31 Ağustos 2023 Perşembe

İzmir

 


Sille / Konya

 


Kelebekler Bahçesi / Konya

 


İRAN TARİHİ-3

 ELÂM’IN SİYASÎ TARİHİ


Elâm'ın  tarihi devri


  İran'da Tarih devri Elâm bölgesinde başlamıştır. Sus’ta ve Sinear’da  bulunan  yazılı  belgelerden  M. ö. üçüncü  binde  yani  Sus II devrinde İran'da  yer yer  küçük  prensliklerin  kurulmuş  olduğu anlaşılıyor. Bu prensliklerden tabletlerde adları geçen ve tarihî rollerinden bahsedilmiş olanlar Elâm bölgesindekilerdir. Bunların başında da Anşan veya Anzan denilen Elâm'ın yüksek tepelerinden biri üzerine kurulmuş olan Sus ile bunun kuzeyinde dağlık bölgedeki Avan başta gelmektedir. Anlaşıldığına göre, bu eski çağlarda askeri ve siyasi kudret Avan'da idi. Buradaki hükümet en kudretli çağdaş Sumer sitelerinden daha üstün bulunuyordu. Sus ise kültür ve ticaret bakımından ön plânda geliyordu. Bu sitelerden her birinin başında aynı zamanda hem prens, hem de baş rahip rolünü gören bir hükümdar bulunuyordu. Önceleri başlı başına bir varlık halinde yaşayan bu site devletleri, sonraları Avan hükümdarının nüfuzu altına düşmüş, bu suretle ilk defa Avan hegemonyasında siyasî bir birlik kurulmuştur.

Sinear’ın mitik devirlere ait kıral listelerine göre, Elâm ile Mezopotamya arasındaki münasebetler bu çağlara dayanmaktadır. Güya Sinear’da ilk sülâleyi teşkil eden Kiş I devletinin yirmi birinci hükümdarı olan Enmenbargigur Elâm’ı istilâ etmiş fakat, Sinear’da hegemonya güneyde birinci Uruk’a geçince Elâm da kurtulmuş ve zamanla büyük bir kudret kazanmıştır. Hatta birinci Uruk sülâlesi ilk kıralı Maskemgaşer güneyde, Basra körfezi kıyılarına indiği zaman, Elâm sırtlarına tırmanmak ve buraları almak istemiş ise de, Elâmlı’ların mukavemetleri karşısında birşeye muvaffak olamamıştır. Ele geçen diğer bir belge de, bu hanedanın şöhretli mitik kıralı Gılgameş’den önce, yani üçüncü kralı çoban Lugalbanda ve dördüncü kralı avcı Dumuzi zamanlarında Elâm’ların, dağlarından inerek karşı hücumlara geçmiş ve Sinear’ı istila etmiş oldukları haber verilmektedir.

Sinear’ın bu eski devirlerine ait gelenekleri ihtiva eden tabletlerden anlaşıldığına göre Elâm'ın bu üstünlüğü zamanla artmakta devam etmiş, nihayet Elam ve Sinear’da hegemonya Avan sitesine geçmiştir. fakat, Avan’ın hegemonyalığı devri çok sürmemiş, Kiş’de beliren ikinci sülâle Mezopotamya’yı tekrar hâkim duruma çıkarmıştır. Fakat, bir müddet sonra Hamazi sitesinin kudret kazanmasiyle hegemonya Elâm kuzeyindeki plâtoya geçmiştir.

Efsanemsi mahiyette olan bu rivayetlerden sonra Sinear’ın Lagaş! sitesi ensi (patesi) terinin bıraktıkları tabletler Elâm’ın gerçek tarih çağını açıklamaktadır. Öyle görülüyor ki İran’ın güney –batı bölgesindeki müstakil  küçük prenslikler M.ö. 2670 tarihlerine doğru Sus sitesinin kuzeyindeki Avan’da kurulan yeni bir hanedanın hegemonyası altında birleşmiş, Mezopotamya karşısında kuvvetli ve tehlikeli bir varlık belirmiştir.

Elâm’da bu ilk sülâleyi kuran Prens Peli’dir. Bunun ve kendisinden sonra gelen prenslerin tabletlerde görülen adlarının Elâm’ca olması, bu zamanlarda Elâm’ın Mezopotamya tesirinden masun bulunduğunu göstermektedir.

Milâttan önce üçüncü binde Sinear’ın  Lagaş  sitesinde Ur-Nanşe tarafından kurulan hanedan krallarından Eannatum’un yazdırmış olduğu bir tablette, Elâm’lıların akınlarını önlediği ve iki Elâm Isakku’sunu yendiği haber verilmektedir. Bu çarpışmalar sırasında Lagaş tanrısı Ningirsu’nun baş rahibi olan Dudu’nun yazdırmış olduğu bu tablet, Lagaş’ta yapılan kazılarda elde edilmiştir. Fakat bu Ensi’nin üçüncü halefi olan Enetarzi zamanında altı yüz kişilik bir Elâm kuvvetinin Sinear’a akın yapmış olması, önceki harplerde çok yıpranmamış olduklarını belirtmektedir. Sinear'a bu akınları yapan Elâm prensinin Avan kıralı olduğu şüphesizdir.


Sinear katiplerinin tanzim ettikleri hanedan listesinde adı geçen Avan sitesinin bütün bu devirde Elâm'ın dağlık bölgesinde hegemonyayı temsil ettiği anlaşılıyor. Sinear tabletleri bu çağlarda Sus'un yalnız ticarî alandaki önemini belirtmektedirler. Sus'ta bulunan pişmiş tabletler üzerindeki Proto-Elâmit yazıtlar ise metropolün bu zamanlarda da siyasî bir tarihi olduğunu gösteriyorlar Fakat bu siyasî tarih, Sus'u müstakil olmaktan ziyade Avan'a bağlı bir prenslik olarak tanıtıyor.


Öyle görünüyor ki bu eski çağlarda yani M. Ö. üçüncü binin ilk yarısında İran'ın güney-batısındaki prenslikler ile Sinear'daki devletler arasında askerî, ticarî ve kültürel münasebetler çok sıkı idi. Fakat, karşılıklı akınlara nisbetle iki komşu memleketin sulh ve esenlik içinde yaşadıkları zamanlar daha çok olmuştur. Bu sayede Sinear’a en yakın bulunan Sus idi: medeniyet daha ziyade inkişaf edebilmişti. Her halde bu çağlarda Sus'da beliren dinî telâkkiler ve kültür eserleriyle Sinear halkının, yani Sumerlerin medeniyet ve din anlayışları arasında sıkı benzerlikler görülmektedir. Bu benzerlik evlerin yapılış tarzından başlayarak; yerel özellikler ayrılmak suretiyle; hemen her alanda belirmektedir. Bu çağlarda Sus İli Elâmları yazı tableti için kullandıkları kili ve sair levazımı Sumerlerden almışlardır. Akad'lar Mezopotamya'da kuvvetli bir devlet kurdukları zaman, Elâm'da Peli sülâlesi hüküm sürüyordu. Bu sülâlenin adını bilmediğimiz sekizinci kıralı Luhhi-lşşan ve halefi Hişep-Ratep devirlerinden itibaren Elâm tarihi daha çok aydınlanıyor.


Çünkü bunlar, Mezopotamya ve ön çağların en kudretli sülâlesini kuran Akad kıralı Şarruken 1 (Sargon takriben M. Ö. 2725-2670) ile çağdaş bulunuyorlardı.

Aşağı Mezopotamya’nın Agade sitesinde, kudretli bir devlet kuran Şarruken I ve halefleri icraatlarına dair pek çok tablet bırakmış olduklarından, bu sayede lran’ın güney-batı ve batı bölgesinin tarihi hakkında da doğru bilgi edinmek imkânı hasıl olmuştur. Bu devirde Mezopotamya yazısını alan Elâmlıların bıraktıkları tabletler de, bu bilgiyi genişletmektedir.


Bu tabletlerden öğrendiğimize göre Şarruken Sinear’da hâkimiyetini kurduktan az birzaman sonra İran'ın dağlık bölgelerini de hükmü altına almak isteyerek Dicle'nin doğusunda, dağlar geçidine hâkim olan ve bu gün Badrah denilen eski Der şehri yakınlarında önemli Kazallu şehrini zaptetmekle Elâm bölgesine ayak atmıştır. Şarruken I ’in bu olayı belirten yazıtında adı geçen şehirler ve prensler arasında Avan kıralı Luhhi - lşşan'ın da adını görüyoruz. Şarruken I Elâm’a karşı giriştiği ikinci seferinde Luhhi-Işşan’ın müttefiki olan Barahşi memleketi prensleri ve bu arada Şirhu isakku’su ile çarpışmıştır.


Avan Kıralı Luhhi-lşşan bu harplerde ölmüş olacak ki, sulh için Akad kıralına müracaat eden Elâm kralının Hişep-ratep adında olduğunu görüyoruz. Şarruken I 'in bu seferinde Sus'u da almış olduğu, burada bulunan bir stelinden anlaşılmaktadır. Yazıttan öğrendiğimize göre Akadlı fatih, bu seferinde Elâm ve Anşan bölgelerinden başka kuzey Diyala ırmağı kuzeyindeki Arraha ( Kerkük bölgesi ) memleketini de zabtetmiştir. Zagros dağlarının arkasında bulunan Lulubi, Guti, Tukriş ve İnşan prenslerile de Zagros’un batı eteklerinde çarpışarak, onları da yenmiştir.


Fakat Şarruken I in amansız kılıcına baş eğmiş olan bütün bu kavimler başta Elâm'lar olduğu halde bu hükümdarın ihtiyarlığı devrinde, silâha sarılmışlardır. Yerine geçen oğlu Rimuş (Urumuş takriben M. ö. 2670-2660) Sinear’da baş gösteren kargaşalıkları bastırdıktan sonra güney-batı İran’ın dağlık bölgelerindeki isyanları yatıştırmak üzere harekete geçmiştir.


Bu sırada Elâm'da hegemonyayı temsil eden Avan kıralı, Zahara ve Barahşi memleketleri kıralı Abalgamaş ile anlaşarak karşı koymağa hazırlandı ise de, neticede dağlılar mağlup oldular. Rimuş’un bu sefere ait yazıtındaki öğünüşlerinin doğruluğu, o zaman Elâm ve Barahşi’den iğtinam ederek Nippur tapınağına vakfettiği vazoların bulunması ile teeyyüt etmektedir. Bu seferde Sus da Akad’lılar tarafından zaptedilmişti. Akad kıralının Sus'a Uba adında Elâmlı bir Isakku tayin etmiş olduğunu ele geçen bir silindir mühürden öğreniyorsak da, Avan'ın durumu hakkında hiç bir belge ele geçmemiştir.


Gerçi Elâm kâtipleri bu sıralarda Avan kıralı Hişep-ratep'in halefi olarak Helu adında bir kıraldan bahsediyorlarsa da, bunun Elâm'ın kuzey ve kuzey-doğu bölgelerindeki dağlarda hüküm sürmüş olması sanılıyor.


Akad kırallığına Maniştusu (takriben M. ö. 2660-2640) geçer geçmez, Elâm üzerine iki koldan ordular göndermiş olduğunu Sinear tabletlerinden öğreniyoruz. Fakat bir nevi soygunculuk mahiyetinde olduğu anlaşılan bu akınlar, Sinear tapınaklarını dolduran ganimetler temin etmişse de Zagros’un cesur ve savaşçı halkının kesin olarak itaat altına alınmalarını temin edememiştir. Bunlar, Akad ordularına karşı koyamıyacaklarını anlayınca. yabancı bir devlete tâbi olmaktan ise, şehirlerini bırakarak sarp dağlara çekilmeği tercih etmiş, Maniştusu'nun ölümünden sonra Mezopotamya'ya akınlar yapmağa başlamışlardır.


Fakat Akad'ların yeni kıralı Naram-Sin (takriben M. ö. 2645-2607) başkent yakınlarına kadar ilerleyen bu isyanları bastıracak bir kudrette idi. Yakın isyanları hemen bastırdı. Onu en çok endişeye düşüren İran’ın güney ve kuzey-batısında dağlık bölgelerde yaşayan savaşçı halktı. Bunlardan kuzey­ batıda bugünkü Altınköprü çevresindeki Şimurru prensi Puttinadal, silaha sarılanların ön safında bulunuyordu. Zagros’un merkezinde sonraları Namri denilen Namar'ın kıralı Arisen ise kendisini aynı zamanda kuzey Mezopotamya kıralı ilân etmişti. Marahşi kıralı Hubsumkibi de Naram-Sin'in düşmanlarındandı.

Akadlara karşı bütün bu isyanları Avan'ın onbirinci kıralı Hita'nın teşvik etmiş olması muhtemeldir.


Fakat, Akad'ların savaşcı kıralı Naram-Sin, birlikte hareket edemiyecek olan bu kuvvetleri birer birer ezecek kudrette idi. Önce kuzey bölgedekiler tenkil edildiler. Sonra da Elâm ve Barahşi itaat altına alındı.


Naram - Sin Elâm’ı kesin olarak hâkimiyeti altına aldıktan sonra, Sinear’la sıkı ve sürekli temas neticesi olarak Sus süratle Akadlaştı. Naram Sin burada Üzerlerinde kitabeler bulunan tuğlalarla yaptırdığı tapınağa kendi heykelini de koydurdu. Türlü bölgelerden iğtinam ettiği vazoları da buraya vakfetti, Elâm’ı kendi adına idare etmek üzere Enammun adında birini İşakku (vekil) tayin etti. Sus artık bir Akad eyaleti olmuştu. Sus’da bu devire ait olarak bulunan yazıtlardaki akadca lehçe ile adlardan çoğunun da samileşmiş olmaları, Akad kültürünün buralara kuvvetli surette yerleşmiş olduğunu gösteriyor. ihtimal ki Naram-Sin zaferleri neticesinde Sus bölgesine birtakım sâmi grupları da yerleşmişlerdi.


Fakat Naram-Sin devrinde de Elâm’ın diğer bölgelerinde yerli dil ve yerli kültür her türlü tesirden masun kalmıştı. Naram Sin'in Elâm'ın yerli kırallarından biriyle ihtimal ki Avan kıralı Hita ile yapmış olduğu andlaşmanın Elâm lehçesiyle yazılmış olması bunu teyit etmektedir. Bu sayededir ki M.ö. ikinci bin ortalarına doğru, samileşme hareketine karşı şiddetli bir tepki başlıyacak, yerli dil tekrar hâkimiyet kazanacaktır.


Naram-Sin, Şimurru ve Namar kırallarını hezimete uğrattıktan sonra Kuzey Zagros bölgelerinde oturan Lulubi ve Guti'lerle temasa gelmişti. Elam'larla akraba, fakat lehçeleri farklı olan bu iki kavimden Lulubi'ler, dağ masifleri içinde münbit bir ovada, yani bugünkü Süleymaniye bölgesinin şehrizor taraflarında oturuyorlardı. Şehrizor güneyindeki geçitte vukubulan savaşta Lulubi‘ler büyük bir hezimete uğradılar.

Naram-Sin bu parlak zaferinin hatırası olarak geçit kenarındaki kayaya bir kabartma kazdırdı. Bu kabartma Naram-Sin’in pek meşhur olan stelinin proto tipi idi.


Akad kralının Guti’lerle olan savaşı muvaffakiyetle neticelenmedi. Sonraları Mezopotamya’yı istilâ edecek olan savaşçı Guti’ler Naram-Sin’i büyük bir hezimete uğrattılar. Fakat asıl Elâm bölgesinde Naram-Sin’in zaferi kesindi. Burası tamamiyle itaat altına alınmıştı. Eski Isakkulardan Enammun memleket valisi ( Şakkanakku ) tayin olundu.


Sonraları ihtimal ki Enammun’un ölümünden sonra Sus Isakkularından Şimbilşşuk’un oğlu olan Puzur-lnşuşinak'ı Elâm da umumi vali olarak görüyoruz. Kudretli ve savaşçı bir adam olduğu anlaşılan Puzur-Inşuşinak’ın bıraktığı tabletlerden öncekileri Akadca, sonrakileri ise Elâmcadır. ihtimal ki önceleri efendisinin gözüne girmek için Akad lehçesini resmî dil olarak kullanmıştı. Fakat, sonraları, yaptığı askerî hareketlerle hükmettiği memleketin sınırlarını kuzeye doğru genişleterek Zagros dağlarında Kişnaş bölgesini ve bir çok şehirleri alınca artık buna lüzum görmemiş, kitabelerini proto - Elâmit lehçe ile yazdırmıştır.


Puzur-Inşuşinak’ın zabtettiği yer isimleri arasında geçen Gutu’nun ileride büyük rol oynayacak olan Guti’lere, Kaşşen’nin de Kas’lara adlarını veren bölgeler oldukları sanılmaktadır.


Bu devirde eski kırallık merkezi olan Avan yerine Sus sitesi Elâm’ın merkezi olmuştur. Puzur-lnşuşinak, kazandığı zaferlerde iğtinam edilen eşyalarla Sus’u zenginletmiş, akropol’ü yeni bir İnşuşinak tapınağile süslemiş, buraya pek çok vakıflar ve hediyeler ayırmıştır. Bu tapınak harabesinde tanrı İnşuşinak’ın heykelinden başka, arslan başlı bir blok Akadca ve Proto Elamit dilde olan ve henüz çözülemeyen yazıtlar bulunmuştur.


Elâm’ın  tekrar egemenliğini Kazanması


 Naram-Sin’in  ölümü  Elâmlılara  derin  nefes  aldırmıştı.  Bağımsız  yaşamağa  alışmış  olan kahraman   bu dağlı halk,  ecnebi  boyunduruğundan kurtulmak  hırsı ile  kıvranıyordu.  Yeni  kral  Şar-kalişarri'nin (takriben  M. ö.  2607- 2583) zaafı  onlarda bu hırsı


kuvvetlendirmişti. Elâm’lar Zahara memleketi ile birleşerek istiklâllerini ilân ettiler. Puzur-lnşuşinak, birleşik kuvvetlerle Sinear üzerine yürüdü. Akad ülkesindeki Opis şehri kapılarına kadar ilerledi. Dört iklim hükümdarı unvanile anılan metbuunun ülkesini tehdit edecek kadar kudret gösteren Akad'ların Elâm bölgesi eski genel valisi Puzur-lnşuşinak, avdetinde kendisini Elam kıralı ilan etti. Yazdırdığı stelde, tanrı İnşuşinak'ın bir yıl içinde kendisine büyük başarılar nasib ettiğini ve dört iklimi hükmü altına verdiğini minnetle kaydetmektedir ” 


Guti'ler İstilâsının Elâm Üzerindeki Tesiri



Puzur-İnşuşinak’ın Elâm’ın istiklâlini kurduğu bu zamanlarda Zagros merkezinde oturan halk arasında yeni bir kaynaşma başlamıştır. Bu kaynaşma  Şehrizor  bölgesindeki  Lulubilerin yurdlarından güney-doğuya  akarak  bugünkü Holvan bölgesine yerleşmelerini intac etmişti.


Son zamanlarda bu hareket sırasında Lulubilerin kıralı olan Anubamini'ye ait bir kabartma Sar-i-pul civarındaki Zo-hab’da bulunmuştur. Kabartma üzerindeki kitabe Akad dili ve Akad yazısiyle yazılmıştır. Lulubiler kıralı bu yazıtta kendisinin ve tanrıça Iştar'ın statülerini Batir dağı üzerine diktiğini bildirmekte, Sinear’lılar tarafından anıtına yapılacak her türlü tecavüzler için tanrıların himayesini niyaz etmektedir


Lulubi’leri göç etmeğe zorlayan kuvvetin Şehrizor’un kuzeyinde oturan Guti'ler olduğu sanılmaktadır. Çünkü Guti’lerin bu olaydan biraz sonra Şarlak adındaki başbuğları idaresinde Sinear’a indiklerini, fakat Akadların bu akını durdurmuş olduklarını Şarkalişarri'nin bir yazıtından öğreniyoruz.

Fakat Şarkalişarri’nin ölümünden bir müddet sonra Guti'ler daha büyük kuvvetlerle güneye doğru akmışlardır (takriben M. ö. 2500). Bu akış sırasında Elâm'daki Puzur-lnşuşinak'ın kurduğu Avan kırallığı yıkılmış olduğu gibi, Sinear'da da Akad kırallığı tarihe gömülmüş; burada anarşik bir devir başlamıştır.


Batı İran’dan Mezopotamya'ya akan Guti’ler tarafından burada kurulan ve 124 veya 135 yıl kadar yaşayan hükümet zamanında Elâm bölgesinin durumunu aydınlatacak belge bulunmamaktadır. Anlaşıldığına göre, Guti dalgaları çekildikten sonra Elâm’da ve Zagros dağları bölgelerinde Guti'lerin hegemonyasını tanıyan bir takım küçük prenslikler kurulmuştur. Bunlar arasında Avan ve Sus gibi eskidenberi tanınanlar olduğu gibi Guti'lerin yıkılmalarından sonra hüriyetlerini kazananlar da vardı. Kuzey Zagros eteklerinde Urbillum ( bugünkü Erbil ), güneyde aşağı Zap geçidi üzerinde Şimurru ( bugünkü Altın köprü) daha aşağıda Harşe (Bugünkü Tuz Hurmatlı), Kerkük'ün doğusunda dağlık bölgede Kimaş bu sonuncuları teşkil ediyorlardı. Zagros'un merkezinde ise, ötedenberi olduğu gibi, Lulubi'lerin bir hükümeti, daha güneyde ise Marhaşi (Barhaşı) prensliği bulunuyordu.


Elâm bölgesinde ise Sus istiklalini ilân etmişti. Elâm'ın kuzey-doğusunda Anşan’da ve Simaş'a oldukça yakın memlekette Gimamme adında biri yeni bir hükümet kurmuştu. Bütün bu küçük hükümetler birbirlerile boğuşup duruyorlardı.


Elam’da Simaş


Guti’leri Mezopotamya’dan çıkararak burada devleti     üçüncü Ur sülâlesini  kuran  Ur-Nammu  zamanında ( takriben M. ö. 2350 - 2332 ) Elâm’da da Simaş prensliğinin yükseldiğini  görüyoruz.  Karun nehri ayaklarının çıktığı dağlık bölgenin doğu yamaçlarında  kurulan bu hükümet,  Gimamme  adında biri tarafından kurulmuştur.


Üçüncü Ur sülâlesinin en kudretli hükümdan olan Şulgi ( takriben M. ö. 2332 -2274) bütün Mezopotamya sitelerini bayrağı altında birleştirdikten sonra Zagros dağları eteklerindeki prenslikleri de hükmü altına almağa teşebbüs etmiştir, Kızlarından birini Marhaşi kıraliyle evlendirerek bunu kendisine bağladıktan sonra, Şehrizor bölgesindeki Lulubi, aşağı Zap Üzerindeki Şimurru ve daha sonra da Harşe prensliklerini hükmü altına almıştır.


Bu başarılar kendisine Zagros ötesindeki hükümetleri de hükmü altına almasına yol açmıştı. Evvelâ Anşan lsakkusuna (Libum veya Şalabum'den biri olacak) kızlarından birini vermek suretiyle bu prense vassallığını kabul ettirdi. Bu sırada Tazitta 1 'in idaresi altında bulunduğu sanılan Simaş kırallığına karşı bir harekette bulunmadığı anlaşılıyor. Fakat sonraları Sus tamamiyle Şulgi'nin hükmü altına girdi. Simaş ve Anşan hükümetleri ise onun yüksek hegemonyasını tanımak zorunda kaldılar.


Üçüncü Ur sülâlesinin temin ettiği birlik ve güvenlik İran ile Mezopotamya arasında ticaret ve kültür münasebetlerinin geniş nisbette gelişmesine yardım etti. Bu ticareti yapanların başında Elâmlılar bulunuyor, Sus da başlıca merkezi teşkil ediyordu. İran'ın doğu bölgelerinden getirilen Lapis Lazuli, Sinear'da pek makbul olduğundan Elâm'lılar başlıca madenlerle beraber Lapis Lazuli ticaretine önem vermişlerdi.


Üçüncü Ur sülâlesi devrinde istiklalini muhafaza etmiş olan Simaş'da kıral Tazitta l 'e sırasiyle Ebarti I ve Tazitta Il halef olmuşlardır. Bu sonuncusunun yerine geçen Enbiluhha'nın son Ur kıralı Ibi - Sin ( M. ö. 2258 - 2337 ) ile çağdaş olduğunu biliyoruz.


Enbiluhha bir aralık Elâm'ın aşağı bölgelerine inerek Sus’a girmişse de Ibi Sin yetişerek kendisini buradan çıkarmıştır. Fakat bir müddet sonra halefi Kindattu, Sus'u tekrar zabtetmiştir. Bu seferki istilâ Simaş hâkimiyetini Sus’ta yerleştirmiş oldu.


Sus’ta İnşuşinak'ı yeniden kuran Kindattu, Anaşan bölgesinin anahtarı sayılan Huhunuri ile çevresindeki toprakları da alarak, İbi-Sin'in Elâm ve Anşan üzerindeki hâkimiyetine son verdi. Üçüncü Ur sülâlesinin son hükümdarı İbi-Sin’in kuzeyden inen akınlarla meşgul olmasından faydalanarak Sinear üzerine yürümüş, İbi - Sin'i esir ederek büyük ganimetlerle Elâm'a dönmüştür.


Fakat Kindattu bu zaferinden, Sinear tapınak ve saraylarından getirdiği ganimetlerden başka bir fayda temin edemedi.

Arazi itibariyle bir şey kazanmadığı gibi, çok geçmeden zaferinin şerefini de kaybetti. Hatta bu zafer ve Ur’un tahribi başkalarına isnad edildi.


Hutran - Tepti Sülalesi


 Üçüncü Ur sülalesinin yıkılışı  yalnız Mezopotamya’da  değil, İran’ın  güney - batı  ve  batı bölgesinde de büyük değişikliklere yol açmıştı.  Kuzey Mezopotamya’daki  prenslikler istiklâllerini kazanmış,


Sinear da isin ve Larsa adlarıyle ikiye bölünmüştü. Her tarafta baş gösteren istiklâl hareketi Elâm’da da belirmiş, Sus İsakkuluğunda bulunan İdaddu da Sus ve Elâm kıralı unvanını taşıyan Kindattu'ya karşı isyan bayrağını açmıştır. Hutran-Tepti soyundan Bebi adında birinin oğlu olan İdad-du-lnşuşinak, Sus’ta İsakku iken büyük başarılar göstermiş, bir taraftan şehir dışını surlarla tahkim, diğer taraftan da şehir içini güzelleştirmek için çok çalışmış, kendisini herkese sevdirmişti.


Kudretli bir şahsiyet olduğu anlaşılan İdaddu I’in başarılarını belirttiği bir yazıtında sonraları Sus veziri (İsakku) unvanile beraber; kudret ve nüfuzunun genişlediğini belirten, bir de Elâm genel valisi (Şakkanakku) unvanını almış olduğunu görüyoruz. Bu suretle askeri kudreti artmış olan İdaddu I, nihayet kıral Kindattu’yu da bertaraf ederek Elâm’da bütün iktidarı eline almış, kendisini Simaş ve Elâm kıralı ilân etmiştir.


Torunu ve üçüncü halefi İdaddu Il zamanında Elâm medeni ve askeri kudretinin parlak devirlerinden birini yaşamıştır. Bir çok binalar, tapınaklar kurmuş ve başarılarını belirten tabletler bırakmıştır. Fakat bu sıralarda Mezopotamya’da Larsa tahtına kudretli bir prens oturmuştu (M. ö. 2150 tarihlerine doğru). Larsa'nın sekizinci kıralı olan Gungunum, enerjik, fetihler ve zaferler arkasında koşan bir zattı. Tahta çıkışının üçüncü yılında Batı İran'ın dağlık bölgelerini istilâ etmek üzere harekete başladı. Başimu şehri üzerine yürüyerek burayı  tahrip etti. Bu hareket Simaş ve Elâm  kıralı İdaddu ll’ye şiddetli  bir darbe idi. Larsa  kıralını  bu harekete sürükleyen sebebi bilmiyoruz. ihtimal ki Idaddu ll’nin daha evvel Mezopotamya'ya yapmış olduğu bir akına karşılık olarak yapılmıştı.


Sebep ne olursa olsun, şurası muhakkak ki, Elâm ve Simaş kırallığı Idaddu Il ile kudret ve satvetinin kemaline erişmiş olduğu bir sırada patlayan bu harp, Elâm'ın harabisini intac etmiştir. Bunun neticesi olarak üç yıl sonra Anşan bölgesi Larsa’nın hükmü altına girmiştir. Bu ikinci darbe kat’i olmuş, kırat Idaddu Il. sahneden çekilmiş bütün Elâm, Simaş ve Barahşi Larsa kralının hükmü altına geçmiştir.


Gungunum, Sus’ta bulunan ve saltanatının altıncı yılına ait bir tabletinde mağlup ettiği Idaddu ll’nin harp alanında öldüğünü haber vermektedir. Bu belgenin belirttiğine göre Elâm kırallığı birdenbire çökmüş, Simaş sülâlesi sönmüş, memleketin bir kısmında Larsa’lıların hâkimiyeti yerleşmiştir.


Elâm 'da Silhaha-Ebarti Sülalesi


Milâttan önceki XXI. yüzyıl başlarında. sâmi Amurru’ların Mezopotamya’da büyük bir kuvvet olarak sahneye çıkmaları, yalnız Fırat-Dicle arasındaki basık memlekette değil, doğuda İran'ın dağlık bölgelerinde de tesirlerini göstermiştir. Çünkü Babil’de büyük bir devlet kuran Amurru’lar karşısında eski Sumer-Akad kanını ve kültürünü temsil eden kudretli isin ve Larsa devletleri bulunuyordu. Gungunum zamanında Elâm bölgesini de hâkimiyeti altına alan Larsa devleti, hegemonyayı benimsediği gibi, isin de henüz kuvvetten düşmüş değildi.


Yeni kurulan Babil devletile Sinear’ın bu eski hükümetleri arasında ilk günlerde başlayan mücadele gittikçe şiddetlenmiş, neticede Larsa’nın Elâm üzerindeki hegemonyası zayıflamağa yüztutmuştu. M. ö. 2105 tarihlerine doğru bu üç rakip hükümetten Larsa tahtında Sumullum, isin tahtında Bursin Il, Babil tahtında ise Sumuabum gibi kudretli şahsiyetlerin aynı zamanda bulunmaları bu mücadeleyi hızlandırmış, bu sırada Asur kralı Illuşuma ll’nin Sinear'a şiddetli bir akın yapması ise kargaşalığı son haddine çıkarmıştı.

Bu hücum ve kargaşalıklarla uğraşan Larsa'nın artık Elâm'ı düşünecek durumda olmamasından faydalanan dağlı halk Anzan ile Sus prensi Ebarti'nin oğlu Silhaha'nın komutasında birleşerek istiklâllerini kurtarmışlardır.


Tarihte daha çok Şimti Şilhak adiyle tanılan Silhaha' nın adı, hemen hemen birinci Babil devleti kadar kuvvetli ve ondan daha ziyade ömürlü olan devletinin de adı olmuş, bu devlet başına geçenler hep bu sülâleden gelmişlerdir.


Şimti - Şilhak'ın ( takriben 2100 - 2086) bazı fetihlerde bulunmuş olması sanılıyorsa da, bu hususta bizi aydınlatacak belgeler elde edilememiştir. Yalnız bir belgede Sus'ta Nannei ve İnşuşinak tanrılarının tapınaklarını inşa ettirmiş olduğunu biliyoruz.


Şimti-Şilhak, Sukkalmah unvanını taşıyordu. Mukaddes Yalvaç anlamına gelen bu unvan kıral unvanından üstündü. Sukkalmah'ın altında Elam ve Şimaş, İsakku'su (veziri): onun altında da Sus İsakkusu bulunuyordu 611. Sukkalmah öldüğü zaman yerine Elam ve Simaş Sukkalı, bunun yerine de Sus Sukkalı geçerdi. Yeni Sukkalmah Sus Sukkallığına, küçük yaşta olmak şartiyle, bir prens tayin ederdi. Bunun içindir ki bu hanedandan gelen Sukkalmahların yani büyük kıralların, önce Sus Sukkalı, daha sonra da Elâm ve Simaş Sukkalı unvanlarını taşıdıklarını görmekteyiz.


Şimti - Şilhak'ın aynı zamanda adda = atta yani baba unvanını da taşıdığını görüyoruz. Bu hanedandan gelen hükümdarlar hemen umumiyetle bu unvanı da muhafaza etmişlerdir. Bu unvanla hükümdarla tebaa arasında münasebetin baba ile evlâdları arasındaki münasebetin aynı olduğu belirtilmiş oluyordu.


Tabletlerden öğrendiğimize göre Şimti-Şilhak, Elâm’da Sukkalmah yani büyük kıral iken, kendisine tâbi olarak Elâm ve Simaş Sukkalı Şirukduh; Sus Sukkalı ise Şimut Vartaş idi.


Şimti-Şilhak adile şöhret alan Silhaha’nın büyük başarılar kazanmış olması gerekmektedir. Tabletlerde kendisinin Emutbal ve Sinear fatihi 1 Cudur-mabug’ın babası olduğunun tasrih edilmiş olması, bunu göstermektedir. Fakat tabletlerde Sinear zaferi babasına değil, onun komutanlarından olan oğlu Kudur-Mabuk’a isnad edilmektedir.


Anlaşıldığına göre Silhaha Elâm’ın savaşçı dağlılarını hükmü altında toplayarak kudretli bir hükümet kurduğu sırada Mezopotamya'daki Larsa, İsin ve Babil hükümetleri birbirleriyle boğuşuyorlardı. Bu durumdan faydalanan Silhaha, oğullarından Kudur-Mabuk'u Elâm’ın Dicle ile Zagros etekleri arasında bulunan ve bugünkü Luristan'ı kapsayan Emutbal bölgesini istilâya memur etti. Bu suretle Elâm’lar, Mezopotamya'ya girebilmek için emniyetli bir hareket üssü kurmuş oldular.


Kudur-Mabuk- Silhaha Hanedanı


 Assurbanipal'in Koyuncuk'ta bulunan tabletinden öğrendiğimize göre XXI inci yüzyıl ortalarında Emutbal, Sinar'ı tehdit eden  bir merkez  olmuştu.  Elâm  kuvvetlerinin Larsa'yı çeviren Emutbal'e yerleşmeleri  bu hükümeti yakından tehdit ediyordu. Yazıtlarında kendisini Emutbal atası unvaniyle yadeden Kudur-Mabuk'un cüretli bir komutan olduğu anlaşılıyor. Kendisi Emutbal'de hazırlıklarını yaparken Larsa tahtına da Sinikişam oturmuştu. Elâm'ların, başkentini tehdit ettiklerini gören yeni Larsa kıralı, Elâm'ları Emutbal'dan atmak teşebbüsüne girişti. Buna karşı Kudur -Mabuk da isin kıralı Zambia ile anlaştı. Sinikişam bıraktığı bir tablette müttefikleri perişan ettiğini yazıyorsa da aynı sene içinde yerine geçmiş olan Tsilli-Abad'ın Elâmlarla anlaşma yolunu aramış olması, zaferin öğünüldüğü kadar ezici olmadığını belirtmektedir. Yazıttaki ifade Larsa'lıların Elâm nüfuzunu tanımakta oldukları kanaatini veriyor. Çok geçmeden Kudur -Mabuk'un bu son Larsa kralını bertaraf ederek yerine kendi oğlu Varad -Sin'i geçirmiş olması da bunu göstermektedir. Anlaşıldığına göre bir taraftan Elâm'ların, diğer taraftan Isin'lerin tazyiki karşısında Larsa'da başgösteren anarşi ve düşkünlükten faydalanan Kudur -Mabuk Larsa'yı ve bir kısım aşağı Mezopotamya'yı zabtetmiş, Larsa tahtına kendi oğlunu oturtmuştur.


Tabletlerinde kendisini Kazallu ve Emutbal atası ( adda) unvanlariyle anan Kudur - Mabuk, oğlunu Larsa Kırallığına geçirmekle beraber ; gerek Emutbal’de ve gerek Sinear’da hüküm ve nüfuz kendi elinde bulunuyordu. Varad -Sin’in saltanatının beşinci yılına kadar olan kitabelerde hükümdar olarak daima Kudur -Mabuk'un adı geçmektedir.


Elâm'lara şanlı günler yaşatan Kudur - Mabuk, bir kitabesinde Kazallu ve Mutibal ordularını Emutbal'de ne suretle perişan ettiğini öğünerek anlatmakta, kendisini, buralarda esir ettiği Amurru'ların atası unvaniyle anmaktadır.


Anlaşıldığına göre, Sus, Simaş Isakkuları gibi Kudur-Mabuk da, babası Silhaha, (Şimti-Şilhak) yı metbu tanıyordu.


Babası, kendisini Emutbal, kardeşini Simaş prensliklerine adadığı gibi, o da oğlunu Larsa prensliğine tayin etmişti. Fakat XXI inci yüzyıl ortalarında ölen babasının yerine Sukkalmah olan kardeşine karşı da aynı durumu muhafaza edip etmediğini bilmiyoruz. Oğlu Varad-Sin (M. ö. 2047 -2036) ın hükümdarlığının beşinci yılından sonraki tabletlerinde babasının adının geçmemesi, bu sıralarda Kudur-Mabuk'un, Elâm’da Sukkalmah makamına geçen, yani büyük Elâm kralı olan kardeşi Şirukduh tarafından Susun yeni Sukkal’ı Sivepalarhuppak'ın seçiminde bulunmak üzere Elam'â çağrılmış olmasından ileri geldiği sanılmaktadır, Hadiseler bu şekilde ceryan etmiş ise Kudur Mabuk’un babasının yerine Büyük Elâm kıralı olan kardeşini de metbu tanıdığı kabul edilebilir.


Sinear tabletlerinde Kudur-Mabuk adı, ancak oğlu Rim-Sin’in (2005-1975) Larsa tahtına oturduğu sırada bir daha görülüyor. Bu tabletlerde Kudur-Mabuk Emutbal atası (addası) unvaniyle anılmaktadır.


Rim-Sin devrinin ortalarına doğru olan tabletlerde Kudur-Mabuk adının görülememesi, Emutbal atasının bu zamanlarda artık ölmüş olduğunu gösteriyor.


Büyük kral Şirukduh sonraki Şukkalmah’ların ve Elâm-Simas ve Sus Sukkalarının adlarını bildiren listeyi biliyorsa da, bunlar zamanındaki olaylar hakkında geniş bilgi yoktur. Bu prensler arasında Sus Sukkallığından başlıyarak Elâm-Sırnaş Sukkallığına ve sonra da Büyük Krallığa yani Sukkalmah mevkiine yükselenler arasında Sivepamarhuppak, Kuduzuluş I adlarına tabletler bulunmuştur.

Bunlardan ihtimal ki  Kuduzuluş  devrinde, Babil tahtında bulunan Hammurabi, bütün Sinear'ı hükmü altında toplarken Elâm ’ların Larsa kıralı Rim -Sin'i Elâm’a kaçırdıktan sonra Emutbal’i de almıştır. Babil ordularının Zagros eteklerine dayandığını gören Elâm’lar, Rim -Sin’in yardımına koşarak Marhaşi (Barhaşi)’yi hareket üssü yapmak suretiyle, doğu Mezopotamya’yı alarak buradan Babil üzerine yürümek istemişlerdir.

Fakat Hammurabi, Elâm’lıları Malgu’da büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Bu hezimet Elâm’ın kendi sınırları dışında ve yabancı memleketlerdeki prestijini yıkmakla kalmamış, Elâm’da da imparatorluğun çökmesine, rejimin devrilmesine yol açmıştır. Çünkü bu hezimet sonucu olarak Elâmda iç iğtişaşlara sahne olmuştur. Bu zamandan itibaren yetmiş sene kadar Elâm tarihi karanlıklar içinde kalmıştır. Kendisini dört iklim hükümdarı gibi muhteşem unvanlarla anan birinci Babil kıralı Hammurabi’nin yaşadığı devre tekabül eden bu zamanda Elâm’ın da Babil’in  nüfuzu altına düşmüş olduğu anlaşılmaktadır. Bu zamanlarda Sus ve Şimaş Elâm sitelerini Hammurabi tarafından memur edilen sukkal’ların idare ettiklerini tahmin edebiliriz.

Bu karanlık devirde yalnız Sus’ta Sukkal olması gereken Silhaha soyundan Atahuşu (Adda) isminde birine ait bir tablet bulunmuştur. Fakat bu tablette prensin ünvanı yoktur. Atahuşu inşaattan bahseden tabletlerinde kendisini Sus veya İnşuşinak halkının çobanı diye anmıştır.

Ondokuzuncu  yüzyıl  ortalarında, yani bu maceradan yetmiş sene kadar sonradır ki Silhaha  hanedanının  yeniden kurulmuş olduğunu bildiren  belgelere rastlanmaktadır.

Hammurabi devrinde dağlık bölgelere çekilmek zorunda kalan Silhaha prenslerinin, onun ölümünden sonra halefleri zamanında Babil'in kudret ve şevketi yavaş yavaş azalmasından faydalanarak, tekrar sahneye çıkmış olmalarını tahmin edebiliriz. Bu geleneğe göre, Kutir - Nahhunte Elim ve Simaş sukkal’lığına Tata ( Ata Merralakki ) Sus sukkallığına da Temti-Agun'u tayin etmiştir. Bu sonuncunun Sus'ta bulunan ve Akad dili ile yazılmış olan bir tabletinde, sukkalmah Kutir-Nahhunte ile ailesinin adına ticari tabletlerde o kadar öğüten tanrı lşmekarab tapınağına verilen bir adaktan bahsedilmektedir.


Temti-Agun, Kutir-Nahhunte'nin sıhhati için tanrı Inşuşinak'a bir tapınak yaptırdığına ve bir takım statüler vakfettiğine dair ikinci bir tablet daha bırakmıştır. Tata'nın erken ölümü üzerine Temti-Agun, Elâm ve Simaş lşakku'su olmuş, yerine Sus'a Kutir-Silhaha atanmıştır. Geleneğe uygun olarak sukkalmah'lığa yükselen Kutir-Silhaha'ya bu mevkide halef olan Kutnaşur 1 ’in, Babil krallarından Ammizadukka'nın çağdaşı ve kudretli bir hükümdar olduğu anlaşılıyor. Kutnaşur l'in yerine sukkalmah olan Temti-Raptaş devrine ait Sus ticaret tabletlerinin bolluğu ticaretin bu çağlarda çok gelişmiş olduğunu belirtmektedir. Fakat bu zamandan sonra, belgeler azalmaktadır. Bu yüzden son devirler hakkındaki bilgimiz o kadar vuzuhlu değildir. Hatta sukkalmah’ların sırası bile kesin olarak tesbit edilmemektedir. Tanzim edilen listeler tahmini mahiyettedir. En son sukkalmah olarak Kuk-kirvaş'ın adını biliyoruz. Bunun zamanında Elâm ve Simaş sukkalı’nın Kuk-Nahhunte, Sus sukkal'ının da Kuk-Naşur III olduğu malûmdur. Bu sonuncu o zamanlarda artık kullanılmayan Sumer dili ile Sus’ta yaptırdığı tapınak ve başka yapılar hakkında malûmat vermektedir.


Son zamanlara ait belgelerin azalması ve sonra birdenbire tükenmesi Silhaha hanedanının akibetini karanlıklar içinde bırakmıştır. Bu hanedanın ve onunla beraber Elâm tarihinin (M. ö. 1750 tarihlerine doğru) sona erdiği anlaşılmaktadır. Bu tarihlerde Zagros dağlarından inen Kas'ların Mezopotamya'da birinci Babil devletini tarihe gömdüğü gibi, Elam'daki Silhaha hanedanını da söndürdüğünü kabul etmek gerekiyor. Çünkü bütün Ön Asya'da büyük kargaşalıklara, yıkılışlara, göçlere sebep olan Kas'lar hareketinden Elam'ın masun kalması mümkün değildi.



İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

28 Ağustos 2023 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-6

 Ak ve Kara Şamanlar



Kaarlo Hildén, Sibirya kabilelerinde Altay halklarında görülmeyen bir “Ak şaman” ve “Kara şaman” ayrımı olduğundan, Anohin ise, Şamanizm üzerine kaleme almış olduğu eserinde Altay Tatarlarının inançlarında Ak ve Kara şamanların (Ak kam ve Kara kam) olduğunu ve her iki türün de ayinlerinde şaman davulu kullandıklarını bahsederler. Bu iki tür şaman arasındaki temel farklılık; Ak şamanların asla “Erlik”e, “Ölüler ülkesinin efendisi”ne başvurmamaları ve “manjak” adı verilen özel şaman kaftanını giymemeleridir. Bu kıyafeti sadece kara şamanlar giyerler ve onların her türlü ruh (tös) ile ilişkileri vardır. Ak şamanlar, beyaz kuzu derisinden yapılma özel bir başlık takarlar ki, beyaz renk; “temiz varlık”lara (aru tös), yâni Gök Tanrı Ülgen ve oğullarıyla diğer iyi ruhlara tapmayı ifade eder. Başlıklarında ayrıca bir demet baykuş tüyü (ülbräk) takılı olup, başlığın arka tarafından üç beyaz kumaş şerit (jalama) sarkar. Yere kadar uzanan bu üç şerit, kurban törenlerinde kurban rahibinin kıyafetinde de bulunur.


Konuyla ilgili olarak Yakutların yaşadıkları bölgelerde araştırmalar yapmış olan Troschtschanskij, ak ve kara şaman kavramlarının geçmesine rağmen, şamanizm araştırmalarında bu konuya yeterli önem verilmediğinden bahisle; “çoğu kaynakta, bahsi geçen şamanın, Ak şaman mı, yoksa Kara şaman mı olduğu belirtilmez. Bu konuda benim de tek bildiğim, Yakutların Ak şamana “Ajy ojuna” Kara şamana da “Abasy ojuna” adını verdikleridir” der. Ancak, Troschtschankij’nin bahsetmiş olduğu “Ajy tojuna”nın gerçek büyücü olmayıp, sadece kurban rahipliği görevini üstlenen kişi olması da muhtemeldir. Bu iki görevlinin sık sık birbiriyle karıştırılması araştırmaları daha da zorlaştırmaktadır. Pripuzov’un yapmış olduğu ve muhtemelen doğru olan bir tespit, Yakut kabilelerinde Ak ve Kara olmak üzere iki değişik şamanın olmadığı, aynı şamanın hem yer altı, hem de gökyüzü varlıklarıyla ilişki kurdukları noktasındadır. Bu konuda araştırmalarım esnasında Turuhansk Tunguzlarıyla yapmış olduğum görüşmelerde, kendilerinin tek bir şamanlarının olduğu ve Gök Tanrıya kurban sunulurken, bunun illâ ki bir şamanın yapması gerekmediğini anlatmalarıdır. Anlattıkları arasında geçen bir başka önemli husus da, Gök Tanrıya sunulan kurbanların sadece gündüzleri kesilmesi gerektiği ve bu kurbanı ailenin reisinin veya en yaşlı erkeğinin kesebileceği idi. Buna mukabil, şamanların yaptıkları bazı ayinlerin gerektirdiği kurban ve sunular ise sadece geceleri yapılabilmektedir.

Obdorsk’un Kuzeyinde yaşayan Jurakların, yer altı ve gökyüzündeki ruhlara verdikleri kurbanlar için farklı sunak yerleri ve kurban rahipleri vardır, ama her iki gruptaki kurban rahiplerine “Tad’ib”e adını verirler. Bu kurban rahipleri arasındaki ayrım, onların yeraltı ruhları veya gökyüzü ruhlarının emrinde olmalarına göre değişir, ama elimizdeki kaynaklarda meselâ, gökyüzü ruhlarının emrinde olan kurban rahibinin bu ruhlarca seçilmiş özel yetenekleri olan bir olup olmadığına dair bir bilgi yoktur.


Buryatlardan bahseden kaynaklarda, Ak ve Kara şamanların bahsi geçer ki, Agapitov ve Changalov, Buryatların şamanları iyi veya kötü tanrıların hizmetinde olmalarına göre Ak şamanlar veya Kara şamanlar olarak ikiye ayırdıklarını aktarırlar. Ak şamanlar (Sagani bö) sadece iyi tanrılara ibadet edip, insanlara asla kötülük yapmayıp, insanlara mutluluk ve bereket getirmesi için iyi Tanrılara dua ederken, Kara şamanlar ise (Karain bö), insanlara kötülük yapar, kötü ruhlara (“Doğu tengrilerine”, “Doğunun efendisine”, “Olkhon adasının efendisi ärlen Han’a”, “kara atın efendisine”) ibadet eder ve kurban verirler. Ak şamanların kıyafetlerinin beyaz, kara şamanların ise mavi ipek veya pamuklu kumaştan yapıldığı anlatılır. Kudinski Buryatları, şamanlarına bu özel renklerdeki giysileri ancak öldükten sonra cenazelerinde giydirir. Balgansk bölgesindeki şamanlarsa, yaşarken, özel ayinlerde bu kıyafetleri giyerler. Öldükten sonra cesedi yakılan Ak şamanın külleri beyaz kumaştan, kara şamanın ise mavi kumaştan yapılmış bir bohçaya doldurulur ve bir ağaç kovuğuna defnedilir. Buryatlar arasında derlenmiş olan ve bariz abartmaların da yeraldığı bu efsanelerde, Kara şamanlar olumsuz karakterler olarak tasvir edilirler. Aslında, yer altı ülkesinde hoş tutulmaları ve memnun edilmesi gereken kötü ve aynı derecede güçlü varlıklar olduğu düşünüldüğünde, bu vazifeyi yerine getiren Kara şamanların da topluluk için vazgeçilmez öneme haiz olması gerekir. Kara şamanların sadece kötülük yapan, olumsuz kişiler olması durumunda, onlar için hazırlanan özel kıyafetler veya cenaze merasimlerinin açıklanması zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, Kara şamanlara yakıştırılan olumsuz düşünceler, muhtemelen sonraki dönemlerde bu halkların inanışlarına hâkim olan bir dünya görüşünün eseridir. Konuya daha geniş bir çerçeveden bakılıp, diğer halkların inançlarıyla kıyaslandığında, Buryatların Kara şamanlarının aslında şamanizmin ilk hâlini temsil ettiği fikri akla daha yatkın gelmektedir.




Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Sultan Selim Camii / Konya




 

24 Ağustos 2023 Perşembe

Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-5

 



Anka


Arapça anka, Farsça simurg (otuz kuş) Türkçe zümrüdüanka (simurg u anka veya zümrüt anka, yeşil anka) adlarıyla bilinen, Kaf Dağı’nda yaşayan, uçtuğu zaman havanın kararacağı büyüklükte, göz kamaştıran parlaklıkta bir kuştur. Rüstem’in babası Zal’i büyütüp yetiştirdiği gibi, Keloğlan’ın da koruyucusudur. Zülkarneyn üstüne binip yıldızlara çıkmış, Bukrat (Hippokrates) Kaf Dağı’ndan şifalı otları onun sayesinde almıştır. Simurg ateşte yanıp küllerinden yeniden doğan semenderle (Batı dillerinde salamander) de özdeşleştirilir. Gılgamış Destanı’ndaki anza/imdugud kuşundan, Selçuk çift başlı kartalına, Batıkların phoeniks, Hintlilerin gamda'sına kadar birçok kuş ankayla ortak özellikler gösterir. Ferideddin Attar’ın (yakl. 1142-1220) Mantık ’ut'tayr adlı eserinden beri, otuz kuşun tek varlık oluşturması veya adı var kendi yok olması gibi nitelikleriyle tasavvufta birlik-çokluk simgesi olarak kullanılmıştır. Anka’nın Hz. Isa ile Hz. Muhammed arasında bir zamanda yaşadığı, peygamber Hanzale’nin bedduası ile yok olduğu söylenir. Demin (1341-1405) Mısır Fatımîlerinin hayvanat bahçesinde Anka bulunduğunu yazar.



Hüma


Hüma kuşu da Kaf Dağı’nda yaşar ve yalnız kemik yer. Hüma/hürmy Farsçadır, Arapçası Bulah’dır. Hüma kuşunun gölgesi kimin üstüne düşerse o hükümdar olur, bu nedenle devlet kuşu olarak bilinir. Osmanlıların ‘padişaha ait’ anlamında kullandıktan ‘hümayun’ sözcüğünün sözlük anlamı mübarek, kutludur ve hüma’dan gelir. Hüma kuşunun ayakları olmadığından yere konamazmış, bu nedenle avını havada kapar veya yanan kemiklerin dumanıyla beslenirmiş. Eskiden, güzel kokusu nedeniyle elma kabuklarını yakmak âdetken, hüma kuşunun da bu kabukların dumanı, kokusu ve buharlaşan suyundan beslendiğine inanılırmış. Burhana Katiya (1652, Mütercim Asım çevirisi 1797) göre “Çin cezayirine mahsustur”, Gülistan Şerhi’nin yazan Sûdi (öl. yakl. 1598), dirisinin ele geçmediğini, “sahra-yı Hıtâ, deşti-i Kıpçak ve Hindistan”da ölüsüne rastlandığını söyledikten sonra, tahsili sırasında Şam’da bir Acem bezirganda gördüğü hümayı anlatır: “Şeker-renk olup, meselâ saksağan şeker-renk olsa hümaya benzerdi.”



Hüdhüd


Kuşlar toplanıp kendilerine padişah seçmeye karar verdiklerinde onlara akıl veren ve yol gösteren hüdhüd kuşudur. Hüdhüd kuşu Hz. Süleyman’ın da ulak kuşudur, Belkıs’la haberleşmesini de o sağlamıştır. Süleyman eşlerinin çokluğu, kuşların dilini bilmesi, rüzgârların ve cinlerin bir bölüğünün emrine verilmesi ve ona kaleler, heykeller, havuzlar yapmaları, dalgıçların onun için deniz diplerinden inciler, değerli taşlar çıkarması gibi sayısız özelliği olan ve kıssaları bulunan bir peygamberdir. Hz. Musa dev Uc’la savaşırken başına geçirdiği kayayı delip delik açarak yardımcı olan kuş da hüdhüddür.


Hüdhüd başındaki sorguçtan dolayı çavuşkuşu veya ibibik diye bilinen kuşun da adıdır.



Kaf Dağı


Doğu masalları kadar kozmografyasında da yer alır Kaf Dağı. Karaların çevresini kuşatan Bahr-i muhiti çevreleyen böylece dünyanın da sınırlarını oluşturan Kaf Dağı Taberi’ye (839-923) göre ancak dört aylık yürüyüşle aşılabilir. Kaf Dağı yeşil zümrüttendir ve gök de rengini onun yansımasından alır. Kaf Dağı’nın ötesinde Yecüc Mecüc yaşar. Ayrıca cin ve perilerin, Simurg’un yurdu da burasıdır. Ab-ı hayat bu dağda bulunur ve Hızır bu sudan içen birkaç kişiden biridir. İskender’le Hızır ab-ı hayatı birlikte aramışlar ancak İskender yanlış yöne gitmiştir. İstanbul’daki Balıklı Ayazma adını, ölü balıklar içine atıldığında canlanmasından almıştır, çünkü bu ayazmanın suyu ab-ı hayattır. Kaf Dağı, Musa, Ali, Battal Gazi’den Keloğlan’a kadar efsane ve masalların değişmez öğesidir.



Yecüc Mecüc


Tevrat’ta Gog ve Magog, Kuran’da Yecüc Mecüc olarak geçer. Zülkarneyn veya İskender sed yapmasa Kaf Dağı’nı aşıp dünyayı istila edeceklerdi. Yecüc Mecüc’ün bu şeddi aşıp dünyayı istila ettikleri gün kıyamet kopacaktır. Çok kalabalık bir kavimdir, Fırat, Dicle veya Taberiya Gölü’nün sularını içip tüketeceklerdir. Üç türdürler: Sedir boylular, çok iriler ve kilim kulaklılar. Taberi (839-923) onların Ermenistan ve Azerbaycan dağlarının ardında yaşadıklarını yazar. Yecüc Mecüc’ün Ön Asya’yı istila eden Türklerle özdeşleştirilmesi o çağlardan beri halk arasında dile getirilmektedir. “Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu, yüzleri yayvan ve kalın deriden yapılmış kalkana benzeyen” Yecüc Mecüc’ün Türkler olduğu 10. yüzyılda yazılmış Arapça hadis, tarih ve coğrafya kitaplarında bulunduğu gibi, 20. yüzyıl Arap milliyetçileri de bu benzetmeye göndermeler yapmışlardır. Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi de (öl. 1894) Lügatti Tarihiyye ve Coğrafiyye adlı eserinde Yecüc un Yakutlar, Mecüc’ün Mançular olduğu yorumuyla, İskender’in seddini Çin Seddi olarak açıklar.



Zülkarneyn


Zülkarneyn iki boynuzlu demektir, Doğu ve Batı’nın hakimi olduğu için bu adı almıştır. Kuran'da Yecüc Mecüc’e karşı set yaptığı bildirildiği gibi, Osmanlı edebiyatında yazılan Iskendername’lerde İskender’le Hızır’ın ölümsüzlük suyunu ararken bir mağarada rastladıkları dört bin yıl yaşamış kraldır. Zülkarneyn ve İskender kişilikleri iç içe geçer.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Uygurlarda Budacılık

 




Türk kavimleri içerisinde kendi dönemini yansıtan edebi metinleri kendilerinden sonra gelen kuşaklara bırakmış en önemli kavim Uygurlardır. Uygurca olarak günümüze kadar gelen metinlerin büyük bir bölümünü Budacılığa ait olanlar oluşturmaktadır. Büyük bir özenle kelimesi kelimesine Uygurcaya çevrilen Budacılığa ait bu Hintçe eserlerin hangi dönemlerde yazıldıkları bilinmemektedir. Bu metinlerin Vlll. yüzyıldan mı yoksa XV. yüzyıldan mı günümüze kadar kaldıkları kesin olarak belirlenememiştir. Bu metinlerin çevrildikleri dönemlerde Hindistan'daki Budacılık en son ve olgun biçimini almıştı. 

Orta Asya'da ele geçen metinler iki kısma ayrılabilir. Birinci kısımda, Uygurlardaki günlük yaşama, ülke yönetimine ve ticarete ait bilgileri içeren metinler bulunmaktadır. Ne yazık ki bunlar çok azdır. Buna karşılık dinle ilgili olan ve ikinci kısmı oluşturan metinler daha çoktur. Dini metinlerin çokluğu o dönemlerde dinsel yapıtların daha fazla önem taşıdıklarını göstermektedir. Bunun yanında sanatsal yapıtlara daha az ilgi gösteriliyordu. Yine ne yazık ki o dönemlerde halk arasında çok geçerli olan ve bir tür Şamanizm sayabileceğimiz din hakkında da çok az yazı elimize geçmiştir. Yine Çin'deki dini öğretilerle ilgili bu bölgelerde elimize yazılı bir belge geçmemiştir. Anlaşılan ne Konfüçyüs, ne de Lao Tse'nin izdeşçileri kendi öğretilerini Orta Asya'ya getirmek için bir çaba göstermemişlerdir. Hindistan'daki Brahmanlar gibi Çin'deki dinsel öğretiler de komşu ülkelere misyoner göndermemişlerdir. Daha çok bu çağlarda etraflarındaki bölgelere misyoner göndermiş akımlar Budacılar, Manihaizm dini mensupları ve Nasturiler'dir. Suriye veya Ön Asya'daki bazı tarikatlar da görüşlerini yaymak için çok az sayıda misyoner kullanmışlardır. Budacıların bu dinler ve öğretiler içinde en güçlü rakipleri Manihaizm mensupları idi. Manihaizm dini eski İran dini olan Zerdüştlükten, Hıristiyanlıktan ve keza Budacılıktan pek çok unsurlar almış ve bunları bir araya getirerek karma bir din yaratmıştır. Propagandaya uygun bu din öz itibariyle birçok düşünce ve dinle uyum içinde bulunuyor, böylelikle her yerde kendine yandaş toplayabiliyordu.


Uygurca yazılmış metinlerin büyük bir kısmı Manihaizm dininin etkisi altındadır. Fakat bu metinleri anlayabilmek için Budacılığı iyice bilmek gerekiyor. Manihaizm dini Uygurlara batıdan Hazar Gölü ve Türkistan üzerinden gelmiştir.


Budacılığın Orta ve Doğu Asya'ya yayılması üç değişik yoldan olmuştur. Yolların birincisi Manihaizm dininin de izlemiş olduğu Batı yoluydu: Bu dönemlerde Batı Türkistan sınırı içinde Hint krallıkları en görkemli dönemlerini yaşamaktaydılar. Değerli pek çok el yazması bu parlak döneme aittir. Budacı şair Aşvagoşa'nın (Asvaghosha) yaklaşık 150 yılında yazdığı ünlü drama da Türkistan'da bulunmuştur. Bu eser Hindistan'ın en eski dramasıdır. Budacıların tıp, dilbilgisi gibi alanlardaki çalışmaları hakkındaki bilgilerimizi yine Türkistan'da ele geçen bu yazılardan edinmiş bulunuyoruz. Bu yazıların hemen hemen hepsi Budacı keşişler tarafından kaleme alınmıştır. Hükümdar Kanişka zamanından itibaren Budacılık Hindistan sınırlarını aşıp, kuzey­ batı hattını takip ederek Orta Asya içerisine yayılmıştır.


Budacılığın ikinci yolu Çin üzerinden geçer: Çin hacıları İ.S 4. yy.da Türkistan üzerinden Hindistan'a giderek Budacılık eğitimi almışlar ve dönüşlerinde çevirmek için ülkelerine metinler getirmişlerdir. Yine Hindistan'a giden Çinli hacıların bir kısmı da Çin Hindini dolanarak kendi ülkelerine dönmüşlerdir. Çinli hacıların çeviri faaliyetleri ve dil konusunda gösterdikleri özen ve dikkat bugün bile takdirle karşılanmaktadır. Hintli ve Çinli keşişlerin elbirliğiyle büyük bir sabır ve azimle giriştikleri bu faaliyetlerin sonunda Budacılığa ait yüzlerce metin Hintçeden Çinceye çevrilmiştir. Böylelikle Çincede Budacılığa ait muazzam metin birikimi oluşmuştur. Sonradan Budacılık Çin'den kısmen Uygurlara geçmiştir. Çin'de tahta basım tekniğiyle çoğaltılan metinler yine Uygurca'ya çevrilmiş ve yine tahta basım tekniğiyle çoğaltılarak Orta Asya'ya dağıtılmıştır. Budacılığa ait metinler Çin ve Uygur keşişleri tarafından büyük bir özenle Uygurcaya çevrilmiş ve birçok Hintçe terim olduğu gibi bırakılmıştır. Metinleri çevirirken Hintçe asıllarına sadık kalmak için kitapların biçimi de Hintlilerinkine benzetilmiştir.


Budacılığın üçüncü yolu Tibet üzerinden geçer: Tibet te Hint Budacılığına Çin'de olduğu gibi sadık kalmıştır; Tibetli ve Hintli keşişler yine büyük bir özenle metinleri Tibet diline aktarmışlardır. Dağlık bir bölge olmasına karşın Tibet komşularıyla birtakım ilişkilerde bulunmuştur. Tibet kültürü Çin ve Hindistan'daki dağlık bölge kültürleriyle bir benzerlik gösterir. Tibet'e Hint kültürünün Budacılık aracılığıyla ve Türkistan yoluyla geçtiğini tahmin etmekteyiz.


Orta Asya'da ele geçen metinlerde değişik kültür unsurlarına rastlamaktayız. Çin tarihindeki bazı kaynaklardan, Orta Asya'da bulunan ve dönemin dil ve kültürü hakkında bizi aydınlatmaya yarayan birtakım el yazmalarından bu dönemin oldukça karışık ve renkli bir görünüm sergilediğini görmekteyiz.


Uygur dilinin başyapıtları olan bu metinler incelendiğinde ilk görülen unsur Türk kültürü unsurudur.  Türk kültürünün etkisi Orta Asya'da İ.S.  2. yy.'dan itibaren Hiung-nular'la, 6. Ve 7. yy. dan sonra Uygurlar'la beraber fark edilmektedir. Orta Asya'ya gelmiş olan Manihaizm gibi akımlar ve Sogd dili İran kültürünün etkileridir. Diğer kültür unsurları ise Türkistan'dan Tahar unsuru ve çok belirgin olan Çin kültürünün etkisidir.

Bu dönemlerde Çin'den Orta Asya'ya Çin Ordusu, Çin elçileri, tüccarları, rahipleri sürekli akın etmişlerdir. Hint kültürünün etkisi de beşinci unsur olarak görülmektedir ve Budacılık bu etkinin en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Hint kültürünün diğer bir etkisi Sanskrit dilinin Uygur diline kazandırdığı yeni kelimelerdir. Tibet kültürü Uygur metinlerinde görülen sonuncu etkidir.


Orta ve Doğu Asya'yı etkilemiş olan Budacılık Buda dininin oldukça yeni bir biçimidir. Buda kendi öğretisinin temel prensiplerini İ.Ö. 5. yy.da ortaya koymuştur. Böylelikle Budacılık Uygurlara geldiği zaman Buda'nın yaşadığı tarihten beri 1000 yıl kadar bir süre geçmiş bulunuyordu.


Eski Budacılık ile Yeni Budacılık arasında çok belirgin farklar vardır. Eski Budacılığa Hinayana, Yeni Budacılığa Mahayana adını veriyoruz. Eski Budacılığın temel gayesi kişileri dünyanın acılarından, ıstıraplarından kurtarmaktı. Oysa yeni Budacılık olan Mahayana Budacılığında bu kurtarma her şeyi ve herkesi kapsamaktadır. Onun için eski Budacılığa Küçük Gemi (taşıt) anlamına gelen Hinayana ve Yeni Budacılığa da Büyük Gemi (taşıt) anlamına gelen Mahayana adını vermişlerdir. Karamsar Hindu düşüncesine göre yaşam baştan aşağı ıstırap, acı kaynağıdır. Felsefe veya dinin, insanları bu acılar dünyasından kurtarması bekleniyordu. İnsan acılardan oluşan bir seli ancak bir kayık ya da gemiyle geçebilir. Onun için Buda bir kurtarıcı olarak görülmüş; insanları acı ve ıstıraptan kurtaracak ve mutluluk kıyısına ulaştıracak bir gemici gözüyle bakılmıştır. Hinayana ve Mahayana'ya gemi adının verilmesi de bu temel düşünceye dayanır. Hinayana Budacılığı her şeyden önce kendi kişisel kurtuluşunu sağlamaya çalışan tek tek kişileri düşünmesine karşın Mahayana Budacılığı bütün canlıları düşünmektedir. Bu görüşe göre Nirvana'yı reddedip bütün canlılar kurtulana dek çabalamak ve kurtuluşa ondan sonra ulaşmak amaç olarak alınmalıdır. Kişinin kendisini kurtarması hiçbir şey ifade etmez. Bu bencilce yapılmış bir iştir. Buda, yalnızca kendisini kurtarmakla kalmamış bütün insanların kurtulabilmesi için kendi öğretisini de bırakmıştır. Eski Budacılık ile Yeni Budacılığı ayıran yalnız kurtuluşa ulaşma konusundaki düşünce farklılıkları değildir. Aynı zamanda kullandıkları dil de farklıdır. Eski Budacılığa ait metinler Buda’nın konuşmalarında kullandığı Pali lehçesiyle yazılmıştır. Pali lehçesi o dönemlerde halkın kullandığı bir dildi. Zamanla Pali dili halkın kullandığı dil olmaktan çıkıp Budacı keşişlerin kullandığı bir dil haline geldi. İsa'dan sonraki zamanlarda ise Pali diline nazaran daha büyük bir kesimin anlayabileceği dil Sanskrit dili oldu. Budacılığı takip edenler de Budacı öğretileri Sanskrit dilinde yazmaya başladılar. Budacılığı öğrenen Uygur öğrencilere Sanskrit dilinin büyük yararları oluyordu. Öğrenciler artık eskisi gibi zorluk çekmemekteydiler. Çünkü Uygur öğrencileri gerek Yeni Budacılığın kılı kırk yaran titiz felsefi kurgularını, gerekse Eski Budacılığın fazla uzun ve Pali lehçesiyle yazılmış metinlerini öğrenmeye gerek duymuyorlardı. Misyonerlerden edinebildikleri ve Sanskrit diline çevrilmiş, anlaşılması kolay metin parçalarıyla eğitim görüyorlardı.



ESKİ METİNLERE GÖRE BUDİZM

(BUDACILIĞIN DİYALEKTİK YORUMU)

WALTER RUBEN

Hazırlayan: LÜTFÜ BOZKURT


22 Ağustos 2023 Salı

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


DÎNİ SÖZLÜK “K”

  

 

 

KAYLÛLE:

 

Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.

 

Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi, kaylûle etmek de gece ibâdetine yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile olsa bu vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar suâlleri olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu yerde kaylûle yapardı. (Temîmî, Mekkî)

 

KAYYÛM (El-Kayyûm):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

O, kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur. (Bekara sûresi: 255)

 

Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi şerîfi ahmağa okunursa, Allahü teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası kuvvetlenir. (Yûsuf Nebhânî)

 

Kayyûm-i Âlem:

 

Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.

 

Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kayyûm-ı âlem olan ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder. (Muhammed Ma'sûm)

 

KAZÂ:

 

Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması.

 

Kazâ gelmez Hak yazmayınca,

 

Belâ gelmez kul azmayınca.

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

Kazâ Etmek:

 

Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.

 

Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve bozulan sünnet ve nâfileleri iâde (yeniden yapmak) vâcibdir. Vaktinde kılınmayan sünneti kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ ederse, nâfile olur ve sünnet sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Kazâ-i Muallak:

 

Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

 

Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

 

Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Birincisi şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki kısımdır. Birincisinin bağlı olduğu sebepler levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i mübrem gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kader tedbîr yâni sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ o belâ gelirken korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kazâ-i Mübrem:

 

Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.

 

Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz değiştirilmez" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirmektedir.

(İmâm-ı Rabbânî)

Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm târihinde bu kadar fitne görülmemiştir" buyurdu. Talebeleri; "Duâ buyurun da bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu, kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)

 

Kazâ Namazı:

 

Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.

 

Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya unutan kimse, sonraki namazı cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı bitirip, sonra önceki namazını kazâ etsin. Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar kılsın. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)

 

Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü olmadan kazâya bırakmak haramdır, büyük günâhtır. Bu günâh kazâ edince affolmuyor. Kazâ ettikten sonra ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. Kazâ edince sâdece namazı kılmamak günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövbe edince namazı terk günâhı affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa, kazâ edilmeleri emr olundu. Sünnet namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar, insanın üzerinde borç kalmaz. Bunun için vaktinden sonra kazâ edilmeleri emrolunmadı. Sabah namazının sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ edilir. Sabah sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman kazâ edilmez. Kazâ olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış olur. (Kara Çelebizâde)

 

Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya bırakabilmek için iki özür vardır. Biri düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç günlük yol gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan kimsenin hırsızdan, yırtıcı hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim Halebî)

 

Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı kılması câiz olmaz. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar yerine getirilmedikçe, Allahü teâlâ nâfileleri kabûl etmez" buyurdu. (Mecma'-ül-Fetâva)

 

Kazâ Orucu:

 

Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zamanlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerîf orucu.

 

Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra orucu kazâ eder. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hastalık veya ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu tutamayıp fidye veren kimse, daha sonra kuvvetlenir veya sağlığına kavuşursa, Ramazan oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tutar. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazâ ve Kader:

 

Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin zamânı gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.

Kazâ ve kaderime râzı  olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb-ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)

 

KAZF:

 

Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit getiremeyenler (var ya), işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey hakkında) bunların şâhidliklerini ebediyyen kabûl etmeyin. Bunlar asıl fâsıklardır (günâhkârlardır). (Nûr sûresi: 4)

 

İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak, sihirle (büyüyle) uğraşmak, haksız yere adam öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, harbde düşmandan kaçmak ve muhsan (nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına kazf büyük günâhtır. (Alâeddîn-i Haskefî)

 

Kazf edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazf Haddi:

 

Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara) verilen sopa cezâsı. (Had)

 

KEBÂİR:

 

Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.

 

Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kebîre işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ: 1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk denir. Şirk, küfrün en kötüsüdür. 2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3) Sihir yâni büyü yapmak. 4) Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî, Reyhâvî)

 

KEBÎR (El-Kebîr):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

O'ndan (Allah'tan) başka tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur. Şüphesiz Allahü teâlâ yücedir, Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)

 

El-Kebîr ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf Nebhânî)

 

KEFÂLET:

 

Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

 

Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel taraflar vardır. Bunlardan birisi, malının zâyi (yok) olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma; ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi faydaları taşır. Bu da her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet, âlicenâblığın gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)

 

Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir (olmaz). Birinin yerine, kefîli îdâm edilmez. (Ali Haydar Efendi)

 

KEFEN:

 

Vefât eden kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez parçaları.

 

Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd yaptılar. Defn ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)

 

Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi aralarında birbirlerini ziyâret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr)

 

Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır. Erkeğin kefeni; izâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası), kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan kısım). Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Zeylâî)

 

Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından olması, başkasının vermesinden daha iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak iyidir. (Halebî)

 

Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veya kefen içine bunlardan yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây u fakîr

 

Varlığa mağrur olan mecnûn değil de, yâ nedir.

 

(Lâ Edrî)

 

Kefen-i Farz:

 

Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de denir.

 

Kefen-i farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına yalnız lifâfe (başı ve ayağı geçen uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından büzülüp bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)

 

Kefen-i Kifâye:

 

Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.

 

Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)

 

Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr yâni baş örtüsüdür. Çünkü kadınlar hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)

 

Kefen-i Sünnet:

 

Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.

 

Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr, kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfedir. Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)

 

KEFFÂRET:

 

Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş kısımdır.

 

Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cumâlar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Günâhın keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakîri, bir gün sabah-akşam olmak üzere iki defâ, yâhut bir fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur. (Tahtâvî, Mehmed Zihnî)

 

Keffâret-i Salât:

 

Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.

 

Keffâret-i Savm:

 

Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı

 

Keffâret-i Yemîn:

 

Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

 

Keffâret-i Zıhâr:

 

Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla tekrâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

 

KEFÎL:

 

Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.

 

İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen kimsenin Cennet'e girmesine kefîlim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)

 

Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu parmağın yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)

 

Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu üçünden de isteyebilir. İkrâh ile yâni zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)

 

Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık için düşünmeye lüzûm yoktur. Çünkü Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim edilmiştir. Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)

 

KEFİR:

 

İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.

 

Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız, ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf Efendi)

 

KEHÂNET:

 

Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

 

Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri, benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyler yazılı muska, mâvi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

 

Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp, sorulan herşeye cevab verenlere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi, gizli şeyleri bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur, îmânı giderir. (Abdülganî Nablüsî)

 

KEHF SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin on sekizinci sûresi.

 

Kehf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on âyet-i kerîmedir. Eshâb-ı Kehf'in kıssasını anlattığı için, Sûret-ül-Kehf denilmiştir. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin indiriliş sebebi, Eshâb-ı Kehf hâdisesi, Allahü teâlânın Resûlullah efendimize bâzı dînî ve ahlâkî emir ve tavsiyeleri ile dünyâ hayâtının geçiciliği, güzel amellerin kıymeti, Zülkarneyn aleyhisselâm ile ilgili olaylar ve başka hususlar anlatılmaktadır. (Râzî, Taberî, Kurtubî, Ebû Hayyân)

 

Allahü teâlâ Kehf sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

(Ey Resûlüm!) Kalbi bizi zikretmekten (anmaktan) gâfil olan ve nefsinin arzuları peşinden koşan ve hareketlerinde dînin emirlerinin dışına taşan kimseye itâat etme!(Âyet: 28)

 

Kim Kehf sûresinin ilk on âyetini ezberlerse, Deccâlın fitnesinden korunur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak