, sınırsız imkanlara kavuşmuştu. Çinliler, becerikli ve gözardı edilemeyecek bir halk haline gelmişler; yarınlarına emin gözlerle bakar olmuşlardı. M.Ö. 140 yılında tahta oturmuş olan Wu-ti, halkının neye ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Çinliler’in çevresi düşmanlarla çevrilmişti ve bunların başında da Hunlar geliyordu. İmparator Wu-ti, Çin ve Hunlar’ı birbirine denk hale getiren aşağılayıcı bir barış anlaşmasını bozmaya hemen cür’et etmemiş; aksine, bir takım ekonomik zararları göze alarak, söz konusu anlaşmaya serbest ticaret maddesini de ilave etmişti. Fakat bir yandan da yavaş yavaş savaşa hazırlanıyordu. Bir sonraki yıl, en yakın adamı Chang Ch’ien’i, Yüeçiler’i bulup, onları Çinlilerle aynı anda Hunlar’a saldırma konusunda ikna etmek amacıyla gönderdi. Fakat Wu-ti, daha Chang Ch’ien’in görevini yapmasını bile beklemeden, kendisi harekete geçti.
Aslen Ma-i şehrinden olan diğer bir casus Hieh-İ, güya imparatorun gizli emriyle bir takım hediyelerle Hunlar’a geldi ve yabgunun itimadını sağlayarak, ona kendi şehrini yağmalamayı teklif etti. Ma-i’nin zenginliği karşısında iştahı kabaran yabgu, casusun sözüne kanarak, 133 yılında 100 bin kişilik bir orduyla Çin sınırlarından içeri daldı.
Çinliler’in istediği de bu idi: Savaşa hazır 300 bin kişilik ordu, Ma-i sırtlarının arkasına gizlenerek, Hunlar’ın şehre girip ganimet toplamaya başlamasını bekliyordu ve âni bir saldırı ile onları kuşatma altına alıp, tamamen yoketmek amacındaydı.
Hunlar, düşmanın toparlanmasına fırsat vermemek amacıyla, cebri bir yürüyüşle ilerliyorlardı. Henüz Ma-i şehrinin 100 li (yaklaşık 40 km) açıklarındaki bir merada, kalabalık bir sürüye rastladılar. Sürünün başında çobanları yoktu. Muhtemelen Çin ordusunun pusuya yatarak Hunlar’ın yaklaşmasını beklediğini öğrenen halk, malı mülkü bir yana bırakarak, canını kurtarmanın telaşına düşmüştü. Fakat yabgu, hiçbir Çinlinin Hun atlılarına karşı koyacak gücü olmadığı için, kimsenin çobanları Hunlar’ın gelişi konusunda uyaramayacağının hesabını yaparak, şehir sakinlerinin ortada görünmemesinden şüphelendi.
Bazan çok önemsiz şeyler, olayların seyrini değiştirebilir. Sınır boyunda dolaşmakta olan Çinli bir kumandan (yü-shih), istihkamını savunmaya kalkışınca, Hun süvarileri onu kuşatma altına aldılar. Zavallı yü-shih gözetleme kulesine kapanmak zorunda kaldıysa da, Hunlar uzun mızraklarıyla kule çevresinde kümelenen Çinlileri darmadağın edince, aşağı inip, teslim olmaktan başka çaresi kalmadı. Yabgunun karargahına getirildi ve böylece savaşın ilk ganimeti oldu. Durumdan zaten şüphelenmekte olan yabgu, onu dikkatlice sorguya çekti. Esir, hayatını kurtarabilmek için bülbül gibi öterek, Çin ordusunun kurduğu tuzağı anlattı. Hemen geri dönülmesini emreden yab-gu, sınıra varınca “Kurtuluşumu bana bu yüşiyi gönderen Sema’ya [Tanrı’ya] borçluyum” dedi. Sonra da elindeki bu tek savaş esirini serbest bıraktı. Fakat ülkesine dönerse onu öldüreceklerini bildiği için, yanında alıkoyup, ona “Gök Prensi” [T’ien-wang] ünvanını verdi.
Çinli kumandanlar, Hunlar’ın Ma-i’ye saldırmasını bekledikleri için yerlerinden kımıldamamışlardı. Öfkeden küplere binen Wu-ti, General Wang K’ai’ı (Wan Gay okunur) mahkemeye verdiyse de, başkumandan, celladın kılıcı altına yatırılmaktan korktuğu için, intiharı tercih edip, kendini öldürdü. Çin, ağır ve ümitsiz bir savaşla karşı karşıya kalmıştı. Generalin intiharına rağmen Çin ordusu, Hun topraklarından içeri girebilme imkanına sahip idiyse de, bunu yapmadı. Bu tuhaf, fakat aynı zamanda Hunlar’ı kurtaran tersliği nasıl izah edebiliriz? M.Ö. 131 yılında Huang-ho nehri, Hu-ch’e köyü (Shan-tung eyaletinde) civarındaki bendi yıkarak yatağını değiştirmişti. Bu olayı tasvir eden şöyle bir dörtlüğe rastladık: Ah, ne kadar da acımasızdı Ho-pei Binlerce insanı yuttu dalgalar Sang-fu’yu yutarak bastırdı Huai üstüne Daha da dönmedi geri; doğduğu yere!İmparator, büyük yarığı kapatmak için 100 bin kişi gönderdi. Herhalde bunlar arasında sınırı bekleyen askerler de vardı ki, Hunlar rahat bir nefes aldılar.
Hunlar’ın Kayıpları
Bu olaylar olduktan sonra, artık barıştan söz edilemezdi. Yine de ilk dört yıl boyunca, her iki taraf da önemli operasyonlara girmedi. Hun akıncı birlikleri, Kuzey Çin’in çeşitli şehirlerine yağma saferleri düzenlerken, Çinliler savunmada kalmayı tercih ettiler. Ancak, işin enterasan tarafı, Çin sınırı boyunca bozkırda kurulan pazarlarda yoğun bir ticaret yapılmasına rağmen, Hunlar, kendilerine ipek ve tatlılar temin eden Çinli tacirleri kesinlikle tâciz etmiyorlardı. Her iki taraf da tâcirlere dokunmuyordu. Fakat 129’da Çin yönetimi, millî mahsulatının düşmanın eline geçmesinin önlenmesine karar vererek, serbest ticareti yasaklamayı uygun gördü. Bu kararı uygulamaya koymak için bölgeye her biri on bin süvariden oluşan dört kolordu sevkedince, Hunlar bunların karşısına dikiliverdiler.
Kabiliyetli Çinli kumandan Wei, Ch’ing kurnazca bir hareketle düşmanı tuzağa düşürüp, Lung-ch’eng’de (Lunçen okunur) 700 kişiyi esir aldı. Bu esirlerin Hun mu, yoksa Çinli tâcirler mi olduğu konusunda kronikler herhangi bir bilgi vermiyorlar. Diğer bir kumandan, herhangi bir şey elde edememekle birlikte, kimsenin burnu kanamadan geri döndü. Üçüncü kumandan, emrindeki 10 bin kişiden 7 binini kaybetti ve elinde kalanlarla geri çekildi. Dördüncüsü Hunlar’a esir düştüyse de, daha sonra kaçmayı başararak ülkesine döndü. Son iki kumandan mahkemeye verildi, ama bu, cephedeki durumda herhangi bir değişiklik yapmadı.
Kazandıkları başarılarla coşkuya kapılan Hunlar, saldırılarını artırdılar. Bir sonraki yıl, yani 128’de, 20 bin Hun atlısı Liao-hsi (Layo-si okunur) şehrine girerek, oradaki askerleri öldürüp Pekin’in batısında yer alan Yai-men’e (Yaymın okunur) geldiler. Burada da yağmada bulunarak, üç bin kişiyi savaş esiri olarak alıp götürdüler. Hunlar’ın bu saldırısına karşı cevap vermek amacıyla, Wei Ch’ing kumandasında bir ordu sevkedildi ve Çinliler birkaç bin kişiyi esir alarak geri döndüler.
Wei Ch’ing, daha sonra Ordos’a girerek, orada yaşayan Lou-fang ve Bayan (Pa-yang) kabilelerini talan etti. Birçok esir ve sürüyü ganimet olarak alıp götürdü. Çinliler, Ordos’u güçlendirmek amacıyla Sarı Nehir sahillerinde bulunan eski kaleyi tahkim ettikten başka, Shuo-fang (Şofan okunur) adında yeni bir kale daha kurdular. Hunlar, bu saldırılara karşı Büyük Seddin doğu kesiminde bulunan Chao-yang kasabasını ele geçirerek cevap verdiler.
126. yılın kış aylarında, Me-te’nin torunu yabgu Kün-çin öldü. Kün-çin, [Chün-ch’en] dedesinin kurduğu devletin sınırlarını küçültmediği gibi, kendisinden kat kat güçlü düşmana karşı da altı defa savaşa girmişti. Ordos’un elden çıkarılması, Hunlar için ağır bir kayıp sayılmazdı. Çünkü zaten ora ahalisi Hunlar’a yabancı olan Tankutlar’dı. Halbuki buna karşılık Hunlar’ın Yin-shan’daki sınırları genişlemiş, ticaret devam etmiş; Çin sınırındaki kasabalar tarumar edilmiş ve savaşlar sırasında Çin ordusu Hunlar için kolay bir lokma olmuştu. Ancak, İmparator Wu-ti inatçı biriydi ve savaşı sürdürüyordu.
Yabgu Kün-çin’in ölümü Hunlar arasında iç savaşlara sebep oldu. Kardeşi olan Doğu Lu-li-prensi İ-ch’ih-hsieh, (İçisiye okunur) “kendini yabgu ilan etmiş” ve Kün-çin’in oğlu Yü-pi’yi (Yübi okunur) ağır bir hezimete uğratmıştı. Çin’e kaçan Yü-pi, orada hüsn-ü kabul görmüş, iltifatlara mazhar olmuş, fakat çok geçmeden ölmüştü. Prensler arasındaki çarpışmalar, birkaç gün içinde sona ermiş ve neyse ki Hunlar için olumsuz sonuçlar doğurmamıştı. İ-chih-hsieh, büyük bir enerjiyle Çinliler’e karşı savaşı sürdürmeye devam etti. 126. yılın yaz ve güz aylarında Çin’in kuzey-doğu kasabaları (Bugünkü Ho-pei, Li-ao-hsi ve Liao-tung), Yin-shan’ın ormanlık bölgelerini kendilerine üs olarak seçen Hunlar tarafından yerle bir edildi. Ülkenin batı tarafı da huzursuzdu. 125’de Batı Chu-ki-prensi, Ordos’a girerek Shuo-fang’ı yağmaladı ve devlet memurlarıyla halktan birçok kişiyi esir alıp götürdü.
Bu durum karşısında İmparator Wu-ti, ayıplanan ve maneviyatı bozulmuş olan orduya yeni bir şekil vermeyi kararlaştırdı ve her şeye rağmen bunun faydaları görülecekti. Düşmanın süvari birlikleriyle savaşabilmek için, yanına sadece yiyecek içecek alan hafif süvari alayları teşkil edilmeye başlandı. Bu alaylar, savaşı Hun bozkırlarına taşıyacaklardı. Ancak bunların hazırlanması zor ve pahalıydı. Bundan başka, bu alaylar savunma için yeterli olamadıkları gibi, öfkeli düşmanın saldırılarına karşı ülkeyi korumaktan da âciz kaldılar. Fakat bunun, o an için yapılabilecek olanın en iyisi olduğunu kabul etmek gerekir.
Atlı saldırı birliklerinin başına, yine Wei Ch’ing getirildi.
124. yılın ilkbaharında 100 bin kişilik orduyla Ordos’tan harekete geçen Çin ordusu, batıdaki Hun göçebelerine saldırarak, onları gafil avladı. Batı Chu-ki-prensin karargahında bulunanlar, kendilerini eğlenceye vermişlerdi ve sarhoştular. Halbuki Çin ordusu, cebri bir yürüyüşle 700 li (yaklaşık 300 km) ilerleyerek, bir gece karargahı kuşatma altına alıverdi. Chu-ki-prens kendi canını kurtarmayı başarırken, aralarında on adet düşük rütbeli prensin de bulunduğu 15 bin kişi esir düştü.
Aynı yılın sonbaharında, Hunlar bir karşı saldırıyla cevap vererek, Ho-pei’in batısındaki T’ai-kung’u yerle bir edip, Çin sınır birliklerini kılıçtan geçirdiler ve bin kadar savaş esirini beraberlerinde alıp götürdüler.
123’de Wei Ch’ing, doğudaki göçebelere iki saldırı düzenlediyse de, bu defa umduğundan daha az başarılı olduğu gibi, pekçok kayıp da verdi. Hatta birliklerinden birisi, Hunlar tarafından kuşatma altına alınmış ve teslim olmak zorunda kalmıştı. Bu birliğin kumandanı, son kardeş kavgaları sırasında Çin’e kaçmış olan Chao Hsin adında tâli dereceli bir Hun prensiydi. Yabgu İ-ch’ih-hsieh, ondan intikam alacağı yerde, kızkardeşiyle de evlendirip, onu Çin’le ilgili konularda kendisine danışman yaptı. Chao Hsin, yabguya, Çin ordusunun habersiz bir baskınına maruz kalmaması için karargahını kuzeye taşımasını tavsiye etti. Böylece yabgu, Çin ordusunu bozkırın içlerine doru çekecek ve sonra yorgunluktan bitkin hale gelen düşmana saldırıp, imha edebilecekti. Yabgu, Chao’nun bu tavsiyesini makul görerek karargahını kuzeye taşıdı. Bu arada Çin’le olan savaş durumunu sürdürdüyse de, 122 yılında yapılan saldırı pek de semereli geçmedi.
Bu sıralarda İmparator Wu-ti, ordusunu yeniden teşkilatlandırma işini tamamlamış ve 121 yılının bahar aylarında Çinliler saldırılarına tekrar başlamışlardı. Başkumandan Huo Ch’ü-ping, (Hogübin okunur) onbin süvariyle batılı göçebe Hunlar’a saldırarak, kılıçtan geçirdi ve birçok esirle birlikte Hunlar’ın kurban sundukları altın idolu alıp götürdü. Aynı yılın yaz aylarında Huo Ch’ü-ping, bu defa, Tanrı Dağları (T’ien-shan)ın eteklerindeki göçebe Hunlar’a saldırarak, aralarında 70 kadar tâli dereceli prens ve kumandanın da bulunduğu 30 bin kişiyi esir aldı.
Batıda ağır darbeler alan Hunlar, saldırılarını doğuya teksif ettiler. Kendilerine karşı çıkan dört Çin birliğini (4 bin kişi) kuşatarak yarısını kılıçtan geçirdilerse de, hemen yardıma gelen diğer orduların destekleriyle, kalanlar kellelerini kurtarmayı başardılar.
Savaş, gittikçe kızıştı ve 120’de Hunlar, Shan-si’deki Yu-pei-ping (Yübeybin okunur) ve Ting-hsiang (Dinsiyan okunur) yerle bir edip, pekçok kişiyi esir alıp götürdüler. Artık, savaş alevleri her tarafa yayılmıştı.
Fakat İ-ch’ih-hsieh yabgu, büyük bir hataya düştü. Batı cephesindeki başarısızlıklardan dolayı küplere binerek, haklı olup olmadıklarına bakmaksızın, Hü-chui ve Hun-shieh kabilelerinin prenslerini sorumlu tutup, kellelerinin vurulmasını emretti. Durumunun ümitsiz olduğunu anlayan Hun-shieh prens, ihaneti ölüme tercih etti. Panik halindeki Hü-chui prensi öldürerek, kendi kabilesiyle onunkini alıp Çin tarafına geçti. Çin’e sığınanların sayısı 120 bin kişi idi. Hun-shi-eh prensin ihaneti, cephedeki durumun tamamen değişmesine yol açtı. Hunlar’ın Kuzeybatı Çin’e (Ho-hsi) yaptıkları saldırılar, giderek azalmaya başladı. Bu durum, İmparator Wu-ti’ye, iyi eğitilmiş ordunun yarısını kuzeybatı sınırından çekerek, onların yerine biraz savaş tecrübesi edinmiş zavallı köylüleri yerleştirme imkanı sağladı. Çünkü eğitimli ordu, daha başarılı saldırılar gerçekleştirme planları peşinde koşan imparatora gerekliydi.
Wei Ch’ing’in Hunlar’la Savaşı
Wu-ti, Hun yabgusuna ölümcül bir darbe vurmaya karar vermişti. Bunun için büyük bir süvari ordusu (100 bin?!), onun birbuçuk misli yedek at (140 bin) ve yeterinden fazla iaşe hazırlandı. Bütün mesele, bu ordunun Gobi’yi aşarak, önü Alashan prenslerinin karargahlarıyla kesilmiş bulunan yabgu otağına ulaşabilmesiydi.
Esasen Hun göçebeleri, öküzlerle çekilen arabalarla çok yavaş yol alıyorlardı ve düşman süvari birlikleri onlara kolaylıkla yetişeceğinden, böyle bir güçlük aşılamayacak bir problem sayılmazdı. Diğer yandan, Hunlar’ın bütün servetleri, sahip oldukları koyun sürüleriydi; büyük boynuzlu sürüleri ve atları ise onlar için ikinci derecede öneme sahipti.
Koyun sürülerini düşman süvarilerinin önünden kaçırabilmek imkansızdı. Bu yüzden Halha steplerine ulaşmış olan Çinliler, Hunlar’ı bir meydan savaşına çekip, orada bir darbeyle işlerini bitireceklerini sanıyorlardı. Eğer bunu yapamazlarsa, sınırdan uzaklaşmış olan Çin ordusunun hiçbir kurtuluş ümidi kalmazdı. Bu sebeple her şey, en ince teferruatına kadar düşünülmüş ve hazırlanmıştı.
Wu-ti, “bütün bir Orta Vaha İmparatorluğu’nun gıda ihtiyacını karşılamaya” yetecek kadar parayı, ordunun silahlanması, iaşesi ve üniforması için hiç düşünmeden harcamıştı, ama onun da hesabı, bütün bu masrafları elde edilecek ganimetlerle karşılayabileceği şeklindeydi. 119’da Çin ordusu, Wei Ch’ing ve Huo Ch’ü-ping’in kumandasında iki koldan harekete geçtiyse de, bu hareketi gizli tutmayı başaramadılar.
Çin ordusu, daha Gobi’nin kumlu çöllerine ulaşmadan, yabgu İ-ch’ih-hsieh, göçebelerinin çadırlarını ve otağını çok uzağa gönderip, en seçkin ordusuyla çölün kuzey uçlarında düşmanı beklemeye başladı. Onunla karşılaşan Wei Ch’ing, savaşı kabul ederek, bütün gün çarpışmasına rağmen, her iki taraf da bir netice alamadı. Akşama doğru, gözleri kör edecek kadar çok güçlü bir kum fırtınası çıktı. Böyle bir havada ok kullanmak mümkün değildi. Çünkü atılan ok, başka bir yöne gidiyordu. Hunlar, ok atma konusunda son derece maharetliydiler, ama bu defa ağırlıklarından mahrum kalmışlardı ve bu da Çinliler’e iyi bir fırsat vermişti. Safları daraltarak, Hunlar’ı kuşatma alına aldılar. Gırtlak gırtlağa bir boğuşma başladı. Yabguya herhangi bir ok isabet etmemişti. Hassa birliklerinden birkaç yüz gözüpek yiğitle bir yarma hareketine girerek, gece karanlığından faydalanmak suretiyle, çember dışına çıkmayı başardı.
Fırtına ve karanlık, her iki tarafı da sindirmişti. Hun savaşçıları Çinli askerlerin arasına karışmış; gecenin karanlığında bir kör döğüştür devam ediyordu. Hun ordusunun büyük kısmı, yabgunun peşinden gitmişti, ama orduyu toplayıp, yeniden savaş düzenine geçirmek mümkün olmadı. Sih-ma Ch’ien’e göre Hunlar’ın kayıpları, 19 bin kişiydi. Bu, elbette kesin bir rakam olamaz. Oturup, tek tek saydın mı be adam!
Çin Ordusunun Başarıları
Wei Ch’ing, saldırıları sürdürmeyi deneyerek, Chao Hsin’le birlikte kaçan ve Çinlileşenlerin kurduğu Chao-hsin-ch’eng kasabasına kadar ilerledi. Tarihî kaynaklar, bu kasabanın ele geçirildiğinden bahsetmezlerse de, Çin ordusunun geri çekilmeleri buradan başlamıştır. Çinli tarihçi, Çinlilerin 100 bin at kaybettiklerini belirtmekle birlikte, ne kadar asker kaybettiklerini resmî tarihinde bahsetme cesaretini gösterememiştir. Wei Ch’ing, bir zafer kazanmıştı, ama bu şişirilmiş bir zaferdi. Çünkü doğuda faaliyet gösteren Huo Ch’ü-ping, bazı önemli neticeler elde etmiş; Doğu Chu-ki-prensini yenmiş ve 70 bin savaş esiri aldığına göre, muhtemelen onun otağını da ele geçirmiştir. Bu olaydan sonra Hunlar, Yin-shan’ı terkederek Halha’daki kumlu çöllere çekildiler.
Wu-huanlar, Hunlar’ın hakimiyetinden çıkarak, Çin sınır boylarına (Mançurya’ya) yerleştiler. Çin yönetimi de bölgeye yeniden 60 bin kişilik savaş gönüllüsünü alelacel götürüp yerleştirdi. Buraya yerleşenler, sulama kanalları açtılar ve daha münbit topraklara sahip olabilmek amacıyla, yerli göçebeleri kovdular. Azad köylüler gelip bölgeye yerleşirken, askerler ve devlet memurları da itaat arzeden bozkırlılar ve onların boy eşraflarını denetleme işini üzerlerine aldılar. Böylece Gobi Çölü, Çin’le Hunlar arasında sınır haline geldi.
119 yılı olayları, her iki tarafı da bitirmiş; ne Hunlar’da, ne de Çinliler de savaşı sürdürecek güç kalmıştı. Yabgu İ-ch’ih-hsieh, barış müzakerelerini başlatmak için teşebbüslerde bulunmasına rağmen, Çinliler onu vassal bir komşu olarak görmeye devam ettiler. Bu durumu bir tür hakaret olarak telakki eden Hun yabgusu, Çin elçisini alıkoydu. İmparator Wu-ti de, Hun elçisini alıkoyarak, yeniden asker ve at toplamaya başladı. Fakat bu asker ve atlar, ona başka bir iş için lazım olacaktı. Çünkü Çin’in batı sınırlarında, Kukunor Gölü civarında Tibetliler güçlenmişlerdi. Çin ordusunun Alashan ve Nan-shan eteklerini ele geçirmesi, hem Tibetliler, hem de Hunlar için hayra alamet değildi. Üstünlüğü ne pahasına olursa olsun elde tutmak isteyen Çinliler, “Hunlar’ın Ch’ianglar’la ilişkilerini engellemek için” hemen fethedilen bölgeyi tahkim etmeye giriştiler. Tibetliler hiç beklemeden savaşa girince, Wu-ti, 117’de esasen Hunlar’la hesaplaşmak için topladığı orduyu onlar üzerine sevketmek zorunda kaldı. Hunlar ise, 12 yıllık bir istirahat döneminden sonra, artık Çinlilerle hesaplaşacak duruma gelmişlerdi.
112-111 yılları arasında Çinliler, Tibetliler’i Sarı Nehir ve onun bir kolu olan Huang-shu’nun ötesine atmayı başardılar. Fakat bu olay, üç büyük Tibet kabilesinin aralarındaki düşmanlığa son vererek, birleşmelerine; bunu müteakiben de Hunlar’la temasa geçmelerine zemin hazırladı ve böylece bir karşı taarruz başladı. Çinliler, bu saldırıları durdurabilmek için, daha büyük ordulara ihtiyaç duydular, ama dağlıları itaat altına almak mümkün olmadı. Dağlılar, batıya geçerek, Kukunor Gölü civarına karargah kurdular. Böylece Güney Nan-shan sıradağlarının bir kolu, iki taraf arasında sınır kabul edildi ve savaş 107’de sona ermiş oldu.
İmparator Wu-ti, çok büyük güçlerle, kuzey ve güney göçebelerini birbirinden ayırmaya muvaffak olmuştu, fakat bu, daha ziyade stratejik bir başarıydı. Çünkü ele geçirilen topraklarda zaten kimse yaşamıyordu ve buralar Çinli savaş gönüllülerine tahsis edilecekti, fakat bu tedbirler tamamlanamadı.
Yabgu İ-ch’ih-hsieh, 114’de ölmüş ve tahta oğlu Wu-wei geçmişti. Görünüşe göre Wu-wei, kendi halinde, savaşmaktan hoşlanmayan biriydi. Kuzeydeki baş ağrılarına son veren Wu-ti, bakışlarını güneye çevirmişti. Çin’in güneyinde biri Kuang-tung, diğeri Hindiçin’de bulunan iki Yüeh prensliği bulunuyordu. Wu-ti, 113’de bu iki prensliği ele geçirmiş; Hindiçin Yüeh prensliğinin başında bulunan kişiyi imparatorluk sarayının kuzey kapısındaki bir hücreye kapatmıştı. Sui ve K’un-ming (Birma) ülkelerine yapılan seferler, daha az başarılı olmuştu ve balta girmez cangıllarda yaşayan savaşçı halklar Çin ordularının ilerleyişini durdurmuşlardı.
Yüeh’lere karşı kazandığı zafer Wu-ti’yi coşturmuş ve hemen Hal-ha’ya iki ordu sevketmişti. Fakat her iki ordu da Hunlar’a rastlayamadan geri döndü.
110’da imparator, kuzey ordusuna resmî bir geçit yaptırmaya karar verdi. Shuo-fang kalesinde 180 bin süvari toplanmıştı. Bu bir askerî gövde gösterisi olmalıydı, fakat Wu-ti’nin kafasında birden yabguyu korkutarak, vassalı olmaya zorlama düşüncesi geçiverdi. Ne var ki yabgu, Çin teklifini dinlemeye bile tahammül edemedi ve Çin elçisine kurulan otağda kendisi için yapılan bir gösteri sırasında seremoniyi tertipleyen kişinin kellesini kestirdi. Yine de Hunlar saldırıya geçmediler ve bir yandan atlarını dinlendirirken, bir yandan da sürek avıyla meşgul oldular. Bu, fırtına öncesi sessizliği idi. Fakat bu defa, Wu-ti de Hunlar’a karşı hareket etme cesaretini gösteremedi. Çünkü doğuda yeni ve karmaşık bir durum ortaya çıkmış ve imparatorun halletmesi gereken en önemli problem haline gelmişti. Çinli göçmenleri kabul etmekle kalmayıp, onları kendi tarafına çekmeye çalışan Kuzey Kore Ch’ao-hsien (Çaosyen okunur) Devleti’yle pürüzler çıkmıştı.
Wu-ti, 109’da Ch’ao-hsien’e karşı bir ordu ve savaş filosu sevketti. Çinliler’i karada ve denizde mağlup eden Koreliler, Çin’le şerefli bir barış anlaşması yapmak istediler. Çin’e gönderilen Kore elçisi, aynı zamanda ülkenin veliahtıydı. Çin’e gelince haince öldürüldü. Bir sonraki yıl, savaş yeniden başladı. Takviye kuvvetleriyle desteklenen Çin ordusu, Ch’ao-hsien’in başkentini karadan ve denizden kuşattıysa da, general ve amiral arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle, harekat başarıya ulaşamadı. Sonunda Çinliler, Kore devlet erkanından bazı subayları satın almayı başardılar ve onların yardımıyla Ch’ao-hsien prensi haince öldürüldü. Böylece Ch’ao-hsien Çin’in hakimiyetini kabul etti ve savaş 108’de sona erdi. Ne var ki bu başarılı sona rağmen, Çin ordusu ve subayları savaşta performans gösteremedikleri için, bazı kumandanların kellesinin vurulması ve ordunun yeniden organize edilmesine ihtiyaç duyulması; dolayısıyla, Hunlar’a karşı behemahal ciddi bir savaş sürdürülebileceği düşünülemezdi.
İşte 107 yılında Çin-Tibet savaşı bu şekilde bitmiş, 105’de ise Hun yabgusu “uysal” Wu-wei, tahtı genç ve savaş tutkunu oğlu Wu-shih-lu’ya (Uşilü okunur) bırakarak ölmüştü.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder