EMEVİLER DÖNEMİ (661-750)
YEZİD BİN MUAVİYE
Muaviye'nin vefatından sonra (680) yerine daha önceden veliaht olarak ilan ettiği oğlu Yezid geçti. Bu durum Suriye hariç İslam aleminin her tarafında hoşnutsuzlukla karşılandı. Bu hoşnutsuzluk özellikle Hz. Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr (r.a.) çevresinde ortaya çıkan bir muhalefet hareketine dönüştü.
Yezid'in halifeliği İslami açıdan tam bir yozlaşma dönemi olmuştur. Yönetim anlayışlarındaki baskıcı eğilimler Emevi ailesinin ahlaki yapısına da sirayet etmiş ve halife unvanlı Emevi kralları dini bakımdan pek çok sınırı zorlamaktan kaçınmamışlardır. Halife Yezid bu bakımdan bir zirveyi temsil etmektedir. Belazuri'nin kaydına göre, şarap içmeyi, şarkılarla eğlenmeyi, avcılık yapmayı, şarkıcı cariyeler ve köleler edinmeyi, maymun ve horozlarla eğlence tertip etmeyi ilk başlatan Yezid olmuştur. Hayatını fısk ve fücur içerisinde sürdürmekteyken bu tavır ve davranışları kardeşi Mesleme bin Muaviye tarafından bile eleştirilmiştir.
İdarecilerin sefahat ve dünyevi kaygılarla halkın mallarına göz dikmeleri, haksızlıkları, zorbalıkları, müslüman halktan bile cizye alacak kadar sapmaya uğramaları normal bir durum olarak kabul görmekteydi. Oysa Hz. Ömer döneminde adil bir vergilendirme düzeni kurulmuş, bazı durumlarda hıristiyanlardan bile vergi alınmamıştır. Ebu Yusuf, el-Harac adlı kitabında Hz. Ömer ile ilgili şöyle bir olay nakleder:
"Hz. Ömer bir evin önünden geçerken yaşlı, gözleri görmez, dilenen bir adamcağız görür. İhtiyarın koluna girerek:
-Sen hangi ehl-i kitaptansın?» diye sorar. Adam yahudi olduğunu söyleyince, Hz. Ömer:
-Peki, niçin böyle dileniyorsun?» diye üsteler. Bunun üzerine yaşlı adam:
-Benden cizye isteniyor. Yaşımı ve ihtiyaç içinde olduğumu görüyorsun.» şeklinde cevap verir. Hz. Ömer, adamı elinden tutarak kendi evine götürür ve bir şeyler verdikten sonra hazine görevlisine:
-Bu ve benzerlerine dikkat et!» der. «Vallahi eğer bunun gibilerden gençliğinde faydalanıp ihtiyarlayınca onları perişan edersek adaletli davranmış olmayız. Şüphesiz ki zekat fakir ve miskinlere verilir. Fakirler müslümanlardan olur. Bu gibiler ise miskinlerden, yani ehl-i kitaptandırlar.» diye ekler. Böylece hem o ihtiyardan, hem de benzerlerinden cizye kaldırılmış olur:'
Halife Yezid, şahsi malı gibi kullandığı devlet hazinesinden yüklü ulufeler ile toplumun ileri gelenlerinin çoğunu kendine bağlamış, yönetimine karşı gelenleri ise en acımasız yöntemlerle sindirmiştir.
KERBELA FACİASI (680)
Hz. Hüseyin Yezid'in halifeliğini kabul etmemiş, bu konudaki tehdit ve baskılara da boyun eğmemişti. Hz. Ali taraftarı kabul edilen Kufe halkından 150 kişi kendisine mektup yazarak bağlılıklarını bildirmiş, iktidara karşı harekete geçmesi halinde Emevi valisi Nu'man bin Bişr'i kentlerinden sürüp çıkaracaklarına dair kendisine söz vermişlerdi. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim bin Akil'i Kufe'ye yolladı. O sırada Yezid de beceriksiz bulduğu Kufe valisini görevden alarak onun yerine Basra valisi Ubeydullah bin Ziyad'ı atamıştı. Vali Ubeydullah Kufe'ye gelir gelmez Yezid adına biat almaya ve muhaliflere gözdağı vermeye başladı. Nitekim Kerbela faciasının biraz öncesinde, Hz. Hüseyin'in Kufe'ye gelmekte olduğunu haber vermekle görevli Kays bin Misher, aynı zamanda Ziyad bin Ebih'in de oğlu olan Kufe valisi Ubeydullah tarafından yakalatıldı. Ubeydullah bin Ziyad, Kays'ı huzurunda azarladıktan sonra onu:
"-Şu sarayın üzerine çık ve yalancı oğlu yalancı Hüseyin bin Ali'ye hakaret et!" diye tazyik etti. Sarayın üzerine çıkan Kays, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra halka:
-İşte bu, Allah'ın kullarının hayırlısı Hüseyin bin Ali, Rasulullah'ın kızı Fatıma'nın oğlu! Ben onun elçisiyim. Onun geleceğini size haber veriyorum. Ona tabi olun!" dedi. Sonra da Ubeydullah'a ve babasına lanet etti, Hz. Ali için de istiğfarda bulundu. Bunun üzerine Ubeydullah bin Ziyad onun oradan aşağı atılmasını emretmiş, Kays bin Mihser sarayın üzerinden aşağı atılarak öldürülmüştür.
Tarihçi Mesudi de babası Ziyad'ın Kufe'de insanları sarayının önünde toplayıp Hz. Ali'ye lanet etmeye zorladığını, itiraz edenleri ise kılıçla tehdit ettiğini belirtmektedir. Ayrıca muhalefeti kırmak için açıkça rüşvet dağıttığı da nakledilenler arasındadır.
Taberi, Kufe'den gelen Mücemma bin Abdullah el-Amirinin Hz. Hüseyine şehrin ileri gelen eşrafının çok rüşvet aldığı, kasalarını doldurdukları ve karşı tarafa geçtikleri yönünde bilgi verdiğini kaydetmektedir.
Hz. Hüseyin Mekkeden Kufe'ye doğru bu şartlar altında yola çıkmıştır. Hz. Hüseyin'i yolundan çevirmek için başta Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas Kufelilere güvenmemesi yönünde ona görüş bildirmişler, Kufe halkının dönekliğini hatırlattıkları halde onu yolundan döndürememişlerdir.
Hz. Hüseyin, çoluk-çocuğu, hısım ve akrabasıyla kafile halinde Kufe yolunu tuttu. Yolda ünlü şair Ferazdak'a rastladı. Ferazdak Hz. Hüseyine;
"Halkın yüreği seninledir ama kılıçları Ümeyyeoğullarıyla birliktedir. Kaza gökten iner ve Allah dilediği gibi yapar." dedi. Hz. Hüseyin acı kaderine doğru akarken biraz daha ilerleyince Kufe'ye gönderdiği elçisinin öldürüldüğünü ve kendisine bağlı olanların dağıldığını haber aldı. Bunun üzerine yanındakilerden isteyenlerin geri dönebileceklerini söyledi. Böylece sonradan katılan bir kısım taraftarı daha kendisinden ayrılmış oldu.
Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad, Yezidden aldığı talimatla Kerbelaya kadar yaklaşan Hz. Hüseyin'in üzerine Ömer bin Sad'ı görevlendirmek istedi. Ômer'in Hz. Hüseyin'in üzerine gitmek istememesi üzerine Genel Vali Ubeydullah:
"Dediğimi yapmazsan Rey valiliğine atanman emrini geri ver!" diyerek onu bu alçak ve şeni işe azmettirdi. Ömer bin Sa'd geceleyin derin düşüncelere daldı, vicdanının sesi ile dünyevi ikbal arasında bir süre tereddüt ettikten sonra tercihini ikincisinden yana yaptı. Oysa bütün yakınları, Hz. Hüseyin'in üzerine gitmesi ve bu yüzkarası işi gerçekleştirmesi halinde ahiretini tümden kaybedeceği yönünde kendisini uyarmışlardı.
Nihayet Ömer'in 5 bin kişilik ordusu Fırat Nehri kıyısında mevzilenerek Hz. Hüseyin'i bir avuç taraftarıyla sıkıştırdı. Hz. Hüseyin ve kafilesinin su almalarına bile müsaade edilmedi. Sırf bu amaçla; 500 atlı, su yollarını denetim altına almıştı. Çok geçmeden katliam başladı. Ehlibeytten oluşan kafile, başta Hz. Hüseyin olmak üzere çoluk-çocuk 72 kişiydi.
Gerek Hz. Hüseyin'in ve yanındakilerin Kerbelada susuz bırakılarak feci bir şekilde öldürülmeleri, gerekse Peygamber soyu hakkındaki akıl almaz söz ve davranışları bütün müslümanları Emevi iktidarına karşı derin bir nefrete sevk etmiştir. Bu menfur olayın ardından Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Baştan beri Emevi saltanatının merkezi olan Suriye hariç, Hicaz'da ve diğer İslam beldelerinde Emeviler aleyhine şiddetli rüzgarlar esmeye başladı. Kerbeladaki trajik olay İslam dünyasındaki ayrılıkları daha da keskinleştirmiş ve Şii-Sünni ayrımını iyice kökleştirmiştir. Yüreklerde derin yaralar oluşturan bu talihsiz cinayette Hz. Hüseyin'i 18 bin biatle (bağlılık bildirerek) Kufe'ye davet eden Iraklı ikiyüzlü topluluğun da önemli bir payı olmuştur. Nitekim Iraklı birinin ibn-i Ômer'e ihramlı birinin sinek öldürmesi hakkındaki düşüncesini sorduğunda Hz. Ömer'in oğlu ona:
"Şu Irak halkına bakın! Hz. Peygamber' in kızının oğlunu öldürdüler, bana sinek öldürmenin hükmünü soruyorlar. Halbuki Rasulullah: «Bu ikisi [Hasan ve Hüseyin] Benim dünyada iki reyhanımdır.» buyurmuştur" diyerek karşılık vermiştir. Hz. Hüseyin'in Emevi hanedanının baskıcı ve kibirli iktidarına karşı cesurca meydan okuması, onu tarih boyunca haksızlıklara, zulme karşı başkaldırının bir sembolü haline getirmiştir.
Hz. Hüseyin, dedesinin tebliğ ettiği risaletin gerektirdiği ahlaki sorumluluğu temel kalkış noktası yaparak zulme karşı gelmiş, güç hesabı yapmadan, sonucu ne olursa olsun hakkın üstün gelmesi konusunda canını ve cananını feda ederek sonraki nesillere mümtaz bir örneklik bırakmıştır. "Zalimlerle birlikte yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim:' diyerek bütün insanlığa nasıl dik durulacağını öğretmiş, mü'minlerin izzet ve şerefinin başarıdan daha önemli olduğunu bizzat hayatını vererek göstermiştir.
MEDİNE ve MEKKE'DE YEZİD'E MUHALEFETİN BASTIRILMASI
HARRE SAVAŞI
Kerbela Faciası başta Mekke ve Medine olmak üzere bütün İslam dünyasında Emevilere karşı itimat buhranı oluşturmuş ve bu yönetimin meşruiyetini tartışılır hale getirmişti.
Özellikle Peygamber kenti Medine'de Yezid'e ve onun şahsında Emevi yönetimine karşı giderek derin bir nefret dalgası oluştu. İçinde Medine'nin ileri gelenlerinin de bulunduğu geniş bir kitle, Yezid'e ve onun otoritesine karşı çıkarak ayaklandı. Ayaklanmanın büyümesi üzerine Yezid, Nu'man bin Beşir'i halkı ikna etmesi için Medine'ye gönderdi. Fakat Nu'man'ın çabaları sonuçsuz kaldı. Bu arada isyancılar Medine'de bulunan Emevileri Mervan'ın evinde kuşatma altına alarak isyanın siyasi boyutunu ileri bir noktaya taşıdılar. Bu gelişme üzerine Yezid, Müslim bin Ukbe'yi 12 bin kişilik bir orduyla Medine üzerine gönderdi. İtaat altına girmeyen Medine ileri gelenleri birer birer öldürüldüler. Halkın mal ve canına karşı acımasız ve hunharca bir tutum izlendi. Savunmasız birçok masum insan öldürüldü, şehir üç gün süreyle yağma edildi. Sonuçta halk, Yezide zorla biat etmeye davet edilerek itaat altına alındı. (683 Ağustos)
MEKKE KUŞATMASI
Yezid iktidarı, tarihe zorbalığın hakim olduğu karanlık bir dönem olarak geçti. Yezid iktidarının cinayetler zincirinin önemli bir halkası da Mekke'ye yapılan saldırı ve bu saldırıda Beytullah'ın mancınıklarla dövülmesi hadisesidir. Yezid, Emevi iktidarının zulümlerinden dolayı sarsılan devlet otoritesini tekrar sağlamak amacıyla Mekke'ye Husayn bin Numeyr'i göndermişti. Mekkeliler ise Yezide karşı Abdullah bin Zübeyr'in etrafında kenetlenmişlerdi. Müslümanların en kutsi mekanı olan Kabe bu saldırıda büyük tahribata uğradı. Ancak Yezid'in ölüm haberinin Mekke'ye ulaşması üzerine bu vahşi saldırı da sona erdi. Nitekim Husayn bin Numeyr kuşatmayı kaldırarak ordusuyla birlikte Şam'a geri döndü. Bazı kaynaklarda kuşatmayı gerçekleştiren komutanın Abdullah bin Zübeyr ile uzlaşma yolu aradığı, hatta onu Şam'a çağırarak kendisine halifelik teklif ettiği, Zübeyr'in ise bu teklifi reddettiği rivayet edilmektedir.
Şüphesiz, başta Kerbela Faciası olmak üzere Medine ve Mekkede meydana gelen bu olaylar da Emevilere karşı nefretin giderek artmasına hatta halk tarafından lanetlenmesine yol açmıştı.
YEZİD'İN ÖLÜMÜ
680-683 yılları arasında akıl almaz cinayetlerin yaşandığı bir dönemde halifelik yapan Yezid, Şam'da ani bir şekilde öldü. Yezid; zulüm, haksızlık ve Peygamber hatırasına saygısızlık konularında İslam tarihine kara bir leke olarak geçti. Ancak yönetiminin tüm ehliyetsizliğine, müslüman ileri gelenleri cebir ve tehditle sindirmesine, acımasızca gerçekleştirdiği siyasi katliamlarına rağmen henüz bu büyük fitnenin ulaşmadığı sınırlarda İslamiyet'in yayılışı tüm ihtişam ve sürati ile devam etmekteydi.
Nitekim bu dönemde Kuzey Afrika'da fetihler devam etmiş, Ukbe bin Nafi adlı komutan İslam devletinin faaliyet alanını Atlas Okyanusu'nun sahillerine kadar genişletmeyi başarmıştır. Ukbe'nin okyanus sahilinde dile getirdiği;
"Allah'ım, eğer şu deniz önüme çıkmasaydı Sen'in rızan için devam eder, geri dönmezdim!" sözleri, müslümanların fütuhatta ne kadar kararlı olduğunu gösteren bir belge olarak tarih kitaplarına geçmiştir.
SİYASİ İSTİKRARIN YENİDEN TESİSİ ve ABDÜLMELİK BİN MERVAN DÖNEMİ
Welhausen'in de ifade ettiği gibi, Yezid'in ölümüyle beraber Emevi iktidarı tüm İslam coğrafyasında çökme eğilimine girmiştir. Kendisinden sonra oğlu Il. Muaviye halife olduysa da, onun hilafeti ancak üç ay sürmüştür. Kaynaklar Il. Muaviye'nin babasından farklı olarak oldukça dürüst bir kişiliğe sahip olduğunda birleşmektedir. Ancak babasının dönemindeki eşi-menendi olmayan cinayet ve haksızlıklar, o iş başına geldiğinde hala İslam toplumunun hafızasında tazeliğini korumaya devam etmekteydi.
Hz. Hüseyin'in şehadetinin ardından Emevilere olan muhalefet Mekke ve Hicaz bölgesinde büyük itibarı olan Abdullah bin Zübeyr'in etrafında toparlanmıştı. Abdullah, Yezid'in ölümünden sonra halifeliğini ilan etmiş ve halktan açıktan açığa biat almaya başlamıştı. Hicaz bölgesi ona itaat ettiği gibi, Mısır ve Yemen de bağlılıklarını bildirmişti. Emevilerin karargahı olarak bilinen Suriye'deki bazı kabileler bile tavırlarını Abdullah bin Zübeyr'den yana koymuşlardı. Emeviler otoritelerini Irak ve Horasan'da da kaybetmişlerdi. Tam bir siyasi kriz yaşanmaktaydı.
Yaklaşık altı ay süren bu karmaşa ve karışıklıklardan sonra halifelik görevi Mervan bin Hakeme verildi. Onun yönetime gelmesiyle beraber kriz ortamından çıkıldı, düzen ve istikrar yeniden sağlandı. Mervan'ın hilafetiyle beraber iktidar, hanedanın içinde el değiştirmiş ve Emevilerin Mervaniler kolu iş başına gelmiş oldu.
Mervan, öncelikle Suriye'deki karışıklıkları ortadan kaldırdı. Peşinden, Haccac ve babası sayesinde Mısır'ı Emeviler adına yeniden itaat altına almayı başardı. Medine ve Irak üzerine ordular gönderdi. Ancak Medine'ye gönderilen Emevi ordusu Abdullah bin Zübeyr'in kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. Irak üzerine gönderilen birlikler ise Mervan'ın ölüm haberi üzerine daha yolda iken geri döndüler. Mervan'ın 685 yılında ölmesi üzerine, oğlu ve Emevilerin en güçlü hükümdarı olan Abdülmelik'in iktidar dönemi başladı. Abdülmelik ilk iş olarak Ubeydullah bin Ziyad komutasında bir ordu hazırlayarak Irak üzerine gönderdi. Bu ordu yolda Hz. Hüseyin'in Kerbelada şehid olmasından kendilerini sorumlu tutan ve bu sebeple Emevilerden intikam almak üzere yola çıkmış olan “Tevvabun” adlı toplulukla karşılaştı. Şam ordusu, kendilerine direnen fakat ciddi bir askeri hazırlıkları olmayan bu müttaki insanları hunharca kılıçtan geçirdi.
Emevilere yönelen nefret seli bu defa Muhtar Ebu Ubeyd es-Sakafı ile Kufe'de ortaya çıktı. Ehlibeyt sevgisini istismar ederek Şiilerin desteğini alan bu hareket, kısa sürede Kufe'yi ele geçirdi. Bu gelişme, Irak'ta etkili olmaya çalışan diğer muhalif Abdullah bin Zübeyr'in de harekete geçmesine yol açtı. Nitekim Abdullah Irak'ta gittikçe güçlenen Muhtar tehlikesini bertaraf etmek üzere Kardeşi Mus'ab'ı Basra valiliğine atadı. Mus'ab, ordusuyla Küfe üzerine yürüyerek Muhtar'a bağlı kuvvetleri dağıtmayı başardı. Muhtar'ı da yakalayarak idam ettirdi. Bu gelişmeleri Şam'da büyük bir memnuniyetle izleyen Abdülmelik, rakiplerinin yıpranarak güç kaybetmesini kolluyor, saldırı için de uygun bir zamanı bekliyordu. Nitekim bir süre sonra «Harici» saldırılarıyla güç kaybeden Mus'ab'ın üzerine yürüdü. Onu mağlup ederek Küfe ve Basra'ya girdi. Ardından bu bölgelerde Emevi hakimiyetini yeniden tesis etti. Ancak Hariciler potansiyel bir güç olarak varlık ve faaliyetlerini daha uzun bir müddet korumaya devam ettiler.
HACCAC BİN YUSUF'UN VALİLİĞE GETİRİLMESİ
Emevilere sadakatinden dolayı kendisine «Küleyb (Köpek Yavrusu)» lakabı verilen, uygulamalarındaki acımasız tavırlarından dolayı da «Zalim» sıfatıyla anılan Haccac, devlet hizmetine Mervan döneminde girmişti. Ancak yıldızı Halife Abdülmelik döneminde parlamış ve devletin siyasi istikrarının sağlanmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir. Hicaz'daki Abdullah bin Zübeyr hakimiyetini yıkmakta gösterdiği şiddet, kendisine İslam tarihinde çok kötü bir ün kazandırmıştır. Pervasız bir saldırganlıkla Mekke'yi kuşatma altına almış, hac mevsiminde Kabe'yi mancınıklarla taşa tutturmuş, Abdullah'ın kahramanca direncini kırarak onu şehid etmiştir. Bununla da kalmamış, başını kestirerek Mekkelilere gözdağı vermek amacıyla halka teşhir etmiştir.
Abdullah bin Zübeyr'in saf dışı bırakılıp Mekke ve Medine'nin itaat altına alınmasıyla hakimiyet mücadelesi Emevilerin galibiyetiyle sonuçlanmış oldu. Haccac bu kritik başarısının ardından Hicaz dışında Irak valiliği ile de görevlendirildi. Onun bir türlü tam itaat altına alınamayan bu bölgede nasıl bir yönetim tarzı uygulayacağı, Kufe camiinde yaptığı şu tarihi hutbesiyle ortaya çıktı:
"Benim durumumu, şöhretimi hepiniz bilirsiniz. Ben; dünyanın sıcağını, soğuğunu görmüş bir kişiyim. Ben; kötülüğü sahibine yüklerim, kişileri yaptıklarına göre sorguya çeker, kat kat cezalandırırım. Karşımda; kesim ve devşirme zamanı gelmiş olgun başlar görüyorum, kanlara bulanacak sarık ve sakallara bakıyorum.
Ey Irak halkı! Siz, elde ettiğiniz nimetlerin değerini bilmeyip nankörlük ettiniz. Halife oklarını yaydı, birer birer yokladı, en sağlamı, en güçlüsü olarak beni buldu, buraya vali yaptı, sizin boğazınıza attı. Çünkü bozguncu, bölücü, nifak ve şikak ehlisiniz. Çoktandır azdınız, azgınlığı adet ettiniz. Sözüme inanın, doğru yolda yürüyün! Size aşağılanma tadını tattırırım, derinizi yüzerim, sizi odun gibi keserim, ben dediğimi yaparım! Ben, cemiyet ve toplu davranışlar istemem! Herkes, kendi işiyle-gücüyle uğraşsın! Çirkeflikten, dedikodudan vazgeçin, doğru yoldan ayrılırsanız vallahi boynunuzu vururum, karılarınızı dul, çocuklarınızı öksüz bırakırım! Mühelleb'in yanından kaçıp geldiğinizi öğrendim, üç güne dek onun yanına dönmeyenlerin boyunlarını vuracağım, evlerini yağma edeceğim:
Kufe halkını bu şekilde tehdit ettikten sonra Basra'ya gitti. Orada da böyle bir nutuk attı. Basra'da ve Kufe'de küçük bahanelerle buraların ileri gelenlerini öldürterek halka gözdağı verdi. Hariciler üzerine üst üste kuvvetler göndererek onları askeri baskı altına aldırdı, yakaladıklarını tereddüt etmeden öldürdü. Ancak Hariciler inanılmaz bir direniş gösterdiler. Haccac amansız bir takiple Irak dışına kaçarak oralarda hakimiyet oluşturmaya çalışan grupları Midyat, Nusaybin, Rey gibi şehirlerde veya bulduğu her yerde tenkil etmekten geri durmadı. Haccac'ın bu zulmü, Emevi iktidarını gayrimeşru görerek iktidarın ehlibeyte iadesini isteyen ulemaya da ulaştı.
Nitekim Basra'nın en önemli ilim adamlarından İmam Şahi bin Şurahbil, yoğun baskı ve işkencelerden sonra inzivaya çekilmek şartıyla canını zor kurtarabildi. Tabiin döneminin ünlü fakihlerinden Said bin Cübeyr ise Haccac'ın zulmünden korunmak amacıyla Mekkede derviş hayatını seçtiği halde yine de yakalanarak idam edilmekten kurtulamadı.
Abdülmelik döneminin en önemli gelişmelerinden biri de büyük çaplı fetihlerin yeniden başlatılmasıdır. Bu amaçla Kuzey Afrika, Anadolu ve Hindistan istikametinde yeni fetih hareketlerine girişildi. İslam orduları batıda Atlas Okyanusu'na kadar olan bölgelerdeki üstünlüğünü pekiştirerek tam bir hakimiyete dönüştürdü. Öte yandan Anadolu içlerine yönelen fetih ve gaza hareketleri aynı dönemde tüm hız ve ihtişamıyla devam ettirildi. Ayrıca Ermenistan'ın İslam hakimiyetine alınması da bu dönemde gerçekleştirildi.
Abdülmelik, Arapçayı resmi dil olarak kabul etti. Oysa devletin kayıtları Suriye'de Rumca, İran'da ise Farsça tutulmaktaydı. Halife Abdülmelik, bu teşebbüsüyle devlete Arap karakteri kazandırmış oldu.
Abdülmelik dönemini önemli kılan bir diğer gelişme de gerçekleştirdiği para reformudur. İlk İslam sikkesi bastırılarak İslam dünyasının para konusunda Bizans'a bağlı olmaktan kurtarılması sağlandı.
İTİDALE DOĞRU...
VELİD BİN ABDÜLMELİK DÖNEMİ
Abdülmelik'in vefatının ardından hilafet makamına oğlu Velid geçmiştir. Velid bin Abdülmelik'in dönemi, Emevi ve İslam tarihinin fetihler açısından en parlak dönemlerinden biri olmuştur. Bu dönemde Emeviler kaybolan itibarlarını dine ve dindarlara saygı göstererek tekrar kazanma politikası izlemişlerdir. Bu doğrultuda olmak üzere, başta Şam'daki ihtişamlı Emevi Camii olmak üzere ilk büyük camiler bu dönemde inşa edilmiştir.
Doğuda yavaşlayan fetihler Velid döneminde Kuteybe bin Müslim eliyle yeni bir ivme kazanmıştır. Velid'in bu fetihlerdeki payı çok büyük olmuştur. Henüz İslamiyet'ten habersiz ve siyasi birlikten mahrum olarak yaşayan Türk boylarını itaat altına almayı başarmış, Semerkant, Buhara, Şaş, Hocend ve Fergana'yı Emevi hakimiyetine sokarak Maveraünnehir'in gerçek fatihi olmuştur. Kuteybe'nin bu fetihlerde uyguladığı siyasi ve askeri tarz büyük eleştirilere uğramış, en büyük destekçisi Haccac bin Yusuf gibi acımasız ve gaddar bulunmuştur. Bazı tarihçiler bu zorba komutanın döneminde Türk-Arap münasebetlerinin gerginliğine işaret ederek Türklerin zorla müslümanlaştırıldığı iddiasını ileri sürmüşlerdir. Oysa Kuteybe'nin İslamlaştırma gibi dini bir hedefinin olmadığı bilinmektedir. Onu bölgeye komutan olarak atayıp her açıdan destekleyen Haccac'ın Kabe'yi mancınıkla tahrip edecek kadar fütursuz hareket eden bir anlayışa sahip olduğu, Mekke ve Medine'nin ileri gelen müslümanlarını acımasızca öldürdüğü bilinmektedir. Bu anlayışa sahip siyasi kadronun faal bir üyesi olan Kuteybe'nin de Maveraünnehirde Türklerin İslamiyet'e geçmelerini zorlayıcı bir siyasi hedefi benimsemiş olması mümkün görünmemektedir. Nitekim Türklerin müslümanlaşma süreci daha sonraki dönemlere rastlamaktadır. Halife Hişam döneminde (724-743) tebliğ ve davet için Ebu Seyda isminde bir zat Maveraünnehire gönderilmiş, bu zatın çalışmaları sonucu birçok kişi İslamiyet'i kabul etmiştir. Zaten Haccac'ın 714'teki ölümünden sonra onun tarzını Maveraünnehir ve Toharistan'da uygulamaya sokan Kuteybe de görevinde daha fazla kalamamış ve öldürülmüştür. Talas Savaşı'ndan sonra Arap-Türk yakınlaşmasında yeni bir döneme girilmiş, bu dönemde Türkler gönüllü olarak İslamiyet'e girmeye başlamışlardır.
Velid dönemindeki önemli gelişmelerden biri de İslamiyet'in müslüman tüccarlar eliyle Hindistanda yayılmaya başlamış olmasıdır.
İSPANYA'NIN FETHİ (711)
Dünya askerlik tarihinin en parlak zaferlerinden biri de İspanyanın 711 yılında müslümanlar tarafından fethedilmesidir. İspanya fatihi Tarık bin Ziyad, Emeviler'in Afrika kuvvetleri komutanı Musa bin Nusayr'ın alt komutanlarından biridir. Musa bin Nusayr, Kuzey Batı Afrika'daki bütün toprakları fethettikten sonra Tarık bin Ziyad'ı keşif için İspanyaya gönderdi. Tarık, İspanya topraklarına ayak bastıktan sonra askerlerini büyük fethe şu sözlerle hazırlamıştı:
"Ey yeryüzünün, mağribin yiğitleri! Ey müslüman yiğitler! Nereye giderseniz ve gaflete kapılarak hangi yere kaçmak isterseniz, önünüz düşman, arkanız derya-denizdir. Yapmanız gereken, Allah'ın va'dettiği yardım umuduyla, sağlam karakterinize dayanarak ayaklarınızı bu cenk meydanında sabit tutmanızdır. Ve ey süvariler! Benim hareketimi taklit eyleyiniz!"
Bu meşhur hitabesinden sonra atını düşmana doğru sürmüş, sağ ve soluna rast gelenleri cehenneme göndererek düşmanın sancağının olduğu yere kadar gitmiştir.
Vizigot Kralı Rodrik ile yaptığı Kadiks Savaşı'nı kazanan Tarık, Vizigot başkentine yönelerek Toledo'yu (Tuleytula) ele geçirmiş, Vizigotlar'ın hakimiyetine son vermiştir.
Musa bin Nusayr ve Tarık bin Ziyad Pirene Dağları'na kadar bütün İber Yarımadası'nı fethettiler. Bu muazzam İslam ilerleyişi ancak Fransa önlerindeki Puvatya Savaşı'yla durdurulabildi. 732 yılında gerçekleşen Puvatya mağlubiyetiyle birlikte Pirene Dağları her iki toplum ve medeniyet arasında tabii sınır oldu. Fetihten sonra müslümanlar İspanya'ya «Endülüs» ismini verdiler. Yaklaşık 800 yıl süren İslam hakimiyeti döneminde müslümanlar başta İspanya olmak üzere batı Avrupa'da kalıcı kültür izleri bıraktılar.
BEŞİNCİ HALİFE ÖMER BİN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (717-720)
Velid'in ölümünden sonra hilafete oğlu Süleyman bin Melik (715-717) getirildi. Eğlenceye ve zevk u safaya yatkınlığı ile bilinen bu emir döneminde İstanbul birkaç kez müslüman kuvvetlerce kuşatıldı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu kuşatmalar Arapların İstanbul'u fethetme konusundaki son teşebbüsleri oldu. Kendi yetersizliğinin farkında olan Süleyman, Şam'da oturan bir alimin tesiri ile halifeliği dindar ve dosdoğru bir kişi olan amcasının oğlu Ömer bin Ahdülazize bıraktı.
Raşid Halifeler'in beşincisi kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, damarlarında zevk ve gıda değil, iman ve takva kanı dolaşan bir kişi olarak tanınır. Öldüğünde terekesinden sadece on dört dinar çıkan Ömer bin Abdülaziz, takva ile akl-ı selimi kaynaştıran kişiliğiyle adeta Emeviler döneminin halka dönük biricik yüzü olmuştur. Uygulamalarıyla daima anne tarafından akrabası olan Hz. Ömer döneminin adaletli devlet yönetimini hatırlatmıştır. Daha valiliği sırasında ortaya koyduğu takvaya dayalı yönetim anlayışını iki buçuk yıl devam eden halifeliğinde de sürdürmüştür. Keyfi ve zalim uygulamalarda bulunan diğer valilerin aksine, Medine valiliği sırasında on kişiden oluşan bir danışma meclisi kurmuş ve önemli kararları ancak bu danışma meclisinde görüşüp karara bağladıktan sonra uygulamaya koymuştur.
Baştan itibaren Emevi yönetimi fethedilen topraklardaki halka ikinci sınıf insan muamelesi yapmış, hatta müslüman olmalarına rağmen onlardan da haraç alma yönüne gitmiştir. İslam ilkelerine aykırı olan bu uygulama ancak Ömer bin Abdülaziz'in girişimiyle sona erdirilmiştir. O, hangi ırktan olursa olsun, bütün müslümanların eşit hukuka sahip oldukları ilkesinden hareket ederek Arap olmayan müslümanlardan haraç alınamayacağını karara bağlamıştır.
Ömer bin Abdülaziz, müslüman ve gayrimüslim vatandaşların haklarına çok dikkat ederek hakkı ve adaleti yeniden üstün ilkeler haline getirdi. Ehlibeyte dil uzatanların iğrenç hakaret ve sözlerine mani oldu. Bilhassa camilerde Hz. Ali'ye yapılan ta'n ve sövgü şeklindeki din ve ahlakla bağdaşmayan hutbe uygulamasını kaldırarak bütün toplum kesimlerinin sevgi ve güvenini kazandı. Kendinden önceki Emevi halifelerinin aksine, idari görevlere mutedil ve dindar kimseleri tayin etmeye özen gösterdi.
Ömer bin Abdülaziz, dini ve siyasi tarzını oturttuğu temel ilkelerini şu sözleriyle açıklamıştır:
"Ey insanlar! Peygamberinizden başka bir peygamber gelmeyecek, O'na indirilen kitaptan başka bir kitap da indirilmeyecektir. Allah'ın Peygamberi'nin diliyle helal kıldığı şey kıyamete kadar helaldir; Peygamber'in diliyle haram kıldığı şey de kıyamete kadar haramdır. Allah'ın Rasulü'nün ve O'nun halifelerinin yaptıklarını örnek almak, onların kitabına sarılmaktır; dinini güçlendirmek demektir. Hiç kimse onların yaptıklarını değiştiremez, başkalaştıramaz. Onları örnek alan doğruyu bulur, onlara yönelen muzaffer olur; onları terk edip de mü'minlerin gittiği yoldan ayrı bir yöne sapanları Allah bir başka yöne yönlendirir ki ne kötü sondur:
Ömer bin Abdülaziz İslamiyet'i barışçı yöntemlerle yaymaya önem vermiş, en büyük ideal olarak insanların topluca İslam'a dönüşünü sağlamayı benimsemişti. Nitekim onun devri bu alanda en başarılı dönemlerden biri oldu. Bu dönemde insanların hayat tarzı ve kalitesi belirgin şekilde yükseldi. Mesela; Kufe'deki valisi Zeyd bin Abdurrahman'a gönderdiği bir emirnamede: "Ordunun ihtiyaçlarını verdikten sonra bir miktar paranın arttığını bildiriyorsun. Onunla borçlu olanların borçlarını haksızlık yapmadan öde veya parası olmadığı için evlenemeyenleri evlendir demiştir.
Mısırdaki kilise arazileri onun döneminde belli vergilerden muaf tutulmuştur. Hz. Ömer'in yaptığı gibi, Ömer bin Abdülaziz de Emeviler'in büyük mülk sahibi olmalarını yasaklamış ve haksız mallarını beytülmale iade ettirmiştir.
Sade ve tertemiz bir hayatı şiar edinen Halife II. Ömer, pek çok kaynakta yer alan rivayetlere göre kırk yaşında iken menfaatleri zedelenenlerce zehirlenerek şehid edilmiştir.
EMEViLER HANEDANI'NIN ÇÖKÜŞÜ
II. Ömer'den sonra halifelik makamına gelenler, bu büyük ıslahatçı halifenin tüm adil uygulamalarından vazgeçerek kısa sürede eskiye döndüler. Müslim-gayrimüslim tüm halk yeniden baskı altına alındı. Başta halifeler olmak üzere yöneticiler yeniden zevk u safaya daldılar. Yazlık ve kışlık saraylarda şarkıcı kadınlarla eğlenceler tertip edilmeye, şairlerle aşk ve şarap üzerine işret geceleri düzenlenmeye başlandı.
Özensiz bir yönetim, sorumsuz bir iktidar anlayışını şiar edinen Emeviler artık hızla yıkılışa doğru sürükleniyordu. Başta Irak olmak üzere doğu vilayetleri isyanlarla çalkalanmaya başlamıştı. Referanslarını Hz. Ali'den ve ehlibeytten alan isyanlar giderek yayılma eğilimine girmiş, son güçlü hükümdar Hişam döneminde isyan dalgasına Kuzey Afrika'daki Berberiler de katılmıştı.
Emevi ailesi içerisindeki bitmeyen iktidar mücadeleleri merkezin gücünü zayıflatırken, Hz. Ali ve evlatlarının uğradığı mağduriyetleri kendi muhalefetlerinin meşruiyetine ustaca alet etmeyi başaran Abbasilerin organize muhalefeti gittikçe güçleniyordu. Horasanda Ebu Müslim Abbasilerin komutanı sıfatıyla muhalefetin isyan lideri olarak doğudan batıya doğru emin adımlarla yürümeye devam ediyordu. Son Emevi halifesi Mervan bin Muhammed, Horasan isyanı'nın önüne geçmek için giriştiği savaşı kaybederek Harran ve Şam üzerinden Mısır'a kaçmayı denedi. Ancak Busir kentindeki son direnişi de kırılarak öldürüldü. Böylece Suriye ve Şam'da Abbasilere direnecek hiçbir güç kalmamış oldu.
Emevi iktidarının 750 yılındaki trajik akıbeti; kısa süreli Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç, genelde ehliyetsiz ve zalim bir yönetim anlayışına sahip olmalarının neticesiydi. Baskı, korku ve şiddete açık bu yönetim anlayışı, aliminden sıradan insanına kadar herkesi etkilemiştir.
Hz. Peygamber'in ev halkına inanılmaz ve anlaşılmaz düşmanlıkları, Haricilerin muhalefetinin kırılamayışı, Emevi ailesi içindeki iktidar çekişmeleri, Arap olmayan müslümanlara karşı kötü ve yer yer ırkçılığa varan tutumlar, fetihlerin durması, Emevi Devleti'nin yıkılışındaki başlıca amillerdir.
ENDÜLÜS EMEVİLERİ
756 yılına kadar Şam ve Bağdat merkezli büyük İslam Devleti'ne bağlı olarak yönetilen Endülüs, Emevi ailesine mensup 1. Abdurrahman tarafından ana devletten ayrılarak yeni bir devlete dönüştürüldü.
Avrupada kurulan bu ilk İslam devleti, tarihe «Endülüs Emevi Devleti» olarak geçti.
Kuzeyde Frenklerle ve küçük hıristiyan devletleriyle mücadele eden Endülüs Emevi Devleti'nin en parlak dönemi Ill. Abdurrahman dönemidir. Bu dönemde ülkenin her yanında medreseler açıldı. Bu medreselerde müslüman öğrenciler yanında, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen öğrenciler de eğitim görüyordu.
Böylece Avrupalılar hem İslam kültürünü hem de eski Yunan ve Helenistik medeniyet eserlerini tanıma fırsatı bularak Rönesans yolunda köklü bir etkileşim içine girmişlerdir.
Müslümanlar İspanyayı fethettiklerinde yerli halk tam bir cehalet içerisindeydi. İslam kaynaklarında bu konu ile ilgili enteresan bilgiler kayıtlıdır. Mesela müslümanların fetih yıllarında hıristiyan İspanyalılardan ilk tanıdıkları düşman olan Galicia halkı için, şöyle denilmektedir:
"Onlar zalim ve kötü ahlaklıdır, temizlenmezler ve yılda ancak bir-iki kez soğuk suyla yıkanırlar. Üzerlerinde parçalanıncaya kadar elbiselerini yıkamazlar, vücutlarındaki terden oluşan kir tabakasının, bedenlerine yarayışlı olduğuna inanırlar. Giydikleri elbiseleri çok dardır ve yırtmaçlarından vücutlarının ekserisi görünür. Güçlüdürler ve çarpışma anında kaçmazlar:
Müslümanlar Endülüs'te çok büyük şehirler kurdular. Yalnız Kurtuba şehri iki yüz bin hane idi. Kurtuba'da 600 cami, 500 hastane, 800 medrese, 9 hamam bulunuyordu.
Pirinç, şeker kamışı ve pamuğu Avrupaya Endülüs yoluyla müslümanlar soktular. Buharlaşarak azalmasını önlemek için suyu yeraltından kanallarla nakletmeyi, kağıt imalini, palamut ve hurma ağaçlarından katran elde etmeyi Avrupaya öğreten yine Endülüslülerdir.
Müslüman Endülüs'ün etkisi bunlarla da sınırlı değildir. Özellikle mimaride Avrupayı köklü bir şekilde etkilediler.
El-Hamra sarayını, Medinetü'z-Zehra adlı meşhur şehri, milyonlarca eserle dolu Kurtuba kütüphanelerini oluşturarak dünya kültürüne katkı sağladılar.
1031 yılında iç çekişmeler, zevk ve sefahate dalma yüzünden zayıflayan Endülüs Emevi Devleti dağıldı. Birbirleriyle mücadele eden 14 beylik ortaya çıktı. Bu durumdan yararlanan Kastilya Krallığı Endülüse saldırılarını artırdı.
Endülüslüler çok sayıda şehir ve kasabayı hıristiyan devletlere kaptırdıktan sonra Kuzey Afrika'dan yardım istemek zorunda kaldılar. Murabıtlar Endülüse geçerek Kastilya Krallığı'nı yenilgiye uğrattı. Yusuf bin Taşfin, Endülüs'teki beylikleri Murabıt Devleti'ne bağlayarak hıristiyan krallıklarla mücadele etti.
1147'de Murabıt yönetiminin Endülüs'te çözülmesi üzerine yeni bir güç olarak kuzey Afrikadan doğan Muvahhidler 1212'ye kadar Endülüs müslümanlarını himaye altına aldılar.
Bu dönemde papa liderliğinde müslümanları İspanyadan atma mücadelesi hız kazandı.
Aragon kralı IV. Ramon Berenguer ve papalık arasında yapılan bir anlaşmayla; «Tapınak Şövalyeleri» diye bilinen ve amacı müslümanları yok etmek olan bir hıristiyan tarikatı (Templier, Aziz Yakup Cemaati) desteklenmeye başlandı. Bu tarikata muayyen bazı vergileri toplama yetkisi verildi ve kendilerine bazı kaleler tahsis edildi.
Kurtubanın 1236 da kaybedilmesi üzerine müslümanların İspanyadaki varlıkları ülkenin güneyindeki dar bir alana sıkışmış oldu.
Artık güneydeki İslam hakimiyeti ancak kuzeydeki hıristiyan devletlere çeşitli tavizler vererek varlığını devam ettirebiliyordu.
Beni Ahmer Devleti ( 1232-1492) siyasi bir güç olmaktan çok, kültür ve medeniyet alanında büyük bir ilerleme gösterdi.
Kastilya kraliçesi İsabella ve Aragonya kralı Ferdinand evlenerek beraberce İspanya birliğini sağlamaya yöneldiler. Beni Ahmer Devleti'ni ağır askeri baskı altına alarak Gırnatayı teslim olmaya zorladılar. Nihayet 1492 de son İslam şehri de düştü.
Böylece İspanyadaki 781 yıllık İslam hakimiyeti sona ermiş oldu. Barbar İspanyollar, İslam kültür ve medeniyetinin en gözde eserlerini harabeye çevirdiler. Büyük katliamlar yaptılar. Camileri ve sanat eserlerini yakıp yıktılar.
İspanya'da kalan müslümanlar engizisyon ve sürgün cezaları yanında ayırt edici kıyafetler giymek, belirli semtlerde yaşama mecburiyeti ve ağır vergiler ödemek gibi insanlık dışı uygulamalarla sindirildiler.
Bu süreçte, dünyada bir ilk olarak müslümanlara başörtüsü yasağı getirildi. Bir ara bu yasak 30 yıllık bir süreyle ertelendiyse de baskıların artması üzerine tekrar yürürlüğe kondu.
Ayrıca zorla hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verildi. Nihayet 1609 tarihinde son müslümanlar da İspanyadan sürgün edildi. Böylelikle dünya tarihinde müslümanlara ait altın bir sayfa kapanmış oldu.
İslamiyet'in Avrupa ile ilk teması İspanyanın fethiyle olmuştur. Bu fetihten itibaren İslam, yüzyıllar boyunca Bizans'a ve Latin batıya hem gözdağı, hem de ticaret ve medeniyet alanında bir ufuk kaynağı olmuştur.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder