19 Ağustos 2023 Cumartesi

TARİKATTAKİ İNTİSAP YOLCULUĞU

 



Mevlevi Adabı: Sufi Yaftası


Adap, Sufiliğin ve belki de İslam inancının anahtar kelimesidir. Anlamı oldukça geniştir ve inanç ile ilgili birçok temel gerçeğe tekabul eder: nezaket ve davranış kuralları, Sufi yaftasından ritüellerine, hatta Sufi edebiyatını bile kapsar. Bu terimin açıklanması için sayfalar dolusu tanım yapmak gerekir ve bu da neredeyse imkansızdır; çünkü adap kelimesi mümin kişiyi tamamen kapsar. Adap kelimesi tanımlanmak isterse, İslam ahlakının bütünü, mümin kişinin tüm davranışları ve erdemi denilebilir. Müslüman kişi adaplı yetişir. Ahlaki varlığı ve davranışları inancına uygun olmalıdır. Eğer sade bir Müslüman kişinin ahlak anlayışının böyle olması gerekiyorsa, Sufilerin ve dervişlerin ahlakının da böyle olması için daha çok sebep vardır. Dervişler kendi hayatlarını adaba uygun olması için adamışlardır. Bu ahlaki kurallar, normlar, görünen ve görünmeyen davranışlar İslam'a bağlı müminlere yaraşır olmalıdır. Adap ile birlikte alınan ahlaki davranışlar, iç ve dış eylemler, eğitim ve terbiye bireye varoluşu boyunca taşıyacağı ahlak ve huy katar. Bu kavramın birçok ahlaki ve hagiyografik yazının ana konusu olması şaşırtıcı değildir. Gerçek Sufi adaba uygun yaşar. Bugün bu kavramın Türkçe karşılığı anlamını vermemektedir. Arapça olan bu kelime Türkçeye "edep" olarak geçmiştir ve karşılığı "terbiye"dir. Edepli insan terbiyeli ve eğitimli demektir. "Adap" kelimesinin bazı anlamlarını "edep" kelimesi karşılamaktadır; ancak günümüz Türkçesinde bu iki kelime birbirine karışmaktadır.

 


"Adap" terimi, içerdiği konular bazında lslam tarihi boyunca edebi eserler ile işlenmiş, Sufilik kültürüne de özel bir bakış açısı katmıştır. Adap hakkında yazılan kitaplar hem Arapça hem de diğer İslam ülkelerinin dillerinde oldukça çoktur. Sufiler de bu konuyu geliştirmekten geri kalmamışlar ve özellikle adap sahibi insanı oluşturan erdemlerin uygulamaya geçilmesi konusunda eserler vermişlerdir. Bu konuda yazılmış olan eserler Sufilerin yaşam kurallarını, dışsal davranışlarını ve özellikle iç dünyalarını işlemişlerdir (Feuillebois-Pierunek, 2006, s. 91 -4).


Sufilik adabı üzerine yazılan kitapları saymak istersek hiç şüphesiz önce Hucviri'nin (ölm. 1073) Kuf El-Maheb (Sırların Keşfi [Hakikat Bilgisi]) adlı eseri akla gelir. Bu kitapta adap terimi kelime anlamıyla ele alınmış ve bu terimin getirdiği kuralların Sufilerin yaşamlarındaki uygulamaları işlenmiştir. Çok başarılı olan bir başka eser de lran'ın kuzeybatısında doğan Abül Necib el-Sühreverdi'nin (ölm. 1168) Adab el-Muridin adlı eseridir ve Osmanlı İmparatorluğu'nda nesiller boyunca Sufiler tarafından okunmuştur. Bu kitap Sufiliğin adap terimi konusundaki tutumunu işler. Abül Necib el Sühreverdi'nin torunu olan Şihabeddin Ebu Hafız Ömer el-Sühreverdi (ölm. 1234) adap tarihi ve İslam mistisizmi konusunda temel bir kaynak kabul edilen Avarif-ül Mearif (Tasavvufun Hakikatleri) eseri, bir Sufi tekkesindeki yaşamın detaylarını okuyucu ile buluşturan ilk eserdir. Kubraviye Tarikatı'nın kurucusu Necmeddin Kübra (ölm. 1221) tarafından yazılan Adab el-Muridin adlı eser bu konuda yazılan en eski kaynaklardan biridir ve Mevlevi tekkelerindeki prensiplere de değinir.


Rumi'nin bu konuya yaklaşımı oldukça edebi ve mistiktir; ancak bu mesele hakkında özel bir yazı bırakmamıştır. Ruhsal pedagoji alanında önem verdiği konuların başında tevazu, saygı ve nezaket gelir. Rumi'nin adap konusuna yaklaşımı, müminlerin birincil ahlaki ve ruhsal timsali olan Muhammed Peygamber'in yaklaşımına benzer. Hatta Omid Safi'nin de dediği gibi (Safi 201 0, s. 1477 - 1492), içinde Kelam'ın ilahi nuru bulunan bir inci misali Peygamber, dünyanın ve evrenin peygamberi, beşeriyet için etik, ahlaki ve ruhsal mükemmelliğin temsilcisidir. Adap, fakirliğin saflığından doğar. Peygamber de fakir olduğu için Yüce Allah'ın zenginliğini tatmıştır. Rumi, yazılarından birinde üç defa teolojik bir paradoks içine girerek Muhammed'in lsa'dan daha kutsal olduğunu yazmıştır. Yazılmış olan hagiyografik yazılar, Rumi'nin yaşamın her alanında ve tevazu konusunda mükemmel insan olan Peygamber'i izlediğini bildirirler. Rumi, hem hareketlerinde, hem iç duygu ve tutumunda Peygamber'i örnek almaktadır. İslamiyet'in bu "mükemmellik" öğretisi sayesinde, Rumi birçok mürit kazanmıştır. Örneğin Konstantinopolis'ten Konya'ya Rumi'nin türbesine gelen bir Hıristiyan keşişi Rumi'nin tevazusundan çok etkilenmiş, din değiştirmiş ve Rumi'nin yolunu izlemeye başlamıştır.



Tarikat yine kurucusu Rumi tarafından bir öğrenci kazanmıştır. İzleyen asırlar boyunca yazılan eserler Rumi'nin örnek kişiliğinin nasıl izleneceğini ve nasıl yayılacağını işlemişlerdir. Bu eserlerin ilki 14. yüzyılda Küçük Asya'da yaşamış olan Ahmed Rumi tarafından yazılmıştır. Bu yazar, resmi bir şekilde olmasa da Mevlevi Tarikatı'na bağlıdır. Ahmed Rumi, Dakayık al-Tarik isimli adap konusunu ele alan kitabında, tekke yaşamından bahsetmektedir. Burada bahsettiği tekkeler, tam anlamı ile Mevlevi tekkeleri değildi, çünkü kendisinin iltica ettiği Hindistan'da hiçbir zaman bir Mevlevi tekkesi açılmamıştı.



Tarikatın çok değer verdiği, Mevlevi adabı üzerinde yazılmış olan bir diğer kitap da İsmail Ankaravi'nin Minhac'ül-fukara (Dervişlerin Yaşam Tarzı) isimli eseridir. Ankaravi bu eserinde bölüm bölüm dervişlerin sofradaki davranışlarına, seyahatte neler yaptıklarına ve en önemlisi görkemli sema törenlerinin biçimlerine değinmiştir. Sema konusu da adap'ın bir alanıdır, çünkü sema kendine sahip olmayı gerektirir, kontrol edilmeyen ve edilemeyen bir vecit hali değildir. Adap kelimesi Sufi tarikatlarının öğretilerinde oldukça önemli olan erkan terimi ile birlikte kullanılır. Erkan bir törenin yöntem ve esaslarını ifade etmektedir. Sema yapanlar, adap ve erkan ile asetik ve çilesel bakış açılarını zenginleştirirler, Mevlevi Tarikatı'nın özeti olan bu merasimin anlamını daha iyi anlarlar. Adap, Mevlevi yaşamının diğer alanlarında da etkilidir. Yaşamda ve cemaatle "kendine ve bedenine hakim olmanın" gerektirdiği her alanında, erdemle yapılan her işte adap gözlenir.


Daha önce de söylediğimiz gibi, dervişlerin sofrada ve bir tekkeden başka bir tekkeye yolculuk ederken uymaları gereken kurallar vardır. Derviş, diğer kardeşlerine ve şeyhine karşı saygı göstermede bir an bile duraksamamalı, kimseye hiçbir rahatsızlık vermemek için elinden geleni yapmalıdır. Elleri her zaman hayırla işlemeli, maddi olarak yokluk içinde olunsa bile her zaman bereket ve şükran ile dolu olmalıdır. Gün içinde kimsenin kapısını çalmamaya gayret etmeli. Özellikle kimsenin duasını bölmemeli ve ikindi namazından sonra bir yere varmamalıdır. Bunlar dışsal davranışlardır, ama dolaylı bir seyahat disiplini gerektirirler.



Ankaravinin eserlerinde adap konusu altında belirttiği gibi tekkede yaşamak hem dışsal hem de içsel bir erdem gerektirir. Tarikatların yaşamlarına adap (adab-ı tarik) denir ve her tarikatın karakteristik özellikleri, yani karizması farklıdır. Mevlevi Tarikatı'nda da başka tarikatlarda olmayan gelenekler vardır ve bu gelenekler Mevleviliğin özünü oluştururlar. Dervişlerin en çok dikkat etmeleri gereken konular sofra adabı, sofrada oturma, yemek yeme, helal ve haram gıdalar ve oruç konulardır. Oruç, bir derviş için yemek yemek kadar önemlidir. Adap, işte bu sebeplerden dolayı iyi alışkanlıklar, kötü huy ve eğilimlerden uzak durmak ile eşanlamlı kullanılmaktadır.



Tarikat içerisinde yaşama niyeti, kişinin adabına bağlıdır. Bu konuda Ankaravi şöyle demiştir: 


"Tarikatımız içerisinde birçok yanlış yorumlarda bulunan insanla karşılaştım. Bazı zavallı insanlar tarikatın kurallarına, geleneklerine prensiplerine ve sağlıklı yapısına karşı çıkıyordu. Ben hiç şüphesiz arkadaşlarıma ve kardeşlerime tarikatın sırlarını, tarikatın gerektirdiklerini, doğru yolu ve yüksek ruhsal mertebelere çıkartan ilahi halleri en doğru şekilde öğretmeye çalıştım. Bizden sonra gelecek kişiler için doğru yolu öğrenmek kolay olsun diye bunları yazmayı uygun gördüm. Sufi uygulamalarını bilmeyen insanlar için de böylece sağlam bir kaynak olacaktır. Tarikatımızın özelliklerini, olayları, hareketleri, davranışları, ritüelleri ve merasimleri yazdım ve bunları yazarken de hocalarımızın dine ve Sünnet'e göre onayladıkları, mükemmel bilgilerini baz aldım. Tarikatımızı dinde yenilenmeden bahseden insanlardan korumak için bu kitabı yazmaya yönelik büyük bir istek duydum (Ankaravi, 1840, 5).


Ankaravi tarafından Mevlevilerin yaptıkları tüm hareketler adap çerçevesinde değerlendirilmiş ve yazılmıştır. Bundaki amaç, Sufi uygulamalarının "dinde yenilenme” olduğunu söyleyenlerin saldırılarından korunmasıdır. Şeyhin bütün bu çabası, tarikatın mistik uygulamalarının Peygamber tarafından kurulan geleneğe, yani Sünnet'e uygun olduğunu göstermektir. Galata Şeyhi olan Ankaravi, adap eğitiminin itaat ilişkisi ile iç içe olduğunu söylemektedir:



"Tarikatta kim, hangi durumda olursa olsun şeyhten izin alsın. Derviş konuşmak, yemek, bir yere gitmek için her zaman şeyhine gitsin ve müsaade istesin." (agy, s. 40)


Adap konusunda verilen uygun davranış emirleri, dini konularda da zorunluluk getirmiştir. Ankaravi yazdığı kitapta, namazı esrarları ile birlikte ele almıştır ve namazın nasıl kusursuzca kılınabileceğine değinmiştir. Namaz hiçbir şekilde kaçırılmamalıdır. Tüm kurallarına uygun olarak ve temizce kılınmalıdır. 17. yüzyılda yaşamış olan bu Mevlevi şeyhi tarafından insanın doğası ile örtüşen bu dine hiçbir dua eklenmemiştir; ancak Ankaravi namazı yüceltmiş ve ruhsal olarak bir sonraki mertebeye geçmek için namazın temel olduğunu belirtmiştir:


"Mevlevi derin bir tevazu ile dua ettiğinde sağında ve solunda neler olduğunu düşünmez, kalbinde yalnızca Allah'a yönelir." (agy. s. 94)


Mevleviler İslam'ın emrettiği beş vakit namazı kaçırmamak konusunda çok hassastırlar, buna rağmen bazı dervişler namazı bırakmışlardır. Ankaravi, her bireyin duasının içsel olduğunu söyler ve dua konusunda şu yorumda bulunur:


.. Tarikattan ve şeriattan uzaklaşma, kötü yola ve hataya düşme, kötü eylemlerde bulunma: beş vakit namazı kıl; insanlara yalnızlığın ve çileciliğin güzelliklerini göster" (agy, s. 26)


Ankaravi tarafından yazılan kitabın içeriği, dinin emrettiği beş vakit namazın Mevlevi hayatının merkezi olduğunu da işler. Nitekim bu kitap üç kısımdan oluşur ve kitabın ikinci kısmında, tarikatın ruhaniyetinin gerektirdikleri ve kurallarından sonra dinin emirlerine değinilmiştir. Mevlevilerin iç dünyalarının merkezinde dinin emirleri vardır. Bu emirler diğer müminlerin yaşadıkları emirlerle aynı olsalar da, dervişler tarafından çok daha derinden yaşanmaktadır.



Adap kelimesinin anlamını incelemek istersek, farklı yorumlara da ulaşırız. Adap kavramı içerisindeki ilahiyat, tevazu ve nezaket, Muhammed Peygamber'in kişiliğinde vücut bulmuş ve Ankaravi'ye göre Sufi ibadetlerinin temeli de budur. Bu konu Mevlevilerin davranışları konusundaki bir çalışma alanı olduğu kadar, mistisizm alanında da bir araştırma konusudur.


Galip Dede'den oldukça fazla alıntı yapan Köseç Ahmed Dede, yazılarında adabın çeşitlerini işlemiş ve Adab-ı tarikatının hayati kuralları olduğunu belirtmiştir. Gölpınarlı da yazdığı, Mevlevi uygulamaları konusundaki son kitapta ( 1938, s. 135 -48) şu ibadetlere değinmiştir: Allah'ın adını tekrarlayarak zikretmek, Meydan-ı şerifte yapılan dualar, sofra adabı, Muharrem ayının onuncu gününde kutlanan -Peygamber soyundan gelen Ali'nin oğlu Hüseyin 'in ölümünün hatırlandığı- Aşure Bayramı geleneği, her işin başında ve sonunda Fatiha okunması, seyahat duaları, ölüler için dualar ve türbelerde yapılan dualar. Gölpınarlı. Mevlevilerin hayatında oldukça önemli olan adap ve erkan, ibadet ve ritüel konularını anlatmıştır.


Nitekim Rumi şöyle demektedir:


"Ey aslı, nesli belli kişi, bu edeplilikle edepsizliği birbirine uygun bil. Zahirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk davası vardır (iç dava da varlık alametidir). Fakat hakikatte dava nerede? O padişahın önünde dava da fanidir, aşı k da!" (Mesnevi. 111. Cilt, 3682-3684)

Ruhsal olarak gelişmeyi beraberinde getiren içsel tutum budur ve Mevleviler, Tanrı ile olan karşılaşmaları için bu mistik yolu izlerler.




Ruhsal Gelişim Merdiveni


Dervişlerin gerçek yolculukları bir tekkeden başka bir tekkeye yaptıkları yolculuk değildir. Bu yolculuk bir sembol ya da başkalarının kendilerini tanıdığı ritüeller de değildir. Gerçek yolculuk içsel olan yolculuktur. Mevlevi Tarikatı'nın varoluşunun temeli, müntesip olan müridin şeyhine itaat ederek merdivenleri çıkması ve çeşitli menzillerden geçerek bu uzun yolculuğun sonunda Tanrı ile bir olmaktır. İnisiye olmuş kişinin bu yolculuğu, yani "Seyr-i sülük", tarikattaki manevi hayatın temel kaynağıdır. "Seyir" kelimesi "yolculuk", "Sülük" kelimesi ise "gezgin, yolcu" demektir. Bu terimi kelime kelimesine çevirmek istersek "gezginin yolculuğu" diyebiliriz. Bu gezgin, yoluna aşama aşama devam etmektedir. Bu kelime, intisap etmiş yani tarikata girmiş olan kişilerin yolculuklarını ifade eder. "Seyr-i sülük", aynı zamanda dervişlerin eğitim dönemlerini, yani çilelerini ve içsel yolculuklarını da tanımlar. Ankaravi, 17. yüzyılda verdiği eğitimde müritlerine, bu eğitimin bir yolculuk olduğunu kabul ettirir ve kitabının üçüncü bölümünde bu konuya değinir. Asırlar geçtikçe, bu konunun anlaşılmasında da değişiklikler meydana gelmiştir. Tarikatın ilk dönemlerinde Tanrı ile bir olmak için içsel olarak gelişme anlamına gelmekte olan "Seyr-i sülük", asırların geçmesi ile derviş adaylarının şeyh olana kadar geçecekleri aşamalar olarak anlaşılmaya başlamıştır. Aslında ikisi de doğrudur. Gerçek bir şeyh, müridine göre daha yüksek ruhsal kademelere çıkmış olmalıdır. Bir şeyhin kontrolünde Mevlevi Tarikatı'na girmiş olan kişinin tek amacı bu içsel yolculuğu tamamlamaktır. İçsel ve mistik disiplinin hedefi budur. Bu hedefe ulaşmak için dışsal kurallar ve iyi davranışlar sadece birer araçtırlar. Bu içsel gelişim, Hıristiyanlığın da çilecilik ve mistik olarak tanımladığı yol ile aynıdır, daha üstün değildir, eşittir. Sufilik, doğuşundan bu yana kişilerin ruhsal durumları (hal), menzilleri (menazil) ve mertebeleri (meratib, derece) ile ilgilenmiştir ve Sufilik konusunda yazan tüm yazarlar bu üç terimi bilmiş; ancak kendi anlayışlarına göre değerlendirmiştir. Eğer kişi beklenmedik ve eth'isi. büyük bir değişimle karşılaşırsa, buna ruhsal durum denir. Bu durum kişi tarafından aşama aşama yaşanır ve bu içsel durumun hazmedilmesi için zaman geçmesi gerekir. Bu geçen zamana da "menzil" denir. Bu üç etkenin birbirini izlemesi ile mistik yolculuk yaşanır. İçsel yolculuğu oluşturan hal ve menzil terimlerinin tarih içinde nasıl anlaşıldığını incelemek istersek, tüm Sufilik tarihine göz atmamız ve Sufilik hakkında yazılmış olan çok eski tanımlara bakmamız gerekecektir.


Rumi'nin daha 13. yüzyılda oldukça sağlam bir doktrini ve birçok yazılı kaynağı olduğundan, müntesip olma konusunda doktrine! Bir yazı bırakma ihtiyacı olmamıştır. Onun eserlerinin tümü içsel yolculuğun şairane birer ifadesidir. Rumi'nin eserlerindeki ruhsal gelişim konusunda kısa zaman önce Osman Nuri Küçük (2009) tarafından yazılan eserde, beyitlerle ve şiirsel bir dille ifade edilen içsel yolculuk detaylı bir şekilde incelenmiştir. Bu yolculuk ruhun Allah'a yükselmede karşılaştığı engellerle, benlik ve benliğin olumsuz tutku ve eğilimleriyle savaşmasından ibarettir. Rumi bu konuya eğilmiş ve çok aydınlatıcı metinler bırakmıştır:


Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere yüceltir. Yere mensup ve ancak aya kadar yüceltebilecek miraç değildir bu . .. kamışı, şekere ulaştıran miraca benzer! Bu miraç, buğunun göğe akması gibi bir miraç değildir... ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfan derecesine ulaşmasına benzer! Yokluk küheylanı, ne de güzel bir Burak'tır. .. yok olduysan seni varlık makamına götürür! Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir: o derece süratlidir ... duygu alemini derhal geride bırakıverir! Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur! Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Allah'a kadar git. .. canların, Yoklukta elsiz ayaksız varlık alemine koştukları gibi! (Mesnevi. IV. Cilt, 552-559) 


Oldukça derin olan bu metnin anlaşılması için Muhammed Peygamber'in Miraç mucizesinin içerdiği semboller bilinmelidir. Peygamberin gece yolculuğu, kendinden kaçan insanın içsel gelişimini ifade etmekte, sadece anlık bir hareket olmayıp kimyasal bir dönüşüm geçirme şeklinde de vuku bulmuştur. "Var olmama" hali Peygamber tarafından tecrübe edilmiştir ve bir gece içinde Kudüs'e gidip gelmiştir. Bu yolculuğun amacı en basit şekilde "kendini inkar etmek, kendinden kaçmak" şeklinde anlatılabilir. Rumi de bu konuda kesin konuşmaktadır: kişinin yapabileceği tek yararlı yolculuk, kendisinden uzaklaştığı yolculuktur. İnisiye olmuş kişinin kendisi, yani benliği değişecek, yüreği yeni bir hal alacak, nefsi ölecektir. Cennete ve İlahi Olan ile bir olmaya giden yol herkes için aynı değildir. Her yolcu buna farklı şekilde adapte olmalıdır:


"Alemde gizli merdivenler vardır, basamak basamak ta göğe kadar. Her bulutun başka bir merdiveni vardır. Her gidişin başka bir göğü. Her biri, öbürünün halinden bihaberdir. Geniş bir ülkedir, ne başı var, ne sonu!" (Mesnevi, V. Cilt, 2556-2559)


Rumi'nin eserlerinde bu konuda birçok bölüm bulunmaktadır; çünkü onun temel düşüncelerinden biri kişinin kendi nefsinden vazgeçip Allah'ta kaybolmasıdır (fena fillah). Bu tüm içsel yolculuğun hedefidir. Rumi ile aynı dönemde yaşamış olan İbni Arabi isimli büyük mistik, içsel yolculuk konusunu özenle işlemiş ve bu yolculuk sırasında etkili olan üç temel aşama daha olduğunu yazmıştır. Bu aşamalar, Ankaravi tarafından da kitaplarında işlenmiştir. İbni Arabi'ye göre Allah yolunda yapılan içsel yolculuk dört aşamadadır. Bunlardan ilki Allah'a doğru ilerlemektir ki (seyr-i ilallah), bu ruhun tutku ile bağlı olduğu şeylerden hakikate dönmesi ve her şeyin bir olduğuna inanmasıdır. ikinci aşama Allah içinde yolculuktur (seyr-i fillah). Bu aşamada tarikat üyesi Allah'ın birbirinden güzel isimlerini öğrenir ve aldığı öğretiyi öylesine yaşar ki, günahkar benliğini tamamen terk eder. Yolculuğun üçüncü aşaması Allah ile birlikte ilerlemektir (seyr-i maallah). Bu aşamada yürüyen kişi yolculuğu sırasında Allah'ın kendisiyle birlikte olduğunu hisseder. Bu öyle bir aşamadır ki, kişi Allah ile bir olma kutsallığına ve mahremiyetine erişmiştir; bu içsel bütünlüğünü artık hiçbir şey bozamaz. Bu yolculuğun dördüncü ve son aşaması da Allah'tan yapılan yolculuktur (seyr-i anillah). Bu aşamada yolcu Allah ile birliğe ulaşmış ve O'na kavuşmuştur, O'ndadır (beka). Bu, birlikten sonra ayrılığın tanındığı bir aşamadır. Allah'ta olmak, kendinden uzaklaşmak olarak da anlaşılabilir ve bu da kişinin kendi bilincini yitirmesi olarak -olumsuz bir şekilde­ yorumlanabilir. Bu yolculuğun sürekli olması ile tüm bu mertebeler dairesel bir biçimde yeniden yaşanır; ancak kişi hep Allah'tadır. İnsan Allah ile birlikte iken kendini bulur. İbni Arabi'nin bu yolculuk konusundaki düşünceleri çok kapsamlıdır ve Ortaçağ İslam'ı ve Hıristiyanlığı benzerliğinde tanımlarla bu yolculuğu anlatır. Mevlevi Tarikatı'nda yazıları okunan Abdullah Ensari (ölm. 1089) isimli başka bir büyük Sufi de bu öğreti üzerine yazılar yazmış ve yarattığı ekolde mertebe ve menzillere değinmiştir. Manazil al-Sairin (Yolcunun Patikası) isimli eserinde bu yazar, Allah ile mükemmel birliğe götüren yolu ve Allah'ta kalmak konusunu işlemiştir. Yolcunun duraklaması konusu Ankarav'i'nin kitabının üçüncü bölümünü oluşturur. Ankaravi, eserinde hem Rumi'nin hem de İbni Arabi'nin düşüncelerine değinmiş ve onları yorumlamıştır.


Ensari'nin belirttiği yüz menzil Mevlevi geleneğinde on sayısına bölünerek yorumlanır. Kitap on bölüme ve her on bölüm de içsel yolculuğu simgeleyen on mertebeye tekabül eder. Ankarav'i'nin de yaptığı gibi bu on bölümün sadece bazılarını örnek olarak vereceğiz ve konuyu daha da ağırlaştırmayacağız. Aşamalardan ilki iç yolculuğa başlamaktır. Bu aşamada, günahlardan pişman olunur ve derin düşüncelere dalınarak ruhsal bir inzivaya başlanır. ikinci aşama yolculuğa açılan kapıdır. Bu aşamadaki kişi değişmek için, vecit haline girmek ve ibadetle ruhunun özgür olması için büyük bir arzu duyar. Üçüncü aşamada kişi benliğin arzularından uzaklaşmak için aşırı bir insani güç uygular. Devamlı bir vecit halindedir, tasavvufun emrettiği gibi kendini Tanrı'ya bırakır. Tasavvuf, Tanrı'dan olmayan her şeyi ve günahları terk etmek, Tanrı ile bir olmaya doğru ilerlemektir. Dördüncü aşama yüksek ahlak ve büyük bir nezaket (fütüvvet) aşamasıdır. Bu aşamadaki kişiler her şeye şükreder ve sabrederler. Tarikata giren kişi bu noktada Allah'ın erdemleri ve yarattıklarının güzelliği ile vecit haline gelir. Bir sonraki aşamada içsel yolculuğun temelleri atılır. Ankaravi'ye göre tarikattaki bu yolculuk için dışsal olduğu kadar içsel eylemlerin de gerçekleştirilmesi temel gereksinimdir. Öğrenci gelişmek istemeli, çabalamalı ve adaplı olmalıdır. Bu aşamada şeyh müridini Sufiliğin klasik eserleri ile eğitir, müridin bilgilerinin dengeli olmasını, kendini bilmesini ve davranışlarının uygun olmasını sağlar. Şeriat, tarikat ve marifet. Her şeyin bir adabı vardır ve dışsal olduğu kadar içsel çalışmayı da gerektirirler. Bu bölümdeki diğer aşamalarla ilgili olarak Ankaravi, Allah ile mahrem ilişki (ins) ve O'nun Adı'nı zikretmek konularına değinir. Altıncı bölümde ruhsal fakirlik ve zenginlik konuları işlenir. Bu bölümdeki on aşamaya on vade denir ve bu vadelerin her biri kutsal akarsulara benzetilir. Bu aşamalardan bazıları şunlardır: mükemmellik (ihsan), ilim, bilgelik (hikmet), kalbin esenliği (sekinet-i halb), ilahi Gerçek'e kul olma ve yakınlaşma (Herber-i Hakk). Tüm bunlar Hakikat'in nurlu bir şekilde kendini ifşa etmesidir. Yedinci aşama ruhsal durumlar (hal) aşamasıdır. Sufi bu aşamada kalbinin yaralarını inceler, hayatını adadığı sevgiyi, muhabbet ve aşkı dışarı çıkarır ve vecit halinde kalır. İlahi nuru, acıyı ve zevki, çilesel gayreti yaşar. Sekizinci bölüm kutsallıktır (velayet); bu aşamalardaki Sufi Allah'ın dostu ve yakınıdır, bu yakınlıktan dolayı da kutsaldır. Sufilerin gizledikleri bu sır, aslında Hakikat ile yakın olmaktır. Bu aşamaların sonunda Sufi Allah'ta kaybolur (istiğrak), mistik olarak halden hale geçer (rdvin); ama kendini kontrol etmeye devam eder (temkin). Bu mertebedeki Sufi mistik akımların olduğu bambaşka bir atmosferdedir. Dokuzuncu bölüm İlahi Hakikat (Hakayık) mertebelerinden oluşur. Burada ruh, Allah'ın tecellisi ve hayat hakkında derin bir düşünce (müşahede) haline girer. Tasavvufun iki temel kavramı olan kendinde olma ve vakar halinde iken, kalbinde hem sıkıntı (kabz) hem de ferahlık (bası) hisseder, durur (fasl) ve varır (vasıl). Bundan sonra en son bölüm vardır. Bu onuncu bölümde ifade edilen mertebeler kendinden çıkma (fend) ve Allah'ta kalmadır (beka). Bu aşamada, hiçbir şey kesin olarak vuku bulmuş bu ilahi olayı bozamaz (tahkik), ilahi olarak ifşa olan hakikatte kaybolunur (telbis), benlik yok olur (efid), kişi etrafından (tecrid) ve ilahi olmayan her şeyden kopar Ruhsal olarak bütünleşilir (cem) ve İlahi Olan'la bir olunur. (teferrud), (tevhit). Sufi öğreti ve ibadetinin esas amacı budur. Bu mertebelere gelmiş olan Sufi amacına ulaşmış, ruhu doğal akış yolunu bulmuştur ve yolculuk tamamlanmıştır.

Bu mistik yolculuk ve ilerleme, dışsal bir şekilde intisap etmekten çok faklı ve ezoterik bir yapıdadır. İnisiyasyon özünde tamamen ruhsal, içsel ve mistik bir olaydır.


Ankaravi'nin eserlerinde kaleme aldığı mistik haller gibi temel konular, asırlar geçtikçe gerçek birer ritüel ve gelenek halini aldılar. Zikir konusu da bu konuya örnektir. Ankaravi yazılarının bazı bölümlerinde zikrin nasıl yapılacağından bahsetse de, aslında ruhsal bir hal olduğunu yazar. Ankaravi'nin ruhsal bir hal olarak bahsettiği zikrin zamanla bir ibadete dönüştüğünü söyleyebiliriz. Sema konusunda da aynı şeyin olduğu söylenebilir. Galata Tekkesi şeyhi Ankaravi pek katılmasa da Ensari'ye göre şema, İlahi Olan ile birlik için aşılması gereken yüz mertebeden biridir. Ankaravi'ye göre ise Mevlevilerin kendilerine ait bir ibadetidir. Sufi öğretilerinin gelişimini analiz etmek işte bu açıdan çok ilginçtir. Ruhsal olarak yapılan uygulamalar zamanla törene ve ritüele dönüşmüştür. Öğretilerin bu denli değişime uğraması hiç şüphesiz çağlar boyunca yaşanmış olan ruhsal tecrübelere bağlı olarak gelişmiştir. Bu ruhsal tecrübeleri asırlara yayılan tarihi göz ardı ederek değerlendirmeye çalışmak büyük bir hata olur. Bu tarihin içine girmek ve uygulamaları karşılaştırmak çok faydalıdır. 


Yukarıda bahsettiğimiz mistik yolculuktan sonra, Allah'ın adının tekrarlanması ile yapılan zikre ve semaya değineceğiz. Bu iki durum ve an, vecit ve birlik tecrübelerini yaşamak için gereklidir.



Zikir: Allah'ın İsmini Anmak


Anasına bak, kızını al. Mevlevilerin yaptıkları Sufi ibadetlerinin temelleri hakkında bu deyimi kullanmak çok yerinde olur. Allah'ın adının tekrarlanması ibadeti, dervişlerin hocaları ve ruhsal babaları olan Rumi'nin tavsiyesini izlemeleri üzerine çıkmıştır. Rumi'nin bu konudaki öğretisi ve yaptığı uygulama, zikrin Mevleviler için bir ibadet olmasını sağlamıştır. Rumi hakkında yazılmış olan hagiyografik yazılar. onun Allah'ın adı ile zikir yaptığından bahsederler ve bu yüzden o kutsal isme özel bir önem verilir. Rumi hakkındaki ilk biyografilerden birini yazan Eflaki, bir gün Muineddin'in Rumi'ye bir soru sorduğunu bildirir:


"Birçok yöntemi olan zikri nasıl yapalım?" Rumi'nin cevabı çok açıktır: "Bizim zikrimiz Allah, Allah, Allah'tır. Çünkü biz Allah'a aidiz. Allah'tan geldik, Allah'a gideriz. Varlıktan doğduk, varlığa gideriz. Ey 'dostlar, bu yolculuğumuz için dua ediniz! Kötülükten kaçalım dedik, Allah'a sığındık. Önümde iki evren vardı yasakladım kendime. Allah'ın adındaki lam harfinin yanında hu harfi gibi oturuyorum (el-Eflaki, 1976,250-1).


Rumi'nin zikir konusuna verdiği önem sadece dolaylı olarak duyduğumuz tanıklıklarda değil, kendi beyitlerinde de açığa çıkmaktadır. Sufiler, kalplerinin "cilalanması” ile ruhsal yolculukları boyunca karşılaşacakları insanlar için birer ruh aynası olmaya çağırılmışlardır. Rumi, gerçekten bilgelikle yazdığı bir yazısında şöyle demektedir:


"Hatırlarsan duymuşsundur, padişahların böyle bir adeti vardı: Sol taraflarında yiğitler, bahadırlar dururdu, çünkü kalp vücudun sol tarafındadır. Defterdarlarla hesap memurlarının ve kalem ehli olanların makamı sağ taraflarındaydı. Çünkü yazı yazmak ve bir şeyi tespit etmek sağ elin işidir. Sofilere karşılarında yer verirlerdi. Zira onlar, can aynasıdırlar, hatta aynadan da iyidirler. Gönül aynasının fikir suretleri kabul etmesi o aynada bu görülmemiş suretlerin görünmesi için kalplerini zikirle, fikirle cilalamışlardır. Yaradılış sulbünden temiz ve güzel doğan kişinin önüne ayna koymak gerektir." (Mesnevi, 1. Cilt, 3150-3155)


Bu metinde Rumi ve Şems'in yaşadıkları derin tecrübe anlaşılıyor. Birbirini seven bu iki zatın arkadaşlığı sayesinde ruhları birbirine ayna görevi görür. İnsan, yalnızca Allah'ın adını durmaksızın tekrar ederek karşısında bulunan ruhun aynası olur. Öyle ki Allah'ın adını zikreden kişi (zakir), tekrar ettiği ismin hakikatine dönüşür (mezkar). Peygamberin söylediğine göre, mümin müminin aynasıdır. Rumi bunu müritliği sırasında bütün mürşitleri ile tecrübe etmiştir ve Mevleviler de aynı hatırayı sürdürmeye çalışmakta ve bu şekilde ruhlarını arıtmaktadırlar.


Rumi öğretisinde bu ibadetin sadece Allah'ın adının tekrarlanması olduğunu açıkça söylemiştir. Bu öğretinin Hıristiyan ilahiyatının Tanrımerkezci (teosentrisizm) ifadesine benzediği söylenebilir. Nitekim Eflaki de Rumi'nin bu uygulama sırasında Allah’ın kutsal adını yüceltmek ve Sufi geleneğinde olan diğer formüllerden uzak durmak istediğini bildirmiştir. Rumi'nin bu davranışı izleyen asırlarda Mevlevi Tarikatının müritleri tarafından daha da derinleştirilmiş ve tarikatın dini kültür, ibadet ve öğretileri arasında zikir de yer almaya başlamıştır. Rumi, herkes için örnek olmuştur. Sufiler farklı tarikatlara mensupturlar ve bağlı oldukları tarikat taktıkları başlığın üzerinde kumaş katları ile anlaşılıyordu. Mevleviler bal rengi sikke takarlardı ve sadece onların başlıklarında kumaş yoktu. Bu koni biçimindeki başlık tek tanrı inancını ve Allah ile birliği simgeliyordu. Allah'ın tek olduğu ve O'nun adının mutlak olduğunu ilan etmeleri de manevi hayatlarında önemli bir yer teşkil ediyordu.

 

17.yüzyılda yaşayan Galata Tekkesi şeyhi Ankaravi, Rumi'nin her zaman Allah'ın yüce adını (ism-i cela[) zikretmekle meşgul olduğunu yazar. Tekrar edilen isim, üçüncü tekil kişi yani "O", Allah anlamına gelen "Hü"dur (Ankaravi, 2008, s. 165, 171) . Ankaravi, zikir ve Allah'ın adını tekrar etme arasındaki güçlü bağa değinir ve zikir sırasında Mevlevilerin Allah'ın varlığından, O'nun tekliğinden ve ulaşılacak en son mertebe olduğundan başka bir şey görmediklerini yazar (agy, s. 162). Derviş adaylarının Allah dışında her şeyden azat olmaya (masiva), pak olmaya ve her şeyi Mutlak Olan'ın bakış açısıyla görmeye çalıştıklarını da belirtir. Hana, zikir ibadetini yapan Mevlevi (zakir) andığı Kişi ile bir olur (mezhur). Bu ibadet dini bir sessizlik içinde yapılır. Galata şeyhi müritlerine şöyle demiştir:


"Zikir gürültü ve karışıklık demek değildir. Bizim zikrimiz andığımız Kişi'dir. Hatırlanan Kişi'de kendini kaybeden, bu ibadeti gerçekten yapandır. Vecit halindedir ve Allah'tadır." (agy, s. 1 6.3)


Bu birkaç cümle Ankaravi'nin konu hakkındaki düşüncelerini ifade ediyor ve zikir tekniğinin derin anlamı ve ruhsal değerine ışık tutuyor. Sufi geleneği konusunda Ankaravi'nin yaptığı açıklamalar ve verdiği detaylı tavsiyeler dikkate değerdir:


"Bu tarikatta, tekkede kalan dervişler sabah ve akşam toplanırlar ve tek bir ağızdan Yüce lsim'i zikrederler. Her derviş adayı, hocasından (halife) devamlı olarak izin ister ve hocası ona bu ismi bahşeder. Mevlevi, yalnız başına ismi toplam üç bin kez tekrar eder. Kalp zikri yapmaya başladığında daha çok tekrar eder. O zaman bir sır olan zikir seslendirilmeye başlar, öyle ki artık onun ruhsal mertebesi zikir kaynağı olur." (agy, s. 167)


Bu sessiz zikre ulaşan Sufi, bir şekilde Allah'ın Kutsal İsmi'nin kaynağı haline gelir. Mevlevi bütün gününü o İsme adar, alelade bir iş yaptığı anda bile “O ismi" anar:


"Her gün, mesela yazı masasında, yemek ve namazdan sonra dervişler Allah'ın Adı'nı anarlar, 'Hü' çekerler. Nerede olurlarsa olsunlar, dualarından sonra 'bu ismi' tekrar ederler." (agy, s. 1 69)


Mevleviler Allah'ın Adı ile yaptıkları bu ruhsal çalışma sayesinde çileci! ve mistik yollarında güvenle ilerler. Galata şeyhi Ankaravi, Allah'ın Kutsal Adı'nı tekrarlamakla ilgili ruhsal gizler pek fazladır ve bunları anlatmak için bin kitap yazmak yeterli olmaz (agy, s. 1 71).


Yaklaşık bir asır sonra hem Nakşibendiye hem de Halvetiye tarikatlarına bağlı olan Köseç Ahmed Dede, üyesi olduğu Mevlevi tekkesindeki zikir ibadeti hakkında bir makale kaleme alır. Kitabında zikir konusunu işlediği bu bölümde, bu ibadetin nasıl yapıldığı konusuna değinir. Köseç, her namazdan sonra, sabah ve akşam Mevlevilerin Allah'ın Adı'nı üç bin kez tekrar etmek zorunda olduğunu belirtir (Köseç, 2008, 22-3).


"Eğer zakir sesli zikir yaparsa, o zaman zikir kalbe iner. Bazı ruh haline ve sırra ulaşana kadar kalp zikri yapar. Nitekim sesli zikir kalbi eline alır. Kalp zikri ruhu eline alır ve ruh zikri ile sırra erilir." (agy, p. 22)

 

Köseç, Mevlevilerin ancak ruh zikrine eriştiği anda semaya katılabileceğini., aksi halde bazı riskler ortaya çıkabileceğini söyler:


"Bu durumda sema duygusal zevkler için yapılabilir. Allah'tan olmayan zevkler kalbe girebilir ve Allah'a bilinçsizce yaklaşılabilir." (agy, s. 23)


Zikir hiç şüphesiz sema'ya hazırlanmak için şarttır, ama her zikrin sonunda sema yapılması şart değildir.


19. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı Sufiliği'nin büyük bir kişiliği olan Aşçıdede Halil İbrahim'in (ölm. 1906) direkt olarak yaşayıp aktardığına göre, zikir ibadeti tarih içinde değişime uğramıştır. Aşçıdede resmi olarak Mevlevi Tarikatı'na bağlı olmasa da (kendisi Nakşibendiliğin Halicli koluna bağlıdır) Mevleviliğe sempati duymaktadır (muhibb) ve miras bıraktığı yaklaşık iki bin sayfalık yazıları Mevlevi ruhaniyetine ne kadar bağlı olduğunun kanıtıdır. Mevlevi Tarikatı'nda yapılan zikrin Nakşibendi zikrine çok benzediğini hatırlatır ve sözlerini şöyle sürdürür:


Kutsal Ad'ın sessizlik ve sır içinde zikredilmesinin ne geleneği ne de özel bir zamanı vardır. Her an yapılan bir alışkanlıktır. Sadece yirmi dört saatin bitip yeni yirmi dön saatin başladığı anda, yani bir gece yarısından bir sonraki gece yarısına kadar zikir yapılır. Bütün bu zaman zarfında, her an, her saniye Mekke'ye dönülür ve büyük bir sadakat ve adanmışlıkla bismillah ile başlanır, Kutsal Ad'ın güçlü sesi mümkün olduğu kadar çok, 66, 366, 600 ve hatta 1 .000 defa tekrar edilir ve saymaya yardımcı olması için tespih kullanılır (Aşçı, 2006, Il. Cilt, s. l 029). 


Aşçıdede yazılarına zikir ibadeti ile ilgili enteresan detaylara da değinmiştir. Şu yazısında muhtemelen Nakşibendiliğin de etkisi sezilmektedir: 


Sunu bilmek gerekir ki Kutsal Ad zikredilmeye başlandığında, bu ses önce göğsün sağ alt kısmında hissedilmeye başlanır, sonra sol kısma yayılır, öne ve arkada hareket eder, yüce bir kelime olduğu için göğsün iki tarafını da fetheder. Kutsal Ad tekrar edildikçe telgraf hattı ve telleri gibi göğsün iki yanına gider ve gelir (agy, s. 1029). 

Bu tanım, modern çağın bir aygıtı olan telgrafı da içerdiği için çok güzel bir örnektir. Bu yazıda ise zikir ibadetinin Mevlevi Tarikatı tarafından belli bir teknikle ve belli zamanlarda yapıldığını okuyoruz: 


Pazartesi ve Cuma akşamları, yatsı namazından sonra dervişler toplanır ve Kutsal Ad'ı tekrar ederler. Her sabah da sabah namazından sonra Mevlevi Tarikatı'nın geleneği uyarınca dervişler bir araya gelirler ve zikir yaparlar (agy, s. 1029-30).


Son olarak Aşçıdede'nin zikir ve sema arasındaki ilişkiyi belirttiği sözleri aktaralım:

Sema sırasında ayak yere her vurduğunda, sessizlik ve sır içinde Allah'ın Kutsal Adı'nın tekrar edilmesi iyi bir emirdir (agy, s. 1 030).


Gölpınarlı'nın teknik ve ritüel detaylarıyla zenginleştirdiği bir yazısındaki tasvire göre, şeyhin sağında ve solunda oturan müritler bir halka oluştururlar. Salon sorumlusu (meydancı dede) tespihi kendisi getirir ve şeyhe verir. Şeyh büyük boncuklu tespihi öper ve müritlerine uzatır. Mevlevi geleneğinde kullanılan tespihin boncuk sayısı fazladır. Konya Mevlevihanesi'nde 1700 ve daha fazla sayıda boncuktan oluşan tespihler görülebilir. İslamiyet'te kullanılan tespih, sadece Allah'ın Adı'nı belli sayıda tekrar etmeye yardımcı olmakla kalmaz, zikre katılan kişilerin de fiziksel olarak birlik içinde olmasını sağlar. Zikir halkasında girmiş kişilerin önüne büyük tespih yayılır ve dervişler ellerinde tuttukları tespih kısmını öperler. Şeyh Euzil Billahi Mineş-şeytani'r-racim ("Lanetlenmiş şeytanın şerrinden sana sığınırım.” Kur'anı Kerim, Nahl Suresi, 98. Ayet), der ve daha sonra Fatiha suresinin ilk kısmını okur: Bismillahir-Rahmani-r-Rahim ("Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla"). Üç kez "Allah" der, ilk hece olan "Al" hecesini vurgular ve kısa bir nefes aldıktan sonra "lah" hecesini söyler. Ancak heceler birbirine bağlıdır ve "Allah" kelimesi aralarında çok hafif ve belli belirsiz bir aralık olan iki hece olarak söylenir. Bu tekrarlar devam ettikçe ikinci hece biraz daha uzar ve iki hece arasındaki aralık azalır. Bu sayede zikir hız kazanır. İlk hece söylendiğinde baş hafifçe yukarı kalkar, ikinci hecede doğal pozisyonunu alır. Başı sağa ve sola çevirmek için izin yoktur. Zikir devam ederken tespih sağ tarafa doğru akar. Sona yaklaşıldığında söylenen harflerin tınıları zayıflar ve sadece derinden gelen iki ses duyulur. En sona gelindiğinde şeyh uzun bir şekilde "Allah" der ve herkes sessizlik içinde bekler. Tarikatın geleneğinde olduğu gibi. zaman zaman "Hü" çekmesi ile sonlanabilir.

Dua bittiğinde görevli kimse tespihi öper ve kaldırır. Herkes, şeyh ve müritler birbirlerini saygı ile selamladıktan sonra kalkarlar. Şeyh yavaşça salonun ortasına ilerler, oradaki bütün Mevlevileri eğilerek selamlar. Daha sonra hepsi başlarını sağa ve sola eğerek selamlaşırlar ve salondan çıkarlar (Gölpınarlı, 2006, s. 138-9). Gölpınarlı, eserinde "isın-i celal"in ne zaman ve nerede zikredildiğini belirtmiş, garip ve olağandışı davranışların engellenmesi ve bu ibadete uygun olmayanların zikir halkasından uzak durmaları konusunda tavsiyeler vermiştir.


Zikir ibadeti de sema gibi içsel vecit ile dışsal disiplinin birleştiği, Sufilerin ruhsal uygulamalarının zirvesindeki bir ibadetlerdendir. Kutsal Ad'ın gücü ve tekrarlanması, Sufilerin içsel değişiminin temelidir. Allah'ın Adı ve Allah'ın kendisi ile ne kadar çok meşgul olunursa, o kadar pak olunur ve kişi nefsinden uzaklaşır. Zikir sema sırasında da yapılır ve semazenler kendi etraflarında döndükleri sırada Kutsal ismi devamlı olarak zikretmelidirler.


Zikir ve sema birlikte, törensel dans sırasında Allah'ın adının durmaksızın tekrarlanması ile yapılırlar. Zikir, bu ritüel ve yapanın kendinden geçtiği dansı hazırlamakta ve dansa mistik bir atmosfer yaratarak eşlik etmektedir.



Kutsal bir şekilde, zikirle nefes alan ve hareket eden vücut, semayı mükemmel kılmakta ve kutsallık içinde kişinin vecit halinde yok olmasını sağlamaktadır. Mevlevi ruhaniyetinin ve semanın merkezinde Allah vardır. Sema sırasında semazene eşlik eden nefes, kalpten gelen zikir sesidir.



ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak