31 Ekim 2022 Pazartesi

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 6

 Giyim Kuşam






Kılık kıyafette devrim yaşamış bir toplumuz. Gerçekte kıyafet düzenlemeleri uzun bir tarihe yayılıyor. Yaşar Yücel’in yayımladığı ve 1643-44’de Şeyhülislam Yahya Efendi’nin yazdığını saptadığı, Osmanlı düzeninin niçin bozulduğunu araştıran eserler türünden Kitâbu Mesâlih’U-Müslimîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn adlı eserde, her millet, meslek ve zümrenin ayrı kıyafetinin olmasına ne kadar önem verildiği görülmektedir: “Şol kimesneler ki ekâbir olmayalar, hiç uzun kaftan giymeseler yasağ olunsa (...) se-vâbdür. Edebsize edeb öğretmek lâzımdur.” ... “Şimdiki zamânda ekâbirin kulları ma’lûm olsun, gavga itmesünler, gavga iden ma’lûm olsun diyü bir külâh vaz’olunmuştur gayetle ma’kul buyurılmışdur. Acemi oğlanları kısa saru külâh giyseler ahur halkı uzun sarı külâh giyseler uzanla kısa farkı hemân kifâyet iderdi.” ... “Bir husûs dahi budur ki bazı derzi kâfirleri vardır ki kırmızı yelken takye ve kırmızı arakiyyeler giyerler. Müslümanlar bilmezler ki Müslüman mıdur, kâfir midür bilmeyüb selâm virirler, ri’âyel iderler. Günahdur, bunlara dahi yasağ olunsa.”


I. Abdülhamid 1776’da elbise nizamnamesi çıkararak “hademe, esnaf ve hıref (zanaat) erbabı” devlet ricaline mahsus giyime özenip, kazançları süslerine yetmeyince yolsuzluklara cüret ettiklerini saptayarak, bu âdete son verilmesini ister. Zaman zaman çıkarılan nizamnamelerle Osmanlı yönetiminin giyimde gösterişten ve kadınlarda şeriata mugayir kıyafetlerden şikâyet ettiğini görüyoruz.


Bütün düzenleme ve modalara karşın Anadolu’da halkın kıyafetinin esas olarak 20. yüzyıla kadar değişmeden geldiği görülmektedir. İstanbul ve büyük şehirlerde kadın kıyafetlerinde görülen modalar ve sarık yerine fesin kabul edilmesine karşılık, yüzyıllarca kıyafet aynı kalmıştır. Bu durum, 15. yüzyıla kadar Avrupa için de geçerlidir.


Avrupa’da yaygın giyim Roma ve Eski Yunanlılarda olduğu gibi tünikti. Akdeniz’in kuzeyine çıkıldığında ise bu basit tünikler ‘dolak’lara dönüşüyordu. I350 ’den itibaren elbiseler, zamanın tutucularınca tepki çekse de daralmaya ve kısalmaya başladı. Kadın elbiseleri de aynı biçimde daraldı ve dekolte başladı. Bu tarihten sonra moda oluşmaya başladı ve yeni giyim tarzları her bölgeye aynı hızla yayılmadığından ulusal kıyafetler ortaya çıktı.


İtalyanların öncülüğüne karşın, modada Fransa kısa sürede etkin ülke haline geldi. Venedik’in gücünü koruduğu 15.-16. yüzyıllarda bile Fransız modası bu şehre girmişti. Fransız tarzının yayılmasında Fransız model bebekleri çok etkili olmuştur. Venedik’te açılan en eski konfeksiyon mağazalarından birinin adı bile, Fransız bebeği anlamına gelen La piavola de Fransa’dır. 18. yüzyılda artık tam anlamıyla modadan söz edilebilir. Özellikle kadın dergileri aracılığıyla kadın modası sektör halinde gelişmektedir.


Yeniçeri ordusu kapatılıp Asakir-i Mansure ordusu kurulduğunda, Osmanlı ordusunda ve padişahtan başlayarak bürokrasisinde, başlık dışında Avrupa modası geçerli olmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa uyumuna dahil edildiği Kırım Savaşı sonrasında (1856) mobilyadan masa adâbına kadar Avrupa tarzı hızla benimsenmeye başladığı gibi, Kâtibim şarkısının çıktığı bu dönemde şehirli erkek kıyafeti de Avrupa tarzına uymuştur.


Son dönem Osmanlı kıyafeti hakkında Abdülhak Şinasi Hisar’ın betimlemesi, konuyu somutlaştıracaktır: “Sultan Mahmud devrinde eski parlak ve azametli kıyafetlerini bırakarak garplılaşmak temayülü ile ilk giydikleri Avrupa esvapları cedlerimizi fena halde çirkinleştirmişti. Zira onlar bu şeylerin iyisini kötüsünden ayırt edemediklerinden şalvara benziyen pantolonlar, cübbeyi andıran caketler, kürkü hatırlatan gocuklar, paltolar ve bu görgüsüz elbiselerle hiç uymayan renkli boyun bağları giyinip kuşanmağa ta o zamanlarda başlanılmıştı ve bu uygunsuzluk ta Sultan Hamid devrinde bile yer yer devam ediyordu,” (Çamlıcadaki Eniştemiz, 1944).


Giyim konusunun püf noktalarından biri, kumaş üretimidir. Kapitalizmin ve Sanayi Devrimi’nin doğuşunda dokumacılığın oynadığı rolü anımsayarak, kumaş türlerine kısaca bakmakta yarar var. Braudel’in saptamalarına göre, kapitalizm öncesinde Avrupa’da yün, pamuk ve ipek, Çin’de pamuk, Hint ve İslam dünyalarında hafif yün yoktur. Kara Afrika’da kumaşın bedeli altın ve köle olmuştur. Sonuçta kumaş üretenler Akdeniz, Avrupa, Iran, Kuzey Hint ve Kuzey Çin’dir. Dokuma tekniği, yeri, biçim ve rengine göre yüzlerle ifade edilebilecek kumaş cinslerinden bugün de önem taşıyan tabii ve sentetik kumaş hammaddeleri ile moda olmuş türlerin kısa tarihleri şöyledir:


ipek: Çin’de başlayan ipek üretimi uzun dönem sır olarak saklanmış, ‘sanayi casusluğu’ ile Çin dışına çıkarılmıştır, ipek İran’a geçtikten sonra burada da sır tutulmaya çalışılmış, Traianus döneminde (52-117) Bizans’a girmiş, Iustinianos döneminde (527-65) ipekböceği ve dut üretimi başlamıştır. Çin’in ipek tekeli gene de neredeyse 15. yüzyıla kadar sürerek, Araplar kanalıyla Sicilya ve Endülüs’e girdikten sonra İtalya’ya, 18. yüz yılda Savoy’a kadar yayılmıştır. İpek her zaman zenginlerin tüketim malzemesi olmuş, İslam dininde ise aslında erkeklerin ipek giymesi haram edilmiştir. İstanbul’un en büyük kapanlarından biri ipek kapanı olduğu gibi, Lale Devri’nde bir de ipek kârhanesi kurulmuştu. Orhon yazıtlarında ipeğin karşılığı agı sözcüğüdür ve ipeğe verilen değeri gösterir biçimde ağır ağır, değerli, ağış servet, mal mülk anlamlarına gelir. Akça sözcüğünün de agz’dan geldiği düşünülmektedir.


Pamuk: Hindistan’ın yerli ürünü olan pamuk buradan Çin ve Mısır’a götürülerek 10. yüzyılda Akdeniz bölgesine, 13. yüzyılda Avrupa’ya girmiştir. Venedik-Halep bağlantısı ile Avrupa uzun süre pamuk ihtiyacını Ortadoğu’dan sağlamıştır. Avrupa dillerinde pamuk sözcüğü Arapça kutn’dan (Portekizce cotao, Almanca Kattım, İspanyolca algodon, İngilizce cotton), bir iddiaya göre Eski Yunanca khiton’dan gelir.


1766 yılında İngiltere’de pamuk ipliği eğiren makinenin yapılması ile kumaş üretimi sanayi haline gelecek, kapitalizmin gelişimi ile Avrupa ülkelerinin birçok maddede olduğu gibi sömürgelerinde pamuk plantasyonları kurmaları sonucu tekstil sanayi hammaddeleri ve kumaş üretimi uluslararası pazar ve rekabete göre belirlenecektir. Örneğin, Amerika’da köleliğin tarihi, köleler yoğun biçimde pamuk tarlalarında çalıştıkları için, ikame mallar ve teknolojinin gelişimi ile yakından ilgilidir.

Türkiye’de pamuk üretiminin önem kazanması Çukurova bölgesini Osmanlıya isyan eden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın ele geçirmesiyledir. İbrahim Paşa dokuz yıl süreyle Mısır, Suriye, Kıbrıs’tan getirdiği çeşitli tohumlar ve siyahi işçilerle 1830’lu yıllarda bu bölgede pamuk üretimini başlattı. ABD ’de iç savaşın patlak vermesiyle (1861) pamuk üretimi Ege bölgesinde de başladı. İlk çırçır fabrikasını 1864’de Adana’da Fransızlar kurdu. İngiliz’ler üç fabrika kurdular ve tarım makineleri getirdiler. Cumhuriyet’in başlarında Milli Mensucat Fabrikası ülkenin en büyük sanayi kuruluşlarındandı. Sümerbank kurulduktan sonra yeni dokuma fabrikaları açılmış, daha sonra özel sektör gelişmiştir.


Keten: İsviçre’deki tarih öncesine ait bulgular ve Eski Mısır mezarlarında bulunan parçalar keten kullanımının çok eski olduğunu gösterir. Fenikeli tüccarlar Akdeniz’de keten ticareti yapmış, Roma İmparatorluğu döneminde keten yayılmıştır. Yazları yağışlı ve serin geçen bölgelerde yetiştirilen keten yüz kadar türüyle Avrupa’da yaygındır, tekstilde kullanılan ketenin en büyük üreticileri Rusya, Polonya, Romanya’dır. Türkiye’de Marmara bölgesinde yetiştirilir. Ketenin varlığı ile kullanımı arasında fark görülmektedir. Keten Uzakdoğu’da çok eskiden beri bilinmekle birlikte daha çok yağından yararlanılmıştır. Eski Yunanlılarda da zengin kıyafeti olarak kalmıştır. Keten ve kenevir birçok kültürde birbirine karıştırılmıştır. Uygurcada kidin sözcüğü keten anlamında kullanılırken, birçok Türk dilinde ketene ipek kendir, ak kendir, yumuşak kendir nitelemeleriyle kendir kökenli adlar verilmiştir. Çince, Sanskritçe ve Avrupa dillerinde de aynı durum söz konusudur.


Kaşmir: Sanskritçe kaşmira, Khasa kabilesinin kasyapamira sözcüğünden geldiği de iddia edilir; ilk kaşmir kumaşlar Avrupa’ya Hindistan yoluyla gelen Keşmir keçisinin ince ve yumuşak yününden yapılıyordu. Fransa’da dokunan ve inceliğiyle bu kumaşa benzetilen şallara da cachemire denildi.


Kadife: Arapça. Uzun havlı kumaştır. Plinius’a göre doğulu halklar çok eski zamanlardan beri kadife üretmektedirler. Ortadoğu’dan ithal edilirken Venedik ve Cenova’da 12. yüzyıldan itibaren üretilmiş, gümüş ve altın işlemeli kumaş ve keseler yapılmıştır. 14- ve 15. yüzyıllarda Bursa’nın ipekli kadifeleri ve Üsküdar kadifeleri ünlüydü.

Atlas: Arapça atlas, İtalyanca sadrı raso gibi tüysüz, parlak demek olan talise kökünden adını alan, altın ve gümüş tellerle işlenmiş ipek kumaştır. Arapların aracılığıyla 14. yüzyılda Endülüs’ten İspanya’ya ve Avrupa’ya yayıldı. 15. yüzyılda İtalya ve Fransa tezgâhlarında dokunmaya başlandı. Selçukluların atlas-ı İstanbul! adıyla Bizans’tan, Osmanlıların da yezid frank atlası adı altında Avrupa’dan atlas aldıkları biliniyor. Kadifenin yerine daha fazla tercih edildiği dönemde miskî, şehrî (Bursa işi), Şam ve Maraş atlasları ünlenmişti. Evliya Çelebi İstanbul’da 105 dükkân ve çoğu Yahudi 300 atlasçı esnaf bulunduğunu, pirlerinin Endülüslü Mansur olduğunu yazar. Bugün daha çok yatak, yorgan, yastık kaplaması olarak kullanılıyor.


Tafta: Farsça tafte, İtalyanca taffeta. İlk defa Çin’de dokunmuş, Ortadoğu’da ferace, çarşaf, yazlık elbise bezi yapımında kullanılmış ipekli, sert bir kumaştır. Çözgü ve atkılarının yapım tarzına göre yelken bezi yapımında da kullanıldığından, bu biçimi ile atlasa yakın kabul edilebilir ve Sokollu’nun ünlü yelken bezlerini atlastan yapma iddiası da doğrulanır.


Saten: Çin’in Tsia-Tong şehrinin Arapçası zeyturı, cetuni’den İspanyolca aceytuni, ortaçağ Fransızcası zatony’den çağdaş Fransızca satin biçimiyle Türkçeye girmiştir. Atkı veya çözgülerinin ipek, yün veya pamuklu oluşuna göre birçok türleri üretilen parlak ipekli kumaştır. Daha çok erkek elbiselerinde astarlık olarak kullanılır. Çin, Fyon, Yunan, Türk sateni gibi türleri vardır.


Muslin: Arapçada Musullu, Musul işi anlamında musuli’den İtalyanca mussolino, Fransızca mousseline. Fakat Marko Polo zamanında başka cins kumaşın adıydı. İnce ve seyrek dokunmuş pamuklu bezdir. İpekten dokunanına şifon, kalınına ipek muslin, mermerşahi denir. Genellikle düz renktir; sağlam kumaştır, kadın elbisesi, pamuklusundan yazlık yapılır.

Moher: Ankara keçisinin yününden yapılan hafif kumaş ve örgü yünüdür. Muhtemelen Arapça seçme, beğenilmiş anlamında muhayyerden İtalyanca maccaiaro, Fransızca mocayart biçimleriyle deve ve keçi tüyü yünlülere ad olarak İngilizceye geçmiş, İngilizceden mohair, Fransızca mouhaire biçimiyle tekrar Avrupa’ya yayılmıştır. İngilizcede ilk kez 1570 yılında kullanıldığı saptanan sözcük 1753’te Türkiye moheri olarak geçmektedir ve Ankara keçisi yününü anlatır olmuştur. Ankara keçisi 1800’lerde Güney Afrika ve ABD ’ye götürülüp ilk kez Ankara dışında yetiştirildikten sonra Angora cins adına dönüşmüştür. Ankara kedisi konusunda da olduğu gibi (Robert Kent James, The Angora Cat, Boston, 1898), Ankara keçisi, üretimi ve yünü hakkında İngilizce araştırma ve yayınlar (Samuel Wilson, Melbourne, 1873; John L. Hayes, New York, 1882; George Fayette Thompson, Chicago, 1903) Türkçedekilerden (Fethi Açıl, 1961) çok daha eski tarihlidir. Bu arada tekstilde tüyü kullanılan Ankara tavşanı da Türkiye’de unutulmuştur.


Patiska: İç donu, yazlık, gecelik entari yapılan beyaz kumaş. Fransızca batiste, adını ilk üreticisi Cambraili Baptiste’den aldığı söylenir. Fransa’nın Kuzey Flandra bölgesindeki Cambrai şehri 1500’lü yıllarda patiska üretimi ile tanınmıştı; patiskanın İngilizcesi cambric sözcüğü de Cambrai şehrine ait anlamındadır. Bir açıklamaya göre de adını, vaftizden sonra çocukların başlarının silindiği kumaş olmasından alır. Şalaki, lahoraki sözcüklerinde olduğu gibi -ka eki Anadolu’da Rumlarca eklenmiş olmalıdır.


Poplin: Fransızca popeline, İngilizce poplin. Çözgüsü atkısından sık dokunmuş pamuklu kumaştır. Özellikle gömlek yapımında kullanılır. 17. yüzyılda İngilizceden Fransızcaya geçmiştir, ilk üretimi Flandra’da orta çağda tekstiliyle ünlü Poperinghe kasabasındadır. 1309-77 yılları arasında Katolik Kilisesi’ndeki bölünme sırasında papalık şehri olan Avignon’da üretimi yapılıp bu şehrin 1791’e kadar poplin üretimini elinde tuttuğu ve İtalyanca ‘papaya ait’ anlamında papalina, eski Fransızca papeline sözcüğünden adını aldığı da ileri sürülür. Gömlek, pijama, spor giyim yapımında kullanılır.


Jarse: Jerse de denir; adını Fransa’nın Jersey Adası’ndan alır; ipek ve yünden esnek dokunmuş kumaştır. Fransa’da 1660’lardan beri bilinir; trikotaj konusu haline gelişi 1880’lerdedir. Türkiye’de 1965’e kadar ithal naylon jarseden daha fazla itibar sahibi iken bu tarihten sonra jarsenin sağladığı prestij naylon giyimi geçmiştir.


Emprime: Fransızca imprime, desen ve resim basılmış ipekli, yünlü vb. kumaşlardır. Türkçesi basma, yalnızca küçük parça, yorgan yüzü, yemeni, bohçalık kumaşlar için kullanılırdı, elbiselik ‘basma’ önce Avrupa’dan getirtildi. İçi havlı, dışı perdahlı basmaya pazen, içi perdahlı, dışı havlı basmaya divitin denir. Pazen Fransızca basin’den gelir, İtalyanca pamuk anlamında bambax’tan türetilen bombasin sözcüğünün Fransızcada 14. yüzyılda aldığı biçimdir (13. yüzyılda fustaigne - fistan’dan gelen futaine de denirdi). Divitin Fransızca duvet (kuştüyü) sözcüğünden gelir; 16. yüzyılda Fransızca duveteux, İngilizce ve Almancaya duvetınet/Duvetinc olarak geçmiştir.


Müflon: İçinde keçe bulunan, kalın ve yumuşak, parlak tüylü kumaş. Sardunya’da yaşayan eğri boynuzlu, iri gövdeli koyun türüdür. Küçük Asya, Sicilya ve Kanada türleri vardır. Fransızcaya 1600’lerde girdi.


Orlon: Görünüşü ipeğe benzeyen, ısıyı çok iyi yalıtan sentetik elyaftır. 1948’de E. I. du Pont de Nemours &. Company tarafından üretildi ve ticari marka olarak tescil edildi. Yalıtkan ve dayanıklılığı nedeniyle çorap ve faniladan üstlüklere kadar birçok giyside ve üniformalarda kullanılır ve ev kadınlarının yünlü elbise, kazak, başlık, hırka vb. üretiminin artmasında doğrudan etkisi olmuştur. Ütü, güve ve solmak gibi sorunlar yaratmayan naylon çoraplardan sonra orlon kumaş büyük yenilik yaratmıştır.

Penye: Türkçede tişörtle neredeyse eşanlamlıdır; Fransızca peigne’den gelir. Latince tarak demek olan pecten’den gelen Fransızca taramak fiili peigner, önce peign-oir adıyla kadın sabahlıklarına ad olmuştu; tişörtün ilk biçimi herhalde buydu.


Amerikan bezi: Kaput bezi de denilen, dayanıklı ve ucuz pamuklu dokumadır.


Yerli dokuma tezgâhlarının Avrupa sanayiinden gördüğü zarar ekonomi tarihçilerince halen tartışılıyor. Göçebelerden başlayarak büyük şehirlere doğru insanların kendi çarığını yaptığı, bez ve kumaşlarını dokuduğu kapalı ekonomi birimlerinin, uluslararası pazara açık yeni tarz giyimin zorunlu hale geldiği çevrenin egemenliğine giriş süreci ikinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürmüştür. Ahmet Rasim “Bir Hasbihal” yazısında bu süreci anlatır: “Tring ile Iştayn ve emsâli hazır esvabçılar (...) ticaretleri saikasıyla alabildiğine ucuz elbise satarak bizi bir dereceye kadar Avrupa kıyafetine soktular. Flatta elan o azm-i ticarie ile memleketimizin belli başlı şehirlerinde şubeler açıyorlar. Fakkat dikkat ediyor musunuz? Bu kadar ucuzcu oldukları halde bile yine yirmi otuz sene zarfında İstanbul’un dört beş saat öte tarafında bulunan köylülerimizin kıyafetleri değişmedi. Salta, potur, cebken, camadan, şalvar ve saire bâki kaldı,” (Tarih ve Muharrir, 1913).


1850’de Bakırköy’de Barutçuzade Ohannes’in açtığı Basmahane 1860’da Hazine-i hassa işletmesi haline getirilmiş, 1867’de harbiyeye devredilmiş ve kumaş sanayinin temeli atılmıştır. Fakat Abdülaziz halen iç gömleği olarak Rize’den getirttiği nefis Rize bezini tercih etmektedir. 1836’da kurulan Feshane, Abdülmecid tarafından Darüssınaa’ya dönüştürülerek 1843 yılma kadar hayvan gücüyle çalışan dönme dolaplar kullanılmış, bu yılda buhar gücü kullanan makineler getirtilmiştir. Belçika Vervier fabrikasının ürettiği ilk tarağın da Feshane’ye alınmış olması ilginçtir. 1933 yılından itibaren Sümerbank, Osmanlı devrinden kalan dokuma sanayiini devraldı, 10 Mayıs 1939’da 360 kuruşa ucuz köy elbisesini satışa çıkardı.


Yeni açılan fabrikalara eklenen özel sektör işletmeleriyle Türkiye tekstilde ihracatçı ülke haline gelmiştir. Tekstilde 1940’da, konfeksiyonda 1965’te ihracat ithalatı geçti. Bossa, Güney Sanayi, Narin Tekstil, Altınyıldız Mensucat 1951’de, Taç Sanayi, Aksu 1952’de kuruldu. Bugün beş fabrika polyester naylon üretimi yapıyor. Konfeksiyonun gelişmesi ile, son yirmi yılda hem yamalı giyinen kalmamış hem de terzilik yalnızca zenginlere ve sosyeteye hizmet eden bir mesleğe dönüşmüştür. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Mevlâna Meydanı / Konya

 


1700-1900 lü Yıllarda Güney Afrika

 1652 yılından itibaren Güney Afrika'nın sahil şeridi Flemenkler tarafından sömürgeleştirilmişti (Bu sömürgelerdekiler Boer ya da Afrikanerler olarak biliniyorlardı). San veya Knoikhoin olarak bilinen bölgenin yerli  nüfusu  ya  boyun  eğdirilmiş  ya  da  yerlerinden edilmişlerdir (Sanlar dağlara çekildiler). 1770'lerde Boerler iç bölgelere doğru ilerlediklerinde daha yerleşik olan Xhosa halkı ile karşılaştılar. Yaklaşık 100 yıl sürecek olan bir savaş başladı (Xhosa Savaşları, 1779-1879). Flemenk ve ingiliz sömürgeciler onları doğudaki Büyük Balık Nehri Bölgesi' ne doğru ittiler.

Hindistan deniz yolunu korumak isteyen ingiltere, Ümit Burnu' nu 1795 yılında ele geçirdi. 1806 yılında Cape Koloni Bölgesi sömürgeleştirildi. Cape'deki ingiliz kontrolünden ve onların köleliği kaldırma uygulamalarından kurtulmak isteyen yaklaşık 12.000 Boer 1835 ve 1843 yılları arasında Great Trek'te kuzeye doğru ilerlediler. Gelecekte Natal, Bağımsız Orange Devleti ve Transvaal olacak olan  yerlere göç ettiler. ingiltere sonunda onların bağımsızhklarını tanımak zorunda kaldı.

Bu sırada Bantu dilini konuşan savaşçı bir halk olan Zulular, güçlerini arttırmış ve liderleri Shaka'nın önderliğinde   sınırlarını genişletmişlerdi (1816-1828 yılları arasında hüküm sürmüştür ). Bu  durum 1815-1840 yıllarında yerli kabileler   arasında   önemli savaşların yaşanmasına neden oldu. 1879 yılında ingilizler Zulu Krallığı'nı ele geçirdiler. Isandhlwana' da yaşanan bir yenilginin ardından başkenti işgal ettiler. 1887 yılında Zululand bir ingiliz sömürgesi oldu ve 10 yıl sonra Natal ' la birleşti.

Transvaal bölgesinde altın ve elmas bulunması ingilizleri (Gizli bir şekilde emperyalist Cecil Rhodes tarafından destekleniyorlardı) Transvaal'i ele geçirmeye teşvik etti. Londra dünyanın finans merkezi durumundaydı ve talebi karşılamak için devamlı bir altın girişine ihtiyaç duyuyordu. Bu durum 1899 - 1902 yılları arasında Boerlerle ingilizler arasında onemli bir savaşın  yaşanmasına neden  oldu. Boerler başlarda kimi başarılar kazandılar. Ne  var  ki  ingilizlerin güçleri ve Kitchener'in çiftlikleri yakıp sivilleri toplama kamplarına yerleştirmeye dayanan "arazi-yakma politikası" karşısında yenilgiye uğradılar. 1902 yılında yapılan barış antlaşması ingiliz yönetimini tanıyordu. 1910 yılında bütün Güney Afrika bölgeleri  birleştirilmiş oldu.


Alıntıdır.


Amasya

 


Bağıştaş Barajı / Fırat Nehri / İliç / Erzincan

 


30 Ekim 2022 Pazar

BATI GÖK-TÜRK DEVLETİ

 Gök-Türk devleti 552 yılında kurulduğunda Bumın Kağan, devletin batı tarafının idaresini kardeşi Istemi'ye vermişti. İstemi, yabgıı unvanıyla 576 yılına kadar devletin doğusuna bağlı kalarak, batı kanadını idare etti. Bütün icraatı Ötüken'deki merkez adına olan Istemi'nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Tardıı da Önce doğudaki büyük kağanlık merkezine bağlılığını sürdürdü. 581 yılında Taspar Kağan'ın ölümü neticesinde başlayan taht mücadelesi merkezi otoriteyi zayıflattı. Bunun yanında çinli casus elçi Ch'ang Sun-shcng'ın faaliyetleri de devletin gücünü azaltmıştı. Üstelik çinli casus Gök-Türk hanedanı arasındaki iç çekişmeleri ihtiva eden raporları imparatoru Wen'a sunuyordu. İşbara'nın gözüne girmeyi başardığı için onunla sürekli avlara çıkmış; bu sayede Gök-Türk ülkesinin dağlarını vadilerini ve boylarının askerî vaziyetini öğrenmişti. Daha da kötüsü Gök-Türk devleti aleyhine hanedan arasındaki iç çekişmeleri öğrenip imparatora rapor ederek, entrika faaliyetleri yapmasını tavsiye etmesidir. İşte bunun sonucunda başlayan entrika siyaseti Gök-Türk devletinin ikiye ayrılmasına sebep olmuştur.



Taspar (T'a-po) Kağanın ölümüyle başlayan taht mücadelesini ve işbara'nın kağan oluşunu, devletin içindeki çekişmeleri yukarıda görmüştük. Devletin içindeki huzursuzlukların artmış olması Çin'e olan baskıları durdurmamıştı. 582 yılında Işbara Kağan, Chou hanedanıyla akraba olduğunu, onun Sui'ler tarafından yıkılmasını kabullenemediğini ileri sürerek harekete geçmiş ve kendisine bağlı bütün boyları güneye sefere davet etmişti. Tahta yeni çıkmış olan Sui imparatoru çok korkmuş, hemen Çin şeddini tamire başlamış, kuzey sınırlarda yığınaklar yapmıştı. Kumandanlarından Yü Ch'ing-tse'yı Ping, Yın Shou'yu da You eyaletine mevzilendirmiş; bir kaç on bin askerle hazırlanmıştı. Bu esnada devreye giren Ch'ang Sun-sheng, imparatoruna Gök-Türklerle savaş yerine entrika faaliyeti yapmanın daha doğru olacağını tavsiye etti. Ch'ang Sun-sheng'a göre Gök-Türk devletinde dört ayn güç vardı. Bu güçler Işbara, Tardu (Tien - chüe), A-po ve Ch'u-lo-hou liderliklerinde cephelenmiş olmalarına rağmen Çin'e karşı ortak hareket ediyorlardı. Işbara dışında adı geçen üç liderden, o an için en faydalısı Tardu ile irtibata geçmek idi. Çünkü daha uzakta ve askerleri kuvvetli idi. Önce onunla temasa geçildikten sonra A-po, Ch'u-lo-hoıı ve Moğol kabileleri Hsi'lerle münasebet kurulmalı idi. Çok korkmuş ve zor durumda olan Çin imparatoru Ch'ang Sun-sheng-'ın bu raporundan çok memnun oldu. Casus elçisini saraya çağırdı. Onun ağzından bir daha raporunda belirttiklerini dinledi. Planı iyice öğrendikten sonra hemen Yüan Hui'i kurt başlı sancak ile o esnada Hami'de bulunan Tardu'nun yanına gizlice gönderdi. Tardu'nun kurt başlı sancağı alması ile birlikte, İşbara İle bağlılığı sona erdi. Zaten uzun süredir doğudaki merkeze karşı soğuk duran Tardu istiklalini İlân etti. Kurt başlı sancak Gök-Türklerde hükümdarlığın alâmetlerinden biridir. Gök-Türk hükümdarlarının otağlarının önüne kurt başlı sancak dikilirdi. Bu şekilde Tardu bağımsız bir devlet olarak tanındığını anlamış oluyordu. Onun gönderdiği mukabil elçiye Çin sarayında çok hürmet edildi. Hatta o sırada sarayda bulunan Işbara'nın elçisinin oturduğu yere göre üstünde bir yere oturtularak Batı Gök-Türk devletine daha çok değer verildiği gösterildi. Böylece Batı Gök-Türk devletinin prestij olarak daha üstün olduğu vurgulanmak istenmişti. Aslında Çin elçisi Yüan Hui , Tardu'nun nezdine ulaştığında, kendisine hiç itibar edilmemiş, ancak kurt başlı sancak sunulduktan sonra olağanüstü ilgi gösterilerek, çok iyi merasim yapılmıştı. Bu bir bakıma Tardu'nun uzun süreden beri böyle bir şey beklediğini ve bunun kendisi için çok önemli olduğunu aklımıza getirmekledir. Sancak veya tuğ eski Türk devletlerinde çok önemli bir hakimiyet belgesi idi.




Bu olay hemen tesirini gösterdi. 582 yılında Işbara'nın liderliğinde gelişen büyük Gök-Türk akınında Tardu, Çin içlerine fazla ilerlemek istememiş ve askerlerini toplayarak geri dönmüştü. Bahsedilen askerî harekât Doğu ve Batı Gök-Türk kuvvetlerinin bölünmesinin kesinleşmesinden önce son birlikte seferleridir. Bundan sonra devletin doğu kanadında iç karışıklıklar artınca ve A-po hadiseleri dolayısıyla, Tardu ile işbara arasındaki uçurum derinleşmiştir.


Bu tarihten sonra Tardu Kağanın Sui imparatorluğu ile arasında iyi münasebetlerin geliştiğini söylemek mümkündür. Tarihi teshil edilemeyen bir elçilik teatisi Batı Gök-Türk Çin ilişkilerinin samimî olduğunu göstermektedir. 582 yılının hemen sonrasında Tardu'nun gönderdiği elçinin şerefine Çin imparatoru Wu-te sarayında av eğlencesi tertip etmişti. Bu sırada usta generallerinden Ts'ui P'eng'a çatıda bulunan bir güvercine nişan almasını emretti. Usta nişancı bu kumandan attığı okla kuşu vurdu. Mükâfat olarak, imparatorundan on bin bakır para aldı. Tardu'nun elçisi bu vaziyeti görünce hayran olmuş, dönüşünde kağanına anlatmıştı. Ts'ui P'eng'ın nişancılığını merak eden Tardu, tekrar elçi göndererek, imparatordan onu ülkesine yollamasını görüşmek istediğini bildirdi, imparator Wen da onun bu teklifinden dolayı övünmüş ve Batı Gök-Türk ülkesine göndermişti. Tardu Kağan, on kişilik bir nişancı ekibi hazırlayarak, Ts'ui P'eng'la vahşi bölgelerde ava çıktılar. Havada uçan kuş topluluğuyla karşılaştıklarında Gök-Türk okçuları attıkları okları isabet ettiremediler. Ancak Ts'ui P'eng attığı her oku isabet ettirdi; vurduğu kuşların hepsi yere düştü. Tardu söz konusu Çinli elçinin nişancılığına hayran olmuş ve yüz günden fazla alıkoymuştu. Çin imparatoru ipekli kumaşlardan hediye göndererek, onun serbest bırakılmasını sağladı. Fazla büyük bir siyasî öneme sahip olmasına rağmen söz konusu elçilikten, Batı Gök-Türk-Sui ilişkilerinin son derece samimî bir şekilde geliştiğini gösterdiğini söylemek mümkündür. Diğer taraftan Tardu'nun alıkoyduğu elçiyi ancak ipekli kumaşlar karşılığında geri göndermesi, Çin üzerinde belirli bir yaptırım gücüne sahip olduğunu belirtmekte ve de siyasî pozisyon olarak daha üstün olduğu neticesini çıkartmaktadır.



1 - Tardu'nun Batı Alemiyle Münasebetleri


Batı Gök-Türk devleti doğudan ayrılarak bağımsızlığını sürdürürken, kendisinin batısında olan iki büyük devletle de mücadeleye devam ediyordu. Daha önce Kerç (Bosforos) kalesinin zaptedilmesinin ardından (576), beş yıl sonra Bizans'ın elinde bulunan Kersonesos kalesi surları önünde görünmüşlerdi. Bu sıralarda bir başka Gök-Türk ordusu Derbend'i kuşattı.


Batı Türkistan sahasında meskun Soğd'ların hemen bütün krallıkları Tardu'nun hakimiyetine girmişti. 591 yılında Kao-ch'angin dört kalesi yıkılmış, buranın halkından iki bin kişi Çin'e sığınmıştı. Geride kalan kralın eşlerinden en büyüğü Batı Gök-Türk kağanının kızı idi. Prens Po-ya, Kao-ch'ang kralı oldu. Bunun üzerine Gök-Türkler, ondan kendi geleneklerine uygun olarak (leviratus), Türk asıllı üvey anne ile evlenmesini istediler. Po-ya önce kabul etmek istemeyip, direndi ise de Gök-Türkler tarafından kuşatılınca karşı koyamadı ve üvey annesi ile evlendi. Daha sonra Töles boylarına vassal olarak bağlanan Po-ya'nın yanında Töles boylarından devlet adamı sürekli önemli bir veziri olarak bulunurdu. Sogd'lu tüccarlar buralardan geçtiklerinde Töles'lere vergi verirlerdi. Bir ara Kao-ch'ang kralı tamamen kültürünü değiştirip, çinlileşmek istemiş; ancak Töleslerden korktuğu için buna teşebbüs edememişti.



Semerkand (K'ang-kuo) kralı da Tardu'nun kızıyla evlenmiş ve onun tabiyetine girmişti. Su-lè (Kaşgar) ülkesi her yaz Batı Gök-Türklerine yetiştirdikleri tarım ürünlerinden ve zengin madenlerinden vergi sunardı. İta ülkesine Batı Gök-Türkleri, Chie (Ch'i)-ch'iang isimli birini onları idare etmek için gönderdiler.


Soğd'lularla meskun bu bölgeler tamamen Batı Gök-Türk hakimiyetine girerken, Sasanî'ler üzerine de hücumlar yapılmıştı. 588-589 yıllarında Gök-Türk orduları Baktriya ve Toharistan'ı işgal etmişler, Herat'a ulaşmışlardı. Bagdis civarı dahi Gök-Türklerİn eline geçti. Bu sırada iran'da Sasanî imparatorluğu tahtında Anusirvan'ın, İstemi Yabgu'nun kızı Fâkim'den doğma Türkzâde lâkaplı Hürmüz hüküm sürüyordu. Fiziki görüntü olarak Türklere benzediği için Türk oğlu (Türkzâde), lâkabıyla meşhur olmuştu. Hürmüz'ün oğlu Hüsrev Perviz'in hükümdarlığı zamanında Batı Gök-Türk askerlerinin Sasanî'lerin iç mücadelelerine karıştığı görülmektedir . Özellikle Perviz ile Behram Çupin arasındaki savaşlarda büyük rol oynayan Türk askerleri, Behram Çupin'in zafer kazanmasını sağlamışlardı. Nehrâvan nehri kenarındaki çarpışmalarda Perviz'e karşı Behram Çupin'in yanında yer almışlardı. Aslında Anuşirvan zamanında, Sasanı orduları, Yemen'i fethederken (520) kumandan Vahrîz'in idaresinde Türk askerleri bulunuyordu. Daha sonra Behram Çupin, yine mağlup olmuş ve Tardu Kagan'a sığınmıştır.


Bu sıralarda Toharistan, Kunduz, Belh gibi ülkeler de Batı Gök-Türkleri tarafından fethedilmiş, Tardu'nun oğlu bir tegin bu bölgeye idareci olarak gönderilmişti. Aynı Tardu, 598 yılında Bizans imparatoru Mauriakus'a yazdığı bir mektupta kendisini yedi ırkın hakimi, yedi iklimin efendisi olarak nitelemiştir.


Batı aleminde gayet iyi başarılar elde eden Tardu, 599 yılından sonra Doğu Gök-Türk devletinin iç işlerine karışmış ve yukarıda gördüğümüz gibi, Tou-lan'la işbirliği yapmış onun ölümü üzerine kendini Pu-chia unvanıyla bütün Gök-Türklerin kağanı ilân etmişti. Fakat, Tou-lan gibi o da Çin entrika ve hilelerinden kurtulamadı. Töles boyları İsyanı neticesinde ordusu dağılınca, kendisi T'u-yû-hun'lara sığındı. Bundan sonra onun akıbeti hakkında hiç bir malumata tesadüf edilememektedir. Dolayısıyla 603 yılını onun sonu olarak kabul etmek uygun olur. Tardu'nun, Doğu Gök-Türk devleti içinde yaptığı mücadeleleri yukarıda anlattığımız İçin burada tekrar anlatmaya lüzum görmedik.


2 - Ch'u-lo Kağan, (Kül Tardu Şad ve Ta-nai Tegin)


Tardu'nun ortadan kalkmasıyla boş kalan Batı Gök-Türk devleti tahtına onun oğullarından Tu-lu'nun oğlu olduğu anlaşılan Chu-lonun geçtiğini müşahede ediyoruz. Aslında 587 yılında A-po, Baga Kağan tarafından yakalandıktan sonra, Al-tay Dağlarının güney batısında bulunan ona bağlı boyların ileri gelenleri, Ymg-su Tegin'in oğlunu Ni-li Kağan unvanı çinli prensesle evlenmiş ve Ta-man Tegin doğmuştu . Ta-man Tegin'in doğumundan sonra Ni-li Kağan öldü. Bunun üzerine Hsiang-shih prenses, Ni-li'nin kardeşi P'o-shih Tegin ile evlendi. 600 yılında adı geçen tegin ve çinli eşi Sui imparatorluğu merkezi Ch'ang-an'a giderek, Hung-lu-ssu tapınağında ikâmet etmeye başladılar. Bu esnada Tardu, Sui hanedanına karşı vaziyet aldığı için geri dönememişlerdi .


A-po, Işbara tarafından daha ilk yenilgiye uğratıldığında Tardu'nun yanına sığınmış, ondan destek görmüştü . Onun yakalanıp, ortadan kalkmasından sonra dahi teginleri Tardu'ya bağlı olarak varlıklarını sürdürdüler . 593 yılı dolaylarında Sui hanedanına karşı muhalif bir teşkilât kuran Tou-lan Kaganin hatunu Ch'icn-chin prenses, Ni-li Kağan'la da işbirliği yapmıştı. Ni-li Kağan ve icraatı hakkında kaynaklarda bundan başka malumat yoktur.


603 yılında Tardu'nun T'u-yü-hun'lara sığınmasıyla ortaya çıkan otorite boşluğunu Ni - li'nin oğlu Ta-man Tegin, Ch'u-lo Kağan unvanıyla doldurmaya çalıştı. Ch'u-lo Kağan, belirli bir mevkide devamlı oturmayarak, Batı Gök-Türk devletini idare ediyordu. İki küçük kağanlık ihdas etti. Biri Taşkent (Shih-kuo) 'in kuzeyinde bulunuyordu ve bütün Soğd şehirlerini İdare etmek üzere tesis edilmişti. İkincisi İse Kui-ts'u (Kuca)'nın kuzeyinde kurulmuş ve Ying-p'o adını almıştı. Çok geniş bir sahayı elinde bulunduruyor olmasına rağmen Ch'u-lo devletini iyi idare edemiyordu. B u yüzden boyların çoğu onun idaresine karşı ayaklandılar. Sonuçta Töles boyları tarafından ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Aslında önce Töles boylarını mağlup eden Ch'u-lo Kağan, sonra onların mallarına ağır vergiler koymuştu. Daha sonra Sir Tarduş boyunun kendisine isyan edeceğinden şüphelendi ve kabile reislerinden bir kaç yüzünü toplayıp, hepsini öldürdü . Bütün bunlara dayanamayan Sir Tarduş'lar isyan ettiler. Sir Tarduş'ların reisi Ye-shih, Ch'u-lo'yu bozguna uğrattıktan sonra kendini "Küçük Kağan" ilân etti. Diğer taraftan Ch'i-pi boyunun lideri Baga (mo-ho) Kağan oldu. Cesarette emsalsiz olduğu için halkın kalbini çok fazla kazanmıştı. Arkasından, Hami, Koço (Kao-ch'ang) ve Karaşar gibi şehir devletleri ona bağlandı.






Ch'u-lo ağır mağlubiyete uğradığı sırada Sui İmparatoru Yangin batı ülkeleri konusunda en büyük danışmanı P'ei Chü, Tun-huang'da bulunuyordu. Ch'u-lo'-nun ülkesinin karışıklığa sürüklendiğini duydu. Ayrıca onun annesinin Çin asıllı olduğunu da öğrenmişti. P'ei Chü'nün tavsiyesi üzerine Çin imparatoru Ts'ui Chün-su'yu elçi olarak, Ch'u-lo'nun yanına gönderdi . Elçi onun merkezine vardığında Ch'u-lo, imparatorun mektubunu almak için ayağa kalkmak istemedi. Bunun üzerine elçi Ts'uei Chün-su Gök-Türklerin aslında bi ülke olduğunu, sonradan kendi aralarından anlaşmazlığa düşüp, ikiye ayrıldıklarını, on seneden beri savaştıkları halde birbirlerini yıkamadıklarını, bunun yanında Doğu Gök-Türk ülkesi hükümdarı Ch'i-min'in yavaş yavaş Batı Gök-Türk ülkesini hakimiyetine almaya başladığını, Çh’i-min'in Çin desteği sayesinde Doğu Gök-Türk tahtında oturduğunu, Ch'u-lo'nun annesinin aslen çinli olup şu anda Çin'de bulunduğunu , Ch'u-lo'nun itaat etmemesi halinde öldürüleceğini söyledi. Bu haber üzerine aniden sarsılan Ch'u-lo büyük bir üzüntüye kapıldı ve eğilerek Çin imparatorunun mektubunu aldı. Elçi "Doğu Gök-Türk ülkesinin kuvvetlenmesinin asıl sebebinin, Ch'i-min'in Çin'e itaatinden memnun kalan Çin imparatoru Yang'ın desteği olduğunu, şimdi Ch'u-lo'nun, Sui'in düşmanı T'u-yü-hun'lara hücum etmesi halinde Çin ile dost olacağını belirtti. Ch'i-min oğlu Bagatur Şad'ın annesinin aslen T'u-yü-hun'lu olması sebebiyle, onlara karşı savaşmak istemiyordu. Neticede Ch'u-lo, Çin elçisinin teklifini kabul ettiği gibi, onunla beraber kan terleyen atlardan Çin imparatoruna hediye gönderdi .





604 yılında T'u-yü-hun'lar üzerine sefere hazırlanan Çin İmparatoru, Wei Çine'yi Ch'u-lo'ya elçi olarak gönderip, Ta-tou-pa vadisinde kendi ordusuyla birleşmesini istedi. Ch'u-lo'nun kendisi bunu kabul etmek arzusunda idi İse de devlet adamları razı olmadı. Bunun üzerine Ch'u-lo gelemeyeceğini açıkladı. İmparator çok kızdı ve yeni müttefik arama yoluna gitti. Tardu'nun torunu (Tou-lİu, Tu-lu'-nun oğlu) olan She-kui, şadlık rütbesiyle batı tarafını idare ediyordu. Ch'u-lo'nun kuvvetten düşmesi üzerine kağanlığını ilân etmiş, batı taraflarında geniş bir bölgenin hakimiyetini elinde bulunduruyordu. Çin'e elçi göndererek, Sui imparatorluğu ile evlilik ittifakı kurmak istemişti.


İlk önce She-kui'in teklifini dikkate almayan Çinliler, Ch'u-lo anlaşmayı bozunca, P'ei Chü'nün tavsiyesiyle She-kui'in elçileri ile görüşme yaptılar. P'ei Chü'-nün imparatora açıkladığı raporun esasını Batı Gök-Türk ülkesini ikiye bölmek teşkil ediyordu. Ch'u-lo ve She-kui ayrı ayrı kağan olarak selâmlanacaklar, ikiye ayrılınca güçleri bölünecek ve azalacak sonra Çin'e bağlanacaklardı. She-kui'in elçisine Ch'u-lo'nun davranışından bahsedildikten sonra She-kui'in askerlerini harekete geçirip, Ch'u-lo'yu yendiği takdirde evliliğin gerçekleşebileceği belirtildi.


Sui imparatoru kendi eliyle bir demet beyaz bambu oku She-kui'e sunulmak üzere elçisine verdi; "bu işin acele hallolması gerektiğini, elçinin vazifesinin ince ok gibi nazik olduğunu" söyledi.


She-kui'in yanına dönmek üzere Çin başkentinden ayrılan elçinin yolu Ch'u-lo' nun ülkesinden geçiyordu. Yakalanıp Ch'u-lo'nun karşısına çıkarıldıklarında bambuları sevdiğinden dolayı elçileri alıkoyacaktı. Ancak, elçi hileli konuşarak, onu kandırıp oradan kurtuldular ve kendi ülkelerine vardılar. Çin imparatorundan mesajı alır almaz Ch'u-lo'ya sürpriz bir saldırı yapan She-kui, onu ağır bir yenilgiye uğrattı. Ansızın ummadığı bir hücuma uğrayan Ch'u-lo karısı ve çocuklarını bırakıp, bir kaç bin süvariyle doğuya kaçacaktı. Fakat, önü kesildiği için Koço (Kao-ch-'angj'da bulunan Shih-lo-man dağında saklandı. Koço kralı Ch'ü-po-ya, derhal durumu Çin imparatoruna rapor etti. Bütün bunlara rağmen imparator yine de Ch'u-lo'yu canlı ele geçirmek istiyordu. Kuvveti dağıldığı için artık Çin'e hizmet edebilirdi. P'ei Chü'yü, Ch'u-lo'nun annesi Hsiang-shih ile onun yanına gönderdi . Gönderilenler Yü-men-kuan-chin'deki Ch'ang-ch'eng'a vardıklarında, P'ei Chü bir kaç adamla Ch'u-lo'nun bulunduğu yere yollandı. Annesi, onun bulunduğu yere ulaştığında Ch'u-lo'yu Çin'e gitmeye ikna etti.




Neticede 612 yılının başında Çin sarayına gelen Ch'u-lo'ya, imparator Yang, çok nazik davrandı. Merasim yapıldı ve şerefine eğlence tertip edildi. Ch'u-lo yerlere kapanmak suretiyle Çin imparatoruna teşekkür etti. Yeryüzünde ender bulunan yiyeceklerden ve güzel sesli şarkıcılardan hazırlanmıştı. Renkli işlenmiş ipeklerden ve bambulardan yerlere yayıldı. Ch'u-lo'nun gözü kulağı kamaşıp mest olmuştu.


Bundan iki ay sonra Ch'u-lo ile Çin'e gitmiş olan halk imparator tarafından üçe bölündü . On binden fazla savaşamayacak durumda olanlar ayrılarak, Hui-ning' de Ch'u-lo'nun kardeşi Kül Tardu Şad'ın idaresinde ikâmete memur edildi. Ta-nai Tegin'in idaresine bir başka gurup verilip Lu-p'İng'de oturtuldu. Ch'u-lo'nun kendisine beş yüz süvariyle imparatorun teftiş konvoyunu takip etmesi emredildi.

613 yılında Kore'lilere karşı başarısından dolayı Ho-sa-na Kağan unvanı verilen Ch'u-lo, Lung-you ve Hui-ning'deki isyanları bastırmaya çalışırken kardeşi Kül Tardu Şad, T'u-yü-hun'lara saldırdı. Bol miktarda mal ele geçirdi ve bunları imparatora sundu.


Ho-sa-na Ch'u-lo Kağanın, Çin'de özellikle Korelilere kazandığı askeri başarılardan dolayı prestiji artarken Sui hanedanı çıkan isyanlar sonucunda zor durumda kaldı. Kısa süre içerisinde yıkıldı. Çıkan karışıklıklardan bir çok Çinli prens ve devlet adamı faydalanarak, kendi imparatorluklarını ilân etti. Ch'u-lo'nun kardeşi Kül Tardu Şad, hayvanlarını otlattığı Hui-ning'de "Kül Kağan" unvanıyla istiklâlini İlân etti. Chiang-tou bölgesi karışıklığa düştüğünde asillerden Yü-wen Hua-chi ile birlik olmaya çalıştı. Ancak, onun mağlubiyeti üzerine, başkent Ch'ang-an'a gelip, yeni kurulan T'ang hanedanının imparatoruna itaat etti. Bu hareketinden dolayı kendisine Kui-i Wang {Dönen gönüllü Prens) unvanı tevcih edildi. Bu arada imparatora sunduğu inciler için prensin sadakatinin önemli olduğu, incilerin önemli olmadığı gerekçesiyle kabul edilmedi.



Doğu Gök-Türk devleti kağanı Shih-pi, Ch'u-lo'nun varlığını devam ettirmesini istemiyordu. Tahta çıkması için yardımda bulunduğu, sonra her türlü baskı altına aldığı T'ang imparatoru Kao-tsu'ya elçi göndererek, Ch'u-lo'nun öldürülmesini istediğini bildirdi. Çin imparatoru önce kabul etmek istemedi ise de bütün vezirlerin" şimdi eğer kabul edilmezse bir kişi hayatta kalır, bir devlet kaybedilir, sonra Çin için büyük problem olurlar" diyerek onu ikna ettiler. İmparator onun ölümünü bir süre daha erteledi ise de çaresiz kaldı. Neticede Ho-sa-na Ch'u-lo, sarayın iç kısımlarına götürülerek burada şerefine içki eğlencesi tertip edildi. Bu sırada Shih-pi Kağan'ın elçisine teslim edildi. Elçi de onu öldürdü.


Hui-ning'de ikâmet eden ve kendini Kül Kağan ilân etmiş olan Kül Tardu Şa-d'a T'ang hanedanı, T'u-wu-kou-pa unvanını sundu ve aşırı hürmet gösterdi (618). Buna rağmen varlığını fazla devam ettiremeyen Kül Kağan, Çinli asî kumandanlar tarafından ortadan kaldırıldı.


Ch'u-lo ile beraber Çin'e gelen diğer Batı Gök-Türk devlet adamı Ta-nai Tegin, Sui hanedanı hesabına Kore savaşlarında büyük başarılar kazanmış ve yüksek Çin unvanlarıyla ödüllendirilmişti. Sonra kendisine bağlı boyu ile Lu-kung mevkiinde bölünerek ikâmet ettirildi. T'ang hanedanının kurucusu ihtilale başladığında askerleriyle ona katıldı. Sui generali Sang Ming-ho, Ym-ma-ch'üan mıntıkasında, T'ang hanedanının asî ordusuna büyük bir hücum yaptı. T'ang ordusunun büyük bir kısmı kaçarak dağıldı. Sadece Gök-Türk Ta-nai Tegİn bir kaç yüz süvariyle Sui generalinin karşısına çıktı. Hazırlıksız yakalanan Sui ordusu ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Ta-nai Tegin'in bu başarısı sayesinde dağılmış vaziyetteki T'ang isyan ordusu yeniden kendini toparlayabildi. Bu vesileyle Çin tarihinin her yönden en parlak devleti sayılan T'ang imparatorluğu daha kurulurken yıkılmaktan kurtuldu. İmparatorluk tesis edildikten sonra savaşlardaki başarısından dolayı beş bin top ipek sunuldu. Ayrıca kendisine Shih-shih soyadı tevcih edildi. Bundan sonra yine 618 yılında T'ai-tsung ile üç asî liderinin ordularını arka arkaya yendiler. Bunların hepsinde olağanüstü başarıları vardı. Kendisine saray kızlarından üç tane ve işlenmiş güzel ipeklerden on bin top sunulmak sureciyle ödüllendirildi. 629 yılında sağ muhafızları generali, sonra Feng eyaleti askerî valilik müfettişi oldu. Tou-kuo düklüğü tevcih edildiğinde üç bin ailelik bir timara da sahip olmuştu. 638 yılında ölümünden sonra dahi unvanlar verilmeye devam etmiş, "Fu-kuo (devlete yardım eden) generalliği sunulmuştu.


3 - Batı Gök-Türk Devletinin Yeniden Kuvvetlenmesi ve Yıkılışı (She-kui ve T'ung Yabgu) 

Ch'u-lo Kağan'ın 611 yılında Çin'e gidip, Sui imparatoru Yang'a bağlanmasıyla, Batı Gök - Türklerinde hakimiyet yine Tardu'nun torunlarından She-kui'e geçti. Tardu'nun torunu Na-tou-lu'nun oğlu olan She-kui, kısa zamanda dağınık boyları bir araya toplamıştı. Zaten başsız kalan milletin kendisi onu seçti. Başkentini Kuca'nın kuzeyindeki San-mi-shan'da kurdu. Eskiden olduğu gibi doğuda Altay dağları, Doğu Gök-Türkleri ile sınır olmuştu. Tun-huangin batısındaki Yeşim Kapısı Geçidi denilen mevkinin dışındaki, yani bütün Doğu Türkistan onun idaresine girdi. Batıda ise Hazar denizi ulaştığı son nokta olmuştu.


Doğu Gök-Türk devletine tamamen düşmanca bir tavır aldığı görülen She-kui çok geçmeden öldü. Maalesef o ve dönemi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır .


Ölümünden sonra yerine geçen küçük kardeşi T'ung Yabgu kağan oldu. Cesur, zeki taktikçi bir şahsiyete sahipti. Özellikle savaşta mükemmel olan T'ung Yabgu Kagan'ın ilk işi kuzey bölgelerde yaşayan bütün Töles boylarını kendine bağlamak oldu. Po-ssu (Iran)'a karşı büyük bir rakip olarak ortaya çıkmıştı. Güneyde Kaşmir'e kadar her tarafı kendi idaresine aldı. Başkentini Kuca'nın kuzeyindeki San-mi-shan'dan Taşkent'in kuzeyindeki Bin-pınar (Ch'ien-ch'üan) 'e nakletti. Bundan sonra Batı Türkistan'da meskun bütün Sogd devletçiklerinin hepsini teker teker itaati altına aldı. Bir ilteber ile onları yönetirken, ludun ile vergilerini topluyordu. Dolayısıyla Çin'e giden vergilerin zenginliği artık kalmamıştı. 620 yılında Çin'e balık yumurtası sunmak için elçi gönderdi .



622 yılında Doğu Gök-Türkleri İl Kağan idaresinde T'ang imparatorluğunu büyük bir baskı altına almıştı. Aynı sıralarda kış mevsiminde kuvvetli bir ordu İle T'ung Yabgu, İl Kagan'a hücum edecekti. Çok korkan İl Kağan, elçi gönderip, onunla barış yaptı. Daha sonra Çin'e elçi gönderen T'ung Yabgu evlilik yoluyla ittifak yapmak istedi.


İmparator Kao-tsu, önce Batı Gök-Türklerinin kendilerinden çok uzak olduğunu, acil bir durumda hiç bir faydası olamayacağını düşünerek, bu ittifakı reddedecekti. Vezirlerden Feng Te-i, İl Kağan'ı yenmek için mutlaka uzak ile işbirliği gerektiği, sonra Çin kuvvetlendiği zaman, onları kolayca tesiri altına alabileceğini" söyleyerek, imparatorunu ikna etmeyi başardı. Bunun üzerine Tao Li elçi olarak, T'ung Yabgu Kağan'ın yanına gönderildi. İl Kağan bu sıralarda sürekli Çin'e saldırdığı için Batı Gök-Türkleri yolu tıkalıydı. Bu sebeplen evlilik gerçekleşemedi. Arkasından 627 yılında erkin Chen-shu-t'ung, Çin elçisi Tao Li ile birlikte T'ung Yabgu-'nun elçisi sıfatıyla T'ang sarayına geldi. On bin altın kemer, altından tel eşyalar ve bin baş atı hediye olarak sundu. Ülkesi o kadar kuvvetli olmasına rağmen Karluk boylarının çoğu isyan etti. Çin'e devamlı taarruzlar yapan İl Kağan, T'ung Yabgu-nun Çin ile yakınlaşmasını istemiyordu. Ona elçi göndererek, T'ang hanedanının kızıyla evlendiği takdirde gelinin kendi topraklarından geçeceğini, o zaman yakalayacağını" söyleyerek tehdit etti. T'ung Yabgu, bundan dolayı endişelendi ve evlilik işi kesin olarak bitti.


Ülkesinde huzursuzluklar gittikçe artan T'ung Yabgu 630 yılında, amcası Bagatur tarafından öldürülmek suretiyle ortadan kaldırıldı. Kendisini Bagatur Hou - ch'u-li-pi Kağan ilân etti. T'ung Yabgu'nun ölümüne çok üzülen Çin imparatoru Tai-tsung, onun cenaze töreninde yakılmak üzere mücevherli ipek elbiseler yolladı.


Bundan sonra tamamen karışıklıklar içine sürüklenen Batı Gök-Türk ülkesi kendini toparlayamadı. Hanedandan oldukları anlaşılan beyler kendi bölgelerinde T'ang hanedanına bağlı halde varlıklarını sürdürdüler.


T'ung Yabgu, batı alemiyle de münasebetlerini, üstün bir durumda devam ettirmişti. 619 yılında Batı Gök-Türk orduları, onun kumandasında Sasanî'leri mağlup ederek, Rey ve İsfahan şehirlerini ele geçirdi. Bu arada Şad unvanını taşıyan oğlunu Bab -as-sulu taraflarına gönderdi. 62 3 yılında Bizans İmparatoru Heraklius ile Hazar'lar ve Batı Gök-Türkleri, Sasanî ordularını bir ağır hezimete daha uğrattılar. Gök-Türklerin Sasanî hükümdarı Hüsrev Perviz'i yenmesi İslâm dünyasına büyük tesir yapmıştır. Neticede zayıflayan Sasanî imparatorluğu İslâm kuvvetlerince kolayca yıkılmıştır.


Ünlü Budist rahibi Hsüan-tsang 629 sonu, 630 başlarında T'ung Yabgu'yu ziyaret etmiştir. Tokmaktaki otağında rahibi çok iyi karşılayan T'ung Yabgu, 626 yılında da Hintli rahip Prebhakaramİtra'yı da kabul etmişti. Onun, Hsüan-tsarıg'ı kabulü dolayısıyla, bu rahibin bize Gök-Türk hayatı hakkında çok zengin tavsirlerin kalmasına sebep olmuştur. T'ung Yabgu, Kuzey Afganistan'daki Kunduz bölgesini oğlu Tardu Şad vasıtasıyla idare ediyordu.



Ahmet Taşağıl'ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Silivri / İstanbul

 


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Amasya

 


25 Ekim 2022 Salı

DOĞU GÖK-TÜRK DEVLETİNİN YIKILMASI

 İl Kağan'ın idaresindeki Doğu Gök-Türk devletinde karşı çözülme hareketleri 629 sonbaharında da hızla devam etti. Dokuz Gök-Türk erkini üçer bin süvariyle birlikte, Çin'e gidip imparatora teslim oldular. Hemen bunun sonrasında Bayırku, P'u-ku, (Bugu/Bugut) Tonra ve K'u-mo-hsi'erin reisleri de imparatora bağlandılar. Yedinci ayda cereyan eden bu hadiselerden sonra on birinci ayda küçük çapta Çin'e yapılan Gök-Tûrk akınları çinli kumandanlar tarafından önlendi. Ling ve Kan-su eyaletlerinde Gök-Türk orduları mağlup edilmişti. Aralık ayında da daha önce T'ang imparatoruyla iyi münasebetler tesis etmiş olan T'u-li Kağan ile Yü-ku Şad, Çin'e gittiler. Artık devleti için en büyük tehlikeyi savuşturmuş olmanın rahatlığı içindeki T'ang imparatoru T'ai-lsung, T'u-li Kağanın gelişinden çok memnun olmuş ve de eskiden babası Kao-tsu zamanında Çin milletinin Türk milletinin hakimiyetini kabul etmek zorunda kaldığını, bunun için daima utandığını, şimdi ise Gök-Türklerin kendisine tabî olmaya başladığını, bundan gururlandığını belirtmişti.



İl Kağan ülkesi çok karıştığından beri Çin'in kuzeyinde, bu ülkeye yakın bölgelerde oturmaya başlamıştı. Bu arada Li Ching ile Li Shih-chih kumandasındaki Çin orduları îl Kagan'a saldırmak için fırsat kolluyorlardı ve devamlı hareket halinde idiler. Li Ching gece ani yürüyüş yapmış ve halâ Doğu Gök-Türk devletine bağlı Ting-hsiang şehrini ele geçirmişti. Kendi bulunduğu bölgenin çok yakınına kadar sokulan Çin ordusundan endişeye kapılan İl Kağan, ortağını Gobi Çölü'nün girişine taşıdı. Bu sırada onun en yakın adamı K'ang-su ve son Sui imparatorunun eşi sabık imparatoriçe Hsiao, veliaht Yang Cheng-tao ile çinli kumandan Li Ching' in casuslar göndermesi üzerine gizlice kaçıp, T'ang sarayına geldiler. 630 yılının başında cereyan eden bu hadiselerden sonra, İkinci ayda İl Kağan daha ağır bir mağlubiyete uğradı . Bu mağlubiyetten sonra Kansu'nun kuzeyindeki T'ie Shan (Demir Dağına kaçtı. Burada Çin imparatoruna Chih-shih-ssu-li'yi elçi olarak gönderip, T'ang'a bağlanacağını bildirdi. Bunun üzerine T'ai-lsung, dış işlerinden sorumlu vezir T'ang Chien başkanlığında bir heyeti İl Kağanın bulunduğu mevkiye gönderdi. Elçinin vazifesi İl Kağanı sakinleştirmek idi . Bu arada Li Ching'e ordusuyla İl Kağanı karşılama görevi verildi. Bu generale göre İl Kağan, Çin'e itaat etmek konusunda tereddüt ediyor; otlar yeşillenip atlar beslendikten sonra kuzeye kaçmaya niyet ediyordu. Eğer çölün kuzeyine kaçıp Dokuz Kabile (Dokuz Oğuzlar) sığınırsa onu yakalamak imkansızdı. Bu yüzden süvari kuvvetleriyle ona saldırıp, yakalamak istediler. Li Chingİn ordusu Önden Li Shih-chi'nin ordusu arkadan yola çıktılar. Yın dağlarına yaklaştıklarından bin çadırdan fazla Gök-Türk ailesini yakalayıp, yanlarına aldılar. Bu arada çinli elçi T'ang Chien ve heyeti İl Kaganin yanına ulaşmış, kağan artık kendini rahat hissetmeye başlamıştı. Sisin bastırdığı bir sırada öncü Çin kuvvetleri Su Ting-fang idaresinde İl Kağanın yedi li (3.5 km) kadar yakınına vardı. Tam bu esnada II Kağan, Çin ordusunun aniden yaklaştığını farketti ve hemen günde bin li koşabilen atına binerek kaçtı Li Ching'in ordusu karargâha vardığında Gök-Türkler, tamamen dağılmışlardı. Bu karışıklıktan faydalanan elçi T'ang Chien kaçmayı başardı. Ani baskında hazırlıksız yakalanan Gök-Türk askerlerinin on binden fazlası öldürülmüştü . 603 yılından beri Gök-Türk ülkesinde bulunan I-ch'eng Hatun da öldürülenler arasında idi . Onun oğlu T'ie-lo-shih esir olarak yakalandı. Diğer kabile liderlerinin hepsi teslim oldu. General Li Shih-ehi, elli binden fazla Gök-Türk esiriyle geri döndü. Yin Dağından Gobi çölüne kadar uzanan topraklar, T'ang imparatorluğuna bağlanmıştı.


T'ang hanedanına bağlanan Gök-Türk beylerinin sayısı fazlaca artmıştı. T'ai-tsung, bu Gök-Türk ileri gelenlerini çeşidi unvanlar tevcih etmek suretiyle yerleştiriyordu. Daha önce Çin'e gelip, orada ikâmet eden olan A-shih-na Ssu-mo'ya Hua eyaleti askeri valiliği ve Sağ muhafızları ordusu generalliği rütbesi sunuldu. T'u-li Kağan, Pei-p'ing düklüğü prensi ve bin ailelik tımarın sahibi oldu. Bu arada Çin'e bağlananlar imparatora Tanrı (Gök) Kağan olmasını rica ettiler. O da kabul etti. Bundan sonra kuzey kabileleri ile ilgili fermanlarda Tanrı Kağan unvanını kullanmaya başladı. Bu arada Ssu-chie (İzgil)'ler kırk bin kişilik boylarıyla Çin'e gidip bağlandılar. Ch'i-min Kağanın üvey kardeşi olan Su-ni-shih'ye, Shih-pi Kağan, Işbara unvanını vermişti. Lİng eyaletinin kuzey, batısında elli aileden oluşan boyunu idare etmekte idi. T'u-li Kağan, Çin'e tabî olunca, İl Kağan, Işbara'yı kağan tayin etmişti. İşte baskından son anda kuntulan İl Kağan, Işbara'nın yanına sığındı. Aslında T'u yü-hun'lara kaçmak hiyetinde idi Ancak bunu istemeyen Işbara onu Çin'e götürmek istiyordu. Bunu bir türlü içine sindiremeyen İl Kağan, bir gece bir kaç süvariyle kaçarak, bir vadiye saklanmış, daha sonra Işbara tarafından yakalanmıştı. Daha sonra Çinli kumandan Chang Pao-hsiang, ordusu ile Kağanın bulunduğu yeri bastı. Yakaladığı İl Kağanı kendi ülkesi başkenti Ch'ang-an'a gönderdi. Mart ayı içerisinde İl Kağan, Ch'ang-an'a vasıl oldu. Bu sırada Işbara da kendi idare ettiği boyuyla Çin'e bağlanmak için Ch'ang-an'a gitti. Sonuçta Gobi Çölü'nün güneyi tamamen Çin'in hakimiyeti altına girdi.





Çin imparatoru, İl Kağanı yıllardan beri T'ang hanedanına yaptıklarından dolayı azarladı. Ancak Wei nehri kenarında yapılan anlaşmaya uyduğu ve bu tarihten sonra Çin'e saldırmadığı için idamdan affettiğini açıkladı. Sonra T'ai-p'u binasında (tahta çıkma vesair törenlerin yapıldığı bina) ikâmet etmesi emredildi. İl Kağan neşesiz, isteksiz ve durgundu. Ailesi ve diğer beraberindekiler ağıt yakarak ağlıyorlar ve yas tutuyorlardı. Bunun üzerine topraklarında geyiğin bol olduğu Kuo eyaletine vali tayin edildi ise de kabul etmedi. Aslında imparator, bu şekilde onun tabiî karakterini kaybetmeyeceğini düşünmüştü . Neticede Sol muhafızları generali tayin edilip, avlanması için arazi verildi. Yine de üzüntüsünden 634 yılının ilk ayında öldü. Kendi adamlarına defnettirildi. T'u-yü-hun asıllı onun eski veziri Ulu Toygtın (Hu-lu Ta-kuan) ölümü üzerine üzüntüsünden boğazını keserek intihar etti ve onunla birlikte gömüldü . İl Kağanın annesinin evliliği sonrasında Po-ch'i-shih hatun ile T'u - yü - hunlardan Gök-Türklere gelmişti. Çİn İmparatoru Ulu Toy-gun'un bu hareketine hayran kaldı. Il Kagan'a ölümünden sonra sunulmuş olan unvanlardan ona da sunuldu.

Doğu Gök-Türk devletinin yıkılmasından sonra boş kalan boyların çoğu Ötüken'de kağanlığını sürdüren Sir Tarduşların yanına sığındılar. Bir kısmı ise Batı Gök-Türk ülkesine doğru (Batı Türkistan) yayıldı. Bununla birlikte yüz bin kişiden fazlası Çin'e sığınmıştı. Bunların akıbetinin ne olacağı konusu T'ang sarayında uzun tartışmalara yol açmıştır. Nihayetinde T'ai-tsung doğuda You eyaletinden batıda Ling eyaletine kadar uzanan geniş bölgeye yerleştirilmelerini kabul etti. Buna göre eskiden T'u-li'nin idare ettiği topraklar Shun, You, Ch'ang ve Hua olmak üzere dörde ayrılacak ve her bölge için ayrı garnizon kumandanlıkları kurulacaktı. İl Kağanın toprakları İse altı ayrı garnizon kumandanlığına bölünerek, sonra kendi arasında doğudaki üç garnizon Ting-hsiang, batıdaki üç garnizon Yün-chung adıyla idare olunacaktı.


Ahmet Taşağıl'ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

24 Ekim 2022 Pazartesi

Çatal Höyük / Çumra / Konya

 


Amasya

 




Amasra / Bartın

 






Codex Cumanicus'ta İskitler Hakkında Verilen Bilgilerin Türkçesi

 İskitlerin adı çok eski zamanlardan beri kolektif olmuştur. Bu adın bir zamanlar Hyperborei denilen bölgelerden İran kökenli insanların ülkelerine kadar her yere dağılmış olan insanlara, aynı zamanda Turaniklere tekabül ettiği ortaya çıkıyor. Pers destanı Şehname, Turanlılarla İranlıların çok eski ve kanlı savaşlarının hatırasını hâlâ koruyor. Ephori'nin coğrafya otoritesi olan Strabon yalnızca Sauramatları İskitlerden ayırmakla kalmadı, aynı zamanda İskitlerin kendi aralarında karakter ve gelenekleri bakımından çok farklı olduğunu söyledi.


Herodotos da İskitlerin dilinin aynı karakterde olmadığını söyledi. Bu yüzden örneğin, Gelonların dilini Budinlerin dilinden açıkça ayırdı ve burada ses bakımından Gelonların dilinin yalnızca Grek değil, aynı zamanda İskit dili de olmadığını anladı. Çünkü Grek dilini Budinlerin dilinin karakterinden ayırmak ihtiyacı asla olmadı. Bir başka yerde Sauramat dilinin, diğer İskitlerin dilinden farklı olduğu bilgisini verdi. Grekler, etnografik konularda bilgisiz oldukları için, İskitlerin adını hatalı bir şekilde kolektif kullanmışlardır. Gerçekten eski Grekler, kuzey insanlarının etnolojik farklılıklarını yeterince gözlemleyemeden bu insanların hepsine birden İskitler diyorlardı.


Pompeji Trogi'nin epimatoru Justinus, İskitlerin özellikle Mısırlılardan daha eski olduğunu şu şekilde belirtti: "Her ne kadar İskitler ve Mısırlılar arasında soyun eskiliği konusunda çok uzun bir çekişme olmuşsa da İskitlerin soyu en eski olmuştur." Mısırlılar üstün olmalarına rağmen, İskitlerin her zaman daha eski olduğu görüldü. Artık belgelerin bolluğu İskitlerin kolektif adının farklı Türk soylarını içerdiğini açıkça gösteriyor. Eski yazarlar Massagetler, Alanlar, Sakalar ve Partlara "İskitler" diyorlardı. Son zamanlarda Grek yazarları onların açıkça Türk olduğunu söylüyor. Theophanus Byzantinus, Perslerin kendi dillerinde "Kermichionlar" dedikleri Massagetlerin Türkler olduğunu açıkça beyan etmiştir. Ammianus Marcellinus, Alanların Massagetlerden türemiş olduğunu açıkça şöyle ifade etti: "Alanlar, dağların adından bu adı almışlardır." Strabon'un Massagetlere benzer gördüğü Sakalar, bir zamanlar Oxus ve Jaxartes arasındaki bu bölgelerde ikamet ediyorlardı. Bütün zaman boyunca Türk insanlarının ele geçirmiş oldukları bu bölgeleri tutmuş oldukları biliniyor. Gallia'nın önde gelen öğreticisi Guiardus de Lauduno, 13. yüzyılın başında Partların bu zamanın Türkleriyle, halklarının karakterleri nedeniyle en iyi şekilde bir araya geldiğini, "Çünkü kökleri Türk olanlar, eski adı dolayısıyla Partlardır" diyerek belirtti.


Burada Part krallarının kolektif adının Arsak (Romalılar arasında Arsaces) ve Massagetlerin etnik adında (Massag) Sacarum'un (Saklar) eski adının (Grekler arasında Sakai) kuşkuya yer bırakmamış olduğunu gözlemliyorum. Sak, Saka oriental Türk sözünün sağ, akıllı, yetenekli, ileri görüşlü anlamına gelen kelimelerle aynı olduğu görülür. Eskiçağ yazarları Karadeniz'den Hazar Denizi'ne kadar çok geniş bir sahada Türk diline ait coğrafya adlarını kullanmışlardır.

Mesela, Temerinda, Karumpaluk, Graucasus, Silyn. Plinius NH. 7'de Temerinda adını orijinal belirtisine matrem maris, denizin anası dedi. Bizzat Tanais'e İskitler Silyn (sinum, koy, körfez) diyorlardı. Maeotis, Temerinda, ki bu matrem maris'i, yani denizin anasını işaret eder. Bu yüzden de Dionysos Maeotis'e denizin anası diyor. Birleşik sesin ilk kısmını Tengiz ve Tenger ile karşılaştırmak niyetindeydim. Dahası bu sesin formundaki Temer'in (Tenger yerine) Türkçe dillerdeki "r" ile "s" harf değişiminin eski örneği olarak, özellikle Çuvaşça'da sık sık kullanıldığı anlaşılır. Türkçe oriental közeng, "pencere" formundaki ıslık sesi "z"yi körmak kelimesinin kuruluş formunda görüyoruz. Göstermek, Yakutça gösttör, körögüh ile birleştirilmiştir. İşte bu annottan Plinius tarafından aktarılmış olan temer formundaki "e" ve "i" seslerinin değişimi ortaya çıkıyor. Plinius hatalı bir şekilde "n" yerine "m" yazmıştır. Türkçedeki Silyn adı oriental Siliğ'e karşılık geliyor. Çünkü bu aydınlığa, parlaklığa, berraklığa işaret eder. İskitler Jaxartes'e Silis adını veriyorlardı (bugün Sır ya da Sır-Derya). Yine Plinius, İskitlerin Kafkas dağlarına kendi dillerinde Graucasum adını vermiş olduklarını belirtti. Bizzat İskitler, Perslere Chasaros ve Kafkas dağına Graucasum, yani Akkar dediler. Türk dilinin kar, nixe, kar'a ve okar, yükseğe denilmektedir. Çünkü biçimlerdeki augan, Uygurca okan, Çağatayca ogan, "ens supremum" deus maximum'a, en büyük Tanrı'ya işaret eder. Plinius tarafından aktarılmış olan Graucasus adı, Türkçe kar aukas (aukar) "ulu ak kar"ın bileşimi olduğu inanılmaz değildir, çünkü Graucas formunun ıslık sesi, belirsiz dental "r"ye kolayca dönüşebilir. Türkçe Kaukcasi Kafdağ adındaki kau hecesiyle kaf hecesi açıkça bir araya geldi, gerçekten dağ, eski aukas, aukar (okar)la aynı şeye işaret ediyor. Dünya coğrafyasında üstat olarak bilinen H. Kiepert, bunun ilk kısmını kısa süre önce açıkça aydınlattı, ki Caucasi dağının bazı vadileri çok eski zamanlardan beri Türk kökenli insanlar tarafından iskân edilmiştir. İskân bizim Plinius'tan aktardığımız Caucasi adının etimolojisi için çok güçlü bir destek olarak görülmektedir. Maeotis'e İskitler Karumpaluk adını vermiştir. Onların dilinde bu ad balık gölüne işaret eder. Türkçe balık, balık, piskis, yalnızca İskitlerin önceden söylenmiş olan coğrafya adı değil, aynı zamanda tarihin babası Herodotos'un aydınlattığı Tanrıların İskitçe terminolojisinin, Türkçe dillerin herhangi bir uzmanının bunun karakterini fark edeceği kadar açıktır. Çünkü Herodotos, İskitlerin Vesta'ya Tabiti, Zeus'a Papaeos, Gaea'ya Apia, Venus Urania'ya Artimpasa, Neptunus'a Thami-masadas dediklerini söyledi. Bizzat bu kökene dayalı adlar için kendi kitabında, Celsus'a karşı tam ters bir tez ileri sürerek, Apollonis'e Gongosür adını veriyor. Herodotos'taki Oitosyros'un yerine Gongos formu açıkça Türkçe Güneş, Sol ile bir araya geliyor. O, gerçekten Thamimasadas'ın yerine Thagimasad yazmıştır. Onun birinci kısmının Türkçe Tengiz, Tengis'in aynı olduğu görülür. Thamimasadas belki aynı şey olabilir. Çünkü Tengising atası Denizin babası, Pater maris'tir. Bu adla birinci kısımda söylenmiş olan Temerinda bir araya gelir. Kesin olarak Artimpasa, Türkçe Erdem Paşa, bütün cesaretlerin başı anlamındadır. Tabiti bana Tanrı'ya tapımı işaret ediyor gibi geliyor ve en büyük Tanrı'nın adı Papaeos, Türkçe Baba, Dede, Ata, Babir, Bayat, yaşlı; Uygurca, Bayat, Çağatayca Biyat Tanrı ile çok uygun bir şekilde bir araya geliyor. Dahası Macar dilinde Tanrı'ya zaman zaman "yaşlı, senex" adı veriliyor ve bizzat Deus, Tanrı'nın ilk hecesi açıkça "eski, Ebedi'ye işaret ediyor. Böylece eski Türklerin Tanrısı" ens supremum'u okan, aukan, ki insan soyunun eski atası Bayat, Papaei adında söylediğimiz Baba gibi seslendiriliyor. Bu kısa etimolojik ara sözü tamamladıktan sonra, tarihi izaha geri dönelim.


Herodotos, Tanais ırmağının sağ tarafından Budinlerin ülkesi üzerine Tyssagetlerin komşuları Tyrkaslar'ın (ki bu bana yazının hatası dolayısıyla eski Turkai'den doğmuş gibi geliyor, çünkü "T" ve "İ" harfleri kendi aralarında kolayca değişebiliyor) ikamet etmiş olduklarını söyledi. Plinius Maeotis civarındaki Tussagetler (Thussagetae) yakınındaki farklı Türk (Turcae) soylarını da zikrediyor. Tussagetler, Türkler ta etrafı ağaçlı vadilerle kapalı çetin çöllere kadar, bunların ötesinde Riphaeos dağlarına kadar Arimphaeilerin olduğunu belirtiyor. Herodotos'un av peşinde koşan göçebeler olduğunu, onların Volga ve Ural arasında yerleşmiş olduklarını söylediği Turkai halkının adının, Türkçe Yürük, gezici ile aynı olduğunu Kiepert ortaya koydu. Gördüğümüz gibi, Bizans yazarları arasında kolektif olarak düşünülmüş olan Türklerin adı aydınlatılmıştır ve bizzat bu ad Doğulu yazarlar arasında kolektif olarak adlandırılacak kadar sık kullanıldı; öyle ki, Sa'adia açıkça kolektif adı yorumlanıyor ve Türklerin adını Talmude yerine Togarma okuyabiliyor. Togarma adının Türk adıyla aynı olduğuna Mordtmann haklı olarak dikkat çekti. Th. D'Okza ve diğerleri Persçedeki Türklerin adı Turan'ın aynı şekilde gizli bulunduğunu söylüyorlar. Şemseddin, devam eden yerde Türk kelimesini kuşkudan uzak kolektif bir düşünceye çekti. Bulgarlar kendilerinin Türkler ve Slavlar arasında yerleşmiş olduğunu söylüyor. Sakaların adı Herodotos'ta olduğu gibi, Persler tarafından da aynı şekilde kolektif olarak kullanılmıştır. Diğer Bizans ve Doğulu yazarlar bölünmüş Türk halklarını Hunların adıyla belirtiyorlardı. Procopius Got savaşı adlı kitabında Massagetlere Hunlar dedi. Bunu şu şekilde belirtti: "Massagetler ya da şimdi Hunlar diyorlar." Evagrius tarihinde, "Hunlar bir zamanlar Massagetlerdi" şeklinde geçiyor. Theophylactus Simocatta, Perslerin komşuları olan Partlara birçokları tarafından Türkler denilmiş olduğunu söyledi ve eserin bir başka yerinde, Persler tarafından Doğulu Borea'ya doğru yerleşmiş olan Türklere Hunlar adı verilmiş olduğunu söyledi. Procopius, Bulgar halkına kesin olarak Hunlar diyordu. Doğu bilimciler arasında Hunların adı artık kolektif düşünceyle güçlendi. Böylece, örneğin Persli tarih yazarı Mirchond, Avarları, Hazarları, Uzları, Peçenekleri Hun soyunun dört kolu olarak adlandırdı ve Suriyeli yazarlar Cyrillona zamanında Barhebraeum zamanına kadar, Türk ve Moğol soylu insanları Hun adıyla anıyorlardı. Artık Türk soylu aynı halkları, Uğurlar, İugurlar, Ugorlar diye adlandırdılar. Ugor adının en eski izi açıkça Strabon'da keşfediliyor. Çünkü çok zeki coğrafyacı, soyların terminolojisinde, Tanai ve İstrum arasında yerleşmiş olan halkları bir zamanlar lazygislere komşu olan Urglar olarak adlandırdı. Eğer Türegetlerin adı, Plinius'ta geçen Tussagetlerin adıyla aynı ise, -ki buna hiç kuşku yoktur- Urgların da Plinius'un Türkleriyle aynı halka işaret edeceğine kesin olarak inanıyorum.


Iordanis, Hunların ve Uğurların adını, daha sonra Hunugurlar birleşik adıyla çağırılmasına neden olacak kadar birleştirdi. Fakat burada Hunugurlar olarak tanınıyorlar. Bunların adı Suriye tabirinde zaman zaman Unoje formu altında söylenir.


Thephylactus Simocatta, Uarlara yani Avarlara tek ve aynı adla Ugorlar dedi. Avarlar arasında en rütbeli öndere işaret eden Kağan'ın adı, küçük rütbelilerin adları Tudun ve İugur (Türkçe tutmak kelimesi, yalnızca tutmak, korumak, almak, zaptetmek değil; aynı zamanda hükmetmek'e işaret eder, en tanınmış kağanların bizzat özel adı Bayan, Çağatayca "Bay", "zengin", "önder"), rahip Avarların tanımlaması Theophylactus tarafından nakledilmiştir. Bokolabra, bu formun ilk kısmını üstat P. Hunfaluu, Türkçe Buki kelimesiyle karşılaştırdı. Avarların Türk soylu olduğunu açıkça onayladı. Yalnızca Hunlar, Avarlar, Kumanlar değil; aynı zamanda Deşti-Kıpçak toprağına yerleşen diğer Türk boylarına Batılılar tek kelimeyle Ugor adını verdiler. Şimdi Ianuesis tarihinin diplomatlarını ve gizlenmiş kitaplarını hiç bıkmadan incelemiş olan Usta Oliver! notlarla açıkladı. Elia ve İharcassius'un diplomatlarında, bunların orijinal dili Ogareşa değil, lingua Tatarica diye adlandırılıyor. Yalnızca İanuenses değil, aynı zamanda diğer Doğulu yazarlar Taurikler'i ve Deşti -Kıpçak Türklerini Ugorlar diye adlandırıyorlardı. Ugor adının Türklerin eponim adı Oğuz ile aynı olduğu görülüyor, çünkü Persli Reşideddin Oğuz boyuyla aynı zamanda takip eden Kıpçak, Kangli, Karlık, Kalagi, Ağaç-Eri ve Uigur'u zikrediyor. Aynı adın formunun açılımında, Ogor ve Oğuz'da "r" ile ıslık sesi değişiminin, diğer eski örneğini gözlemliyorum. Pliniustan aktarılan Temerinda adı ve Neptunus'un İskitlerin Thamisadas'ının adı bu şekildedir. Ruslar zaman zaman Oğuz boyuna Polowzi adını veriyorlar, gerçekten Polowzi hepsinin arasında Kumanlara işaret ediyor. Fakat Theophylactus, Kumanlara aynı zamanda Avarlarla birlikte Ugorlar diyor. Bu öngöndermeleri Ugor ve Oğuz adı izler ve aynı orijinli olduğunu gösterir. Chalcondylas, Oğuzların iki lideri Duzalp ve onun oğlu Oğuzalp'in Bizanslılarla savaş yapmış olduğunu söyledi. Oğuz boyunun daha sonra Türkmenlerden olduğunu söyledi. Oğuz boyunun daha sonra Türkmenlerden olduğu söylenmiş ve Türkmenlerin herhangi bir boyuna Oğuzçali değil, Ogurçali deniliyor. Fakat H. Kiepert, Türkmenlerin orijinini hiç kuşku duymaksızın deklare etti ve onların Dahların, Parnların, Massagetlerin neslinden olduğunu açıkladı. Bizzat Ogur adı"ikinci talih, iyi kehanet"e işaret ediyor.




Gördüğümüz gibi Kumanlara Theophylactus, Ugorlara İbni Fadlan ve diğer Doğulu ve Batılı yazarlar Türklere, Georgius Cedrenus İskitlere ad veriyor. Plinius Kaspio denizinden doğuya yerleşmiş olan soylar arasında Kumanları ve Iatiosları zikrediyor ve Kafkasya kapılarının yakınındaki kaleye "Kumania" adını veriyor. Bunlardan sonra Kafkasya kapıları vardır, büyük bir hatayla buraya bir çokları tarafından Kaspialar denilmiştir. Dağlar arasında geçitler vardır. Bunlar ağaçtan direklerle kapatılmıştır. Buranın ortasında aşağıya doğru bir ırmak akmakta ve alt tarafta bir kale bulunmaktadır (o kaleye kumania adı veriliyor). Claudius Ptolemaeus, Maeotis yakınındaki Kumanların Basternler ve Roxalanlar arasında yerleşmiş olduğunu söyledi. Cornides de Georgium Pray'a yazdığı mektuplarında bu yeri notlarla açıkladı. Aynı şeklide Ptolemaedos Udosların (Uzlar) Volga içlerine kadar yerleşmiş olduklarını söyledi. Kumanların Kaspium denizi yakınında eski Parthia'da yerleşmiş oldukları artık takip edilebiliyor. Çünkü Persler Kaspia Denizine ya Bahr'il uz ya da Bahr'il uze adını veriyorlar. Bu ad artık Türkler arasında tam olarak yerleşti. Kafkaslar'dan doğup Kaspium denizine dökülen Kuma ırmağını da aynı şekilde Kumanlar kendi adları olarak aldılar. Eskiler Kuman'a Udon adını veriyorlardı. Cihannuma'da Kumanların kasabası Sevayih olarak zikrediliyor. Adın ilk formunun sevaniç, sevinç, "zenginlik", "iyi haber" olarak yazıların ihmalinden dolayı düzeltilmesine inanıyorum. Frâhn haklı olarak burada "çangü, çayigü" okunmasının gerekli olduğu uyarısında bulundu, yani Jaik ki bu ırmağı Ptolemaeus Daix yazdı. Kumanlar böylece zaman zaman göçebe hayatı sürdürdüler. Fakat zikredilmiş kelimelerden anlaşılacağı üzere, onların liderleri kente ve saraya sahip oldular. Bu kenti Moğolların tahribinden sonra yeniden restore ettiler. 9. yüzyılın sonuna kadar Kumanlar, Hazarlar ve Peçenekler arasındaki bölgeyi ellerinde tutmaya devam ettiler. Fakat o zaman aynı zamanda Hazarlarla birlikte Peçeneklerin toprağına saldırarak eski yerleşikleri sürdüler, fakat Constantinus'un öğrettiğine göre, Peçeneklerin hiçbirisi yine de geri dönmeyerek, Uzlarla, yani Kumanlarla dostluk kurdular. O zaman ve daha sonra kendi aralarında bölünmüş olarak kaldılar. 9. yüzyılda Bulgar kırallığına ve daha sonra Hazarya'ya giden İslamiyet artık Kumanlar arasında da yayılmıştır. Kumanların bu dinine daha sonraki Latin yazarları "Tatar ayini" adını veriyorlardı, böylece Ioannes diaconus küküllöiensis, Kumanların Tatar ayini yaptıklarını belirtmektedir. Kazvini Kosmographia'da Guzların kendi zamanında Hıristiyan olduğunu belirtmektedir. Kazvini ardından Guzl'arın ülkesini Kırnak bölgesi olarak tanımladı, çünkü buradaki adın Kumak yazılmış olduğuna inanmış bulunuyorum, çünkü Türkçe yargının sesli harfi "i" ve "u"nun bu kadar küçük olması ilginçtir. Kazvini şunu söyledi: Bu bölgenin yerlilerini özel olarak yazacağım ve bu ülkenin kutsal dağındaki Guzlar, Menkur kültürü tayin etmişlerdir. Menkur kelimesi bana iki kelimeden "mengü" ve "ur"dan birleşmiş gibi görünüyor. Bunların ilki "ölümsüzlük"e, ikincisi "efendi"ye işaret ediyor, bir venetli tabletin Kumanca sıfatı "mengü", örneğin pag. 144'te "mengü yıllar", "sayılamaz yıllar", "sonsuzluk" ve "ur" sesi, ki bu yalnızca Macarcada değil, aynı zamanda Bulgarcada "efendi"ye işaret ediyor. Belki İskitlerin "Sakaurak" adındaki Partların kralının işi güçten düşünce bitmiştir. Kendi krallarını Sinatraklem'den seçiyorlar, Urak aynı zamanda "efendi"ye işaret eder. Daha sonraki Kumanların yazma sanatında uzman oldukları Bohuslavus Baldini tarafından belirtilmiştir: Bugün Evaczicio ve Oslova-nersi Coenobio'ya uzak olmayan barbarların herhangi bir anıtı Hıristiyan mezar anıtından üstündür ki, bunda Kumanların birçok mezar ve kaya yazılarının onların harfleriyle yazılmış olduğu gözleniyor.



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.


 

Mardin

 


23 Ekim 2022 Pazar

İSKİT KÜLTÜRÜ-5

 İSKİT SANATI





İskitler hakkında yapılan araştırmalar bir tesadüfle başlar. 17. yüzyılın son çeyreğinde, Sibirya'daki kurganlarda gizli kazılar yapan bazı defineciler çok kıymetli altın eserler ele geçirir. Durum I. Petro'ya ihbar edilerek, eserlere el konulur ve söz konusu eserler St. Petersburg'a götürülür. Koleksiyoncular ve sanatseverler, o zamana kadar hiç görmedikleri bu değişik tarzdaki ilgi çekici eserlere hayran olurlar. Bunun hemen ardından Sibirya ve Güney Rusya'da bulunan benzer türden buluntular, bir yandan bu sanata olan ilginin daha da artmasına vesile olurken, öte taraftan da bunların, bir zamanlar Asya bozkırlarında yaşamış göçebelerin sanat eserleriyle olan benzerliğinin gündeme gelmesine sebep olurlar. Günümüzde "Göçebe Hayvan Üslubu" olarak tarif edilen bu zengin arkeolojik materyal "Bozkır Kurgan Medeniyetlerinin başlıca tipik kültür ürünlerindendir (Tarhan 1979: 356).


Sanat eserlerinin ortaya çıkması üzerine General Melgunov 1763 yılında Sibirya'ya ilk keşif seyahatini yapmış ve orada bulunan mezarları açmıştır. Bu durum bundan sonra yapılacak olan araştırmaların hızlanmasına sebep olmuştur. Bu mezarlardan insan ve at gömülerinin yanında birçok metal obje de meydana çıkarılmıştır. 1865 yılında Radlof güney Altaylar'da bulunan Katanda'da kazılar yapmıştır (Rice 1958: 26-27). 1924 yılında doğu Altaylar'da Pazırık vadisinde bulunan kurganlar, 1929 yılında antropolog Rudenko tarafından kazılmıştır (İnan 1991:261). Güney Rusya'da yapılan kazılar sonucunda çok sayıda arkeolojik buluntu elde edilmiştir. Bunlar içerisinde Chertomlyk buluntuları önemli bir yer tutmaktadır. Burada bulunan objeler çeşit olarak zengin olduğu gibi, sanat kalitesi bakımından da mükemmeldir (Rice 1958: 92).


Açılan pek çok kurgandan kendine has bir tarzda süslenen çok sayıda sanat eserinin çıkarılması, bilim adamlarını bu eserler üzerinde çalışmaya sevk etmiştir. Bu sanat eserleri üzerinde yapılan çalışmalar devam etmekte olup, bugüne kadar yapılan çalışmalarda söz konusu eserlerin yayıldığı coğrafya, ortaya çıkışları, gelişmeleri ve genel özellikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır.





1) İskit Sanatının Doğuşu



İskit sanat eserlerinin gün ışığına çıkmasıyla, İskit sanatı ve bu sanatın özünü oluşturan "Hayvan Üslubunun doğuşu hakkında birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Bozkırda gelişen, Orta Asya ve Ön-Asya'ya kadar yayılan "Hayvan Üslubu" geniş bir coğrafyaya yayılmış insanların doğaüstü güçlere karşı olan eğilimlerinden çıkmıştır.


İskit Hayvan Üslubu'nun doğuşu bunu meydana getiren toplulukların inançlarıyla yakından alakalıdır. Bunu gerçekleştiren insanlar manevi değerlere büyük ölçüde bağlıydılar ve bu değerlere sihir ve tılsımla ulaşabileceklerini sanmaktaydılar. Bir insan ya da hayvan onlara fenalık yaptığında, eğer ondan öç almak istiyorlarsa, düşmanına ait bir şeyi ele geçirerek bununla bir şekil meydana getirirlerdi ve onu dinî bir merasimle imha ederlerdi. Sihrin kuvveti ile dinî merasimin doğaüstü unsurlarının düşmanlarına gerçekten bir fenalık getireceğine inanıyorlardı. Hislere hitap eden sihir, başlangıcından bugüne kadar avcıların hayatında önemli bir rol oynamıştır. Bazı ilkel topluluklar, geyiklerin ve domuzların çene kemiklerini evlerine asarlar ve böylelikle kemiklerin içindeki ruhların yaşayanları kendine çekeceğini sanırlardı. Böyle bir uygulama İç Asya'nın "Hayvan Üslubu" sanatının kökeni bakımından önemlidir. Sir James G. Fraser'in Hayvan Üslubunun ilk defa kemiklerin kullanılmasında başladığı görüşünü yukarıdaki bilgiler desteklemektedir. Hayvan Üslubu'nun kendine has karakterini incelemekten doğan bu sonuç aynı zamanda antropolojik araştırmalarla da desteklenmiştir (Diyarbekirli 1972: 114-115).


Atlı bozkır kültüründe, insanla savaş, hayvanla savaş, bozkırın sert ve amansız mücadeleciliği, desen temalarını mücadele esasına bağlamıştı. Hayvan Üslubu'nun doğuşunun bir sebebini de burada aramak gerekmektedir. Dokumalarda, keçelerde, kılıç saplarında, mızrak ve bıçaklarda, kuşandıkları kuşaklarda, at koşumlarında, eyerlerde, maşrapa kulplarında ve gövdelerinde hemen her tarafta hayvan figürleri yer almaktadır (Diyarbekirli 1973: 300).


Hayvan Üslubu ve dolayısıyla onun doğuşu üzerine çeşitli çalışmalar yapılmıştır. İskit Hayvan Üslubu'nun kökü değişik coğrafyalarda aranmıştır. İskit Hayvan Üslubu, Rostovtzeff'e göre Orta Asya'da, Tallgren ve Chirsten'e göre Batı Türkistan'da, Borovka'ya göre Kuzey Sibirya'da doğmuştur. Von Merhart ve Schmidt ise, eski Doğu'da doğduğunu kabul etmektedirler. Furtwaengler ve Ebert'e göre bu sanatın doğuşunda İskitlerle bağı olan Karadeniz sahillerindeki İon kolonilerinin etkisi büyük olmuştur. Ebert, İon sanatının yanında doğu sanatının etkisini de kabullenmektedir (Schefold 1938: 65-66).


İskit sanatının doğduğu coğrafyanın Sibirya, Orta Asya ve Güney Rusya olduğu şeklinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Fakat İskit Hayvan Üslubu'nun Orta Asya'da ortaya çıktığı ve sonradan batıda yaşayan İskitler arasında yaygınlaştığı düşüncesi kuvvetlenmektedir (Diyarbekirli 1973: 298). Hayvan Üslubu'nun kökünün Sibirya'da olduğu, Olgun Taş ve Tunç devrinde bütün kuzey sahasına yayılmış olan bu sanattan Olgun Hayvan Üslubu'nun ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Hayvan Üslubu'nda önemli yeri olan büyük kuzey geyiği ve ayının Olgun Taş ve Tunç devrinden beri kullanıldığı kabul edilmektedir (Hentze 1930: 162). Herodotos'un, İskitleri Orta Asya kökenli bir kavim olarak bildirilmesi de bu görüşü desteklemektedir (Herodotos IV: 11). Hazar Denizi'nden Tuna nehrine kadar olan sahaya yayılmış olan batı İskitlerinin doğuyla bağlantılı olmaları ve onlarla sürekli irtibat halinde bulunmaları da, bu sanatın kökünün doğuda aranması gerektiğini düşündürmektedir.





2) İskit Sanatının Gelişimi ve Yayılışı


İskit sanat eserlerinin yayıldığı coğrafyayı en açık şekilde İskit kurganları göstermektedir. Bu kurganlar Sibirya'dan Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. İskit Hayvan Üslubu MÖ 7. yüzyılda İskitya'da bilinmektedir. Buranın kuzey ve güneybatı bölgelerine de yayılmıştır. Asya bozkır kuşağı üzerinde Çin sınırına kadar ulaşmıştır (Tallgren 1933: 258-259). İskit kurganlarının büyük bir kısmı Güney Rusya'da bulunmaktadır ve bu kurganlardan çok sayıda eser meydana çıkarılmıştır. Burada bulunan kurganların içerisinde Chertomlyk kurganı önemli bir yer tutmaktadır. Bu kurganda sanat yönünden oldukça kaliteli eser ele geçmiştir. (Rice 1958: 92). Daha doğuya yönelindiğinde, Kazakistanda Alma-Ata'ya elli kilometre uzaklıkta Issık gölünün yakınında Esik kurganında çok sayıda eser meydana çıkarılmıştır (Diyarbekirli 1973: 294). Altaylar'a doğru gidildiğinde doğu Altay'da Balıklıgöl civarında Ulagan ırmağı sahilindeki Pazırık yaylasında bulunan kurganlar kazılmıştır (İnan 1991: 261). Buradaki kurganlardan da çok sayıda eser meydana çıkarılmıştır.


Bu kadar geniş coğrafyaya yayılmış olan İskit eserleri İskit sanatının gelişimi ve yayılışı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Hatta birbirleriyle karşılaştırma ve stil kritiği yapmaya imkân vermektedir. İskit Hayvan Üslubu bu geniş coğrafyaya yayıldığı gibi, gelişim de göstermektedir. İskitlerde görülen bu sanat anlayışı Hunların ve daha sonraki Türk topluluklarının sanatlarında da görülmekte ve hatta onlar İskit sanat eserleriyle mukayese edilebilmektedir.


3) İskit Kurgan Buluntuları



İskit sanatının gelişimi ve yayılışı konusunda da belirtildiği üzere, Asya içlerinden Avrupa içlerine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış olan İskit kurganlarında bu kültüre ışık tutabilecek çok sayıda sanat eseri meydana çıkarılmıştır. Bu eserlerin büyük çoğunluğunda, çeşitli hayvan mücadelelerine yer verilmiştir. Bu şekilde hayvan mücadelelerinin konu olarak ele alındığı sanata "Göçebe-Hayvan Sanatı" adı verilmektedir.




Alföldi, Andersson, Borovka, Fettich, Merhart, Minns, Rostovtzeff ve Takacs gibi bazı önemli araştırıcılar üslubun coğrafî yayılımı, mahallî özellikleri, motifleri ve karakterlerini değerli çalışmalarla aydınlatmışlardır. İskit Hayvan Üslubu için kuvvetli stilizasyonla, canlı natüralizm karakteristiktir. Motif olarak hemen hemen yalnız hayvanlar ve hayvan uzuvları kullanılmıştır. Hayvanların en çok yer verilen ve dikkati çekenleri geyik, keçi, kedi, köpek, kurt, at, ayı ve yırtıcı kuşlar gibi çoğunluğu yabani olanlarıdır (Tallgren 1933: 259).




İskit kurganlarına yalnız insan ve atlar gömülmemiştir. Yapılan arkeolojik kazılar soncunda fevkalade değerli eşyalar ortaya çıkarılmıştır. Bu eşyalar arasında eyerler, koşum takımları, kazanlar, oklar, bıçaklar, kılıçlar, mücevherler, mobilyalar, halılar, kilimler vb. bulunmaktadır.


Buluntular içerisinde at koşum takımları önemli bir yer tutmaktadır. Göçebe sanatının en belirgin özellikleri, at koşum takımlarında görülmektedir. Bunların en güzel örnekleri Pazırık'ta bulunmuştur (Rice 1958: 129). Atların bulunduğu yerde çok ince işlenmiş ve üzerlerine çeşitli resimler çizilmiş toka ve levhacıklar ile üzengi, gem gibi koşum takımlarından kalıntılar elde edilmiştir (İnan 1987: 497). Atlarla birlikte çok sayıda eyer ele geçmiştir. Eyerlerin etrafı daha çok püsküllerle süslenmiştir. Üstleri ise, efsanevi hayvanlarla aplike yapılmak suretiyle doldurulmuştur (Rudenko 1953: 101). At ve geyik maskeleri de bulunmuştur. Bu maskelerin yüz kısımları iyice stilize edilerek süslenmiştir. Bu maskelerden başka, bir de kaplan maskesi bulunmuştur (Kiselev 1951: 383). İskit eserleri arasında kazanlar, oklar, bıçaklar da bulunmuştur. Mesela Chertomlyk'ten bir küçük kazan, oklar, sadak ve kemik saplı bıçaklar bulunmuştur (Rice 1958: 96). Ahşaptan yapılmış at koşumu süsleri, küçük masalar, kaplar, havan elleri ve birçok ev eşyaları ağaçların yontulması suretiyle yapılmıştır (Ögel 1984: 64). İskit kurganlarından çok sayıda altın diadem, başlık, gerdanlık, bilezik, küpe, yüzük ve kolye ele geçirilmiştir (Rice 1958: 144).


Kurgan buluntuları madenden, ahşaptan, yünden ve topraktan oluşmaktaydı. Madeni buluntuların büyük çoğunluğu tunç ve altındı. Topraktan ise çeşitli kap ve küpler yapılmıştı. Yün ve keçeden yapılan eşyalar arasında halılar ve kilimler önemli bir yer tutmaktaydı. Ahşap eşyayı ise daha çok mobilyalar meydana getirmekteydi.



Giysiler


Arkeolojik kalıntı ve buluntulardan İskit giyim kuşamı hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Darius'a ait kitabelerde bir de Saka olarak adlandırılmış figür bulunmaktadır. Bu figür silahsız ve yerel giysilerle tasvir edilmiştir. Onun tek ayırt edici özelliği başlığı ve sakallı yüzüdür. Buradan ana hatlarıyla vücudu sıkıca saran ceket ve pantolon, püskülsüz yuvarlak tepeli başlık ve bağcıkla bileğe bağlanmış ayakkabı giydiği dikkati çekmektedir. Elbette bu giyim diğer toplumların giyimlerinden farklılık göstermektedir (Minns 1913: 60). Bu tür giyimin en güzel örneğini Kazakistan'da Alma-Ata yakınlarında Esik kurganından çıkartılmış ve literatüre "Altın elbiseli adam" olarak giren hükümdarın giyimi göstermektedir. Bu şahıs, başında yüksekçe bir başlık taşımaktadır. Bu İskit/Saka toplulukları sivri başlık taşımışlardır. Ancak bu başlık türünün daha da sivri olduğu bilinmektedir. Hatta Perslerin İskit topluluklarından bir grubu "Saka tigrakhauda" olarak tanımlamaları ok şeklinde sivri başlık giyen Sakalar olarak bilindiklerini göstermektedir. Arkeolojik boyutu ile de en önemli buluntu bu Esik buluntusudur. Ayrıca ceket, pantolon ve çizme rahat bir şekilde görülebilmektedir. Ceket adeta bir gocuk şeklinde olup, belde kalın bir kemer bu gocuk üzerinde bulunmaktadır (Akişev 1978: 69). İşte böyle bir giyim, ömrünün önemli bir kısmı at üzerinde geçen İskitler için karakteristikti. Kadınlar da erkekler gibi ata binip, ok atıp savaştıklarından, muhtemelen ata kolay binebilecekleri kıyafetleri giymiş olmalıydılar.



Süs ve Mücevherler


İskit kurganlarından bol miktarda süs ve mücevher ortaya çıkartılmıştır. Çünkü İskitli kadın ve erkeklerde elbiseleri altın plakalarla süslemek yaygın bir alışkanlıktı. Maddi yönden zayıf olanlar tunç kullanıyorlardı. Bu plakalar çoğunlukla dikiş yerlerine ve elbise kenarları boyunca yerleştiriliyordu. Nadiren elbise üzerine serpilmekteydi. Bu plakalar her boy ve şekilde yapılmışlardı. Üzerlerine insan, hayvan figürleri ve desenler işlenmiştir. Plakalar çoğunlukla mezar duvarına asılmış elbiselerin çürümesi sonucu düşmüştür. Hem kadınlar hem de erkekler süs malzemesi kullanıyorlardı. Özellikle yüksek başlıkların arkasında altın süsler takmaktaydılar. Bu giyim tarzı en iyi Kul Oba'da bulunan eserlerde gösterilmektedir (Minns 1913: 62).




Küpeler de yaygın olarak kullanılırdı. Erkekler sadece bir tane takardı. Kadınların ise, birkaç çift küpeyle birlikte gömüldüğü kanıtlanmıştır. Bilezikler gerdanlıklardan çok daha çeşitliydi. Kul Oba'da hükümdarın bileklerinde bulunan bilezik özel süslemenin en güzel örneklerinden biridir. Takıların basit olanı halkalardır. Bunlar gümüş ve tunçtan yapılmışlardır. Yüzükler de önemli bir yer tutuyordu. Bunlar altın, gümüş, cam, bakır, demir, hatta taştan yapılıyordu (Minns 1913: 63-64).


Bu konar-göçerler normal takılardan başka günümüzde nazar boncuğuna benzer nesneler kullanıyorlardı. Kolye ve bileziklere hayvan dişi, küçük külçe altınlar, çakmaktaşı takıyorlardı. Değerli madenleri alamayanlar boncuk yapmak için el yapımı kil ve taş, ithal cam ve hatta istiridye kabuğu kullanmışlardır (Minns 1913: 64).




Aynalar


İskit kurganlarından çıkartılmış olan buluntulardan sayıları en fazla olanları arasında aynalar yer almaktadır. Özellikle İskitli kadınlar kendilerini süslü elbiseler içinde beğenmek için aynalar kullanırlardı. Bu aynaların değişik tipte olanları vardı. En yaygın olarak kullanılanları kutu içinde saklanan yuvarlak, sapsız aynalardır. Diğeri ise sapından tutulan aynalardır. Bunların kemik, tunç ve altın saplı olanları vardı. Bunların sapı İskit hayvan figürleriyle süslenmiştir (Minns 1913: 65).






Savaş Araç Gereçleri


Atlı kavimlerin en belirgin silahı yaydır. Yaylar hakkında bilgi veren çok sayıda tasvir bulunmaktadır. Bu yaylar bilinen "C" şeklinde değildir. Kul-Oba vazosunun üzerindeki yay şekliyle, Olbia'daki paralar üzerinde bulunan okçuların elindeki yayların şekli uyuşmaktadır. Bu yaylar Amazonlar tarafından da kullanılmışlardır. Kul-Oba ve Olbia paralarında yay ve ok kılıflarının birleşik hali gösterilmiştir. Yayların bu şekilde karmaşık kavislere sahip olmasının amacı, at sırtında rahat bir şekilde kullanmaya ve kılıfın taşınmasını kolaylaştırmaya yöneliktir. Birleşik yay ve ok kılıfları sadece İskit kültürüne aittir. Sonraları komşu ülkelere de yayılmıştır. İskitler onu sol taraflarına takmaktaydılar. Ok uçları taştan, kemikten, demirden ve özellikle tunçtan yapılıyordu. Ancak tipik ok ucu şeklinin üçgen olduğu görülmektedir. Kurganlardan bol miktarda ok ucu bulunmuştur. Ayrıca çeşitli kurganlarda mızrak uçları da ortaya çıkartılmıştır. Bunların çoğunun demir olduğu tesbit edilmiştir (Minns 1913: 88).


İskitlerde kılıç ve hançer kullanımı yaylar kadar karakteristik değildir. Ancak kurganlardan kılıç ve hançerler ortaya çıkartılmıştır. Arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan bu buluntular yazılı kaynaklarda belirtilenlerle örtüşmekte ve bu belgelerde verilen bilgileri doğrulamaktadır. Kurganlardan, kılıç ve hançerlerden başka bıçaklar da bulunmuştur. Bunların silah olarak değil de genel amaçlı kullanıldıkları düşünülmektedir. İskitler baltalar da kullanmışlardır. Bu baltalar çok geniş sahaya yayılmışlardır. Onların baltadan başka gürz de kullandıkları belgelenmiştir. İskitler savaş araç gereçleriyle bağlantılı olarak eye ve bileğitaşı da kullanmışlardır. Kazı sonucunda ortaya çıkartılmış olan buluntular bunu açık bir biçimde göstermektedir (Minns 1913: 73).


At Arabaları


At arabaları İskitlerin en önemli karakteristik eserlerindendir. Bunu hem arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılmış buluntular, hem de yazılı kaynaklar belgelemektedir. Krasnokutsk ve Chertomlyk'te at arabasına ait unsurlar ortaya çıkartılmıştır. Burada teker parçaları, dingiller, çiviler, civatalar, perçinler ve çeşitli metal şeritler bulunmuştur. Hippokrates tarafından tasvir edilenler kadar büyük, üzerinde tekerlekli olduğu için ikamet edilen evler bulunmuştur. At donanımları ve arabaları altın ve tunç plakalarla süslenmiştir (Minns 1913: 75).




Gönderler


At arabalarıyla birlikte, ne için kullanıldığı belli olmayan bazı süs eşyaları da kullanılmıştır. Bunların hepsinde değneğin ucuna yerleştirilmesi için bir yuva bulunmaktadır. Bunların cenaze arabalarını süslemek için kullanıldığı düşünülmektedir. Örneğin Aleksandropol'de mızrak başlığına benzeyen soketlerden ikisinin başı bir çeşit üç başlı çatalla kaplanmıştır. Her uçta bir kuş bulunmaktadır. Her kuşun ağzında da bir çan bulunmaktadır. Chertomlyk'dekiIerde aslan, geyik ve kuş tasvirli olanları ortaya çıkartılmıştır. Karakteristik olarak bir geyik figürü Chymreva yakınında Belozerko'dan bulunmuştur. Yazılı kaynaklarda İskitlerin ejderhalı gönderlerinden bahsedilmektedir. Ancak bahsedilenle tunç grifonlar arasında bir ilişki bulunmamaktadır. Yuvalarına yerleştirilmiş figürler gönderlerin ucuna kaplanmıştır. Göktürklerin gönderlerinde bir kurt bulunmaktadır. Çünkü onlar soylarının kurttan geldiğine inanıyorlardı. Muhtemelen çeşitli İskit topluluklarında grifon ve geyik aynı düşünceyi gösteriyordu (Minns 1913: 78).



Kazanlar ve Diğer Kaplar


İskitlere ait eşyalar arasında kazanlar önemli bir yere sahiptirler. Onlara ait eşyalar arasında demlikler ve çanak çömlekler de bulunmaktadır. Özel hançerler ve at arabalarıyla birlikte, bakır ve tunç kazanlar da İskit kültürünün önemli parçalarını oluşturmaktadırlar. Kazanlar ayırt edici gövdeleriyle ortaya çıkmışlardır. Yarıküre şeklindeki gövde ayak olarak kullanılan bir kesik koni üzerine yerleştirilmiştir. Kulp çıkıntıları kazanın üst kısmının kenarlarındadır. Kurganlardan günlük hayatta kullanılan içecek kapları da çıkartılmıştır. Bunlar gayet basit yapılmış kap türleridir (Minns: 1913: 80-81).

 

SONUÇ






Yaklaşık olarak MÖ 8. yüzyılda tarih sahnesine çıkan ve bu tarihten MS 2. yüzyıla kadar hâkimiyetlerini devam ettiren İskitler, doğuda Çin Seddi'nden batıda Tuna nehrine kadar uzanan geniş bir sahada varlıklarını, biraz önce verilen rakamlardan da anlaşılacağı üzere, yaklaşık olarak 1000 yıl gibi oldukça uzun bir zaman korumuşlardır. Onlar bu coğrafyada Atlı Kavimler Medeniyetini oluşturan kavimlerin ana grubunu meydana getirmiştir. Oldukça geniş coğrafyaya yayılmış olan İskitler değişik kavimler tarafından tanınarak onların kaynaklarına geçmişlerdir. Bundan dolayı İskitlerin adı Grek kaynaklarında Skythai, Pers kaynaklarında Saka ve Çin kaynaklarında Sai (Sak) olarak geçmiştir. Pers kaynaklarında üç Saka grubundan bahsedilmekte olup, bunlar Saka tiay para daray, Saka haumavarga ve Saka tigrakhauda'dır. Saka tiay para daray, yani Hazar Denizi'nden Tuna nehrine kadar uzanan coğrafyada yaşayan Sakalar, Grek kaynaklarında Skythai olarak adı geçen İskitlerle aynıdır. Pers kaynaklarında adı geçen Saka haumavarga için ise, Çinliler Sai adını kullanmıştır. Çin kaynaklarında Sai, Pers kaynaklarında Saka haumavarga olarak geçen doğu Sakaları için Grekler Sakai Amyrgioi tabirini kullanmıştır. Grekler doğu Sakaları olan Sakai Amyrgioi'nin haricinde bütün Sakaları Skythai, yani İskit adıyla anmışlardır. Bunun sebebi ise, Orta Asya İskitleri ya da doğu İskitleri olarak kabul ettiğimiz Saka haumavarga'yı coğrafî uzaklıktan dolayı tanımaları mümkün olmadığından, ancak Perslerden bu adı alarak kullanmış olmalarıdır. Persler ise, bütün Saka gruplarını yakından tanıma imkânı bulmuştur.


İskitler çok geniş bir coğrafyada ayrı gruplar halinde yaşamıştır. Pers kaynaklarında geçen adıyla Saka tigrakhauda ortada, Saka ti-ay para daray, yani "Qui trans mare habitant" olarak kabul ettiğimiz, denizin ötesindeki Sakalar onların batı tarafında yaşamıştır. Saka haumavarga olarak belirtilen Sakalar da Saka tigrakhauda'nın doğusundaki bölgede yaşamıştır.


Pers kaynaklarında adı geçen bu üç Saka grubu zaman zaman ortak düşmanlarına karşı bir araya gelmiştir. Hatta söz konusu Saka grubu liderlerinin genel durum değerlendirmesi için bir arada toplanabildikleri de bilinmektedir. Daha açık bir ifadeyle, antik kaynaklarda, Darius üç gruba ayrılmış Sakalara karşı savaş ilan ettiğinde, Saka liderleri Sakesphares, Homarges ve Thamyris'in istişare için bir araya geldikleri belirtilmektedir. Üç Saka grubunun birbirleriyle bağlantılı olduğunu ve böylece ortak düşman olan Perslere karşı birlikte hareket ettiklerini, Darius'un önce kendi imparatorluğunun kuzey ve kuzeydoğu sınırlarına, daha sonra da denizin ötesindeki Sakalara sefer düzenleme ihtiyacı duymasından da anlamaktayız. İskit yayılışının doğudan batıya doğru olduğunu, Perslerin kuzey, kuzeydoğu ve kuzeybatılarındaki gelişmelere yabancı kalmadıklarını ve onları yakından tanıma imkânı bulduklarını bildiğimizden, Perslerin üç Saka grubunu da tanıdıklarını ve herhangi bir yanlışlık yapmadıklarını kabul ediyoruz. Perslerin yaşadığı coğrafya da hesaba katılınca, onların üç Saka grubunu çok iyi tanıdıklarını söylememiz mümkün oluyor. Buradan Perslerin bütün İskitleri Saka, Greklerin de kendi coğrafyalarına çok uzak kalan Saka haumavarga hariç olmak üzere, genelde Sakaları İskitler olarak tanıdıkları sonucunu çıkarabiliyoruz.


İskitlerin tarihi, dili, dini, gelenek ve görenekleri, sanatları hakkında yazılı kaynaklar ve arkeolojik malzemelerden bilgi sahibi olabiliyoruz. Çok geniş bir sahaya yayılmış olan İskitlerin çeşitli kavimlerle münasebetleri ve onlarla mücadelelerini Pers, Asur ve Grek kaynaklarından öğreniyoruz. Antik kaynaklardan dilleri, dinleri, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Sanatları hakkında ise arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılan çok sayıda sanat eseri bize ışık tutuyor.


Antik kaynaklar ve arkeolojik malzemelerle haklarında bilgi sahibi olduğumuz İskitlerin kökleri de, bu çalışmaların artmasıyla araştırılmaya başlamıştır. Bu konuda çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlar, İranîlik, Slavlık ve Ural-Altay ırkı görüşleridir. İskitlerin İranî bir kavim olduğu fikrini daha çok Almanlar, Slav olduğu fikrini ise, yalnız Ruslar savunmuştur. İranî bir kavim olduğu görüşünün savunucuları kazılar sonucunda ortaya çıkarılan az sayıda filolojik malzeme ve dinlerini dikkate alarak İskitlerin İranî bir kavim olduğunu, hatta bir kısmı Almanların ataları olduğunu ileri sürmüştür, Slav kavmi olduğunu savunanlar, arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılan vazolar üzerindeki resimlerden hareketle, o vazolar üzerindeki insan figürlerinin Slavların ataları olduğunu ileri sürmüştür.


Eskiden bu yana en kuvvetli görüş olan Ural-Altay ırkı görüşü ve bunlar içerisinde de İskitlerin Türklüğü fikri gitgide daha fazla taraftar bulmuş ve bilim adamları çeşitli yönleriyle meseleyi değerlendirmiştir.


Biz de İskit tarih ve kültürü üzerine yazılı kaynakları inceleyerek ve arkeolojik malzemeyi de değerlendirerek yaptığımız bu çalışmamızda, ilk yurtlarının Türk coğrafyası olduğunu belirterek, adlarının Türklükle olan bağlantısını ortaya koyduk. Gerek Sus ve çevresinden toplanılan çiviyazılı metinler ve gerekse antik kaynaklardaki bazı adlardan İskitlerin diliyle Türk dili arasında bağlantı kurarak, elde edilen kelimeleri Türkçe ile ilişkilendirebiliyoruz. Saka tigrakhauda'ya ait olduğu kabul edilen Eşik kurganından çıkarılmış olan yazı ve onun dili de bizi Türkçe ve Türk yazısına götürmektedir. Bu kurgandan çıkartılmış olan yazının daha sonraki Türklerin, özellikle Göktürklerin kullandığı Orhun yazısının prototipi olduğu kabul edilmektedir.


İskitlerin hayat tarzları, kullandıkları arabalar, besledikleri hayvanlar, ata iyi binebilmeleri ve hayatlarının büyük bir kısmının at üzerinde geçmesi diğer eski Türk topluluklarını hatırlatmaktadır. Aynı hayat tarzının, önceki yüzyıla kadar yaşamış olan bozkır Türk topluluklarında varlığını da biliyoruz.


İskitlerin gelenek ve göreneklerine bağlılıkları, genelde at kurban etmeleri ve onlarda domuz kültürünün olmaması, hatta ölü gömme âdetleri eski Türk topluluklarınınkine aynen uymaktadır.


İskit kurganlarından çıkarılan sanat eserleri de büyük önem taşımaktadır. Göçebe Hayvan Üslubu adı verilen ve stilize hayvan figürleriyle süslenmiş olan buluntular eski Türk sanat eserleriyle bağlantı kurabilmemize imkân vermektedir. Özellikle Hun sanatının, İskit sanatının bir devamı olduğunu söylememizi mümkün kılmaktadır.




İskitlerin dinlerinin, dillerinin, sanatlarının, gelenek ve göreneklerinin eski Türklerinkiyle bağlantıları ve bu kadar çok yönlü benzerliklerin olması, İskitlerin büyük çoğunluğunun, özellikle hâkim tabakanın Türk olduğu kanaatini doğurmaktadır. Çünkü bu derece çok benzerlik ve hatta aynılık bizi bu düşünceye sevketmektedir. Fakat zaman içerisinde batı kolu olarak kabul ettiğimiz grup, diğer etnik gruplar içerisinde eriyerek kaybolmuştur. Asıl ana kütleyi oluşturan Saka tigrakhauda ve doğu kolu olan Saka haumavarga daha sonraki devirlerde de varlıklarını sürdürerek, Orta Asya'da kurulan Türk devletlerinin ve günümüz Orta Asya Türklüğünün oluşumunda temel teşkil etmiştir. Günümüzde kendini hâlâ Saka olarak belirten Türk topluluklarının varlığı da bunu açık bir şekilde göstermektedir.




İskitlerin boy ve boylar birliği esasına göre yapılandıkları görülmektedir. Askerî bakımdan süvari birliklerinin oluşturulduğu ve turan taktiği ya da kurt oyunu adı verilen savaş taktiğinin en iyi uygulayıcıları oldukları dikkati çekmektedir. Hem çağdaşı kavimlerin kaynaklarındaki İskit diliyle ilgili kelimeler, hem de İskitlerin kendilerine ait bazı yazılı belgeler bize İskit dili hakkında bir dereceye kadar ışık tutmaktadır. Dinî inançları, gelenekleri ve sanat anlayışları ile bağlantılı bilgiler gün geçtikçe daha da artmaktadır. Buluntular "Hayvan üslubu" adı verilen bozkır sanatının en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Böylece İskit kültürünün kendi çevresinde oluşup geliştiği ve doğrudan bozkırlarla da bağlantılı olduğu görülmektedir.


İskit kültürü, İskitlerin geniş bozkır coğrafyası üzerinde yayılmaları ile bir yaygınlık vasfına bürünmüştür. Mançurya'dan Macaristan'a kadar bu geniş sahada onlara ait kültürel unsurları bulmak mümkündür. Ayrıca onların Kafkaslar ve Ön-Asya'ya yayılmaları sonucunda kültürel izleri bu coğrafyalara da yayılmıştır. Özellikle yapılan son arkeolojik kazılar ve ortaya çıkartılan buluntular bunu en iyi şekilde göstermektedir. İskit kültürünün bu coğrafî yayılımının yanında, uzun zaman sürecinde takip edilebilmesi, elbette onların uzun zaman diliminde tarih sahnesinde kalmalarıyla bağlantılı bir durumdur. Bundan dolayı İskit kültürü bozkır kültürlerinin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Bu kültürlerin bütün unsurları İskit kültüründe görülmektedir. Başlangıçta yalnız arkeolojik kaynaklarla takip edilebilen bozkır kültürünün İskitlerle birlikte hem arkeolojik hem de yazılı kaynaklarla takip edilebilmesi önemini daha da artırmaktadır. Kendilerinden sonra tarih sahnesine çıkan bozkır kavimleri, özellikle Türk kökenli kavimlerin kültürleri ile İskit kültürü arasındaki paralellik ve benzerlikler de ayrıca dikkate değer bir husus olarak görülüyor. Ortaya çıkartılan buluntular her geçen gün bu bağlantıları daha da güçlendiriyor. Artık İskit/Saka adıyla anılan toplulukların Türk kültür dairesi içersinde aldıkları yeri sağlam temellere dayalı olarak ortaya koyuyor.



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak