Karakoncolos
Zemherinin ilk on gününde sokaklarda dolaşır, rastladığı insanlara “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Adın ne?” diye sorular sorar. Verilen cevaplarda hep ‘kara’ sözcüğünün bulunması gerekir. “Karaköy’den geliyorum”, “Karalardanım”, vb., yoksa elindeki kocaman tarağı insanın başına vurup öldürür. Bu günlerde evdeki taraklar kilit altına alınır. Evlerin çevresinde dolanır, açık kalmış küplere tükürür ve işer, hastalıklara neden olur. Kimi insanların yakınlarının seslerini taklit ederek onları dışarı çağırır, uyku halinde alıp götürür. O kimse uyanırsa evine dönebilir yoksa dışarda kalıp donarak ölür. Anadolu’da koncalıs, kocoluz, goncolos, con-galaz, congoloz, cokalaz, Tesalya, Makedonya ve Trakya’da karkandzali, kallikandzaros adlarıyla bilinir. Evliya Çelebi “Rum kefereleri ekseriya Esvet Nikola ve Sarı Saltık ve Meryem Ana ve Kasım ve Ayanta ve Hızır İlyas ve Şe’mûn ve Berhûk ve Kara Koncolos nâm bednâmları günlerinde perhiz üzere oldukları zaman" diye Kara Koncolosu da belirli bir zamana verilen ad olarak anar ki, eskiden 25 Aralık için ‘evvel-i kancalos’, 6 Ocak için ‘ahir-i kancalos’ denilmiştir ve adına köy seyirlik oyunu da vardır. Yunan deniz folklorunda khallikhavtzaros deniz ciniydi.
Karakura, Davara
Daha çok loğusalara musallat olan cin. Kedi büyüklüğündedir, uyuyanların üstüne çöker ve boğmaya çalışır. Anadolu’da kargura, karakora, karakada, karavura, garagura adlarıyla bilinir. Karabasanın asli nedenidir; 15-16. yüzyıl metinlerinde de karakura düşü olarak geçer.
Davara da gece rüyaya girip kâbusa neden olan yaratıktır, insanın üstüne çıkarak onu kıpırdayamaz duruma getirir ve bunaltır. Davaranın husyeleri sıkılarak esir alınması olanağı da vardır.
İngilizce rıightmare (kâbus) sözcüğü de insanın üstüne çökerek boğulma duygusu yaratan, uçan, dişi cini anlatır. Tarihi 1290’lara giden sözcük, 18. yüzyılın ortalarında kâbus anlamını kazanmıştır. Night sözcüğü gece, mare sözcüğü ise 1562’de yapılan tanımıyla uyuyanın göğsüne oturan canavardır, Lehçe mora, Çekçe mura ve Germen dillerindeki maron sözcüğüyle akraba çok eski bir kökten gelmektedir.
Hortlak
“Bazı kimseler fevt olup defn olunduktan sonra, kabrinde kefenin yudup, azasına gelip, bedenini humret ihata etmiş bulunsa, bu vech üzere olmasına bir sebep var mıdır?”
“Kudret-i rabbaniyeden baid değildir.” “Meyyit nice olmak gerektir?”
“Öte komak gerektir, Müslim adına zararı olmaz.”
“Bazı kimseler makberesinden çıkarıp ihrak etmeğe şeran kadir olurlar mı?”
“Olmazlar.”
Ebussuûd Efendi’nin hortlak fetvası böyle. Hortlak, dünya gailesi nedeniyle ruhu huzur bulamayıp gömüldüğü yerde yatamayan, kötü ruhlara bulaşmış ölü ruhudur. Hortlamasında gözü arkada kalmak kadar mezar yerinin de etkisi vardır. Ahmet Vefik Paşa hortlamayı “Yabani hayvanlar hort hort edip seslenmek, mezarda saadetsizlerin azabını çekmek” diye anlatır. Mezarından çıkan hortlak siyah kıllı tulum şeklindedir, Batılıların Casper filmiyle tanıttıkları gibi üstünde beyaz çarşaf yoktur. Hortlakçılar yolunu bekleyerek tüfekle ateş edip vurduklarında hortlak tulum gibi söner ve bir daha görünmez.
Birçok kabilede ölü ruhları canlılar dünyasıyla ilişki içindedir. Ölenin öteki dünyaya geçtiği ‘mevki’ bilindiği gibi, canlılar da ruhlar âlemiyle bu yolla ilişki kurabilirler, ama ölü ruhlarının dünya işlerine karışması o kadar yaygın bir durumdur ki, ölülerin gereğince gömülme ve anılma ritüellerinin önemi biraz da onlardan gelebilecek bu müdahaleleri engellemek içindir. Belki de hortlak hikâyeleri, ölüler dünyasıyla kurulan bu ilişkinin semavi dinlerin kabul edilmesinden sonra eski biçimini değiştirmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Hortlak, korku edebiyatının önemli bir parçasıdır. 18. yüzyıl Avrupa’sında akılcılık hortlakları günlük yaşamdan kovalarken, hortlak edebiyatı da gelişmiştir. Oscar Wilde’ın (1854-1900) deyişiyle, soyluluk iddia eden her aile, bir ortaçağ şatosuna ve şatoda zincirleriyle gürültü yapan bir hortlağa sahip olmak zorundaydı. Alman felsefesinin önemli terimlerinden Geist da İngilizce ghost’un akrabasıdır ve ölmek, ruh, hortlak ve esir anlamlarının hepsini barındırır. Sinemanın da sevdiği hortlak hikâyeleri, Ebussuûd Efendi’nin fetvasından da anlaşılacağı gibi, Anadolu kültüründe cinler, periler kadar yer tutmaz.
Vampir
Dinsel sapkın, suçlu ya da intihar etmiş kişinin ruhu geceleri ortaya çıkarak insanların kanını emer. Vampirler gün ışığından sakınmalı, mezarına veya memleket toprağıyla dolu tabutlarına zamanında geri dönmelidirler. Gölgeleri olmayışı ve aynada görülmeyişleriyle ayırt edilen vampirler haçtan, sarmısaktan ve ışıktan bizar olurlar. Kalplerine kazık çakılarak yok edilebilirler.
Vampir inanışının İskandinav veya Balkan kökenli olduğu söylenmektedir. Özellikle 1730’lu yıllarda Macaristan vampir öyküleriyle sarsılmıştır. İngiliz yazar Bram Stoker’in romanı Drakula (1897), tiyatroya aktarılması (1927), Tod Browning’in filmi (1931) vampir edebiyatını geliştirdi ve birçok öykü ve filmle bütün dünyaya yaydı. Son olarak ABD’li Anne Rice Vampirle Konuşmalar’la (1976) bu edebiyatı yeniden hortlattı.
Uçan memeli oluşları, körlükleri ve izbe yerlerde baş aşağı uyuyup gece avlanmaya çıkmalarıyla oldukça ‘anormal’ kabul edilen yarasaların bir de vampir türü vardır. Güney Amerika’da yaşayan vampir yarasa kan emmekle birlikte kurbanını öldüremez. Vampirler yarasaya benzetilir ama, bu yarasa türünün adını vampir edebiyatından aldığı anlaşılmaktadır.
Transilvanyalı Karanlıklar Prensi Kont Drakula klasikleşmiş vampir tipidir ve esin kaynağının 1456-1462 yıllarında Eflak voyvodalığı yapan Vlad Çepeş olduğu ileri sürülür. Vlad Çepeş insanları kazığa geçirterek cezalandırdığı ve iddialara göre bundan zevk aldığı için Kazıklı Voyvoda adıyla da anılır. Tuna’ya yaptığı bir seferde, merhametle kafası kesilen ve yakılanlar dışında, kazıklanacak 23.883 esir yakalamıştı. İktidarı Eflak soylularının kitle halinde öldürülmesiyle başlamış, herhalde 20.000 erkek, kadın ve çocuk şatonun penceresi önündeki ormanda kazığa geçirilmişti. Babasının adı Drakul’dur ve Vlad Çepeş de babasının adıyla anılan, halen ziyaret edilebilen şatoda yaşamıştır. Osmanlılara isyan ederek Niğbolu sancakbeyini de kazığa oturttuktan sonra Fatih üstüne sefer düzenlemiştir.
Stoker Drakula romanını yazarken, vampir hikâyeleri dinlediği Macaristan’a gittiği gibi, British Museum’da Vlad Çepeş’le ilgili kayıtlara rastlamış ve bu malzemeden yararlanırken şato dolayısıyla babanın adını birincil plana almıştır. Drakula’nın Macar kralı Matyas Corvin tarafından yakalanıp hapsedilmesi, hakkında 1463’de Viyana’da Almanca bir eserin yazılmasına yol açmıştı: Geschichte Dracole Wayde ve ortaya çıkan edebiyatın kaynağı bu kitap oldu.
Drakula’yla kurulan bu tarihi ilgiden başka, tarihimizde bir vampir vakası da kaydedilmiştir. 1833 yılında, yani Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından yedi yıl sonra Tırnova kadısı Ahmed Şükrü Efendi’nin şehirde türeyen cadılarla ilgili hükümet merkezine yazdığı yazı, resmi gazete olan Takvimdi Vekayi’nin 19 Rebiülevvel 1249 tarih, 68 sayılı nüshasına da alınmıştır. Reşad Ekrem Koçu’nun (Yeniçeriler, 1964) bildirdiği bu kaynağa göre durum şudur: “Tırnova’da cadı türedi. Gün battıktan sonra evlere musallat olmaya başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar, ve kâh içlerine toprak karışdırur. Evlerin yüklüklerinde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar ve dağıtır. İnsanların üzerine taş, toprak, çanak, çömlek atar. Birkaç erkek ve kadının üzerine de saldırmış. Tecavüze uğrayanlar çağrıldı, soruldu. ‘Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık’ dediler. Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka tarafa kaçtılar.”
Cadılara karşı çare olarak, Islimye kasabasında cadıcılıkla tanınmış Nikola Tırnova’ya getirtilir, 800 kuruşa pazarlık edilir. Nikola, mezarlığa gidip elindeki resimli tahtayı çevirerek işaret ettiği mezarı açtırır. Yeniçeri zorbalarından Ali Alemdar ile Abdi Alemdar’ın mezarları açıldığında, cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları üçer dörder parmak uzamış, açık gözlerini kan bürümüş halde bulunurlar. Bu iki yeniçeri halka birçok zulüm etmiş olmakla birlikte, Ocak kaldırıldığında yaşlanmış olduklarından cellada verilmemiş, ecelleriyle ölmüşlerdi. Nikola’nın öğüdü ile göbeklerine kazık çakılıp yürekleri kaynar su ile haşlandı ise de çare etmedi. Nikola’nın yakılmaları gerektiğini söylemesi üzerine şeran fetva alınarak odun yığını üzerinde cesetler yakıldı.
Reşad Ekrem'in yorumuna göre, bu cadı hikâyesi yeniçeri katliamını haklı çıkarıp, yeniçerilerle ittifak halindeki esnaf kesiminin muhalefetini bastırmak için yürütülen hükümet propagandasının parçasıdır. Bizim açımızdan önemli olan, cesetlere kazık çakılması ve Ebusuûd Efendi hortlakların yakılmasına cevaz vermediği halde, fetvayla yakılmalarıdır. Cadıcı Nikola’nın elindeki resimli tahta ikon olabileceği gibi, kendisinin cadıcı değil, vampirci olma ihtimali daha yüksektir. Yok etme işlemlerinin işaret ettiği üzere vampir tercüme edilerek cadı yapılmış olmalıdır.
Şahmaran
Yılanların (Farsça mâr yılan, mârân yılanlar demektir) şahı insan başlı, yılan gövdelidir. Yılan, Mezopotamya’nın ilk uygarlıklarından beri gömlek değiştirmesi nedeniyle ölümsüzlükle ilişkilendirilmiş, sonunda çağdaş tıbbın da arması olmuştur. Gılgamış destanında ölümsüzlük otunu çalan o olduğu gibi, yaşam ağacını bekleyen de odur. İslam kültüründe Binbir Gece Masalları’ndan beri oluşan, bilindiği kadarıyla 1429’dan beri Türkçede yazılıp üretilen hikâyesi Doğu’nun en önemli halk klasiklerindendir. Halk resminin de önemli konularındandır.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder