29 Ocak 2022 Cumartesi

Paraşütle ilk nasıl atlanıldı, kim atladı?

  


Aslında en çok merak edilen paraşütün icadından çok, onunla havadan ilk kimin atladığıdır. Kim böyle bir şeyi ilk defa denemeye cesaret etmiştir? Sanıldığının aksine paraşüt uçaktan sonra değil, yaklaşık bir yüzyıldan fazla bir zaman önce, balonla hemen hemen aynı tarihlerde ama çok ayrı çalışmalarla icat edilmiştir.

Paraşüt fikri eski Çin'e kadar gider. Günümüzde ki paraşüte benzer bir şeyler geliştirilmiş ama oyuncak olmaktan öteye geçememiştir. Leonardo da Vinci'nin de bu konudaki çalışmaları biliniyor. Bu fikri hayata ilk geçiren kişi ise Fransa'da 1783 yılında Louis-Sabestian Lenomand olmuştur.

Lenomand 4,5 metre yükseklikteki bir ağaçtan, omuzlarına birer adet bir çeşit şemsiye bağlayarak ilk deneyimini yapmıştır. Ancak o, buluşunu o seviyedeki bir yükseklikten, yangın çıkan bir binadan atlayarak kaçmak için düşünmüştü.

Ciddi anlamda ilk atlamanın şerefi ise Fransız Andre-Jack-ques Garnerin'e aittir. 1769 Paris doğumlu Garnerin Fransız ordusunda 1793 yılında müfettiş olmuş. İngiltere'de iki yıl hapis yatmış ve dönüşünde 1797 yılında ilk atlayışını bin metreden bir balondan yapmıştır. Bu ilk paraşüt şemsiye şeklindeydi, çapı yedi metreydi ve ketenden yapılmıştı. Garnerin daha sonra birçok gösteri atlayışı yapmış, hatta bir keresinde 1802 yılında İngiltere'de 2 bin 400 metreden atlamıştır.

Önceleri ketenden yapılan paraşütler, sonraları ipekten yapılmaya başlanıldı. Uçaktan ilk atlayışı gerçekleştiren ise 1912 yılında, ABD Kara Kuvvetleri'nden Yüzbaşı Albert Berry oldu.

Birinci Dünya Savaşı başlarında uçaktan paraşütle atlamanın pratik olmadığı görüşü hakim olduğundan, sadece gözetleme balonlarında görevli olanların, uçak saldırılarından kaçışlarında çok yaygın olarak kullanılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru paraşütün uçak pilotlarının da can dostu olduğu anlaşılmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda ise uçak ebatlarının büyümesi ve teknolojilerinin gelişmesi ile insanların ve birliklerin yere indirilmeleri dışında silahları indirmek, mahsur kalan birliklere ikmal malzemesi göndermek, ajanları indirmek gibi birçok alanda kullanılmışlardır.


Hattuşaş Antik Kenti

 


28 Ocak 2022 Cuma

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE ANNE

 




Anne, insanın hayatının başlangıcı olduğu için pek çok kültürde, mitolojide çeşitli anlamlar, kutsallaştırmalar kazanmıştır. Türk Mitolojisi'nde de anne işlevi üstlenen çeşitli unsurlara rastlamaktayız. Ama bunlara geçmeden önce ilkel sürü topluluğundan avcı toplayıcı topluma geçildiğinde, kadının bitki, meyve toplayıcılığı yapması ve ilkel tarımı başlatmasıyla kutsallaştırıldığını da belirtmemiz gerekir. Türk Mitolojisi'nde ağaçtan türemenin sebebi de bu geçim tarzıyla bağlantılıdır. Şamanlık yapanların kadın oluşu, Şaman erkeklerin kadınlıkla ilgili unsurları üzerinde taşımaları, toplumun kutsalla bütünleşmelerini sağlamak içindir. Bu kutsallık da yine kadının doğurganlığıyla ve bitki toplayıcılığından kaynaklanan geçim tarzına bağlı yüceltmeyle ilgilidir. Erkek egemen yapının kökleştiği topluluklarda Şaman kadınlar büyük ayinlere katılamamaktadır. Ayrıca dışarıdan alınan gelinin kabilenin büyük törenlerine katılamamasının kabile tanrısına yabancı olmasından kaynaklandığı belirtilir. Kazak ve Kırgızlarda dış evlilikle eve alınan kadın evin, çadırın ateş yakılan yerinden yukarı geçemez. Bu da evdeki ata ruhuna saygısızlık etmemek şeklinde yorumlanır. Türk mitolojisinde anne işlevini üstlenen tanrı, kutsal ruh ve varlıkları antropogonik (insanlığın nerden geldiğini ve nasıl oluştuğunu anlatan mitler) mitlerde görmekteyiz.

Antropogonik mitlerde ilk insanın, soyların yaratılışı, türeyişi anlatılır. İlk insanın yaratılışının anlatıldığı mitler kozmogonik mitlerin içinde yer alır. Evrenin, dünyanın, tabiatın yaratılması makro kozmosu oluşturuyorsa, insanın yaratılması mikro kozmosu oluşturmaktadır. Evrenin yaratılmasında kullanılan toprak, kil, ağaç, kamış gibi unsurların insanın yaratılmasında da kullanılması bu düşünceyi desteklemektedir. Türk Mitolojisi'nde dağda, dağın eteğindeki mağarada, ağaçta doğum motifleri de kozmolojik inanışlıda birleşmektedir. Dağ, ağaç nasıl dünyanın  ekseni,  dayanağı, merkeziyse, insan da dolayısıyla bu kozmolojinin temelinde yer almaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden biri de insanın varoluşuyla evrendeki bütünlüğe, kutsal varlıkların dünyasına katılma isteğidir. Böylelikle insanın varlığı ve hareketleri dini bir anlam kazanmaktadır.  Ayrıca tüm  insan davranışları için illo tempore (tarihin başlangıcında) tanrılar veya medenileştirici kahramanlar tarafından ihdas edilmişlerdir; bunlar yalnızca çeşitli işleri, çeşitli beslenme biçimlerini, çeşitli aşk ve ifade şekillerin vb. ortaya koymakla kalmamışlar, aynı zamanda görünüşte önemsiz olan hareketleri de ortaya çıkartmışlardır. Hayat ve insan bedeni de bu şekilde kutsallaştırılmış olur. Kandaş, cinsel, yetişkin topluluklarına katılmak, ölüm ve tekrar doğum simgeciliğiyle ilgili törenlerle gerçekleşebilmektedir. Bu törenler sırasında evrenin, dünyanın, insanın yaratılışıyla ilgili kutsal anlatıları dile getirildiği görülmektedir.

Altaylar ve Yakutlardan derlenen yaratılış mitlerinde, ilk insanın yaratılışı kozmogonik bütünlük içinde anlatılır. Verbitski'nin derlediği Altay yaratılış mitinde Tanrı Ülgen yeri, göğü ve insanı yaratır. İlk yaratılan insanlar tanrı katı olan Altın Dağ'da bulunmaktadırlar. Gökten kovulunca dünyaya inerler. Verbitski'nin yayınladığı bu anlatının geniş özeti, insanın yaratılışıyla ilgili pek çok unsuru içerdiği  için yararlı olacaktır.

"Ülgen bizim dünyamızda yedi erkek cins insan ve o kadar da ağaç yarattı. İnsanın kemikleri kamıştan, vücudu ise balçıktan yaratıldı. İnsanın bedeni yaratıldıktan sonra Ülgen insanın kulağına ve burnuna üfürdü. İnsan canlı ve düşünen bir varlık haline geldi. Ülgen kulağa üfürünce ruh, buruna üfürünce de akıl girdi. Yedi insanı yarattıktan sonra Ülgen Altın Dağ'ın bulunduğu doğu yönüne yöneldi, bir erkek ve bir ağaç daha yaratarak Altın Dağ'ın batı cephesine koydu. Ülgen sekizinci adamın ruhuna ve aklına çok üfürdü ve ona şöyle dedi: Ben iyi ve kötüyü yaratıyorum, sen de herkesi yönet, kime açlıktan, kime tokluktan ölüm ver, kime de bolluk ver! Sen bil... Sekiz adamı yarattıktan sonra Ülgen yedi yıl onları gözetimsiz bırak tı. Bu zaman zarfından sonra bakınca gördü ki, sekiz adam olduğu gibi duruyor. Sekiz ağaç ise yedi kol halinde büyümüş. Ülgen bunu görünce şöyle dedi: Niçin böyle ağaçlar çoğalmışlar da insanlar yok?    O zaman Altın Dağ'daki sekizinci adam cevap verdi: Dişisi olmadan nasıl çoğalırlar? Ülgen ona şöyle dedi: Yaratma anında ben sana sen bil, sen bil; kimin aç olduğunu, kimin yetişeceğini, iyiliği ve kötülüğü sen bil demiştim. Sen şimdi yedi kişiye gel, ben üç gün sonra sana döneceğim. Sekizinci insan yedi kişiye geldi ve kendi kendine şöyle dedi: Ülgen bana sen bil, sen bil demişti. Şimdi ne yapılacağını bileceğim . Ülgen' in yarattığı gibi kadınları yaratmaya başladı. Kamıştan kemikler, balçıktan beden yaptı. Fakat yapmış olduğu şeyler elinde kırıldı, dağıldı, ellerinde buruşturdu. Avuç içinde tutarak ona üfürdü. Bu arada Ülgen tarafından gönderilen bir köpek ağzında bir mektupla geldi. Bu mektupta sekizinci adama Maytere isminin verildiği yazılıydı.


Üçüncü gün Ülgen Maytere'ye geldiğinde, yapılan son kadın henüz cansızdı. Maytere Ülgen'i karşılamaya gitti. Kendi yarattıklarını gözetmesi için köpeği görevlendirdi. Erlik de özellikle bunu bekliyordu. Henüz tamamlanmamış yaratıklara gelerek onlara kendi nefesiyle üfürdü. Bu şekilde ruh ve aklı insana yerleştirdi. Fakat insan olması gerektiği gibi değildi; ruhu yılan gibi kindar ve pis  kokuyordu. Maytere bu olaydan habersizdi. Ülgen'i karşıladığında ona şöyle dedi:  Sen bana, sen bil, sen bil demiştin. Ben de insan-kadını yarattım, fakat onların henüz ruhu (canı) yok, sana sormaya geldim. Yaratmayı mı yoksa yarattırmayı mı emredersin? Ülgen birden şöyle söyledi: Hemen gel öne koş! Maytere döndüğünde kendi yapmış olduğu insanları canlı olarak görünce, köpek niçin Erlik'i bıraktın, o seni nasıl aldattı dedi. Köpek şöyle cevap verdi: Erlik bana kürk, ayakkabı ve yediğim zaman ölmeyeceğim lezzetli yemekler vereceğini vadetti. Maytere önceleri insanlar gibi hayat süren; yiyip içen, insanlarla konuşup anlaşan köpeğe bu günkü nitelikleri ceza olarak yükledi.

Daha sonra Maytere yedi erkeği çağırdı ve onlara Erlik'in yaratmış olduğu kadını göstererek, bu kadını içinizden kim alır dedi. Hiçbiri Maytere'ye ses çıkarmadı. Maytere, yedi kişiden birinin elinden tutarak kadına  getirdi.  Kadının yanına getirilen kişi şöyle dedi: Bu kişinin sureti, ruhu başka ve kokusu dayanılmaz.  Maytere diğerini getirdi. O  da  aynı  şeyleri  söyledi.  Üçüncü kişiyse  süratle kaçtı ve saklandı. Bu arada Ülgen geldi. Diğer dört erkekten birini Targın Nam diye isimlendirdi. Ülgen, Targın Nam'ın iki tarafından kaburga kemiklerinden tutarak kadını yarattı. Erlik tarafından canlandırılan kadın ve ondan üreyenler, Maytere tarafından iki deniz arasında bulunan ve güneş ve ay görmeyen bir yere hapsedildi

İnsanlar Erlik tarafından kandırıldıktan sonra, bu suçlarında dolayı Maytere onları 'Aruun Suclun'dan dünyaya kovar. Bu arada onlar artık Aruun Suclun'daki nitelikleri taşımazlar. Şu andaki niteliklerle cezalandırılırlar; çeşitli hastalıklar, kadınların doğurması vs:·


Radlof 'un derlediği Altay yaratılış mitinde de benzer unsurlar bulunur. Tanrı dünyayı yarattıktan sonra bir ağaç görür. "Dalsız budaksız bir ağaç bitmişti. Bu ağacı Tanrı gördü ve 'Dalları olmayan ağaca bakmak hoş bir şey değil; buna dokuz tane dal bitsin!' dedi. Ağaçta dokuz dal bitti. Tanrı yine şöyle dedi: Dokuz dalın kökünden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz ulus olsun!"

Daha sonra Erlik, Tanrı'nın yarattığı insanları, hayvanları, kuşları görür, onun gibi yaratmak ister. İnsanların bir tarafındaki meyveyi yiyip diğer tarafındakilere dokunmadıkları bir ağacı görünce bunun sebebini sorar. O tarafı Tanrı'nın yasakladığını öğrenince, bekçi yılanın ağzına girip Törüngey'i ve karısı Eje'yi meyveleri yemeleri konusunda kandırır. Yedikleri anda tüyleri dökülür, utanırlar. Geri dönen Tanrı her şeyi öğrenir. Eje'ye kendi yaratıcılık vasfını yükleyerek onu insan doğurmak, doğum sancıları çekmekle cezalandırır. Tanrı, Törüngey'i Erlik'e uyduğu için, kendi aydınlık dünyasından mahrum edip yer altındaki karanlık dünyaya göndermekle tehdit eder. Erlik'i üç kat yerin altında karanlık dünyaya göndermekle cezalandırır. Maytere gelir, insanlara araba yapmayı, ot kökleri ve ısırgan otlarından yemek yapmayı öğretir. Mangdaşire de insanlara oltayla balık avlamayı, okla yay icat edip sincap vurmayı, hayvan beslemeyi  öğretir.

Bu anlatılarda insanın toprak, kil, ağaç veya kamıştan, Tanrı veya Tanrı'nın görevlendirdiği kutsal bir ruh tarafından burnuna, kulağına üflenerek yaratıldığı anlatılır. Evrenin temel unsurları olan toprak, su ve ağaç insanın da özü olur. Bu mitlerde dikkati çeken en önemli unsur da, insanların uygarlaştıncı bir kutsal ruh tarafından geçinebilmeleri ve beslenebilmeleri için eğitilmeleridir. Toplayıcılık ve avcılık en önemli geçim faaliyetleri olarak karşımıza çıkar. Bu mitleri oluşturan toplumların kökleriyle ilgili fikir sahibi oluruz. Hayvanların ve bitkilerin onların hayatındaki rollerinin salt gerçek dünya bazında değil mitolojik düzeyde de işlendiğini görürüz.

İlk insanın yaratılışıyla ilgili bir başka metin de on beşinci yüzyılda Türk-Memluk kaynaklarında geçer. Aybek  ed-Devadari'nin tarih kitabında, hicri 211 yılında Ulu Han Ata Bitikçi adlı Türkçe kitabın Farsça  tercümesinden  alındığı  belirtilmiştir.  Efsaneye  göre ilk çağlarda yağmurdan oluşan seller Karadağcı denilen dağdaki mağaraya çamur sürükler. Bu çamurlar mağaradaki insana benzeyen yarıklara dökülür. Su ve toprak yarıkta dokuz ay kalır, rüzgar eser, güneşin ısısı (ateş) pişirir. Erkek, güneşin çok sıcak olduğu saratan (yengeç)  burcunda, kadın ise yaz sonunda güneşin sıcaklığını yitirdiği sünbüle (başak) burcunda meydana gelir. Erkeğin adı Ay Atam, kadının ise Ayva'dır. İkisi evlenirler, dünyaya kırk çocuk gelir. Bunlar birbirleriyle evlenip çoğalırlar. Anne ve babaları ölünce çıktıkları mağaraya gömüp ağzını  altın  kapıyla kapadılar,  çiçekler  koydular. Bu metinde özellikle evrenin, dünyanın dört unsurdan oluşmasıyla bağlantılı olarak insanın da bunlardan meydana geldiği anlatılmıştır. İslami kültür çevresinde son derece tabiatçı bir bakış açısıyla yaratılış açıklanmıştır. Ayrıca ataerkil düşüncenin etkisiyle kadının eksik olduğu, çünkü onun tam yaratılabilmesi için mevsimin, sıcaklığın yeterli olmadığı vurgulanır. Tek tanrılı dinlerde  karşımıza çıkan Adem ve Havva'dan çoğalan insanlar motifı de burada yer almıştır. Ayrıca Verbitski ve Radlof'un metinlerinde insana  etik  değerler  yüklenirken bu metinde böyle bir unsura rastlamıyoruz. Önceki metinlerde iyilik ve kötülük ayrımı yapılmış, gökyüzü, Tanrı ve kutsal ruhlar iyi, yeraltı ve Erlik kötülüğün temsilcisi olmuşlardır. Ayrıca insana iyi ve kötüyü tercih etme hakkı verilmiştir.

Radlof'un Altay'da Lebed Tatarlarından derlediği yaratılış mitinde kadının yaratılmasına şeytan sebep olmaktadır. "Tanrı önce yeryüzünde tek başına yaşayan insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün Tanrı'nın yarattığı erkek uyurken şeytan onun göğsüne bastı. Bunun üzerine erkeğin kaburgalarından bir kemik ayrılarak yere düştü. Bu kemik biraz daha uzayınca, bundan kadın meydana geldi:' Ataerkil düşüncenin hakim olduğu bu anlatıda erkeği Tanrı, kadınıysa şeytan yaratmıştır.

Radlof 'un Altayca Kara Orman Tatarlarından derlediği yaratılış mitinde de benzer bir anlayış hakimdir. "Evvel zamanda büyük Payana insan yaratmıştı. Fakat insana can (ruh) veremiyordu. O, can istemek maksadıyla büyük Kuday'a gitti. Köpeğe de şöyle dedi: Sen burada dur, havla ve dikkatli ol! Köpek orada kaldı. Bunun üzerine Erlik gelerek köpeği kandırmak maksadıyla konuşmaya başladı: Senin kılların yok, ben sana onların altın olanlarını vereceğim. Sen de bana bu cansız insanı ver dedi. Köpek altın kılları elde etmek için insanı ona verdi. Erlik ise insanı baştan aşağı tükürüğe boyadı. Kuday can vermek için geldiğinde Erlik kaçtı. Kuday tükürüklü insana baktı, fakat onu temizleyemedi ve ters çevirdi. Bu yüzden tükürük insanın içinde kaldı. Sonra Kuday köpeği döverek şöyle dedi: Köpek, sen fena olacaksın! İnsan sana ne isterse yapsın, seni dövsün, öldürsün, sen tamamıyla bir köpek olacaksın dedi." İnsan, Tanrı tarafından yaratıldığında temizdir, fakat Erlik insanın ruhunu kirletir. İnsanın iç dünyası kötüdür, kirlidir şeklindeki düşüncenin temeli, yaratılışta, kökende Erlik'e bağlanarak izah edilmiştir. Bu mit, İstanbul’da ve Erzurum’da derlenen iki efsaneyle olay örgüsü açısından benzer unsurlara sahiptir. Sadece Kuday ve Erlik yerine Allah ve Şeytan diye adlandırılan şahıs kadrosuyla farklılık gösterir.

Uno Holmberg'in yayınladığı bir Yakut efsanesinde ilk insanın yaratılışı şöyle anlatılır: " Tanrı dünyayı yarattıktan sonra, içinde yedi taş insan suretinin bulunduğu taştan büyük bir ev yapar. Bu kez Adam insan suretlerine bekçilik için bırakılır. Şeytan çıplak olan Adama yırtılması mümkün olmayan bir elbise vereceğini söyleyerek onu kandırır ve suretlere yaklaşır. Bunun üzerine onlar kirlenir ve toprak haline gelir. Daha sonra tanrı yaptığı suretlere bakmaya gelince durumu görür ve bekçiyi azarlayıp bir köpeğe dönüştürür. Yarattığı suretlerin de içini dışına çevirir ve onlara ruh üfler."

Yine Holmberg'in verdiği bir Altay anlatısında ilk insanlar şöyle yaratılmıştır: "Tanrı ülgen, etleri için toprağı, kemikleri için taşı kullanarak ilk olarak erkeği sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratır. Onlara ruh verebilecek birini aramak üzere bulunduğu yeri terk eder ve söz konusu çifti beklemesi için tüysüz bir köpeği yoktan var eder. Ancak Erlik'in dışkısını yiyen köpek tüylerle kaplanınca, Şeytan'ın yaratılan ilk çifte yaklaşmasında  mahzur  görmez.  Şeytan, bir kamış boruyu anüsten sokarak uyumakta olan çiftin içine ruh üfler. Ülgen geri döndüğünde, insanları yalnız görünce yeni bir insan yaratıp yaratmadığından şüphelenir.  Böylece düşünürken bir kurbağa ortaya çıkar ve bu mahluklar için (kötü ruha sahip olmalarından dolayı) kendisini sorumlu hissetmemesini, onlara yaşamak ve ölmek hususunda karar hakkı tanımasını söyler. Bunun  üzerine ülgen onlara yaşama izni verir."

Buraya kadar özetlenen veya alıntı yapılarak aktarılan  metinlerde insanın topraktan yaratılması, Tanrı'nın ona üfleyerek ruh ve hayat vermesi, kadının erkeğin kemiğinden yaratılması, insanla ağacın Tanrı katında yer almaları, kötü ruh olan Erlik tarafından insanların aldatılması, Tanrı'nın sözüne uymamaları, Tanrı'nın katından kovulmaları Kitabı Mukaddes'le benzerlikler taşımaktadır. Yine de Altaylılardan derlenen yaratılış mitolojilerinde sadece insan türünün değil,  insan soylarının çeşitli  şekillerde yaratılışları da anlatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda derlenen bu metinlerde pek çok kültürden, inanıştan etkilenen şamanlığın içinde, tek tanrılı dinlerin olduğu kadar, Hint inanışlarının etkisinin bulunması normaldir.

İlk insan Adem'in yaratılışı, İslami anlatılarda Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde, hadislerde yer alır. Bu unsurlarda Altay ve Yakut anlatıları arasında benzerlikler bulunur. Özellikle Adem'in kaburga kemiğinden Havva'nın yaratılmasında olduğu gibi. Bu durum Hristiyanlık ve İslamiyet'in  Şamanizm'e  etkisi olarak yorumlanır.  Fakat bu durum tersi de olabilir. Hadislerde Allah, Adem'i yaratmak için gerekli olan toprağı almak üzere dünyaya önce Cebrail'i, sonra da Azrail'i gönderir. Azrail'in getirdiği çeşitli renklerdeki toprak suyla karıştırılıp kırk yıl bekletilir, sonra da Allah ona başından ruh üfler. Orta Asya’daki çeşitli topluluklardan derlenen mitolojik anlatılarla

 


Ebulgazi Babadır Han'ın Şecere-i Terkime adlı eserinde Adem'in yaratılmasıyla ilgili bölümde benzerlikler görülür.

"Yüce Tanrı meleklere, ' Topraktan insan yapıp can vererek yeryüzünde kendi yerime halife bırakacağım' deyince melekler, 'Onlar yukarıdaki döşekle aşağıdaki döşeği zapt edemezler (gökyüzünü ve yeryüzünü tutamazlar). O yüzden sana asi olurlar, yoktan yaratman daha iyidir' dediler. Yüce Tanrı 'Siz benim bildiğimi bilmezsiniz, gidin topraktan bir kişinin suretini yapın' dedi. Azrail Tanrı'nın emriyle yeryüzündeki her türlü topraktan alıp Mekke-i Muazzama ile Taif'in arasında toprağı   balçık haline getirip Adem'in şeklini yaptılar. (Aradan) birkaç yıl geçtikten sonra yüce Tanrı ona can verdi ve bin yıl bu dünyada durdu. Adem Arapçadır. Arap(lar) deriye adem der, her şeyin dışına deri derler. Melekler toprağı, yeri kazıp içinden almadılar, dışında alıp Adem'in şeklini yaptılar. Onun için Adem dediler. Onların cennete gidenleri, oradan çıkanları ve yeryüzündeki yaşayanlarının hikayeleri halk içinde meşhurdur (halk arasında bilinir). Onun için anlatmadık."

Bu alıntıda yer alan,  Tanrı'nın insan yaratıp yeryüzüne kendisinin temsilcisi olarak bırakmak istemesi, insanın topraktan ve sudan (balçıktan) yaratılması, Tanrı'nın ona can vermesi, toprağın yüzüyle, insanın derisinin vurgulanması Şaman inanışlarını yansıtan Altay ve Yakut anlatılarıyla benzeşir. Hun, Göktürk ve Uygurların türeyişleriyle ilgili anlatılardaysa özellikle hayvan, ağaç, dağ ve ışık unsurlarının önemli bir yere sahip olduğu görülür.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hattuşaş Antik Kenti

 


İstanbul Havalimanı

 


27 Ocak 2022 Perşembe

Hadi-i Şerif

 Ebû Hüreyre (r.a.)’den; Resûlullah (s.a.s.) buyurdu:

“(Dünyalıkta) sizden aşağı olana bakınız! (Yoksa) sizden yüksek olana bakmayınız! Zirâ size layık olan, sizin üzerinizdeki Allâh’ın nimetini hor görmemenizdir.”
(Tirmizî, Kıyamet, 58, IV, 666)

Dicle Nehri Cizre / Şırnak

 


Hıristiyanlığın Doğuşu

 


M.S. 30 yıllarında, o sıralar bir Roma eyaleti olan Filistin' deki Celile' de isa adındaki bir Yahudi marangoz, Yahudi takipçilerine tek tanrıyı anlatan vaazlar vermeye başladı. Öğretisi popüler hale geldi ve çok sayıda takipçi kazandı (Bunlardan havariler adıyla bilinen on ikisini mesajını diğer insanlara iletmeleri için seçmişti). isa merhametli ve şefkat dolu bir tanrıyı anlatıyordu. Tüm insanları ve tüm ırkları kucaklayan bir tanrı. Onun adına yapılan dini törenlere yardımseverlik, alçakgönüllülük ve samimiyet damgasını vuruyordu.

isa, öğretileri nedeniyle kısa zamanda Yahudi otoriteleri ile

çelişkiye düştü. Onu politik ve sosyal huzuru bozan bir kişi gibi görüyorlardı. En üst Yahudi yargıcı olan Sanhedrin tarafından Kudüs'te ölüme mahkum edildi. Onu Roma Valisi Pontius Pilate'nin karşısına çıkardılar. Pilate, isa' nın çarmıha gerilerek idam edilmesi emrini verdi. Çarmıha gerilmesinden üç gün sonra isa' nın dirildiği iddia edildi. Bu durum takipçilerinin onun Mesih ("Christ", Yunanca kutsal kişi) olduğu yönündeki inançlarını doğruluyordu.

Sonraki iki yüzyıl boyunca Yeni Ahit'in dört incilinde anlatılan isa'nın öğretisi Roma dünyasında yaygınlaştı. Bu süreçte Küçük Asyalı eski bir çadır imalatçısı olan St. Paul'in yazdıkları önemli bir rol oynamıştı. Yeni Ahit'in yirmi yedi kitabından on üçü onun elinden çıkmıştı. Roma imparatorları ümitsizce bu yeni ve tehlikeli kültün yaygınlaşmasını engellemeye çalıştılar. Bunun için ilk Hıristiyanlara büyük baskılar yapıldı. Hıristiyanları hedef alan en kitlesel baskı uygulamaları M.S. 250 yılında Decius ve M.S. 303 - 311 yılları arasında Diocletian dönemlerinde yaşanmıştır. Sonunda M.S. 313 yılında imparator I. Konstantin bir hoşgörü buyruğu yayınlamış ve M.S. 324 yılında Hıristiyanlığın ülkenin resmi dini olmasına yol açan süreci başlatmıştır (Bu süreç M.S. 381 yılında Birinci istanbul Konsili'nde tamamlanacaktır). Daha sonra Hıristiyanlık Avrupa'da ve daha da uzaklarda yaygınlaşmaya devam etmiştir. Batı medeniyetinin şekillenmesinde  çok  büyük  bir  etkisi olmuştur.


Cizre Kalesi

 


26 Ocak 2022 Çarşamba

Bumerang nasıl geri gelebiliyor?

 




Bilinenin aksine bütün bumeranglar geri gelmezler. Fırlatana geri dönebilen bumeranglar sadece Avustralya yerlileri Aborijinler tarafından spor olarak veya kuş sürülerini avlamakta kullanılırlar. Aborijinlerin tarih öncesi zamandan beri bumerangları kullandıkları biliniyor.

Bumerang İngilizce'de "boomerang" olan ismi de Aborijinlerin kullandığı isimden türemiştir. Aslında bugün Avustralya'yı ilk keşfedenler kanguruları görünce çok şaşırmış ve Aborijinlere bunların isimlerini sormuşlar, onlar da "kanguru" cevabını verince, bu acayip hayvana kanguru ismini vermişlerdir. Halbuki kanguru Aborijin lisanında "bilmiyorum" demektir.

Bumerang şeklinde ancak geri dönme özelliği olmayan benzerlerinin Abojinler gibi Mısır'da, güney Hindistan'da, Endonezya'da (Borneo) ve Amerika'da yerliler tarafından tarihin ilk çağlarında itibaren kullanıldığı biliniyor. Bu tipler daha uzun ve ağırdırlar. Av hayvanlarını öldürmede kullanılırlar. Savaşlarda çok ağır yaralanmalara ve ölümlere sebep olurlar. Hatta bazılarının ucu tesiri arttırmak için kanca şeklinde yapılır.

Aborijinlerin yaptıkları geri dönebilen bumeranglar ise hafif ve ince olup toplam uzunlukları 50 - 75 santimetre, ağırlıkları da 350 gram civarındadır. Bumerangın iki kolunun ucu yapılırken veya yapıldıktan sonra kül ile ısıtılarak birbirinin aksi istikamete kıvrılır.

Bumerang yere paralel veya biraz aşağı doğru atılırsa biraz sonra yükselişe geçerek, 15 metre yüksekliğe kadar tırmanır. Eğer bir ucu yere çarpacak şekilde atılırsa, yere çarpan bir mermi gibi müthiş bir hızla dönerek yükselir, 45 metrelik bir daire veya elips çizerek yörüngesini tamamlar, fırlatanın yakınına düşer.

Bumerangın nasıl geri döndüğü günümüzün bilim insanları tarafından tam anlaşılmış değildir. Dönüşün aerodinamik kaldırma gücü ile üç eksende yaptığı cayroskobik dönüşün birleşiminin yarattığı sanılmaktadır. Geri dönebilen bumerangların, diğerlerinin uçuş şekillerinin gözlemlenerek veya tamamen tesadüf sonucunda geliştirildiği sanılıyor.

Aborijinlerin bumerangla kuş avlamaları ise ilginç. Bumerangı, kuş sürülerinin uçuş yüksekliğinin üzerine fırlatıyorlar. Bumerangın yerdeki gölgesini gören kuşlar arkalarında yırtıcı bir kuş olduğunu sanıyorlar. Kaçmak için dalışa geçiyorlar ve sonunda ağaçlar arasına gerilmiş ağlara takılıyorlar.

Bumerang fırlatma, tarihte kaydedilmiş en eski sporlardan biridir. Günümüzde başta ABD'de olmak üzere bazı ülkelerde, hedefe yakınlık, mesafe, hız ve yakalama kategorilerinde spor olarak hala yapılıyor.


Cizre Kalesi

 


25 Ocak 2022 Salı

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE KUŞLAR

 





Türk Mitolojisi'nde kuşlar bir totem olarak yer almazlar. 24 Oğuz boyu sıralanırken her dört boy için bir kuşun ongon olarak belirtilmesinde Moğol tesirini sezmek mümkündür. Çünkü bir orman kavmi olan Moğollar, aslında 'asalak' ekonomiye bağlı, ailede ana hukukunun hakim olduğu, aynı zamanda 'totem' telakkisi içinde yaşayan bir topluluktu. 'Ongon' sözünün kökü 'ong' Türkçeyse de, tabir olarak 'ongon' Türkçe değildir ve gerçekte de Moğollardan önceki Türk dili vesikalarının hiçbirinde geçmemektedir. Cami'üt-tevarih'te Oğuz boylarının ongonları olarak gösterilen kuşlar da Moğol tesirinden  önceki devirlerde,  aynı Oğuz  boyları listesini veren  Kaşgarlı Mahmut'un eserinde (burada Reşid'üd-din'deki damgalar aynen mevcut olduğu halde) yoktur. Burada ongonun totem anlamı değil arınal sembol anlamı geçerlidir. Çünkü gerek Reşid'üd-din'in eserinde, gerekse Ebulgazi Bahadır Han'ın Seeere-i Terakkime'sinde ongon olarak belirtilen kuşlar, Oğuz boylarının kaynağı, tatemi olarak kabul ettikleri varlıklar değil, yalnızca bir arına olarak benimsedikleri kuşlardır. Her boyun kendisinin tanınmasını sağlayacak bir arına/ simge olarak bayrağında bulundurduğu kuşu vardır.

Şunkar: Kayı Boyu 

Ügi: Bayat Boyu

Köykenek:  Alka evli  Boyu 

Göbek Sarı Kuşu: Kara evli Boyu 

Turumtay: Yazır Boyu

Kırgu Kuşu:  Yapar  Boyu 

Kızıl Kaçıgay: Dodurga Boyu 

Köçken: Döger Boyu

Cure Laçin: Avşar Boyu 

Sarıca: Kızık Boyu 

Bahri: Beg Dili Boyu

Su Bürkütü: Karkın Boyu 

Ala Toğanak: Becene Boyu 

Buğdayık: Çavuldur Boyu 

Humay: Çepni Boyu 

Bürküt:   Salur  Boyu 

Encari: Eymür Boyu 

Yagubay: Bügdüz Boyu 

Toygun: Yıva Boyu

Cure Doğan: Kınık Boyu


Çin kaynaklarına göre içlerinde Türklerin de bulunduğu kuzeyli göçebelerin bayraklarında yırtıcı kuş, ayı, kaplan gibi motifler de görülüyordu. Bir totem olmasa da bir doğanın Kırgızlardan bir kabilenin türemesini sağladığına dair efsane vardır. Bu efsaneye göre, "Kırgız kabilelerinden  birinin bir atası ve bu atanın da üç karısı varmış. Bu üç kadından en küçüğü gece uyurken bir rüya görmüş. Çadıra bir avcı doğan gelmiş ve yatağının etrafında uçarak dolaşmış. Sonunda nasıl olmuşsa kadın gebe kalmış. Bu Kırgız kabilesini idare eden reislerin hepsi de bu küçük kadının soyundan gelirlermiş:'


Yaratılış destanlarından Yakutların "Balıkçıl ve Yaban ördeği Efsanesi"nde, Ana Yaratıcı bir dünya yaratmaya karar verir ve ana maddesi toprak olacak bu yaratma olayında kırmızı boyunlu balıkçılla yaban ördeğini denizin dibinden toprak getirmeleri için görevlendirir. Yaban ördeği denizin dibinden toprakla döner ve Ana Yaratıcı bu toprakla dünyayı yaratır. Balıkçılsa denizin dibinden toprak getiremediği için Ana Yaratıcı tarafından cezalandırılır; yeryüzünden kovulur ve suda yaşamaya mahkum edilir. Yakutların bir başka yaratılış destanında denizin dibinden toprak çıkarma görevi, Tanrı tarafından şeytana verilir. Şeytan, bir kırlangıç olarak denizin dibine  dalar ve toprağı çıkarır.

Yenisey yaratılış destanında, uçsuz bucaksız su üzerinde (Tanrı'nın yerine) bir şaman kuğularla, kırmızı boyunlu kutup balıkçıl kuşlarıyla ve daha nice nice su kuşlarıyla uçup durmaktadır. Arkadaşları da halkı da hep su kuşlarıdır. Yaratma işinde Tanrı'nın yerini alan şaman, bu destanda denizin dibinden toprak çıkarma işini balıkçıla verir. Balıkçıl ancak üçüncü dalışında bir parça çamur çıkarabilir ve şaman bu çamurdan bir ada yaratır.

Yaratılış destanlarında kuşları deniz dibinden toprak çıkarma işini gerçekleştiren varlıklar olarak görmekteyiz; yani yaratılışta aktif rol almışlardır. Diğer bir özellik de bu varlıkların suda yaşayan kuşlar olmalarıdır. Şu Destanı'nda Hakan Şu, "Gümüş havuzunu sefere çıksa bile yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldurtur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi. Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek hakanı dinlendirirdi; dinlenirken seferle, milletin geleceğiyle ilgili tasarılar hazırlardı."

Suda yaşayan bir hayvan olarak kaz da Türk mitolojisinde önemli bir hayvandır. Altay şamanlarının davulları üzerinde kazla kartal resimleri bulunurdu. "Kaz, Türk Mitolojisi'nde çok akıllı ve bilgiç bir kuştur. O, Şamanizmin kanun ve adetlerini iyi bilir. Kam'a hangi ilahı ziyaret etmesi, hangi yoldan gitmesi ve ilahın huzuruna nasıl çıkılması gerektiğini öğütler. Kaz, Brahma'nın olduğu kadar, Kam'ın da binek kuşudur. Kam önce davulunu at gibi kullanır, sonra at yoruldu diyerek atı bırakıp kaza biner. Şimdi davul kaz olmuştur ve gökyüzünün yüksek katlarına Kam'ı taşır. Kaz, güneşin doğacağını bildiren elçi kuştur, tan kuşudur. Kozmolojide o bir yıldızdır. Yani Tan yıldızı veya Sabah yıldızı veya Zöhre veya Venüs; ki İran Mitolojisi'nde elinde mandoline, saza benzeyen çalgısıyla bir genç adam gibi tasvir edilir:' Kısmen Türk oldukları anlaşılan Choularda yabani kaz yüksek mertebeli kimselerin; kaz ve korday (kuğu) Türklerde beylik ve kut timsaliydi. Bu timsal belki su kuşlarının çok bulunduğu Kuzey Asya ikliminde doğmuştu. M.Ö. ikinci bin yılda Shang devri kâhinlerinin koyun kürek kemiklerine piktogramlarla (bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden sembol) yazdıkları kehanetlere göre, yırtıcı kuşlar ve büyük su kuşları gök tanrısının bir şekli sanılıyor ve bunların önüne atılan yılan ve başka kurbanlar gök tanrısına verilmiş sayılıyordu. Granet'nin vardığı neticelere bakarak "sarı kuş" denen ve kulağa benzer tüyleri olan büyük baykuş veya kerges ve çaylak gibi kuşlar, gök tanrısının kendisi veya kızı sayılıp bunların önüne insan kurbanları, bilhassa küçük kız çocukları atılıyordu. Bu kurban merasimleri, ateş unsuru ve şimşekle yırtıcı kuş ve mefhumlarının zirvede olduğu sanılan yaz tahavvülündeki bayramlarda ve hükümdar cenaze merasimlerinde mezarı takdis için icra edilirdi. Brentjes'in işaret ettiği Chou devri bir eserde pençelerinde bir insan tutan ve başındaki iki tutam tüyü bir çift sivri kulağı andıran kartal-baykuş tasviri, belki insan kurbanı olarak görülmelidir. İç Asya göçebe sanatındaysa, daha ziyade geyik veya dağ keçisi cinsinden hayvanlar kaçıran yırtıcı kuş veya kulağa benzer tüyleri olan kuş görülür. Başkurt folklorunda "Semrük" iki başlı bir kuş olarak tasvir edilir. "Bir başı kişi başı gibi olup kişi dilince konuşur. 'Mengü Suyu'nu içmiş, ölmez. Kafdağı'nın tepesinde yaşar. Göllerde bulunan ejderhaları kapıp Kafdağı'na atar:'

Kuş, Türklerde Gök Tanrı'nın idaresindeki bir varlıktır ve kutsaldır. Bundan dolayı da kuş, insan için uğurlu bir canlıdır ve insana  iyilik sağlayan bir yanı vardır. Diğer yandan kuş, Şamanizm inancı içerisinde ölen birinin ruhu olarak değerlendirilir, "ölen kişilerin ruhlarının bir kuş olarak göğe uçmaları Türklerde oldukça yaygın bir düşüncedir:' Türklerde kartalın ve doğanın önemli bir yeri vardır. '"Yakutlara göre, göğün en üst katında ve göğün yere açılan kapısında, yeri göğü bağlayan Dünya Ağacı'nın tepesinde çift başlı bir kartal   otururdu. Göklerin korunması bu kartalın vazifesiydi:' Yine "Yakut Türklerinde ant, kartalın adıyla içilir. Evlerinin çevresinde kartal gören Yakutlar ona et ziyafeti çekerler. Yanlışlıkla bir kartalı öldürürlerse cenazesini törenle şamana kaldırtırlar. Asya'da bebeksiz kadınlar, kendilerine yavru bağışlaması için kartala yalvarırlardı."

Dede Korkut hikayelerinden Kanglı Kocaoğlu Kan Tural’ıyla Kan Turalı'nın yiğitleri bir kartal olarak tasvir ederler:

"Kapkayalar başında yuva tutan Kadir ulu Tanrı'ya yakın uçan

Mancınığı ağır taştan vızıldayıp müthiş inen Arı gölün ördeğini şakıyıp alan


Koca Üveyik dipte yürürken çekip yüzen Karıncığı aç olsa kalkıp uçan

Cümle kuşlar sultanı kartal kuşu Kanadıyla saksağana kendisini bağırtır mı?

Alp yiğitler savaş günü hasımından kaygılanır mı?"


Yuvasını yalçın kayalar üzerine yapan, çok yükseklerde uçan kartalın aynı zamanda avcı kuşlar türünde bulunması ona bir kutsallık izafesine sebep teşkil etmiş olabilir. Belki de bu sebepten İlk ve Orta Çağlardan itibaren çok yaygın görünen (eski Doğu kavimlerinde, Slav devletlerinde, Bizans'ta, Batı devletlerinde) kartal tasvirinin Türklerden geldiği ileri sürülmüştür. 5. yüzyılda Attila'nın Hun İmparatorluğu'nda kartal, en yüce gök tanrısı sayılıyordu.

Her Oğuz boyunun ongun/sembol olarak birer doğan türü vardır. Yine Türk soyundan gelen Bulgar Ranları, sembol olarak ellerinde birer doğan tutar şekilde tasvir edilmişlerdir. "Peçenek Türklerine ait eserler üzerinde de ellerinde doğan tutan atlılar görülüyordu. Altınordu Han'ı Toktamış Han, bir doğan türü olan kendi kara laçiniyle öğünüyordu. Türk devletlerinin savaş sembolü olan ucunda at kuyrukları asılı gönder, tuğ, bir bozdoğanla birlikte gökten düşmüştü. Bunun yorumu ve manası, Tanrı Türklerin devlet, ikbal ve hakimiyetleri için buyruğunu bir bozdoğanın güçlü pençeleriyle gönderiyordu. Burada bozdoğan Tanrı'nın bir elçisi gibiydi. Ay ve güneşi pençeleriyle tutan bir doğan Cengiz Han'a hanlığını müjdelemişti. Görülüyor ki Türk kültür çevrelerine yakın geleneklerde doğan yalnızca bir av kuşu ve sembol olarak kalmıyor; Türk devletleriyle Tanrı arasında gidip gelen kutlu bir elçi gibi görülüyordu. Yiğit Ak Kübek'in avcı kuşları, ay ve güneşe kadar uzanan dallar üzerinde  tünüyorlardı.

Türk Mitolojisi'nde güçlü doğanlar, alıcı kuşlar ve karakuşları kartallar yer alır. Dikkat edilirse Türk Mitolojisi'nde yer alan kuşların hiçbirisi leş yiyen kuşlardan değildir. Bu durum Türk kültüründe önemli bir özelliktir. Türklerde -kısmen de olsa- totem olarak kabul edebileceğimiz kurdun da leş yiyen bir hayvan olmadığını biliyoruz. Kurt ve kuşlar bu özellikleriyle birleşmektedirler. Türkler asalak, toplayıcı bir hayat tarzı süren insanlar değillerdi. Hayatlarında aktiftiler. Bu özellikleriyle gerek ongon olarak, gerekse çeşitli inançlar içerisinde yol gösterici, soy türetici, vb. olarak benimsedikleri hayvanlar da kendileri gibi tabiatta aktif, hazıra konmayan, başkasının artığıyla  beslenmeyen canlılardı.

Masallarımızda, hikayelerimizde, şiirimizde pek çok kuş türüne rastlanır. Şamanizm inancında yansımasını bulan pek çok kuş, şamanların elbiselerinde arına olarak yer aldığı gibi, bayrakta veya hakanın çeşitli tasvirlerinde de yer almıştır. Şamanizm'de kuşların önemli bir yeri vardır. Sözgelimi, Yakut Türkleri göğün direği sayılan sırıklar üzerine ağaçtan yapılmış çift başlı kartallar koyarlar ve bu sırıkların üzerine merdiven gibi enlemesine ağaçlar çakarlardı. Bu ağaçların sayısı göğün katlarını simgelemek üzere 7 ve 9 olurdu. Yine şaman, doğmadan önce kuş biçiminde hayat ağacının dallarında olurdu ya da kuşlar şamana gezisi sırasında eşlik ederlerdi.

Her millet kartal veya kuş gibi amblemleri kendine arına olarak alabilir. Fakat kartalı kulaklı olarak kabul etmek ona bir hususiyet vermektir ki bu da bir millet ve bir kültür çevresine aittir. Saltık türbesindeki kartal, İskit sanatının örnek kartallarından biridir. Asıl önemli mesele Çifte Minare'nin kulaklı çifte kartalıdır. Konya'da, Niğde'de Sungur Bey Camii'nde, Diyarbakır'da sur kapıları üzerinde, Kayseri'de Döner Kümbet'te, Divriği Ulu Camii'nde bu çift kuş veya kartal motifine rastlanmaktadır. Artuk sikkelerinde de bu remiz vardır. Altay Türk sanatında da kuş ve kartal motifı büyük bir yer tutar. Anadolu’da da kuşlar şiirden el sanatlarına, halıdan kilime, taş ve ağaç işlemeciliğine ve pek çok sahaya motif olarak yayılmışlardır.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Cizre Kalesi

 


24 Ocak 2022 Pazartesi

Cizre Kalesi

 Dicle Nehri

Cizre Kalesi
Cizre
Şırnak


Doğum Günü


 Doğum Günü


Doğum günü kutlaması Eski Mısır’da IO 3000’lerde kutsal firavunun doğum gününün kutlanmasıyla başladı. Doğum gününü kutladığını bildiğimiz ilk kadın da, sevgilisi Marcus Antonius’la davetlileri kabul eden ve davetlilere değerli armağanlar veren Kleopatra’dır.


Eski Yunanlıların inanışına göre av ve ay tanrıçası Artemis her ayın altısında doğum gününü kutluyor ve kendisine un ve baldan kocaman bir pasta yapıyordu. Yunan ilahları her ay doğum günlerini kutladıklarından yılda on iki doğum günleri oluyordu. İnsanlarda ise sadece erkeklerin doğum günleri kutlanıyor ve bu kutlamalar adamın ölümünden yıllar sonrasına kadar devam ediyordu.


Romalılar önemli devlet adamlarının doğum günlerini resmi tatil günü yaparak bugün de devam eden bir uygulamayı başlattılar.


Hıristiyanlar ise doğum günlerini kutlayacak durumda değillerdi. Ancak azizlerin ölüm günleri anılarak yortu yapılıyordu; bu dünyadan ölümsüz gerçek dünyaya geçiş olduğu için asıl anılması gereken gün ölüm günüydü. 245 yılında İsa’nın doğum tarihini saptamak için çalışma başlatanlara karşı, Katolik Kilisesi bu çabayı yerinde bulmamış ve buna İsa’nın Firavun’a benzetilmesi diye karşı çıkmıştı. 4. yüzyılda ise bu tutum değişti ve İsa’nın doğum günü önemsenerek Noel geleneği başlatıldı.


12. yüzyıla gelindiğinde Avrupa kiliselerinde kadın ve çocuklar dahi cemaatin doğum tarihleri kaydedilmeye ve doğum günleri kutlanmaya başlandı.


Bizde devlet katında kutlamalar padişahların cülus (tahta çıkma) günleri, şehzade ve sultanların doğum ve düğünleri, halk arasında düğün, sünnet, ilk tıraş, okula başlama gibi dönemeçlerdir. Osmanlı padişahları doğum günleri kutlamalarında, Avrupa krallarının devlet salnamelerinde de yer alan doğum günlerinden esinlenmiş olsa gerek. II. Abdülhamid’in doğum ve cülus günleri “vilâdet-i seniyye şehrayinleri tarih-i Arabî ve cülus-ı hümayun şehrayinleri tarih-i Rumî itibariyle” icra kılınmıştır. Yaşlı kuşak doğumunu gün olarak bilemeyip yılını hesaplamalarla çıkartırken şehirliler arasında gittikçe yaygınlaşan doğum günleri, okul çocuklarının birbirini taklidi ile yeni kuşaklar için vazgeçilmez hale gelmektedir.


Pasta Mumu


Çocukların doğum gününün kutlanması 13. yüzyılda Almanya’da başladı. Çocuk sabah üstünde mum yanan pastayla uyandırılıyor, akşam yemeğinde pasta ailece yenene kadar üzerindeki mumlar gün boyu değiştiriliyordu. Pastaya ‘hayat kandili’ olarak çocuğun yaşından bir fazla mum dikiliyordu.


Mum, yatırlarda, düğün davetlerinde kullanılmakla birlikte, ‘ölüsü kandilli' küfüründe de görüldüğü gibi, bir yandan da Hıristiyanlıkla özdeşleştirilir, doğum günü pastasında görüldüğünde ise, rakı karşısında viski gibi, iyice tepki çekerdi. Ancak çocukların doğum günü kutlamaları yaygınlaştıkça pasta mumu da, pastaya ad yazdırmak da gittikçe daha geniş kesimler için olağanlaştı.



“İyi ki Doğdun...’’


“Happy Birthday to You” şarkısı ilk kez 1893’te “Good Morning to Ali” başlığıyla Song Stories of the Kindergarten adlı kitapta yayınlandı. Kentuckyli iki kızkardeş, çağdaş kreş-çocuk eğitiminin öncülerinden Mildred (öl. 1946) ve Patty Smith Hill (öl. 1906) tarafından yazılan şarkı, kreşe gelen küçüklere karşılama olarak yazılmıştı. 1924’te Robert H. Coleman yayımladığı şarkı kitabında, şarkının adını ve ilk kıtasını değiştirmemiş fakat ikinci kıtaya “Happy Birthday to You” satırını eklemişti.


1934’de Broadway’de oynanan As Thousands Cheer müzikalinde şarkı söylenince, kardeşlerin üçüncüsü dava açtı ve ablaları şarkının 16 Ekim 1893’te patentini almış oldukları için davayı kazandı. Şarkının her ticari çalınışında telif alacaklardı.


Şarkı Broadway oyunundan çıkarıldı, telefonla yarım milyon kişiye doğum günü şarkısı göndermiş olan Western Union şirketi bu hizmetini kaldırdı. Fakat doğum günü şarkısı olarak melodi ve sözler dünya çapında yaygınlaştı.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Kağıt nasıl yapılıyor?

 


 


Kleopatra, Konfiçyüs, Einstein, Edison, Ts'ai Lun. Bütün bu kişilerin içinde insanlık tarihinin gelişimine en büyük faydası olan kimdir dersek, herhalde Ts'ai Lun demezsiniz. Ama O'dur. Ts'ai Lun günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce Çin'de yaşayan bir memurdu ve MS 105 yılında bugünkü kullanılan hali ile kağıdı icat etti. Dutağacı kabuğu, kenevir ve kumaş parçalarını suyla karıştırarak ezdi, lapa haline getirdi, presleyerek suyunu çıkardı ve bu ince tabakayı kuruması için güneşin altında ipe astı.

Aslında insanlar MÖ 3500 yıllarında bile üzerine yazı yazabilecek çeşitli şeyler kullanıyorlardı. Kağıdın icadı sonraki devirlerde Çinlileri dünyanın en gelişmiş kültürünün sahibi yaptı. Şaşırtıcıdır ki, Orta Asya'ya 751, Bağdat'a ise 793 yılında ulaşan Ts'ai Lun'un kağıt yapma metodu, Avrupa'da ilk kağıt ancak 1151 yılında İspanya'da yapılabildi.

Özellikle matbaanın icadı ile birlikte kağıda olan ihtiyaç gittikçe büyüdü. Yeterli hammadde bulmakta zorlanıldı. Ayrıca bu şekilde kağıt imalatı çok zaman alıyordu ve dünyanın bir çözüme ihtiyacı vardı.

Kesin tarih bilinmiyor ama yaklaşık 18. yüzyılın başlarında Fransız bilimci Rene - Antonie Ferchault de Reaumur ormanda ağaçların arasında yürürken bir yaban arısı kovanı gördü. Yaban arıları evlerinde olmadığından durup kovanı incelemeye başladı. Birden kovanın kağıttan yapılmış olduğunu gördü. Peki onlar paçavra kullanmadan kovanı nasıl yapıyorlardı? Sadece paçavra değil, kimyasallar, ateş ve karıştırma tanklarını da kullanmıyorlardı. Arılar insanların bilmediği neyi biliyorlardı?

Aslında her şey çok basitti. Kısa bir gözlem sonucunda gördü ki, yaban arıları ince dalları veya çürümüş kütükleri kemirir gibi ağızlarına alıyorlar, burada mide sıvıları ve salyaları ile karıştırıyorlar ve kovanlarını yapmada kullanıyorlardı. Reaumur arıların sindirim sistemini de inceleyerek buluşunu 1719 yılında Fransız Kraliyet Akademisi'ne sundu.

İlk kağıt makinesi 1798 yılında yapıldı. Ancak bu geniş bir kayışın dönerek fıçıdaki lapayı aldığı ve ince kağıt haline getirdiği, her dönüşte tek bir kağıt yapabilen basit bir makine idi. Silindirli makine çok geçmeden 1809 yılında John Dickinson tarafından ilan edildi.

Günümüzde kağıt üretimi yüksek teknoloji ile ve tam otomatik olarak yapılabilmektedir ama işlemin adı esas olarak değişmemiştir. Kağıtların arasındaki kalite farkını kullanılan lifin türü, lapanın hazırlanışı, içine katılan malzemeler, kimyasal veya mekanik metotlar belirler. Her ne kadar liflerin elde edilmesinde ağaçlar ana kaynak ise de özellik taşıyan kağıtların yapılmasında günümüzde sentetik lifler de kullanılmaktadır.


İbraniler ve Onların "Tek Gerçek Tanrısı"

 


ibraniler, Sami göçebeleridir. M.Ö. 2. binyılın sonlarına doğru doğudan Kenan'a göç etmişlerdi. Filistinlilerin yenilgisinin ardından (Filistin sahilinde yerleşmiş olan denizci halk), Kral Davud (M.Ö. 1006-962), Sur şehrindeki Fenike Kralı Hiram 'ın yardımları ile Filistin' i birleştirdi. Kudüs'ü dini ve siyasi başkenti haline getirdi.

M.Ö. 930' dan sonra, ülke yeniden bölündü: Kuzeyde israil, güneyde Kudüs'ü de kapsayan Yahudiye.

M.Ö. 721' de Asur, israil'in kontrolünü ele geçirdi. M.Ö. 586' da Yahudiye, Babil egemenliğine girdi. Yahudiyeliler (ibranilerden ve israillilerden farklı olarak Yahudiler olarak bilinmektedir) Babil ' e sürgüne gönderildiler. Yahudi Tevratı adını verdikleri ve Hıristiyan incil' inin ilk kitabı olan metinde tarihlerini yazmaya başladılar. M.Ö. 538' de Babil, Perslerin eline geçince, Yahudilerin Kudüs'e geri dönmelerine izin verildi. Yahudiliğin politik ve dini temelleri orada atıldı. Kimi Yahudiler Babil'de kalmaya karar verdiler. Böylece ilk Yahudi diaspora topluluğunu oluşturdular.

Bu süreç içerisinde Yahudiler , kendilerinin tek tanrının seçtiği halk olduğuna inanmışlardı. Bu kadir-i mutlak ve yegane gerçek tanrı, dini metinlere göre M.Ö. 2. binyılın ilk yarısında  kendisini  çoban ibrahim 'e göstermişti. Monoteizm olarak anılan bu tek tanrı inancı Hıristiyanlık ve islam dinlerini etkiledi. Her iki din de ibrahim' in dini kuruculuğunu tanıyorlardı (incil'e göre isa, ibrahim' in soyundan geliyordu. islami geleneğe göreyse ibrahim peygamber, Arap ve Yahudi halklarının atasıdır).

M.Ö. 333 yılında Büyük iskender Filistin' i fethetti. Daha sonra bölge,   aralarında   Romalıların,    Sasanilerin    ve    Bizans imparatorluğu'nun da bulunduğu bir dizi   imparatorluğun hakimiyetine girdi. Bölgedeki Yahudi varlığı giderek azaldı ve Celile onların dini merkezleri haline geldi. M.S. 636 yılında Araplar bölgeyi fethettiler. 1300 yıl boyunca Filistin Müslümanların kontrolünde kaldı.


alıntıdır.

Dicle Nehri / Cizre

 


23 Ocak 2022 Pazar

Balayı

 



Avrupa’da geleneğin kökeni araştırıldığında balayının kökenindeki ‘bal’ın ‘cicim ayları’ anlamını değil gerçek balı ifade ettiği görülür. Kuzey Avrupa’da kız kaçırıldığında bir süre kızın ailesinden saklanılması gerektiği ve bu sürede saklandıkları yeri yalnız onlara köyden yiyecek, bal getiren delikanlının arkadaşlarının bildiği folklorcularca anlatılmaktadır.


Yeni evlilerin ilk aylarında şarapla karıştırılmış bal içme geleneği de Kuzey Avrupa’da yaygındı. Hunların hakanı Attila’nın 450 yılında III. Valentianian’ın kızkardeşi Honoria’yı kaçırdığı ve düğününde fıçılarla bu içkiden tüketildiği bilinmektedir. Attila üç yıl sonra yapılan düğünde bu içkiden boğularak esrarlı biçimde ölecektir. 


Balayı 16 ve 17. yüzyıl İngiliz edebiyatında güzel şeylerin geçiciliğinin simgesi olarak kullanılmıştır. Fransızcaya ise (lune de miel) İngilizceden çevrilerek 19. yüzyılda alınmıştır.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Dicle Nehri / Cizre

 



Tabiat Kültleri

 


Mitolojik kaynaklardan da anlaşılacağı gibi, dünyanın (kozmo­sun) oluşum süreci belli bir düzen içinde gerçekleşmiştir. İlk kaos­ tan yerin yaratılması, onun gökten ayrılması olayı diğer nesnelerin (güneş, Ay, yıldızlar, dağ, deniz vs.) ortaya çıkmasına neden olmuş­ tur. Yaratılış modelleri formülleri içerisinde üçlü dünya örneği (gök, yeryüzü ve yeraltı dünyası) dikkati çekmektedir. Kozmogoninin teşekkülünden sonra insan psikolojisi ve tasavvurları dünyanın hangi nesneden yaratılması yönünde gelişerek astral kültlerin biçimlenmesine temel hazırlamıştır. Bilindiği gibi her bir ayinin, törenin menşeine ilişkin mitler vardır ve bu mitler ifade edilen eylemlerin ana unsuru olarak değer kazanır. C. Levi-Strauss, mitin aynı derecede geçmişi, bugünü ve geleceği anlattığını belirtir (Levi-Strauss). Astral mitler astral kültlerle ilgili ayin ve merasimlerin menşeini, arkaik kökenlerin gelişim ve ölümünü belirleyen mitlerdir. Bu mitler yıldızlar,  gezegenler, gök cisimleri hakkında bilgiler vererek, onların kültleşmesinin nedenlerini açıklar.

Eski Türk algılamasında kutsal değer kazanmış olan dağ, 6. yüz­ yıla ait Çin kaynaklarında "yer tanrısı " (ruhu) diye adlandırılmıştır.

M. Seyidov'a göre, "Kutsal başlangıç sayılan dağ, toprak ve özellikle onlarla ilgili güneş bütün varlığın, hayatın, tanrıların, insanların, nimetierin  yaratıcısı, anası-atası olarak kabul edilmiştir.  Toprak her şeyin başlangıcı sayılmıştır." M. Seyidov'un bu tezine göre Türk Mitolojisi'nde dağla ilgili algılamaları bir araya getirdiğimizde dağı, dünya modelinin ata-ana yapısında ana tarafa ait unsur olarak görmekteyiz. Bu durumda gök ve onunla ilgili kozmogonik unsurlar ata kompleksine, yer ve onunla ilgili kozmogonik unsurlar, ayrıca dağ ana kompleksine aittir. Türk Mitolojisi'nde dağın ana rolünü üstlenmesine, birçok kahramanların sakral ebeveyni olmasına dair olgular söz konusudur. Bu ise dağın ulu ecdat olarak kültleşmesini ve çevresinde inançlar örgüsünün oluşumunu sağlamıştır. Bu inançlar düzeninin tezahürü olarak Türkistan Türklerinin bulundukları her bölgede dağ kültünün izleri bulunmaktadır. Buradaki dağların ekseriyeti  "kutsal, ulu ecdat,  ulu kağan''  anlamlarını veren  Han Tengri, Buzdağ Ata, Bayın Ula vd. adlarla da tanınmıştır (İnan). Ayrıca mitoloji metinlerden bilindiği üzere dağ iyesi uzun boylu, büyük göğüsleri olan kadındır. Bu durumda o görünüş itibariyle Al (Hal) anası karakterine benzemektedir (Potapov). Altay kabileleri arasında dağ ruhunun erkek ve kadın, genç ve yaşlı olarak algılanan insan şeklinde tasavvur edilmesi antropomorflaşmanın sonucudur. Dağ iyesinin erkek olarak tasadanması kadın başlangıçlı mitolojik tiplerin yerini  erkek hamilere bırakmasından başka bir şey değildir. Altay Türklerinin etnografik inancında av hayvanlarının anası ve iye'si olarak bilinen Manahan (Maniyhan) orman hamisinin halen de kadın olarak tasavvur edilmesinin bir kalıntısıdır. Altay avcıları onun şerefine yaptıkları merasimde avlarının iyi olması dileğinde bulunurlar. N. Direnkova'nın derlediği avcı ve avcılıkla ilgili efsanelerden bilindiği gibi dağın koruyucu ruhu olan kadın, çıplak ve iri göğüslüdür. Bu  dağ ruhu masallardaki iri göğüsleriyle ocağın külünü süpüren dev karısı veya dev kadın tipine çevrilmiştir (Direnkova).

Ağaç karakteri Türk Mitoloji düşüncesinde Bay Terek, Temir Ka­ vak, Hayat (Dünya) Ağacı vs. adlarıyla kodlaştırılmış ve külte dönüşmüştür. Kozmik dünya modelinden belli olduğu gibi ağaç insanla Tanrı, yerle gök arasında ilişki kuran bitkidir. A. Sagalayeve göre dağ  ve gölle birlikte, ağaç da Türk dini ve mitolojisinin en eski karakter lerindendir. Hunlar ağaca kurban olarak at keser, kellesini ve derisini de ağacın dallarına asarlardı (Sagalaev). Eski Hunların kayın ağacına tapmaları M. Seyidov'un da bu hususta bazı kanaatlere varmasına neden olmuştur. M. Seyidov'a göre eskiden Azerbaycan'da meskun Hunların bu inancı topanimik adların da oluşmasında etkili olmuş­ tur. M. Seyidov şöyle yazmaktadır: "Bizce, Kalakayın adı buna örnek olabilir. Kalakayın kale ve kayın sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Kalakayın, yani kayın ongonun kalesi, koruduğu yer, yaşam birimi anlamına gelmektedir."

Eski Türk etnik mitlerinde denildiği gibi kainatta baş Tanrı Kuday, kişi ve su vardı. Baş tanrı Kuday toprak ve sonra çam ağacını yarattı. Tanrı'nın yarattığı dünya ağacının dokuz dalı vardır. Tanrı her dalın kökünden bir adam yarattı ve bunlar da her birisi bir soyun, boyun, kabilenin atası oldular. Diğer bir efsanedeyse şöyle denmektedir: Karakurum Dağları'ndan çıkan Tuğla ve Selenga nehirlerinin birleştiği Kumlangu adlı bir yerde iki ağaç yetişmiş. Bunlardan biri fıstık, diğeri kayın ağacı imiş. Ağaçlar dağ boyda olmuş, musikiye  benzer sesler çıkarmışlar. Onların üzerine her gece ışık inermiş. Bir gün ağaçtan kapı açılmış. İçeride çadıra benzer beş ev görünmüş. Onların her birinin içinde bir çocuk varmış (Uraz).

Bu mitlerin şiirsel yapısında ağaçların antropomorfıkleşmesi, aynı zamanda insanların, halkların onlardan türemeleri açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Ağaç mitinin iki işlevini görmekteyiz:

1. Ağaç-dünya modeli rolünde.

2. Ağaç-ecdat rolünde.

Her iki fonksiyon birbiriyle ilişkilidir. Ağacın dünya modeli fonksiyonunu icra etmesi onun ilk mitolojik kozmogonide, yani dünyayı yaratmada yer aldığı anlamına gelmektedir. Bu da onun ecdat fonksiyonunu belirlemektedir. O, bir kozmogoni (yaratılış) unsuru olarak aslında tek fonksiyon icra eder. Çünkü yaratılış sürecinin modelini kurmak (dünya modeli rolünü ifa etmek) kozmogonik ebeveyn  olmak anlamına gelmektedir. Türk etnik ve kültürel geleneğinde sakral yönleriyle değer kazanmış ağaç, kozmogoni eyleminde dokuz dallı ağaç olarak yer almıştır. Bu ağacın dallarından yaratılmış insanlar Tanrı'nın simgeleri olarak görülmektedir. Buna göre de dünya modelinin etnik ve kültürel sistem açısından nispeten ortak ve istikrarlı manzara sergilediği dönem kozmolojik, mitik veya şiirsel çağ diye adlandırılır (Mifı Narodov Mira).

Azerbaycan Türklerinin inançlarında suyun kültleşmesi olgusu, suyun baba, ecdat olması, evlat bahşetmesi, yemin yerine dönüşmesi vs.  şekillerde karşımıza çıkmaktadır.  Su  kültü birçok Türk menşeli halkların folklorunda kutsal değer kazanmıştır. Su gerek bereket ve güç kaynağı, gerekse koruyucu veya cezalandırıcı Tanrı şeklinde Türk mitolojik inançlarında yer almıştır. Kozmosun yaratılışında ilk başlangıç olarak su insan neslinin artımından sonra göl, çay, deniz, pınar vs. şekillerde inançlar sistemine girmiş ve Türk halklarının yaşadıkları alanlarda yaşamsal önem arz eden unsurlardan biri haline gelmiştir. Türk halklarının tasavvurunda su tanrısı karakterinin şekillenmesiyle suya tapmanın izlerini daha geniş alana taşımıştır.

A. İnan eski Çin kaynaklarına dayanarak Türk halklarının eskiden

göğe-Tanrı'ya, yere-suya, güneşe ve aya kurban kestiklerini yazmaktadır. A. Bukşpan'a göre küçük Türk kabilelerinde  "Ijjep-sobujjep­ sob" adlı tanrı vardır. Görüldüğü gibi Tanrı düzeyine yükseltilmiş suyun kozmogonik ilk olduğu burada açık şekilde bilinmektedir. Oğuz Kağan Destanı'ndan da açıkça görülür ki, altı elementin sentezinden meydana  gelmiş  dünyanın  bir  başlangıcı  sudur.  Oğuz  Kağan'daki Deniz Han suyun sembolüdür. Demek ki "Su Türk kozmogonisinin temel öğesidir ve bu kozmogonideki Tanrı 'Hak' teoniminin ifade ettiği Allah'la aynı semantik düzeyde kabul görmektedir." (Ceferli.) Köroğlu Destanı'nda Koşabulak'ın dirilik bahşetmesi de su kültünün önemini, yerini, dönüşüm zemininde hangi özellikleri taşıdığını göstermektedir. Destanda Koşabulak kutsal Memin simgesi olarak majik özelliklere sahiptir. Koşabulak'ın köpüğünün hastayı iyileştirmek, insana hayat vermek kudretine inanmışlar. Bu matifte birkaç mit sernantemini müşahede etmek mümkündür:

a) Kozmogonik ağaç semantemi (çeşme ağacın altında);

b) Kozmogonik astral  semantemler  (yıldızlar);


c) Kozmogonik zaman semantemi  (yedi yılda bir).


Bu sentez metindeki mitik öğelerin düzenli katkısını sağlar. Yıldızların birbirine  çarpmasıyla  nur  dökülmesi  olayı  gerçekleşir.  Bu da semavi ruhlarla ağaç ve su ruhlarını bir araya getirir. Sonuçta Koşabulak'ın köpüklenmesi olayı gerçekleşir. Aslı-Kerem destanında da su kültünün  sakral mahiyeti,  ilk başlangıç olduğu tasvir edilmiştir. Kerem'in suyla haberleşmesi suyun kült olarak tasavvurlardaki karakterini daha da belirginleştirerek semantik katlarını sergiler. Destanda Kerem çaya hitaben şöyle der:

"Ab-ı hayat gibi daim akarsın, Hakkın cemaline bazen bakarsın, Dolana-dolana evler yıkarsın, Benim Aslım buralardan geçti mi?" (Azerbaycan Mehebbet Dastanları)

Bu parçanın tahlili sonucunda su kültünün aşağıdaki öğeleri ortaya çıkmaktadır:

1. Su hayat verici öğedir ("ab-ı hayat")

2. Su canlıdır (onun "daim akması")

3. İlahi-sakral mekanda yerleşmiştir ("Hakkın-Allah'ın cemaline bakması");

4. Kült-tapmak nesnesi (hem de öznesi olarak) duygusal özelliklere sahip olması: Öfkelenmesi ("Dolana-dolana evler yıkması");

5. Kült nesnesi olarak ritüel kontekstinde mevcut olması (Kerem'in onunla "haberleşmesi": Aslı'yı sorması).

Diğer taraftan araştırmacılar bu bağlamda tasvir edilmiş suyu, iki kozmogonik başlangıcı simgeleyen unsur (kült) olarak değerlendirmekteler. M. Caferli'ye göre "Kerem çaya müracaatında onu bir taraftan Hak seviyeli bir nesne seviyesine yükseltir. Burada su doğrudan kozmosla, müspet kutsal başlangıçla ilgilidir. Diğer taraftan Kerem suyu hetonik başlangıçla ilişkide görür, onu şer güç olarak görmektedir:' M. Caferli suyun eski kozmogonik metinlerdeki konumunu tespit etmiş ve çayı (suyu) kozmos ve kaos arasında aracı olarak göstermiştir. Bilindiği üzere eski Türklerin inanç sisteminde Bozkurt öncül simge olarak değer kazanmıştır. Bozkurt epik ve mitolojik düşüncede Türklerin atası (ecdat kültünün taşıyıcısı) olarak kodlaştırılmıştır. Hunların ve Göktürklerin sakral ecdadı sayılan "bozkurt" Oğuz Türklerinin de koruyucusu ve hamisi olmuştur. Destanın ikinci boyunda bozkurdun Kazan'a rastlaması olayı bu karakterin koruyucu ecdat semantiğinin olduğunu ortaya koymaktadır. Kazan Han'ın bozkurttan yurdunu haber alması, ona bir ecdat olarak hitap etmesi tezimizi doğrular niteliktedir:

"Ordumun haberin bilürmisin, degil mana! Karabaşım kurban olsun, kurdum sana!" (Kitabi Dede Gorgud)

Bozkurda yönelik bu müracaat Kazan Han'ın kendi ecdadı na tüm varlığıyla taptığını, bozkurdu belalardan kurtaran güç olarak gördüğünü tasdik etmektedir. Bu tür bir yaklaşım Kitabı Dede Korkut'taki kurt karakterinin değişik fonksiyonlarını açığa çıkarma olanağı tanır. Bu da destanın zaman ve işlevsel misyonuyla ilgili somut kanaatlere varmaya yardımcı olacaktır. Söz konusu boyda Salur Kazan'ın kurda müracaatında "Karanku akşam olanda güni doğan" (Kitabi Dede Gorgud) formülü (ifadesi) kurdun mitolojik karakter         olarak işlevsel hareket şeması ve bu hareketin zaman yapısıyla ilgili değerli bilgi olarak dikkat çekmektedir. Bu zaman kesiti Bozkurdun hareket aktifliğinin zaman işareti olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda    destanın şu boyunda bozkurdun gök ışıkla ilişkisini açığa çıkaran detaydan da bahsedilir. Işık içinde gökyüzünden inen kurt, parlak şekilde sadece akşam zamanı, karanlık düştüğü zaman gözle görüle­ bilmektedir. Destanda kurdun işlevsel yapısının Salur Kazan tarafından dile getirilmesi onun kurda müracaatında özel tahkiye formülüyle devam eder: "Kar ile yağmur yakanda er kimi duran.. :·  (Kitabi Dede Gorgud.)

Kazan'ın kurda ikinci müracaatı bozkurt-Oğuz ilişkilerinin mitolojik semantiğini ortaya koyar. Oğuz-kurt ilişkilerinin arkaik semantiğinin araştırılması Oğuz'un karakterinde kurt karakterine özgün mitolojik çizgileri çizmektedir. Dede Korkut Kitabı'ndaki kurdun Salur Kazan tarafından "er" adıyla anılması Oğuz'un işlevinin kurdun işlevinden farklı olmadığını ortaya koyar. Her iki karakter "er" öğesinde birleşir. Bu durumda "er" öğesi Oğuz ve bozkurt karakterlerinin türeyiş başlangıcı olarak kendini gösterir. Söz konusu durum diğer mitolojik katları da aydınlatır. Bilindiği üzere Oğuz Kağan Destanı'nda kurdu sadece Oğuz görür. Bu detay da dolaylı yolla Dede Korkut'a yansımıştır. Destandaki erenler içerisinde sadece Kazan'ın kurtla karşılaşması Oğuz-kurt temasından gelerek söz konusu ilişkinin semantiğini ortaya koymuştur: Oğuz-bozkurt mitolojik ilişkileri Kazan-kurt epik ilişkilerinde paradigmalaşmıştır. Bu durumda Kazan-kurt epik ilişkileri bize Oğuz-bozkurt mitolojik ilişkilerinin "detaylarını" açığa  çıkarmak için güvenilir malzeme sunmuşlardır. Kazan'ın kurda üçüncü müracaatı da mitolojik tefekkürdeki öğeleri öne çıkarmaktadır: "Karaguç atları gördüginde kişneştiren..." (Kitabi Dede Gorgud.) Bu müracaat Türk halklarının inançlarındaki dizileri hatırlatır. Eski Türkler kahramanların atlarının güneşten geldiğine inanıyorlardı (Seyidov). Ayrıca Dede Korkut  Destanı'nda  kurdun atla karşı karşıya konulması gökyüzünden inmiş varlıkların (atın ve kurdun) mitik ve kozmik bağlantılarını yansıtmaktadır.

Bilindiği üzere bozkurdun kıyamet günü Türkleri kurtaracağıyla ilgili eski bir inanç vardır ve  bu inanç  Türk  kahramanlarının  destan karakterlerinde varyasyona uğrar.  Bu anlamda  Dede Korkut'taki kurdun kurtarıcı misyonu onun diğer işlevleri kadar belirgindir. Mitolojik benzerliklere göz atalım. Yakut Şamanları Tanrı oğlu olan kurda saygıyla " Tankara yola" (Tanrı oğlu), bazı varyantlarda  "ayin yola''  (bu da Tanrı oğlu"  demektir). bazen de  "tankara ıta''  (Tanrı iti) şeklinde hitap ederlerdi. Buryatlar ak kurdu gök (sema) lideri adlandırırlar. Buryatlara göre, ak kurtlar sadece Tanrı'nın emriyle hareket ederler. Onlar başlarını göğe kaldırıp uluduklarında Tanrı'dan kendilerine yemek isterler. Tanrı da onlara yemeğin yerini, rengini ve miktarını bildirir. Buryatlar koyuna kurt saldırdığında bunu hayırlı bir alamet olarak yorumluyorlardı (Galdanova).

Azerbaycan'da da kurdun parçaladığı hayvanın mundar hesap edilmemesi yukarıdaki mitolojik çizgileri doğrulayan olaydır. Bu, dolayısıyla kurdun kurtarıcı karakterinin halk hafızasında kazandığı değerle ilgilidir. Saka Türkleri döneminde Oğuz-kurt kurtarıcı karakterinin Türk devletini kurma geleneğindeki rolü ispat edilmiştir. Şüphesiz bu, Oğuz'u devletin askeri ve idari yapısının kurucusu olarak görmek çabasından meydana çıkmıştır. F. Bayat bu konuda şöyle yazmaktadır: "Türk boylarındaki bozkurt esasen ecdattır (örneğin Çiğil, Yağma, Karluk boylarında). Göktürklerde ecdatlık kurtarıcılık fonksiyonuyla birleşerek: ecdat-kurtarıcı rolünde resmileştirmiştir."

Z. Togan ise şöyle yazmıştır: "Oğuzlarda. Kıpçaklarda kurt kurtarıcıdır." B. Ögel Avrupalı araştırmacı Ramsted'e istinaden şöyle yazmaktadır: "Moğollar kurda Çina veya Çinu derlerdi. Cengiz Han'ın ataları erkek kurtla dişi ceylandır. Moğol Oğullarının Gizli Tarihi'nde bu ata kurda Börte-Çinu adı verilmiştir. Börte veya Berte Moğolca bir renk adıdır. Kök bakımından bizim gri renkle de bir ilişkisi vardır."

Jean-Paul Roux'a göre Türklerden kalma ve daha önce kurt efsanesine dayanmayan kitabelerde, Bumin ve İstemi'nin üzerinde hükmettikleri insanoğullarının gökle dünya arasında meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Gökten gelen hükümdarın göğe benzediğini, gökten geldiğini (Tengri Teg, Tengri'de bölmüş) doğrulamaktadır. Bu anlamda, bozkurt "Dede Korkut''ta mübarek sayılır ve Kazan Han'ın ona müracaat etmesi, ondan yardım istemesi bozkurdun kendisine yol göstermesini istemesidir. Kazan'ın destanda "Azvay kurt eniyi er­ keginde bir köküm var" demesi onun soyunun (Salurların) kurtla ilgili olduğunu açığa çıkarmaktadır. M. Seyidov'un yazdığı gibi kurt bir zamanlar geniş yayılmış bir ongondu. Bu yaygın ongonu soyun kökeni olarak görmüşlerdir. Belki de kurt toteminin Kazan'la ilgili efsanesi de vardır. Dede Korkut'ta kurdun sadece Kazan'la ilgili hatırlanması da bu hususla ilgilidir. Hazırda Azerbaycan'ın bazı bölgelerinde kurda küfredilmez, Kurdu görünce salavat çevir gibi deyimlerin olması kurdun ecdat işlevini ihtiva etmektedir. Destanda Kazan'ın kendi soyunu erkek kurtla ilişkilendirmesi kurdun başlıca kültlerden biri olduğunu doğrulamaktadır.

At kültü ritüel ve mitolojik bakımdan Fazlullah Reşideddin'in Oğuzname'sinde tasvir edilen Oğuzların etnik oluşum ritüelinde de açık şekilde görülmektedir. Burada devletin ve iktidarın 24 Oğuz aşireti arasında bölünerek yapılanması at kültüyle gerçekleşir. Bu amaçla iki at kesilir ve her aşiret kurban etlerinden kendine düşen payı alır: "Bu, Oğuz kozmosunun zoo modelidir. Şöyle ki, torunların (Oğuzun 6 oğlundan olan 24 torun) her biri ritüel amacıyla kesilen atların bedeninden "onlara ait" kısımları götürür. Her bir torunun (aşiretin) Oğuz etnik-siyasi yapısında durduğu basamak, yatay (sağ-sol) ve dikey (yukarı-aşağı) mekanda durduğu konum atın bedeninden alacağı payın yerini belirler. Yani ayrılan payın atın (atların) bedeninin hangi kısmından olması her bir torun-aşiretin Oğuz kozmoetnik, sosyal-hiyerarşik kurumunda işgal ettiği yere uygundu. Bu pay onların her birinin at karakterinde tasavvur ettikleri kozmik dünya modelinde işgal ettikleri yeri simgeler. Görüldüğü gibi düğünde at kesilmesi, onun dağıtılması Oğuz içindeki çatışmaların ritüel aracılığıyla çözüm modelidir. Törende kesilen atlar sıradan atlar olmayıp, Oğuz kozmosunu modellendiren kurbanlardır:' (Rzasoy.)

Bütün bunlar at kültünün esas semantik özelliklerini belirleme fırsatı sunar:

1. At dünyanın zoomodeli olarak ilk kozmogoninin esas nesnelerinden birini oluşturur.

2. At kozmogonik (yaratılış) karakter olarak aynı zamanda ecdat kültü fonksiyonunu yerine getirmiş olur.

3. Atın kozmogonik dünya modeli ve ecdat olarak özellikleri onu sakral kurban olarak kültleştirmiştir.

B. Ögel'in "Mitoloji bir milletin fikir ve düşünce tarihidir " ifadelerine önem vererek Türk Mitolojisi ve eğitim değerlerini algılamak konusunda ciddi ipuçları ortaya çıkar. Eğitimin kültürü geliştirme açısından mitolojinin rolü, mitlerin toplum tarafından bir olağanüstülük kazanması nedeniyle özellik arz etmiştir. "Doğu toplumlarında çocuğun eğitiminde eskiden kullanılan yolun hikayeler, kıssalar, menkıbeler anlatılarak, bu anlatımlardaki değerlerin kavranmasını bağlamak yönünde olduğu beliren bir gerçektir. Doğu hikayelerinin geleneğin taşınması işlevi yanında karşıt düşünceleri barındırması, model işlevi, ayna işlevi gibi önemleri vardır:' (Şimşek.) Söz konusu işlevlerden bugün de yararlanmak mümkündür. İnsanlığın ilkel    düşünüşünün bir ürünü olarak ortaya çıktığı kabul edilen mitler ilköğretimin ilk sınıflarındaki öğrencilerin düşünme biçimine uygun zengin bir yapıya sahiptir. "Mitlerin ve efsanelerin birçoğu, gerçekleri hayali buluşlarla açıklama eğiliminde olan çocuğun doğa ve tarih olayları üzerindeki meraklarını giderebilecek niteliktedir. Mitler ve efsaneler, dikkatli, amaca uygun bir seçim yapıldığı takdirde çocuğun hayal gücünü zenginleştiren, halkın duygu ve inançlarını tanıtan eğitim-öğretim aracı olabilirler:' (Kıbrıs.) Özellikle efsanelerin gerçekte olmuş gibi ağızlarda yaşayan, ağızdan ağza yayılan bir anlatım türü olması, birtakım sanatsal anlatım kaygıları taşımaması, bu dönem çocuğunun sahip olduğu algı ve dikkat özelliklerine uygun düşmektedir. Türk halk edebiyatının masaldan sonra en yaygın türü olan efsane inançları yansıtması açısından mitlere en çok yakın alanıdır. Ancak mitlerin araştırılmasında olduğu gibi efsanelerde tür özelliği, efsane tarih ilişkisi, estetik yapı vs. halen de yeterli araştır­ ma konusu olmamıştır. Bu bağlamda mitle efsane sınırı da yeterince belirlenmemiştir.



Bahattin Uslu'nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

22 Ocak 2022 Cumartesi

Evlilik Yüzüğü

 




860 yılında Papa I. Nikolas nişan yüzüğünün evlenme arzusunu bildirmek üzere takılmasının zorunlu olduğu kararını aldı. Evliliğin kutsallığı ve boşanma yasağının savunucusu olan Papa, evliliğin fedakârlık gerektirdiği savıyla altından başka yüzüğün de kabul edilmeyeceğini kararlaştırarak geleneğin kurucusu oldu.


Yahudiler evlilik yüzüğünü işaret parmaklarına, Hintliler başparmaklarına takıyorlardı. Yunanlılar IO 3. yüzyılda ‘aşk damarı’nın üçüncü parmaktan geçip doğrudan kalbe ulaştığını keşfettiler. Başparmağın sayılmadığı bu hesabı Romalılar da benimsediler, hatta doktorlar ilaçlarını bu ‘sağaltıcı parmakla karıştırıyorlardı. Hıristiyanlar da bu âdeti sürdürerek yüzüğü “Baba adına” işaret parmağının ucuna geçirip, “Oğul adına” orta parmağa aktardıktan sonra “Ruhülkudüs adına” yüzük parmağına geçirip “Amin” diyerek dinselleştirdiler.


Altın yüzük takma ayrıcalığı Romalılar zamanında yalnızca senatörlere, yüksek kamu görevlilerine ve daha sonra şövalyelere tanınıyordu. İmparatorlar bu ayrıcalığı nişan-madalya anlamında belirli kişilere tanıyorlardı. Iustinianus bu hakkı bütün Roma yurttaşlarına verdi. Katolik Kilisesi hiyerarşisinde yüzüklerin takılacağı parmaklar ve taşları, papadan rahibelere kadar belirlendi. Farklı âdetler gelişmiş olmasına karşın altın yüzük bütün Avrupa’da evlilik bağının simgesi haline geldi.

Yüzük ve terzi yüksüğü Uygurca döneminden beri Türkçede vardır ve Batı’da olduğu gibi sihirli yüzük masallara girmiştir. Nişan yüzüğü çok önemsenirken evlilik yüzüğüne alyans (Fransızca alliance birleşme, ittifak) denilmesi kökeni konusunda yeterince fikir vermektedir. İslam fıkhına göre altın, gümüş kullanmak erkeklere yasak olmakla birlikte, israf ve lüks anlamı taşımadığı ve ‘örfen zaruret’ olduğu için nişan ve nikâh yüzükleri helal sayılmaktadır.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


21 Ocak 2022 Cuma

En yüksek ses hangisidir?

  

 

 

Sesin seviyesini ölçmede kullanılan birim Desibel'dir ve kısaca dB olarak yazılır. İnsan kulağı inanılmaz şekilde hassas olduğundan bu dB ölçüsü de biraz tuhaftır. Kulağımız en hafif bir yaprak hışırtısından, jet motorunun yüksek sesine kadar her şeyi işitebilir. Halbuki jet motorunun sesi insanın işitebileceği yumuşak bir fısıldamadan bir trilyon kat daha fazladır. İnsan kulağı aralarında bir dB fark olan sesleri bile ayırt edebilir.

Desibel seviyesi matematik dilinde "eksponenşıl" denilen şekilde (aynen deprem ölçüsü "rihter"de de olduğu gibi) katlanarak artar. İnsan kulağının işitebileceği en düşük ses seviyesi yani sessizlik 0 (sıfır) dB'dir. Bu seviyenin 10 kat fazlası 10 dB, 100 kat fazlası 20 dB, 1000 kat fazlası 30 dB'dir ve böyle artarak gider. Şimdi bazı seslerin seviyelerine bakalım.

 

 

 

 

Sesin şiddet faktörü

 

Ses seviyesi (dB)

 

Sesin kaynağı

 

 

1.000.000.000.000.000.000

 

180

 

Roket sesi

 

1.000.000.000.000.000

 

150

 

Jet uçağının kalkışı

 

1.000.000.000.000

 

120

 

Gök gürültüsü

 

100.000.000.000

 

110

 

 

Klakson sesi (1 metreden)

 

10.000.000.000

 

110

 

Metro istasyonu

 

1.000.000.000

 

110

 

Mutfak blenderi

 

100.000.000

 

80

 

Saç kurutucusu

 

10.000.000

 

70

 

Otobandaki trafik

 

1.000.000

 

60

 

Normal konuşma

 

10.000

 

40

 

Oturma odası

 

1.000

 

30

 

Kütüphane, hafif fısıltı

 

10

 

10

 

 

Yaprak hışırtısı

 

1

 

0

 

İşitmenin alt sınırı

 

 

 Yukarıdaki bütün ses seviyeleri kaynağın yakınından alınmıştır. Kaynaktan uzaklaştıkça bu seviyeler mesafeye bağlı olarak düşer. 85 dB''in üzerindeki sesler işitme duyusunun kaybına yol açabilir. Tabii bu süreye de bağlıdır. 10 saat 95 dB seviyesindeki sese maruz kalmak zarar verebilirken, çok kısa sürede 120 dB''lik bir ses seviyesi kulağa zarar vermez.

Sesin iki temel özelliği vardır. Biri yukarıda belirttiğimiz şiddeti veya seviyesi, diğeri de frekansı. Ses hava dalgaları ile yayıldığından bir saniyedeki dalga sayısı frekansını verir. Ve bu da "Herz" birimi ile ifade edilir. Sesin şiddeti ile frekansı arasında bir bağlantı yoktur. İnsan kulağı 20 ile 20.000 Herz arasındaki sesleri algılayabilir. 20.000''in üstü ultrasonik sesler olup bu sesleri insan kulağı algılayamaz.

Sesin bir kulağımıza gelmesi ile öbürüne gelmesi arasında saniyenin milyonda biri kadar bir süre olmasına rağmen sinir sistemimiz bunu beynimize ulaştırır ve sesin hangi yönden geldiğini algılarız. 85 dB''in üstü insan kulağı için zararlı iken bebeklerin ağlaması 100 dB''in de üstündedir. Anneler, babalar bebeklerinizi ağlatmayın, sonra zararı size dokunabilir.

Alıntıdır.

OKYANUS AKINTILARI VE YERKÜRENİN SICAKLIĞINA ETKİLERİ

  

 

Okyanus akıntıları, genel atmosfer sirkülasyonu ile birlikte düşünülmesi gereken bir kavramdır. Gerçekten okyanus akıntıları ile genel atmosfer sirkülasyonu arasında kuvvetli bir ilişki ve etkileşim bulunmaktadır.

 

Bu akıntılar soğuk kutupsal okyanus suları ile sıcak ekvatoral okyanus sularının doğuş bölgelerinden farklı bölgelere ulaşması ile gittikleri yerlere, kıyılara farklı iklim özellikleri götürmektedirler.

 

Bununla birlikte Walker Dolaşımı, El Nino, La Nina gibi hadiselerle dünya iklimlerini etkilemektedir. Bu etkiler periyodik bir salınıma sahip olarak, ülkemizin de içinde yer aldığı Akdeniz çanağını da etkilemektedir.

 

 

Okyanus Akıntıları

 

 

Okyanus akıntıları, hem denizler hem karalar üzerinde havanın ısınmasını sağlayan önemli bir sıcaklık etmenidir. Akıntılar genel olarak sıcak olan ekvatoral bölge ve kutuplar arasındaki enerji açığını kapatmak üzere atmosfer dolaşımı ile birlikte çalışan bir sistemdir.

 

Okyanus akıntılarının oluşmasının en önemli sebebi atmosfer dolaşımı ile oluşan rüzgarlardır. Okyanuslar üzerinde sürekli olarak esen rüzgarlar ekvatoral bölgedeki sıcak suların kutuplara doğru, kutup bölgelerindeki soğuk suların ise ekvatoral bölgeye doğru sürüklenmesine yol açar.

 

Okyanusların iki türlü hareketi vardır,

 

          Rüzgarlarla yüzey arasındaki etkileşimden kaynaklanan ve sadece üst birkaç yüz metreyi etkileyen harekettir. Bu yüzey tabakalarının rüzgar tarafından sürüklenmesi,

 

          Sıcaklık ve tuzluluk farklarının yoğunluğu etkilemesinden kaynaklanan ve okyanusun derinliklerini etkileyen harekettir. Yoğunluk farkından dolayı su hareket eder ve 4-5 km derinliğe kadar etkili olan bir harekettir.

 

Her iki durumda da bu hareketlerin uzun zaman ortalamaları bu kuvvetlerle Koriyolis kuvveti arasındaki denge ile belirlenir.

 

İklim koşullarının etkisi altında beliren hava kütleleri gibi okyanuslarda da belirli özellikleri bulunan su kütleleri belirmiştir. Bunlardan tropik-subtropik su kütleleri oldukça sıcak, fazla buharlaşma yüzünden tuzludur, renkleri mavimsidir, içlerinde az mikroorganizmalar, planktonlar vardır. Polar su kütleleri soğuk ve az tuzludur. Renkleri yeşilimsidir. İçlerinde bol plankton bulunur. Bu kütlelerin arasında ise onların karışmasından doğmuş orta enlem su kütleleri bulunur.

 

Okyanus akıntılarında, genellikle kutup bölgelerinden gelen akıntılar soğuk iken ekvator bölgesinden gelenler sıcaktır. Okyanus akıntılarının etkisiyle Avrupa’nın batı yarısı ile Amerika kıtasının kuzeyi aynı enlemlerde olmasına rağmen daha sıcaktır. Aynı enlemlerde okyanus kıyısında bulunan yerlerde sıcaklık farkları varsa bu sıcaklık farkının en önemli sebebi okyanus akıntıları olabilir.

 

 

 

 

Sıcak su akıntıları, etkili oldukları bölgelerle bazı özel isimler alır. Örneğin; Kuzey Atlantik’te Körfez (Gulf Stream), Kuzey Pasifik’te Kuroşivo, Güney Atlantik’te Brezilya, Güney Pasifik’te Doğu Avustralya, Hint Okyanusu’nda Agulhas ve Mozambik. Bu akıntılar, genellikle günde 40-120 km hızla yol alırlar. Batı sınır akıntıları, genellikle okyanus yüzeyinden 1,000 m derinliğe kadar inen, en derin yüzey akıntılarıdır. Doğu sınır akıntıları, yüksek enlemlerden ekvatora doğru akan soğuk akıntılardır. Özellikle Kuzey Yarımkürede,

 

 

Kuzey Pasifik, Körfez ve Kuzey Atlantik akıntıları, orta enlem karalarının batı kıyılarında (Britanya Adalarındaki ve batı Avrupa’nın büyük bölümünde) ılıman ve nemli bir etki yaratır. Bu nedenlerle, Ocak ayı ortalama sıcaklık değerleri karşılaştırıldığında, aynı enlemlerde bulunan Londra, New York’tan daha yüksek sıcakların ölçülmesine neden olur.

 

Soğuk su akıntıları da, bulundukları bölgelere göre özel isimler alır. Bunlardan bazıları, Kuzey Atlantik’te Kanarya, Kuzey Pasifik’te Kaliforniya, Güney Atlantik’te Benguela, Güney Pasifik’te Peru/Humbolt, Hint Okyanusu’nda Batı Avustralya. Bu akıntılar genellikle 3-7 km/gün hızla deniz yüzeyinde hareket eden (sığ) akıntılardır. Soğuk su akıntılarının en belirgin etkisi yıl boyunca sıcak olan tropiklerde ya da yaz aylarında orta enlemlerde gözlemlenir. Örneğin, soğuk Kaliforniya akıntısının etkisi altındaki Güney Kaliforniya’nın subtropikal kıyısındaki yaz sıcaklıkları, ABD’nin aynı enlemlerdeki doğu kıyılarında kaydedilen sıcaklıklardan daha düşüktür.

 

Walker Dolaşımı

 

 

Walker dolaşımı, merkez Pasifik’te doğudan batıya doğru esen alt seviye rüzgarları batı Pasifik’in ılık suları üzerinde bir hareket oluşturur. Üst troposferde akış batıdan doğuya doğru geri döner ve doğu Pasifik’in soğuk suları üzerinde hareket azalır (Lau ve Yang, 2003). Walker dolaşımı; hareketin, ısının ve tropiklerdeki büyük alanlardan geçerek bozulan hareketin içindeki su buharının küresel değişimini denetler. Bu nedenle, tropiklerdeki iklim ve havanın özelliğini belirlemede, ekvatoral bölgedeki atmosferik enerji bilançosu önemli bir rol oynar. Pasifik okyanusu kıyılarındaki subtropikal bölgelerde ve tropikler üzerinde Walker dolaşımının değişmesi ile bağlantılı güçlü atmosferik etkiler vardır. El Niño boyunca zayıflayan Walker dolaşımı, kuzeydoğu Brezilya’da geniş ölçekli kuraklıklara, Peru, Ekvator, güney doğu Brezilya ve Arjantin’in kuzeyinde büyük zararlara yol açan sellere neden olur. La Niña boyunca, Walker dolaşımı şiddetlenir ve Walker dolaşımı ayrıca, doğu Pasifik yüzey sıcaklık değişimi ile Asya-Avustralya musonunun değişikliği arasındaki temel bağlantıyı sunar. Walker dolaşımı, ekvatoral kuşak boyunca doğu-batı atmosferik dolaşım hücrelerinden oluşur. El Niño-Güneyli Salınım iklim sisteminin ayrılmaz bir parçası ve mevsimsel ve yıllararası zaman ölçeklerindeki belirgin değişkenliğe sahiptir. Walker dolaşımının dalgalanmaları dünyanın farklı parçalarındaki ekstrem hava koşullarını yönetebilir.

 

 

 

Ekvatoral sular üzerinde, hava ılıktır, yatay basınç gradyanı ve rüzgarlar zayıftır. Bu bölge doldrumlar olarak bilinir (bu alandaki havanın tekdüzeliği “doldrumlardaki aşağıya yönelen” ifadesine neden olur). Burada, ılık hava yükselir, sık sık yoğunlaşarak büyük kümülüs bulutlarını ve fırtınaları oluşturur ve çok büyük miktardaki gizli ısıyı serbest bırakılır. Bu ısı daha çok havanın yoğunlaşmasına ve Hadley hücrelerinin sürekliliğini sağlar. Yükselen hava tropopoza ulaşır, burada sınır tabakası engelleyicidir, havanın kutuplara doğru enlemsel hareketine sebep olur. Koriyolis kuvveti kutuplara doğru olan bu akışı kuzey yarımkürede sağa, güney yarımkürede sola doğru saptırır.

 

Hava yukarıda tropiklerden kutuplara doğru radyasyon açığı nedeniyle hareket eder ve aynı zamanda konverjans başlar, özellikle bu hava kütleleri orta enlemlerde birbirine yaklaşır. Bu yukarıdaki havanın konverjansı yüzeyde havanın kütlesini arttırır ki bu kuşakta (karşılaşma alanında) yüzeyde hava basıncının artmasına yol açar. Böylece yaklaşık 30° enleminde yukarıdaki havanın konverjansı subtropikler olarak bilinen yüksek basınç kuşaklarını üretir. Konverjanstaki gibi, yüksek basınçlar üzerindeki görece kuru hava yavaşça alçalır ve sıkışmayla ısınır. Bu alçalan hava genel olarak açık gökyüzü ve ılık hava sıcaklığına sebep olur. Böyle alanlarda Sahra gibi dünyanın önemli çöllerini buluruz. Okyanuslar üzerindeki Yüksek basınç merkezlerinde zayıf basınç gradyanı sadece zayıf rüzgarları üretir. Efsaneye göre, yelkenli gemiler yeni dünyada seyahat ederken oldukça sık bir şekilde bu bölgelerde rüzgarsızlıktan dolayı hareket edememiş yemek ve levazımları yavaş yavaş azalmış, atları ya gemiden atmışlar ya da yemişler. Sonuç olarak bu enlemlere bazen At enlemleri de denilir (Ahrens, 2000; 2007; Barry ve Chorley, 2003; Lutgens ve Tarbuck, 1998; Holton, 2004).

 

At enlemlerinden sonra, yüzeydeki havanın bir kısmı ekvatora doğru geri döner. Bu geriye doğru bir akış değildir, koriyolis kuvveti hava akışlarında sapmaya neden olduğu için rüzgarlar kuzey yarımkürede kuzeydoğudan, güney yarımkürede güneydoğudan eser. Bu devamlı rüzgarlar yeni dünyada yelkenli gemilere okyanus rotası oluşturur. Bu rüzgarlara ticaret rüzgarları denir. Ekvator yakınındaki kuzeydoğu alizeler ile güneydoğu alizelerin karşılaşma kuşağına tropiklerarası karşılaşma kuşağı denir. Bu bölgedeki yüzey konverjansında, hava yükselir ve hücresel yolculuğuna devam eder.

 

Bu arada, 30° enleminde, yüzeydeki hava hareketi ekvatora doğru değildir. Havanın bir kısmı kutuplara ve doğuya doğru saparak ilerler ve her iki yarım kürede de aşağı yukarı batılı olan hava akışına neden olurlar. Bu akışlara egemen batılılar ya da kısaca batılılar denir. Sonuç olarak Teksas’tan kuzeyde Kanada’ya kadar bir alanda çok yaygın olan bu rüzgarlar batıdan doğuya doğru eserler. Batılı akışlar gerçek dünyada sabit değildir, çünkü yüksek ve alçak basınç alanlarının göçü yüzey akış desenlerinin zaman zaman son bulmasına neden olur. Güney yarımküre orta enlemlerinde yüzey çoğunlukla okyanustur ve burada rüzgarlar batıdan daha sürekli eserler.

 

Kutuplara hareket eden bu ılıman hava ile kutuplardan aşağıya yönelen soğuk hava karşılaşır. Bu sıcaklığı farklı iki hava kütlesinin karışması kolay değildir. Onlar polar cephe diye bilinen bir alçak basınç zonu ile ayrılır (subpolar alçak), burada yüzey hava konverjansı ve yükselme ile fırtınalar gelişir. Yükselken havanın bir kısmı yüksek seviyelerde at enlemlerinde subtropikal yüksekleri civarında yüzeye doğru alçalır. Bu orta hücreye Ferrel hücresi denir.

 

Polar cephenin gerisinde, soğuk hava kutuplardan koriyolis kuvveti nedeniyle sapar, bu yüzden genel hava akışı kuzeydoğuya doğrudur. Bu yüzden bu bölge polar doğulular denir. Kışın, polar cephe ile bunun soğuk havası, polar cephedeki patlamalarla orta enlemeler ve subtropikal enlemlere taşınabilir. Bu cephe boyunca, yükselen havanın bir kısmı kutuplara doğru hareket eder ve koriyolis kuvvetiyle bu hava batıya sapar. Bunlar yüksek seviyelerdeki batılı rüzgarları oluşturur. Yukarıdaki hava nihayet kutuplar ulaşır, yavaşça yüzeye çöker ve akışlar geriye, polar cepheye doğru olur. Böylece zayıf polar hücre tamamlanır. Yaklaşık 30° enlemleri ve kutuplar yüksek basınç, ekvator ve polar cephe yakınındaki yaklaşık 60° enlemlerinde alçak basınç bulunur (Ahrens, 2000; 2007; Barry ve Chorley, 2003; Lutgens ve Tarbuck, 1998; Holton, 2004).

 

El Niño Güneyli Salınımı

 

 

El Niño-Güneyli Salınım, Pasifik Okyanusu’nun tropikal orta ve doğu bölümünde her 2-5 yılda bir oluşan bir okyanus-atmosfer olayıdır. Normal ve El Niño koşullarındaki basınç dağılışı, rüzgar dolaşımı ve okyanus yüzey sıcaklıklarındaki dalgalanmaları yönlendirerek, bölgesel ortalama sıcaklık ve yağış koşullarındaki değişikliklerle sonuçlanır.

 

 

İlk kez 1920’li yıllarda Albert Walker yaptığı gözlemlerde güney Pasifik adalarından Tahiti’de basıncın yükseldiği yıllarda Avustralya’da Darwin istasyonunda düştüğünü fark etmiştir.

 

Dünyadaki en sıcak yüzey sularının toplandığı Endonezya’daki sıcak havuz, Pasifik’in ortası ve doğusuna kadar kaymakta, Peru kıyısı boyunca yüzey sıcaklıkları yaklaşık 4-5 ºC kadar yükselmektedir. Bu yıllarda, sıcak yüzey suları Peru-Şili kıyılarında birikir. Dipten gelen besleyici madde bakımından zengin dip suları yüzeye ulaşamaz. Deniz canlılarının nüfuslarında azalma gözlenirken, doğuya kayan yağmur bulutları dünyanın en kurak alanlarından biri olan Peru kıyılarında şiddetli yağışlara neden olur (Erlat, 2009; Fraedrich ve Müller, 1992 ).

 

Bazı araştırmalar, El-Niño yıllarında Doğu Akdeniz Havzası’nın ve İskandinavya’nın, Atlantik siklon yolunun kuzeye kayması nedeniyle kurak olduğunu göstermiştir (Fraedrich ve Müller, 1992). Mart-Mayıs aylarında, İtalya, Yunanistan, Balkanlar ve Türkiye’nin batısını kapsayan sıcak olaylar, Kuzey Denizi’nden kuzey Mısır’a kadar uzanan normalin altındaki SLP koşullarıyla bağlantılıdır (Xoplaki, 2002).

 

Merkez ve Doğu Avrupa için yapılan çalışmalara göre, yağışlardaki en büyük değişiklikler El Niño ilkbaharlarında olurken; 20. yüzyılın ikinci yarısında, antisiklonik egemenlik %26-27 oranlarında azalırken siklonik egemenlik %23-24 oranında artmıştır. Ayrıca, önemli fakat zayıf ve zıt değişiklikler sonbaharda ortaya çıkabilir. La-niña yılları boyunca, siklonik makro sirkülasyon desenleri yaklaşık %14 oranında artar ve antisiklonik makro sirkülasyon desenleri %16 oranında azalır (Bartholy ve Pongracz, 2006). Bazı araştırmalar, La Niña yıllarında Avrupa üzerinde alçak basınçların sayısındaki azalmanın, Avrupa’nın batı ve güneybatısından Karadeniz’e uzanan alanda daha kurak koşullar yarattığını, El Niño yıllarında ise Akdeniz cephesine bağlı depresyonların izledikleri yolun daha kuzeye kaydığını ve Doğu Akdeniz Havzası’nda daha kurak koşulların ortaya çıktığını göstermişlerdir (Fraedrich ve Müller, 1992). Rodo vd., (1997)’de İber yarımadasının daha çok doğu kısmında ilkbaharda yağışların El Niño yıllarında azaldığını gösterirler.

 

Termohalin Dolaşımı

 

 

Okyanuslardaki derin dolaşım, yüzey akıntılarından farklı olarak rüzgar etkisi olmadan sadece sıcaklık ve yoğunluk farkıyla oluşur. Bu dolaşıma termohalin dolaşımı denir. Yüzeydeki sıcaklık ve yoğunluk farklarının oluşması bu akıntıları beslemektedir. Birçok bilim insanı bu termohalin döngüyü Kuzey Atlantik’ten başlatmaktadır.

 

 

Kışın, ısınma ve buharlaşmayla sıcak ve tuzlu olan okyanus Gulf Stream ve Kuzey Atlantik akıntıları 800 m derinliğe kadar etkili olur. Norveç ve Grönland denizlerinde yüksek hızdaki rüzgarlar evaporasyona neden olur ve bu suların yoğunluğu artar. Soğuk bir iklimin egemen olduğu bu alandaki denizlerde deniz buzlarının oluşumu egemendir. Deniz buzu oluştuğunda bu güney bölgelerden taşınan yoğun sudaki tuz açığa çıkar. Bu alandaki suların yoğunluğu bu oluşumlarla artar ve su kütlesi batma eğilimi gösterir. Buradaki okyanuslar, yaklaşık 10º-2 ºC daha soğuktur, suyun bu faz değişikliğiyle büyük miktardaki gizli ısı açığa çıkar. Bu ısı da Batı Avrupa’nın %25-30 oranında daha sıcak olmasına neden olur (Barry ve Chorley, 2003; Erlat, 2009).

 

Batan su, yaklaşık 1500 m derinlikten güney enlemlere doğru taşınır. Güney Amerika kıyılarını takip ederek Arjantin çanağından doğuya doğru yönelir. Bu soğuk akıntı, güney kutbu çanağı ve atlas-Hint okyanusu sırtı boyunca ikinci bir kol oluşturarak akışına devam eder. Soğuk derin akıntı, Yeni Zelanda adalarının doğu kıyılarından kuzeye doğru devam eder. Soğuk bölgelerden ekvatoral kuşağa yaklaşan bu su göreceli olarak ısınmaya başlar ve derin dip akıntısı yüzeye doğru yükselir. Bu ısınan su koriyolis kuvvetinin etkisiyle batıya dönerek akıntının ikinci koluyla orta Hint okyanusu çanağında birleşirler.

 

Yüzey akıntıları da bu derin dip akıntının devamında önemli rol oynar. Yüzey akıntıları daha çok geniş ölçekli atmosferik dolaşım hücreleri ve dinamik atmosfer koşulları ile şekillenir. Akıntılar genel olarak yüzey rüzgarları tarafından denetlenir.

 

Sıcak ve Soğuk Su Akıntılarını oluşturan sistemler genel olarak aşağıdaki gibi özetlenebilir;

 

Sürekli esen rüzgarlar (Alize,Batı ve Kutup rüzgarları) yıl boyunca estikleri yönlerde okyanus sularının taşınmasına neden olur. Rüzgarların neden olduğu bu akıntılar ilk doğuş bölgelerinin sıcaklık durumuna göre sıcak veya soğuk akıntı olarak adlandırılır.

 

Sıcak su akıntıları genel olarak ekvator kuşağına yakın olan bölgelerdeki enlemlerden kutuplara doğru olan akıntılar etkili oldukları kıyılarda sıcaklığın artmasına neden olurlar. Bu akıntılar doğuş alanlarının ilksel özellikleri değişikliğe uğrasalar da etkili oldukları alanlarda hala sıcaklık olarak gittikleri alanlardan farklıdırlar. Örneğin; Gulf Stream, Kuroşiva, Brezilya ve Mozambik akıntıları.

 

          Soğuk su akıntıları, kutup kuşaklarından ekvatoral bölgeye doğru olan akıntılardır. Bu akıntılarda doğuş alanlarının özelikleri nedeniyle etkili oldukları kıyılarda sıcaklığın düşmesine neden olurlar. Örneğin; Labrador, Kanarya, Kaliforniya, Oyaşivo, Peru, Benguala, Atlantik akıntıları.

 

         Bu akıntılar dışında gelgit, yoğunluk ve seviye farkından kaynaklanan akıntılarda

 

mevcuttur.

 

          Gelgit nedeniyle oluşan akıntıları Ay ve Güneş'in göreli konumlarındaki değişmeler ile kütle çekimlerindeki farklılıklar nedeniyle oluşur. Bu çekim farklılığı nedeniyle alçalıp yükselen sular akıntılara neden olur. Gelgit, günlük, yarı-günlük ve karışık gelgit şeklinde oluşur. Akıntıların en belirgin olduğu alanlardan tropik bölgeler ve kuzey Avrupa kıyılarıdır.

 

          Yoğunluk farkıyla oluşan akıntılar en çok bildiğimiz akıntıların başında gelir. Sıcaklık ve tuzluluk oranları birbirinden farklı olan iki denizin karşılaştığı alanlarda en belirgin olarak da boğazlarda görülür. Sıcak ve tuzluluk oranı yüksek olan denizden, sıcaklığı düşük ve tuzluluğu az olan denize doğru olan akıntı alttan gerçekleşir. Çünkü tuzlu olanın yoğunluğu fazladır. Üst akıntı ise sıcaklık ve tuzluluğu düşük olan denizden sıcak ve tuzluluğu fazla olan denize doğru oluşur. Ülkemizde Akdeniz'den Ege- Marmara ve Karadeniz’e doğru bu şekilde gerçekleşen bir üst ve bir alt akıntı vardır.

 

          Seviye farkı nedeniyle oluşan akıntılar boğazlar aracılığı ile aralarında bağlantı bulunan denizlerde görülür. Bu denizleri besleyen kaynakların farklı olması, buharlaşma oranlarının birbirinden farklı olması vb. nedenler ile aralarında seviye farkı oluşur. Seviyesi fazla olan denizden az olana doğru bir üst akıntı oluşur. Türkiye'de Karadeniz'i besleyen kaynakların fazla olması, buharlaşmanın az olması vb. nedenlerle Marmara Denizi’ne doğru bir üst akıntı vardır.

 

Alıntıdır.

 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak