27 Kasım 2024 Çarşamba

TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-4

 



GÜNÜMÜZ TÜRK HIRİSTİYANLIĞI GÖKOĞUZLAR (Gagauzlar)



Gökoğuz Türkleri, kökenleri Orta Asya'ya dayanan Türk Hıristiyanlığının günümüz gözde ardılları ve Hıristiyan Türk topluluğu kavramının baş tacıdırlar.

Büyük göçler sonunda ve yüzyıllar süresi içinde türlü adlarla büyük devletler kurmuş olan ve Karadeniz'in kuzeyiyle Anadolu'da uzun süre kalan Uz (Oğuz), Peçenek ve Kuman Türklerinin günümüzdeki artakalanlarıdır onlar.

Fahrettin Öztoprak, Gökoğuz Türklerini şu üç dörtlüğüyle övmektedir:

"Ölüp alkanlara dahi boyandık Üçyüz yıl rüyadan sonra uyandık Galya'ya o yarım milyon dayandık, Peçenek, Kumanla Gök Oğuzlarız.

Buda'nın yuğu da yedi yıl önce Ondan da sekiz yıl sonrası nice? Po ovası şaşkın Hunlar gelince, Peçenek, Kumanla Gök Oğuzlarız.

Leke süren bile; o ki, akseder Kurtuba zamanı oyun rakseder Abdal kulu olup ozan iks'eder, Peçenek, Kumanla Gökoğuzlarız.

Peçenek ve Kuman Türkleri'nin ardılları olarak, özellikle Doğu Avrupa'da toplu olarak günümüzde varlıklarını sürdüren Gökoğuz Türkleri'nin yaşadıkları yerleri şöyle sıralayabiliriz: Romanya, Kuzey-Doğu Bulgaristan, Moldavya Ukrayna. 

Yaşadıkları yerlere ilişkin daha kapsamlı açıklamayı, Doç. Harun Güngör ve Yrd . Doç. Mustafa Argunşah yapmakta ve Gökoğuzların, Moldavya'nın Güneyinde Komrat, Çadırlunga, Kongaz, Taraklıya ve Vulkaneşti kasabalarıyla, Ukrayna'nın güneyinde yer alan Zaporaje, Odessa bölgesinde, Rusya'nın Rostov bölgesinde, ayrıca Orta Asya'da Kokpekti, Zarma, Carsly, Urtzor kasabalarıyla, Kazakistan'ın Pavlador çevresinde, ayrıca Kırgizistanı'ın Frunze ve Özbekistan'ın Taşkent şehrinde yaşamakla olduklarını söylemektedirler.

Aynı Türk Hıristiyan topluluğunun, Bulgaristan'ın Provadya yakınında, Varna bölgesindeki köylerde, Dobruca ve Kavarna ile Bulgaristan'ın güneyinde yer alan Yanbol ve Topolovgrad çevresinde, ayrıca Romanya'nın bazı köylerinde yaşadıkları da sözü geçen kişilerce kaydedilmiştir. Gökoğuzların kendilerini Türk olarak hissettikleri ve herkesin de onları Türk soylu olarak bilmelerine rağmen, Karamanlıların benzerliğinde onlara da "Rum" (Hellen) damgasını vuranlar eksik olmamışlardır.

Gökoğuzların kökeninin Rum (Hellen)  olduğunu savunanlar Yunanlı Amatos ve B. Lisof'turlar. Aynı görüşe katılanlar arasında St. Georgescu, F. Kanitz ve Romen asıllı N. Lorga'yı da koyabiliriz.

Ancak Gökoğuzların, bu konuda olumlu ve onurlu bir yanları vardır. Onlar Karamanlılar gibi kendilerine "Rum" (Hellen) sözcüğünü yakıştırmayıp hiç kullanmamışlardır. Kendilerinin soyca Türk olduklarını ve Oğuz soyundan olduklarını da açıkça belirtmektedirler.

Moldavya, Komrat Devlet Üniversitesi öğretim üyelerinden Maria Maruneviç, kendi topluluğunun kökenine ilişkin olarak şunları söylemektedir:

"Gagauzlar, bize öğretilenlere göre, sanki daha önceleri yokmuş gibi, sadece 18. yüzyılda tarih kaynaklarında anıldılar... Şimdi biliniyor ki gerçekten, milletimizin kendi topluluğu tarihi köken itibariyle çok daha ileriden, eskilerden alınmakta... Tarihi kaynaklara baktığımız zaman görülmektedir ki, 13. yüzyılda Gagauzların bulunduğu Mera topraklarına Uzların ili derlermiş. Bu ad bizim, kendimizin şimdiye kadar olan varlığımıza dair bir delil olarak değerlendirilebilir."

Gökoğuzların etnik tarihiyle ilgili olarak da aynı bilimsel kişi şu görüşlere yer vermektedir:

"Gagauz etnik tarihinin çözüme ulaşacak birtakım problemleri var... Gagauzların evvelki etnik kaynaklarıyla daha çok Türk ulusuna mensup olanlar ilgilenmelidir. Türk Ordu hayatının bir parçası olan Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar, Gagauzların dağıldığı bölgeler ve Tuna yörelerinde çok bulunmuşlardır. Zaten hepsi de aynı soya mensuptur ve tarih onlardan bahsetmektedir. Bir irtibat rahatlıkla kurulabilir. M.S. bin yıllarına doğru gereken bilgiler var... O orduların içinde Gagauzların etnik tarihinde bir önem teşkil eden Oğuzlar bulunmaktaydı. İşte biz onların nesilleriyiz."

Bu açıklamalar ışığında Gökoğuzların, Türk-Oğuz ırkından geldikleri, etnik tümlüklerinin İ.S. onuncu yüzyıla dayandığını, Peçenek, Uz ve Kumanlar'la soydaş olduklarını apaçık görüyoruz.

Gökoğuzların 1064 yılından sonra Balkanlar'a göç eden bir Oğuz grubu kalıntısı olduğu, bunlardan bir bölümünün çok sonraları Tuna ötesine, Rusya'ya varıp, başka Türk unsurları ile kaynaşarak "Karakalpak" adıyla bir küme oluşturduklarını ve Ortodoks Hıristiyanlığı benimsediklerini Türkolog V. A. Moşkov ileri sürmektedir.

Yine bir Türkolog olan K. Jireck Gökoğuzları, Moğol akınından sonra Bulgaristan'a yerleşen Kumanların soyundan sayarken, Baskakov da onların Karadeniz'in kuzeyinden gelen bir Oğuz kümesi oldukları görüşünü ileri sürmektedir. Polonya asıllı Türkolog T. Kowalski'ye göre Gökoğuzlar, salt  Karadeniz'in  kuzeyinden  gelerek  Balkanlar'a  yerleşen Peçenek,  Oğuz,  Kuman  ve  Karakalpaklar'ın  torunları  olmayıp bunlarla birlikte Anadolu Selçuklularının toplam sen-tezinden oluşan bir Türk topluluğudurlar .

Onların, Anadolu Selçuklu Türkleri'nin ardılları olduğu görüşünü savunan O. Turan, H. İnalcık, K. Karpat, W. Zajaczkowski ve İstoyan Cansızof'a karşın, Z.V. Togan, A . N . Kurat, A. Manof, M. Ülküsal, H.N. Arkun , İ. Kafesoğlu, H. Tanyu, M. Ciachir, Kara Şemsi, T. Menzel ve B. Cami de Gökoğuzların, Oğuz  Türklerinin Balkanlardaki  ardılları olduğu görüşü üstünde duruyorlar. Karamanlılara olsun Gökoğuzlar'a olsun "Hellen" damgasını vurma eğiliminde olan bazı Hellen kökenli tarihçilere koşut olarak, bazı Bulgar asıllı tarihçiler de Gökoğuzlar için düşüncelerini belirtirlerken, onların Bulgar asıllı olup, Osmanlıların baskısı ve zulmü karşısında dillerini değiştirmek zorunda kalıp, dinlerini koruyan Bulgarlar savını da belirtmekten geri kalmıyorlar.

Oysa Müstecip Ülküsal'a göre ve yerinde bir gerçek olarak "Gagauzlar temiz ve halis Türktürler. İddia olunduğu gibi ne dilini yitirmiş Rum, (Hellen) ne de Bulgardırlar".

Gökoğuz Türklerine genelde "Gagauz" ya da "Gagavuz" denildiği bilinmektedir. Bu adın çıkışı ve anlamı üstünde de etimolojik ve tarihsel görüşler sunulmaktadır. Tarihsel görüşe göre "Gagauz" sözcüğü, Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus'a dayanmaktadır. Bulgar tarihçi G.D. Balasçev'e göre "Gagauz" terimi, "Keykavus"dan gelmektedir. Bu görüşü Wittek, Zajaczkowski, Karpat, İnalcık, Turan da desteklemektedirler.

Tarihsel olmayan etimolojik görüşler içinde, Togan'ın "Gagauz" adının "Kaka-uz" ya da "Aga-uz" olabileceği görüşü yanında Orkun, Cami, Barkan, Nayır, Mladenov'sa bunun "Gök-uz"dan kaynaklandığı görüşündeler.

V. Hatiboğlu'na göre "Gagauz" sözcüğünün sonundaki "uz" eki, "Oğuz" sözcüğünden değil, "Guz" sözcüğünden gelmiştir. Sözcüğün başındaki bölümse, "Kara/Gara" olabilir. Bu durumda Gagauz sözcüğü "Gara-Guz"dan gelmektedir.

Bir başka açıklama da şu sıralama ve bileşimle yapılmaktadır: ,"Gaga" sözcüğü Kıpçak-Kuman Türklerine verilen bir ad olup, Gagauz sözcüğü de Gaga+Uz=Kıpçak+Oğuz bileşiminden oluşmuştur. Buna göre sözcük "Kıpçak ülkesinden gelen Oğuzlar" anlamına gelmektedir. Bu durumda Uzlarla Kıpçakların karışması sonucu "Ga-ga+Uz" sözcüğü de ortaya çıkmış olmaktadır.

Bu sözcüğün çıkışı üstüne birçok görüş ileri sürülmüştür. Ancak tümünün üstünde uzunca durmayıp, Gökoğuzların tarihçeleri üstüne olan düşüncelere yer vereceğiz.

Her şeyden önce kendilerinin tarihine ilişkin yeterli tarihsel çalışmanın bulunmadığını söylemekte yarar vardır.

Kendi tarihlerine ilişkin şu gerçekleri bilmekteyiz:

Oğuz (Uz) Türkleri, Gagauz adıyla 1036 yılından başlayarak Dobruca'da yaşamaya başlamışlar. Onların bir aralık Kavarna ve Balçık yörelerinde yaşadıkları da görülüyor. Ayrıca 120 yıl süren (1263-1383) bağımsız bir devlet kurduklarını da tarihsel kayıtlardan anlıyoruz.

Onların XII. yüzyılda Hıristiyanlığı benimsediklerini, 18. yüzyılın sonuna dek Varna, Silistre, Rusçuk, Kavarna, Mangalya ve Balçık'ta kümeler durumunda yaşadıklarını, 1768-1774 yıllarındaki Türk-Rus savaşları sonunda çok dağıldıklarını ve rahatlarının kaçtığını da tarih sahnesi içinde görüyoruz. Dobruca'da Osmanlı Yönetiminin egemen olduğu zamanlarda iki olumsuz etken arasında kalarak çok ezilmişlerdir. Bu olumsuz etkenlerden biri olan Osmanlılardan gelen savsaklamaların (ihmal) kökünde kendi hıristiyanlıkları yattığı gibi, öbür yandan da Türk oldukları için Hellen ve Bulgar Ortodoks dinsel orunlarca baskı görmüşlerdir.

18.yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında Dobruca'dan Basarabya'ya göç eden Gökoğuzların bugün yaşadıkları yerler şunlardır:

Tigina Sancağı: Avdarma, Bavurcu, Beşalma, Beşgöz, Gaydar, Çal-Tay, Düzgünce, Kaz-Ayak, Kiryetlung, Başköy, Komrat, Kongaz, Tüm-Ay, Uzun-çadır, Çok-Meydan.

İsmail Sancağı: Balibeki, Volkan - Eşti, Kurçi Tabak, Çeşme-köy, Tuğlu, Yeniköy, Kara-Kurt, Taş-Pınar, Satar-Otroyan, Tabaki.

Ak-Kerman Sancağı: Satlık-Haci, Kubey, Dimitrovka, Bolgarlı, Tatar-Kıpçak. Yer adlarının pek çoğunun Türkçe olması Gökoğuzların Türklüklerinin bir başka kanıtı olarak gösterilmektedir Mütecip Ülküsal'ca.

Tarihsel akış içinde 1878'de Bulgar Devletinin kurulması ve Gökoğuzların askere alınmalarının başlamasıyla kendilerinin İran, Yunanistan ve Osmanlı Devletine sığındıkları ve yine ülkelerine döndüklerini görüyoruz.

Daha sonra onların, Bulgarların ve Rusların da baskıları sonucunda büyük kütleler halinde Moldavya'ya göç edip yerleştiklerine tanık oluyoruz. Anayurt (Orta Asya) topraklarına göç eden Gökoğuzlar da pek çokdur. Şöyle ki onların bir bölümü 1909-1910 yıllarında Aktyubinsk (Turgay) bölgesine, 1925'te de Taşkent'e yerleşmişlerdir.

2. Dünya savaşı sonrasında da belli bir bölümünün Arjantin ve Brezilya'ya giderek orada birkaç Gökoğuz köyü kurduklarını da biliyoruz.

Gökoğuzların toplum olarak ve özyapıları (karakter) yönünden doğru, içtenli, açık ve temiz yürekli insanlar olduklarını, zaten ırkları olan "Uz" teriminin de "Doğru" anlamına geldiğini, onların dinsel önderi olmuş olan Mihail Çakır'dan anlıyoruz. Bu dinsel kişiye göre Gökoğuz topluluğunun aktöresel (ahlaki) şu yönleri vardır:

1- Dine saygı ve bağlılık.

2- Amire, hükümdara, memur ve komutanlara itaat.

3- Aile ocağında namus ve temizlik.

Kendileri için "Sorguç" ya da "Surguç" deyimini kullanan Gökoğuzlar, Türkçe konuşup yazdıkları halde, yazı türü olarak içinde bulundukları kültürlerin alfabesini kullanmak zorunda kalmışlardır. Bunun sonucu olarak Romanyadakiler Romen, Rusya ve Bulgaristandakiler Kirili, Yunanistandakiler Grek alfabesini kullanagelmişlerdir. Ancak günümüzde, öbür Türk Cumhuriyetlerde görüldüğü gibi, latin alfabesine dönmek için çaba vermekteler. Ayrıca Gözoğuzların bugüne dek Türkçe eğitim ve öğretim sunan bir okulları da olmamıştır.

Kullandıkları diller yönünden Gökoğuzlar, Bizans Yönetimi altında yaşadıklarında Grekçe, Bulgar Yönetimi altında Bulgarca, Romen Yönetimi altında Romence, Basarabya'nın Rus Yönetimine geçmesinden sonra da Rusça öğrenmek ve kullanmak zorunda bırakılmışlardır.

Dinsel yönden çoğunluğu Ortodoks Bizans Riti Hıristiyanı olan Gökoğuzlar, ne yazık ki topraklarında, Ortodoksluğun ana ilke ve görünümü olan ulusal kiliselerine hiçbir zaman sahip olamamışlar, kendi tapınış sundukları kiliselerinde bile Bulgar, Romen, Rus asıllı dinsel kişilerin kendilerine özgü ve klasik (anlaşılmayan) dillerince sundukları dinsel tapınışlara katılmak zorunda kalmışlardır.

Anadolu Hıristiyan Türklerinin Türkçe olarak tapınış sergiledikleri ve "Türk Ortodoks" adı altında dinsel oruna sahip oldukları gibi, Gökoğuzların da böyle bir Türk özyapılı dinsel oruna sahip olabilmeleri istenmesi ve gerçekleşmesi gereken en doğal şeydir. Zaten kendilerince başlatılan ve son zamanlarda Türk Ortodoks Patrikliği ile ilişkili bazı çalışmalar sezinlenmektedir.

Gökoğuzların yazını (edebiyat) ve yazılı yapıtlarına gelince onların ilk yayınladıkları yapıtın bir dua kitabı olan "Psalterie" olduğunu biliyoruz. Bundan başka daha birçok dinsel içerikli kitapçığın da yayınlandığını öğreniyoruz.

Günümüzde "Ana Sözü" adlı gazetenin yayınlandığı ve latin alfabesine geçmek için büyük çaba harcandığı da ayrıca biliniyor.

Gökoğuzların kullandıkları Türkçenin, Türkiyemiz Türkçesiyle çok yakınlık gösterdiğini, okuduğumuz yazınsal öğelerden anlıyoruz. Gökoğuzların yazınıyla ilgili bazı örnekler, ayrıca ekte sunulmuştur.


GÜNÜMÜZDE GÖKOĞUZLAR


Sovyet İmparatorluğunun çökmesi sonucu onun içinde yer alan toplulukların da özgürlük çabaları güncelleşti. Her üye devletin, bu arada Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin de bağımsızlıklarını kazanarak günümüz dünyasında onurlu yerlerini almaları Gökoğuzlar için de kaçınılmazdı. Bunun sonucu olarak onlarda ulusal mücadeleye girdiler.

Daha sonraki gelişmeler içinde Komrat yöresi milletvekillerinin "Gagauz Cumhuriyeti"nin kurulduğuna ilişkin haberler de yer aldı basınımızda.

Bu arada Gökoğuzların tek Türkçe gazetesi olan "Ana Sözü"nün yazı işleri müdürü olan Todor Zanyet bir açıklama yaparak, ülkenin resmi dilinin Türkçe ve Rusça olduğunu, "Ana Sözü" gazetesinden başka çocuklar için de "Kırlangıç" adlı bir ek çıkarılacağını bildiriyordu . Ayrıca Gökoğuz parlamentosunun devletin kalkınması için bir Gökoğuz Devlet Bankası kurulmasına yönelik karar aldığı da ayrıca bildiriliyordu.

Gökoğuz Türkleri, büyük atılımlar içine girmişlerdi. 1990 yılının Ekiminde seçimleri gerçekleştirerek ulusal meclislerine 50 milletvekili kazandıran Gökoğuzlar 1991'in Aralığında yaptıkları seçimde de yöneticilerini belirlemiş oldular.

Seçim sonucu Stefan Topal Mihailoğlu'nu Cumhurbaşkanlığına, Mihail Kendigelen'i Meclis Başkanlığına, Fodor Monolov'u da başbakanlığa getirdiler.

Hıristiyan Türk topluluğu olan Gökoğuzlar, gerçekte tam bir Türklük bilinci içinde olduklarını, Kırım'da düzenlenen İsmail Gaspıralı'nın 140. doğum yıldönümünü anma konferansına temsilcileri, Stefan Stepanloviç Kuraoğlu ile katılmakla gösterdiler.

Özel konuşmaları sırasında gazetecilere Gök Mavisi renkli ve üstünde kurt başı olan bayraklarını armağan olarak vermeleri, gazetecilerin dikkatlerinden kaçmadı. Gazetecilerin Kurt'a ilişkin soruları üstüne, kurdun Gökoğuz folklorunda şu adlarla anıldığını söylüyor Kuroğlu:

Canavar, Yabani, Kurt, Börü, Boz, Kaskır, Kudurca, Ağızkilitlice, Yıldız Canavar.

Ancak kurt başlı mavi bayrağın geçici bir Gökoğuz bayrağı olduğunu da ekliyor Kuroğlu . Çünkü Gökoğuzlar gerçekte yeni bir bayrak arayışı içindeler. Kuroğlu'na göre bu yeni bayrak üç renkli olmalı ve Gökoğuzların öncül soydaşları olan Peçenek, Kıpçak (Kuman) ve Karadeniz Oğuzlarını simgelemelidir. Doğal koşul olarak kurt ve doğan resimlerinin de bayrağın içine işlenmesi düşünülüyor.

Özgürlük mücadelesi verdikleri günlerde Bozkurtlu bayraklarının kendileri için güç kaynağı oluşturduğunu söyleyen Hıristiyan Gökoğuz Türklerinin gözde bilim adamlarından olan Maria Maruneviç, bu gerçeği şu sözleriyle dile getiriyor:

"Bozkurtlu bayraklarımızı binalarımızın tepelerinde kahpe rüzgârlara karşı dalgalandırdık."

Buna ek olarak aynı bilim adamının tüm dünyaya yönelik haklı ve olağan dileği de şöyledir:

"Gün gelecek, işte o gün Gagauz Cumhuriyetini dünyada tanıyacaklardır".

Türk Gökoğuz topluluğunun tüm dünyaya dağılmış Türk topluluklarınca daha yakından tanınıp, ilgi odakları olmalarının, kendileri için takdir ve sevinç nedeni olacağı konusuna söylediği aşağıda sunulan "Mustafa Kemal", "Din" ve "Laiklik" ağırlıklı sözleri, gerçekten ilgi çekicidirler:

"O zaman neler olacak, şimdilik pek fazla bir fikir ileri sürülemez. Çünkü gaibi bilmek gibidir. Orasını da Tengri Tek, Tengride bolmuş Türk Bilge Kağan'dan başka kimse bilmez. Bilse bile ancak Mustafa Kemal Atatürk bilir. O'nun hatırası biz Gagauzlar için mukaddes addedilmiş, kendisi gönüllerimizde bir nevi taht kurmuş bir halde, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğine ışık tutmaktadır.

Yalnız bir isteğimi Gagauz kültüründen sorumlu bir makam olarak belirtmekten, daha doğrusu tekrar etmekten geçemeyeceğim: Lütfen Türkiye ve diğer Türk dünyası ülkelerinden gelenler bizim dini inancımıza karışmasınlar... dediklerim Laiklik icaplarındandır."

Gökoğuz Türklerinin tüm Türk Dünyasıyla dayanışma içinde oldukları, son zamanlarda görülen etkinlikler zincirinden anlaşılmakta ve bizlere kıvanç vermektedir.

Cumhurbaşkanları Stefan Topal Mihailoğlunun 1993 yılının Şubat ayı içinde Türk Dünyası araştırmaları Vakfı'nın çağrılısı olarak Türkiye'mize gelip, Süleymaniye Kültür Merkezinde gerçekleştirilen ortak alfabe ve başka konulardaki konferansa katılması, ayrıca yine Şubat ayı içinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde düzenlenen Kutyay seminerine de katkısını getirmesi buna iki örnektir. Sayın Cumhurbaşkanı ile birlikte Gökoğuz Cumhuriyeti Dış Ekonomik İlişkiler bakanı Sayın Pietra Bozacı'nın da Cumhurbaşkanına eşlik ettiğini kayıtlardan anlıyoruz.

Kendilerinin tanınmış dinsel önderleri olan Mihail Çakır'ın  deyimiyle  "Eyi Hıristiyan" ve "Ortodoks religiyeyi tutan" olarak tanımlanan Gökoğuzların tümünün de Ortodoks inançta olmadıkları, aralarında protestanlığın da etkili olduğunu anlıyoruz.

Kendileriyle iletişim içinde olduğumuz Adventist İncil öğütçeni Sayın Türker Ölçer'den aldığımız belge fotokopilerinden, Protestanlığın tanınmış bir kolu olan "Yedinci Gün Gelişçileri" (Seventh day adventists) kilisesine üye olduklarını öğreniyoruz.

Aynı kayıtlardan, Moldavya'nın Dizgince kasabasında bir Gökoğuz - Adventist kilisesinin olduğunu, ayrıca Komrat'taki kilisede de Pastör Stefan Bayraktarca hıristiyan tapınışları sunulduğunu anlıyoruz.

Yine bize gelen belge fotokopilerinden, 1845-1868 yılları arasında yaşamış olan Vaiz İbrahim Halil'in büyük hizmetlerde bulunduğuna da tanık oluyoruz.

Boy ve toplum adı belirtmeksizin, tüm Türk Hıristiyan topluluklar içinde tarihsel protestan kiliselerinin pek etkin ve egemen olmadıklarını görüyoruz.

Tanınmış Vatan şairlerimizden Tevfik Fikret'in oğlu Haluk Fikret'in, bir protestan prezbiteryan pastörü olarak görev yaptığını da ayrıca biliyoruz.

Genelde Protestan Türkler, çeşitli dua kümeleri ve "Özgür Kiliseler" (free church) durumunda varlıklarını sürdürdüklerinden, onlara ilişkin tam bir istatistik elde etmek de güçtür.

Bu resmi olmayan kümeleşmelerden dışarı çıkarak "organizm" niteliği yanında "organizasyon" niteliğini de alan toplulukların başında "Tünel Türk Protestan Kilisesi", Türkiye ve dünya hıristiyan kiliseleri yanında onur yerini almış bulunmaktadır.

Türk Hıristiyanlık kavramının günümüz canlı kalıntıları olan Gökoğuz Türklerinin yazınsal (edebi) öz yapılarını da kısaca ele almakta yarar vardır.

Onların lehçeleri üstündeki çalışmaların 1930'larda başladığını, İkinci dünya savaşından sonra S.S.C.B. Bilimler Akademisinde de bir "Gagauz Bilimi Komisyonü'nun kurulduğunu kayıtlardan anlıyoruz.

Daha sonra Kişinev'de Moldovya Milli Eğitim Bakanlığına bağlı  Nİİ  okullarında araştırmacılarca Gagauz alfabesi ve dil kurallarını belirleme çalışmaları yürütülmüştür . Yazı dilinin uygulanmaya konulmasıyla şu yapıtların sırayla yayınlandıklarını görüyoruz:

Bucaktan Sesler-Edebi folklorik dergi, 1959

İlk Laf - Dimitri Karaçoban (şiir) 1963

Yanıklık   " " "1968

 Bayılmak   " " " 1969

Persengeler" 1970

Alçak Saçak Altında - Dimitri Karaçoban (öykü) 1966

Çal Türküm - D . N . Tanasoğlu (şiir) 1966

Adamın İşleri- 1969

Hoşluk 1970

Bir Kucak Güneş-Stefan Kıvıoğlu (şiir) 1969

Gagauz Folkloru-N.J. Babaoğlu (öykü) 1969

Bucak Bucak-N. Tanasoğlu-(öykü) 1970

Doktora  tezi  niteliğinde  yapılan  çalışmalar  da  şöyle sıralanabilir:

Gagauz dilinin çekim sistemi-B..G. Gafarov, 1951

Gagauzların Şiir Sanatı-L.A. Pokrovskaya, 1953

Gagauz Dialektindeki basit cümlelerde

söz dizini - TG . Kalyakina 1955 v.b.

Bunlara ek olarak şu yayınların da çıktığını görüyoruz:

Gagauz dilinin grameri, fonetik ve morfoloji L,A. Pokrovskaya, 1964

Kazakistan ve Orta Asya Gagauz Lehçeleri A. Amanjolov, R. Bigaev, P. Danilov, M. Umarov Gagauz dilinin incelenmesine yönelik sözlük ağırlıklı çalışmalar içinde "Basarabya Gagauzlarının Sözlüğü" adlı yapıtın özel yeri bulunduğunu, ayrıca dinsel önder Mihail Çakır'ın yazdığı "Gagauzca-Romence Sözlük'ün değerini de ayrıca biliyoruz.

Yakın geçmişte Türk okuruna kazandırılan, Prof. Kaynak ve Prof. Doğru'ca Rusçadan dilimize aktarılan "Gagauz Türkçesinin Sözlüğü" adlı yapıt da bu konuda araştırmacılar için büyük ve değerli bir kaynaktır.

Aynı çalışmalar zinciri içinde Dr. Nasrattınoğlu'nun "Gagauz Şiir Antolojisi"nin de yayınlanması sevinç vericidir.




YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 

Geçmişte ve Günümüzde

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-28

 


İbn Bacce (ö. 1138)



İbn Bacce tam adı Ebû Bekr Muhammed bin Yahya bin es-Saig olan Endülüs’lü, Arap filozof ve bilim adamı. Batıda Avempace olarak da anılır.


Hayatı


Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen İbn Bacce’nin Endülüs’teki Zaragoza (Saragosta) kentinde doğduğu bilinmektedir. Asıl adı Ebû Bekr Muhammed b. es-Saig`dir. 1138 yılında Fas’ta vefat etmiştir. Hayatının ilk dönemlerine dair pek bir bilgi yoktur fakat sonraki dönemlerde yazdığı eserler sayesinde düşüncesi ve bilimsel araştırmaları bilinmektedir.

Akılcı (rasyonalist) bir filozof olan İbn Bacce, Meşşailik takımının önemli ismi Farâbi’den fazlasıyla etkilenmiştir. Felsefe dışında astronomi, matematik ve musiki ile ilgilenmiştir. Bunların dışında tıpta döneminin uzmanlarından olmuştur. Metafizik ve felsefedeki çeşitli düşünceleri nedeniyle gelenekçi dini otoriteler tarafından dinsizlikle suçlanmıştır.


Düşüncesi


Gazzali ve Eş’ariliğin gerici ve ezici baskısı yüzünden Batı’ya göç eden İslam felsefesi Meşaiyye Endülüs Arapları arasında özellikle İbni Bacce taraflarından sürdürülmüştür. Diğer filozoflarla karşılaştırıldığında kendi düşüncesini anlatan pek az eser kaleme almıştır. Kaleme aldığı eserlerin çoğunluğu kendinden önceki Batılı ve Doğulu filozofların sistemlerine şerhdir. Özellikle Aristo’nun felsefi sistemine dair şerh niteliğinde birçok eseri vardır.

İbn Bacce düşüncesinde varlıkları sayılar olarak nitelemiştir. Sayılar da ikiye ayrılır: buut (boyut) sahibi olanlar ve buut sahibi olmayanlar. İbn Bacce düşüncesinde hareketler de ikiye ayrılır: canlıların belirli olaylarla alakalı belirli hareketleri (insanın yürümesi gibi) ve mutlak hareketler (yıldızların dönüşü gibi). İbn Bacce’ye göre mutlak hareketler ezelidir ve ikiye ayrılırlar; dairevi olanlar ve düz olanlar.

İbn Bacce’nin Tanrı düşüncesi tasavvufi bir görüştür. Ayrıca ilahi bilgiye akıl ile ulaşabileceğini savunarak Gazzali düşüncesine karşı çıkmıştır. İbn Bacce’ye göre ilim elde etmenin tek aracı akıldır. Deney ile elde edilen bilginin, ilmin bir değeri yoktur. Bunlardan da anlaşılabileceği gibi filozof akla büyük önem verir ve felsefesi fazlasıyla akılcı bir karaktere sahiptir.

İbn Bacce’nin akılcı düşüncesi kendisinden sonra gelen iki büyük Endülüs’lü filozofu, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd’ü, büyük oranda etkilemiştir.


Siyasi Felsefesi


İbn Bacce siyasi felsefe ile de ilgilenmiş, siyasi felsefeye sisteminde yer vermiştir. Siyasi düşüncesindeki ütopya bir seçkinler topluluğudur. Ütopik toplumunda her fert sağlıklı bir yaşam sürmekte etrafındakilere güçlü sevgi bağlarıyla bağlanmıştır. Bu noktadan yola çıkarak İbn Bacce düşündüğü bu toplumda hekimlere ve hakimlere ihtiyaç olmayacağını belirtmiştir.


Başlıca Eserleri


Risâlet’ül-Veda

Kitab İttisal’el-Akl bi’l-İnsan

Kitab’un-Nefs

Kitab Tedbir’ül-Mütevahhid

Kelâm fi’l-Gayet’el-İnsaniyye

Kelâm fi’l-Burhan

Kelâm fi’l-ism ve’l-Müsemma




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

25 Kasım 2024 Pazartesi

Tatarların Kökeni Meselesi

 



Günümüzde Sibirya’nın güney bölgesini ve Moğolistan’ı teşkil eden, Çin ile Doğu Türkistan’ın kuzeyindeki sahalarda XII. yüzyılda göçebe ve avcı birtakım kabileler ikamet ediyordu. Bu kabilelerin çoğu Moğoldu. Fakat o sıralar kendilerine henüz Moğol adını vermiyorlardı. İleride açıklayacağımız üzere, sonraları bunların hepsi bu adı benimsediler. Bunların bugüne erişen torunları da kendilerine halen Moğol adını vermektedirler.

Moğollar Gobi Çölü’nün kuzeyine düşen Onan ve Kelüren nehirleri ile Baykal Gölü kıyılarında yaşıyorlardı. Dolayısıyla bu yöreler aşağı yukarı bütün araştırmacıların ittifakıyla Moğolların esas yurdu sayılmaktadır.

Cüveynî’ye göre Moğolların ülkesinin eni ve boyu 7-8 aylık bir yoldan fazla idi. Doğusunda Hıtay (Kuzey Çin), batısında Uygur, kuzeyinde Kırgız ve Selengay, güneyinde ise Tangut (Tangiut) ve Tibet bulunmaktaydı.

Moğollar bu yörelerde gerçekten çok sert iklim şartlarında yaşıyorlardı. Sıcaklık farklılıkları sadece kış ve yaz mevsimlerinde değil gece ve gündüz de korkunç boyutlara ulaşıyordu. Kışları sert ve soğuk, yaz ayları ise gayet sıcak geçiyordu. Cüveynî iklimin soğukluğundan dolayı yaban fıstığından başka bir meyve ağacı yetişmediğini söyler.

Moğollar aman vermez bir iklimde hayat sürdürüyorlardı. Çünkü yüksek rakımlı bu ülke, aynı coğrafi enlemde yer alan diğer ülkelerden daha soğuktur. Baykal Gölü senenin dört-beş ayında donar. Isının sıfırın altında 25’leri bulması olağan bir hâdisedir. Bora eser, fırtına çıkar, üstelik sık sık da deprem olur. Diğer taraftan Moğollar, bu iklime eşlik eder bir coğrafi çevreye sahiptirler. Etrafta yüksek dağlar bulunmaktadır. Bu dağlar çok yüksek olup sivri kayaları bulutlara değmektedir. Bu kayaların yarıklarında tek tük ağaçlar yeşermiştir. Dağların zirveleri buz ve karlarla kaplıdır. Vadiler kumluktur. Ancak ırmakların kenarları çayırlarla, çam ve kayın ağaçlarıyla süslüdür.

Çinli Ç’ang-Çu’n ise, Gobi Çölü’nü ve Moğol kabilelerini manzum olarak şöylece tasvir eder: ".yerde ağaçlar bitmez, biten şey yalnız yabani otlardır: Tanrı burada dağlar değil, yalnız tepecikler yaratmıştır; burada ekin yetişmez; sütle beslenirler; deriden dikilmiş elbise giyerler; keçe çadırlarda yaşarlar, bununla beraber şen ve neşelidirler.”

Eserinin bir başka yerinde ise şöyle der: "Ve onlar bütün ömürlerini kaygusuz geçirirler. Kendi kendilerinden memnun olarak yaşarlar.” Sonra sorar: "Halik-kader, hikmet-i rabbaniye-alemi yaratırken niçin bu yerdeki insanlara at ve sığır sürülerine çobanlık etmeyi emretmiş?”

Bu coğrafi çevrenin, acımasız iklimin ve zor hayat şartlarının psikolojik bakımdan Moğolları ne derece olumsuz etkileyeceği izahtan varestedir. Nitekim bazı araştırmacılar Moğolların kendilerine acımayan tabiat şartları kadar acımasız olduğuna dikkat çekerler.

Moğollar bu vasatta tam bir göçebe hayatı yaşamaktaydılar. Her kabile, diğerlerinden bağımsız bir hayat sürdürürdü. Reşidüddin et-Tabib’in değerli eseri Cami’t-tevarih’ten edindiğimiz bilgiler bizlere Moğol kabilelerini, birbiriyle yakınlıklarını, uzaklıklarını, ilişkilerini ve kabilelerin soylarını tam bir açıklıkla, yer yer destansı özellikleri de katarak aktarmaktadır.

Otlak ve su yetersizliği, yiyecek azlığı; kabileleri âdeta birbiriyle yarışır hale getirmekteydi. Neticede bu yarış kızışarak iç mücadele ve savaşa kadar varmaktaydı. İşte Moğollar, büyük imparatorluklarını kurmadan önce böyle bir hayat sürdürüyorlardı.

Gerek Moğol istîlâsını yaşayan çağdaş Müslüman tarihçiler, gerek daha sonraki çağlarda gelen tarihçiler ve birtakım araştırmacılar, Moğollardan sürekli "Tatar” şeklinde söz ederler. Hattâ günümüz Arap tarihçileri halen aynı tutumu izlemektedirler diyebiliriz. Fakat söz konusu yanlışlık sadece Müslüman ve Arap tarihçilere has değildir. Eski Batılı seyyah ve tarihçiler de aynı yanlışa düşmüşlerdir, dahası bu konuda Batılılar da yalnız değildir. Meselâ Ünlü Süryani tarihçi Ebü’l-Ferec veya nam-ı diğer Bar Hebraeus da Moğollardan Tatarlar şeklinde bahsetmektedir. Yani söz konusu yanlış hayli yaygındır. Bu yanılgının tarihi ise çok eskilere gitmektedir, hattâ ülkelerini ziyaret eden Batılı seyyah Rubrouck’a bizzat Moğollar Tatar olarak adlandırılmaktan duydukları rahatsızlığı iletmişlerdir. Çünkü Moğollarla Tatarlar arasında bir tür kan davası vardır ve Mukali, Cengiz’i babası Yesügey’i zehirledikleri için devamlı Tatarlardan intikam almaya teşvik etmektedir. Yine aynı Mukali, Gizli Tarih’in naklettiğine göre Moğolların Tatarlara karşı duyduğu eski intikam hissini ileri sürerek Cengiz’i han yapmıştır.

Aslında Moğollarla Tatarlar arasındaki ihtilaf daha gerilere gitmektedir. Bütün Moğolları yöneten Ambakay (Ambahai, Hambahai) -Kağan’ın ölümünden sonra yönetimi Kutula (Hutula)- Kağan olmuştu. Ambakay (veya Hambakay) döneminde Moğollarla Tatarlar arasında dostluk münasebetleri başlamış, hattâ Ambakay, kızını Tatar boylarından Ayri’ut ve Buyru’utlara vermişti. Kızını düğüne götürürken Tatarlardan Cuyin halkından bir grup tarafından yakalanıp Kitanların reisi Altan Kağan’a teslim edilmişti. Bu esaret, Ambakay’ın ölümüyle neticelenmişti. Böylece Moğol- Tatar münasebetleri bir daha düzelmeyecek şekilde bozulmuştu. Moğollarla Tatarlar arasındaki savaş, Köpek Yılı’nın (1202) baharında Dalan Nemürges savaşında Tatarların Cengiz tarafından yenilerek parçalanmalarına kadar da sürmüştür.

Moğolların Tatar olarak adlandırılmasına dair söz konusu tarihi yanlış, daha sonra araştırmacılar tarafından fark edilmiş ve Barthold, Spuler, Boyle gibi önde gelen Batılı müsteşrikler Moğol-Tatar ayrımına dikkat çekmişlerdir. Batılı müsteşriklerin durumu fark etmesinde Çin kaynaklarının, Reşidüddin et-Tabib’in Cami’u’t-tevarih’inin ve belki de en önemlisi Moğolların Gizli Tarihi adlı eserin etkisi büyüktür. Araştırmalar sonucunda Moğol ve Tatar kelimelerinin bir anlamda-yanlış kullanımı da mazur gösterecek tarzda-aynı, ama gerçekte farklı şeyleri ifade etmekte olduğu anlaşılmıştır. Kısaca söylemek gerekirse bütün Tatarlar Moğoldurlar, fakat bütün Moğollar Tatar değildirler.

Meselenin aslı şudur: Tatar klanı kalabalık bir klandı ve XII. yüzyılda büyük bir önem kazanmıştı. Bunun üzerine birçok Moğol kabile, hattâ klan mümessilleri yabancılarla münasebetlerinde ancak dar bir çerçevede bilinen kendi kabile ve klan adlarını kullanmayarak, kendilerine meşhur Tatar adını vermekteydiler. Etnograflar bu gibi hâdiselerde, yani küçük bir kabilenin, -aralarında düşmanlık bile bulunsa- kuvvetli bir akraba komşunun adını benimsemesi hâdisesiyle dünyanın muhtelif yerlerinde, Kafkasya’da, Altaylar’da, şimdiki Moğolistan’da sık sık karşılaşmaktadırlar. Reşidüddin bu meselede çok açık olarak şunları söylemektedir:

"Bunlar (yani Tatarlar), ululuk ve hürmete nail ve gayetle yücelik ve yüksekliğe sahip bulundukları cihetle diğer Türk sınıfları, başka boylara mensup olup ayrı ayrı adları olduğu halde, kendilerini onların adıyla şöhretlendirdiler ve hepsine Tatar dendi. Bu muhtelif sınıflar, kendilerini onlardan saymak ve onların adıyla şöhret bulmakla rütbe ve mansıba erişeceklerini anlamışlardı. Nitekim bu zamanda da Cengiz Han ve uruğu Moğol olmakla diğer Türk kavimleri; Calayır, Tatar, Oyrat, Onkut, Kereyit, Nayman, Tangkut vesaire gibi her birinin muayyen bir adı ve hususi lakabı olduğu halde hepsi de tefahür yüzünden kendilerine Moğol diyorlar.”

Reşidüddin’in bu meseleye dair açıklamaları bu kadarla kalmıyor. O, aynı yörede yaşayan göçebe kavimlerin, birbirlerinin adını nasıl iktibas ve istihdam ettiklerini aydınlatan bilgiler vermeye devam ediyor. O günlerde övünmek için kendilerini Moğol olarak adlandırıp tanıtan kavimlerin, eskiden bu addan istinkaf ettiklerini belirtiyor ve artık bu işin o kavimlere mensup yeni nesillerin kendilerini ezelden beri Moğol sanmaya başlamasına kadar vardığını ekliyor: "Onların şimdi mevcud olan oğulları, eskiden de Moğol adına mensup ve bu isimle mevsum bulunduklarını tasavvur ederler. Halbuki böyle değildir.” Ardından Moğolların Cengiz Han’ın mensup olduğu bir boy olduğunu, daha sonra hemen her boyun kendini Moğollara nispet etmeye başladığını açıkça söylüyor: "Diğer kavimlere o zaman Moğol demezlerdi. Çünkü şekil, heyet, lakab, lehçe, adet ve şiveleri birbirlerine yakın olmakla beraber eskiden lehçe ve adet hususunda farklı idiler.” Ve sözü can alıcı noktaya getiriyor: "Bu zamanda ise iş bir raddeye geldi. Hıtay, Gürcü, Nikyas, Uygur, Kıpçak, Türkmen, Karluk, Kalaç kavimleriyle esirlere ve Moğollar arasında yetişen Acem boylarına (Tâcik) bile Moğol diyorlar. O cemaat da ikbal ve mansıba erişebilmek için kendilerine Moğol demeyi maslahata muvafık buluyorlar.” Görüldüğü gibi Reşidüddin’in verdiği bilgiler, konuyu yeterince, hattâ fazlasıyla aydınlatıyor. İş, o dereceye varmıştır ki, Moğolların savaşıp esir aldığı başka kavimlere mensup insanlar bile artık kendilerine Moğol adını vermektedirler. Bu durumun eskiden beri çok yaygın bir uygulama olduğunu da, hem de Moğol-Tatar ayrımını kolaylıkla netleştirecek tarzda şöyle özetliyor: "Bundan evvel de Tatarın kuvvet ve şevketi yüzünden kazıyye böyle idi ve bu sebeple hâlâ Hıtay, Hind, Sind ve Maçin şehirleriyle Kırgız, Kılar, Başkırt, Deşt-i Kıpçak memleketlerinde, şimal vilayetleriyle Arap boylarına ait memleketlerde, Şam, Mısır ve Mağrib’de bulunan bütün Türk boylarına Tatar diyorlar.”

İşte bundan ötürüdür ki Tatarların adı dünyanın dört bir yanına yayıldı. Bizzat Moğollar da önceleri Asya’da, sonraları da Avrupa’da Tatar adı altında tanındılar. Daha sonraları Avrupalılar, bu tabiri Moğollar tarafından zapt edilen ve Moğolların maiyetinde istîlâ seferlerine iştirak eden milletlere vermeye başladılar. Bazı Türk kabilelerinin bugüne kadar Batılılarca Tatar adıyla tanınması buna bağlanmaktadır. Halbuki bunların hakiki Tatarlarla hiçbir ilgisi yoktur.

XII. yüzyılda Tatarlarla Kereitler arasında Onan ve Kelüren ırmakları boyunca birçok göçebe ve avcı kabilelerle klanlar yaşıyordu. O sıralarda bunların arasında bulunan bir Moğol kabilesinin ehemmiyet ve nüfuzu o kadar artmıştı ki, bu kabilenin reisi Kabul, kağan unvanını aldı. O zamanlar Kin, yani Altan adıyla meşhur olan Cürcen adlı yabancı bir sülalenin hüküm sürdüğü Çin’e, uzak seferler ve akınlar yapmaktan geri kalmadı. Kabul Han’ın oğlu Katula da Kağan unvanını taşımaktaydı. O da Kinlerle harb etti ve bir kahraman olarak şöhret buldu. Anlaşıldığına göre, Kabul Han’ın bu aristokrat kabilesi Börciğin adını taşıyordu. Bu kabile, birkaç komşu kabile ve klanı kendisine tabi kılarak birleştikten sonra Moğol adını aldı. Bu ulusa, eski masallarda bilinen kadim ve kudretli bir halkın veya kabilenin şanlı adının bir hatırası olarak Moğol ismi verilmişti.

XII. asrın ortasında Moğol ulusunun kudreti, büyümekte olan göçebe halkın rahatsız edici akınlarından bir an önce kurtulmak düşüncesiyle Kinlerin kendi maksatları için ustaca kullandıkları Tatarlar tarafından kırıldı.

İşte Tatarların Moğollara bir süre hakimiyet kurmasında ve yine o süre içinde Moğol isminin âdeta unutulmasında Çinlilerin de böylesi önemli bir rolü vardır.

Sadece Moğollar değil, hemen hemen Orta Asya’da göçebe halinde yaşayan bütün kavimler, Çin’e hiç rahat vermiyordu. Çin asker toplayıp müdafaa vaziyeti alıncaya kadar onlar işlerini bitiriyorlardı. Çin bunların hücumlarına asla mani olamadı. Onlar daima bir geçit buldular. Çin imparatorları bu göçebe kavimlerle olan sınırlar üstünde diğer Tatar kavimlerinden asker tedarik ederek müdafaaya uğraştı iseler de bu siyaset Çin açısından genellikle olumsuz oldu. Bunun üzerine Çin, bunların hücumundan kurtulmak için en iyi çarenin bu göçebe kavim arasına ihtilaf sokmak olacağını akıl etti. Bu sayede kabile reislerini kendine bağlıyordu. Bağlılarına unvanlar, teveccühler, beratlar, mühürler, hükümdar elbiseleri, davul ve alem vermek adettendi. Zengin Çin’in Türk olsun, Moğol olsun bütün göçebelere karşı daima bu taktiği uyguladığı bilinmektedir. Herhangi bir grup Çin için tehlikeli olmaya başlarsa bir başka grubu onun aleyhine kışkırtmak, mücadele bittikten sonra bu defa aynı taktiği eski müttefiklerine karşı kullanmak Çin’in vazgeçilmez temel politikasıydı. Ancak zaman zaman mahir birinin idaresi altında toplanan kabileler, tabi durumunda da olsalar Çin imparatoruna istedikleri kanunları yaptırıyorlardı. Bunlarla sulh yapabilmek için Çin imparatorları paralar, ipekli kumaşlar hediye etmek, Tatar prenslerin doymak bilmeyen hırslarını doyurmak, hattâ kendi kızlarını gelin vermek mecburiyetinde kalıyorlardı. Nitekim bu durum yukarıda da değindiğimiz üzere XII. yüzyılda aynen tahakkuk etmiştir. Çin İmparatorluğu’nun 1147 yılında Moğollarla akdettiği bir ittifak antlaşması 1161 yılına kadar devam etmiş ve o yıl o zamanki Çin İmparatoru Mongku-Tatarlara karşı harekete geçtiğine dair bir beyanname neşretmiştir. Büyük bir ihtimalle kısa bir zaman sonra Buir-Nor Tatarları Moğolları perişan etmişlerdir. Ancak hemen aynı yüzyılın sonunda Çin, Kereitler ile Moğolları bu Tatarların aleyhine kışkırtma ihtiyacı duydu. İşte Cengiz Han’ın ortaya çıkması bu devreye rastlar.

Moğolların Gizli Tarihi’nde yer alan bilgilere göre Cengiz’in (562-624/1167-1227) ceddi Tanrı’nın takdiriyle yaratılmış bir bozkurt idi, eşi ise beyaz bir maral idi. Bu bozkurttan itibaren Cengiz’in babası Yesügey-Bahadır’a kadar 20 isim sayılmaktadır. Ancak Cengiz’in büyük büyükannesi olan bir kadından özellikle bahsetmemiz gerekecek. Adı Alan-Ko’a olan bu kadın, kocasının ölümünden sonra yeniden evlenmediği halde doğum yapmaya devam etmiştir. Bu durum etrafta dedikoduya sebep olunca, o, beş çocuğunu etrafına toplayarak bacadan sızan ışık vasıtasıyla eve giren sarışın bir adamın karnını okşadığını ve onun nurunun kendi vücuduna geçtiğini, çıkarken de güneş veya ayın nurları üzerinden sarı bir köpek gibi sürünerek çıktığını söyler. İşte Temücin’in dedesi Bartan Bahadır, Alan Ko’a’dan tabiatüstü doğan bu üç çocuktan en küçüğünün dokuzuncu göbek torunudur. Cengiz’in babası Yesügey-Bahadır da bu Bartan-Bahadır’ın üçüncü oğludur.

Yesügey-Bahadır’ın Moğollarla Tatarlar arasında süregelen yukarıda söz ettiğimiz savaşların uzantısı biçiminde değerlendirilebilecek bir suikasta kurban gidip Tatarlar tarafından zehirlenmesinden sonra yetim kalan Temücin’in -çünkü o henüz kağan seçilmemiş ve Cengiz adını ya da unvanını almamıştı- başından çileli bir hayat geçmiştir.

Moğolların Gizli Tarihi, bu zor ve çetin günleri olanca açıklığıyla kaydeder. Ailenin dostları ve akrabaları Yesügey’in eşini ve çocuklarını bozkırın ortasında yalnız bırakıp göç etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bunun üzerine maharetli bir kadın olan anneleri Hö’elin-Ücin çocuklarını yabani meyvelerle, yabani soğanlarla, topraktan kazdığı bitki köklerini süte katarak beslemiş; servi ağacından bir değnek alarak eğitmiş, onlar da büyüyünce Onan Nehri’nden önce olta ve iğnelerle, daha sonra da ağlarla balıklar avlayarak annelerinin yükünü hafifletmeye çalışmışlardır.

Yesügey’in ölümü 1165 olarak belirlenmektedir. Büyük oğlu Temücin babası öldüğünde 9-10 yaşlarında olduğuna göre, ailenin bu ağır mücadele ve savaş dolu hayatı, Temücin’in yavaş yavaş başarı kazanarak 1196’da etrafında toplanan boylar tarafından Han seçilmesine kadar 30-31 yıl, bütün boyların birleştirilmesiyle "Büyük Han” ilan edilişine kadar da 40-41 yıl sürmüş olmalıdır.

Bu zaman diliminde, Temücin Tatarlar tarafından esir edilip kurtulmayı başarmış, atları yağmalanmış ama Temücin onları kardeşlerinin yardımını dahi reddederek tek başına geri almış, nişanlısı Börte’yi bulup evlenmiş, Kereitlerin reisi To’oril (Tuğrul) ile baba ittifakını tazelemiş, karargahı Merkitler tarafından basılarak karısı Börte kaçırılmış, Tuğrul, Camuka ve Temücin arasında Merkitlere karşı üçlü bir ittifak yapılmış, Merkitlere baskın düzenlenerek Börte kurtarılmış ve nihayet Moğol boylarından birçoğu Temücin’in etrafında toplanmış ve ilk defa "Çinggis-Kağan” unvanı ile Han seçilmiştir (1196).

Ancak Cengiz’in Han seçilmesi hem Camuka’nın, hem de Tuğrul’un kıskançlık krizlerine tutulmalarına sebep olmuştur. Bunun üzerine önce Camuka, sonra da Tuğrul bertaraf edilmiş, güçlü Moğol boyu Kereitler devre dışı bırakılmıştır. Daha önce Temücin’in 1196’da "Çinggis Kağan” unvanı ile hükümdar seçildiğinden bahsetmiştik. Fakat bu henüz kati bir zafer sayılmazdı. Çünkü o zaman Cengiz, Moğolistan’ın ancak küçük bir kısmına hâkimdi ve bu yolda ilerlemek isteyen başkaları da vardı. Cengiz’in en büyük rakipleri, eskiden ona dostluk bağlarıyla bağlanmış olan Kereyit Hükümdarı Tuğrul ile Cadaranlardan Camuka idi. Sonuçta Tuğrul da, Camuka da Cengiz’i terk ederek onu ortadan kaldırmak maksadıyla birleşmişlerdi. Rakiplerine göre her bakımdan üstün olan Cengiz, bu savaşlardan galip çıkmış ve bu ölüm kalım mücadelesi Tuğrul ve Camuka’nın ölümüyle Cengiz’in lehine sonuçlanmıştır.

Cengiz, işte esas bundan sonra bütün Moğolistan’ın hakimi olmuş ve 1196’da yapılan seçim muamelesi 1206’da tekrarlanarak yeniden Han ilan edilmiştir.

Moğolların bizim anladığımız manada tarih sahnesine çıkışı da işte bu 1206 Kurultayı’ndan sonra olmuştur.

Kurultay’dan hemen sonra Moğollar, nasıl kabına sığmaz bir millet olduklarını göstererek Moğolistan dışına ilk hücumlarını ve dünyaya ilk açılma hamlelerini yaptılar. 1206 yaz mevsiminin sonunda, güzün, Moğolistan dışına ilk saldırı düzenlendi. Cengiz ordusu Naymanları ansızın bastırmıştı. Baskın semeresini vermiş ve Moğollar durmadan başlarını ağrıtan bir düşmandan artık ebediyen kurtulmuşlardı. Bu hamleleri hemen iki yıl sonra 1204’te Hsi-hsy’lara ve Tangi’utlara (veya Tayciyut) düzenlenen ilk hamle, ardından 1206 yılındaki ikinci hamle ve 1209 yılındaki üçüncü ve nihai hamle izlemişti. Tangi’utlar Moğollara her yıl belli miktarda vergi vermek üzere boyun eğmişlerdi.

Bu hamleleri başka hamlelerin izlemesi kaçınılmaz gibi bir şeydi. Öyle de oldu. Daha sonraki hedef Çin ve Mançurya idi. Bu hamleler de 1215 yılında Pekin’in düşmesi ile son bulmuştu. Nizami Çin orduları, sayıca ve teçhizatça Moğollardan kat kat üstünlüklerine rağmen âdeta tuzla buz olmuştu.

Çin ve Mançurya’nın alınmasından sonra artık bir dünya gücü haline gelmekte olan Moğol ordusunun önünde iki komşu güç durmaktaydı: Uygurlar ve Karahıtaylar. Bu iki ülkenin bizim açımızdan önemi, sadece Moğollara komşu olmaları ve Moğol istîlâsının seyrindeki sıraları değil, Moğollarla İslâm alemi arasında bir anlamda engel ve set oluşturuyor olmalarıdır.

Uygurlar bir Türk boyu olup Orta Asya tarihinde çok önemli roller oynamış bir milletti. Ancak Moğolların Cengiz öncülüğünde etrafı kasıp kavurmaya başladığı dönemde artık eski güçlerini kaybetmiş, sağa sola dağılmış ve zayıflamış bir durumdaydılar. Başlarında İdi-kut isminde bir hükümdar vardı. Uygurlar Moğollara kendiliklerinden baş eğdiler. Ama o yörenin en medeni milleti olan Uygurlar, cahil efendilerine otoritelerini kabul ettirerek onları kısa zamanda kültürel açıdan kontrolleri altına aldılar. Bu cümleden olarak, henüz bir yazıya sahip olmayan Moğollara kendi alfabelerini kabul ettirmelerini örnek verebiliriz.

Uygurlardan sonra sıra Karahıtaylara gelmişti. Çünkü Karahıtaylar o dönemde Maveraünnehir ve Türkistan arazisine yakın yerleri ele geçirmiş ve Uygurları yıllık vergiye bağlamışlardı. Ancak Moğollar Karahıtaylara doğrudan istîlâ amacıyla saldırmadılar. Moğolların Karahıtay ülkesine saldırmasına Hârezmşâhlarla aralarında çıkan Otrar faciası sebep olmuştur. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Hârezmşâhlarla Moğollar arasında oluşan fiili durum üzerine, Cengiz, Sultan Muhammed’le uğraşırken Karahıtay tahtını gasp etmiş olan ve Moğollarla sürekli düşmanlık halinde bulunan Naymanlı Güçlük tarafından arkadan vurulma riskini bertaraf etmek için Hârezmşâhlardan önce Güçlük’ün işini bitirmiştir.

Moğol tarihi açısından bundan sonrası Hârezm ülkesinin istîlâsı anlamına gelmektedir. 


Tatarların Kökeni Meselesi / Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet Özdemir

Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi / Türkiye


Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.


Ulu Camii / Cizre

 


RUSYA TARİHİ -21

 



İKİNCİ  KATERİNA ZAMANI (1762-1796)


Rusya'da Dvoryanlar monarşisi'nin tesisi, Katerina zamanında iç ıslahat teşebbüsleri 


Fransız  rasyonalist felsefe tesiri altında kalan Katerina, 1762 de tahta çıkınca, Rusya'yı en iyi kanunlara göre idare etmeği tasarlıyor ve böylelikle Rusya'da mükemmel bir rejim kurabileceğini umuyordu. Memleketi iyi idare edebilmek için evvelâ onu tanımak lâzımdı. Bu maksatla, İmparatoriçe Rusya içinde seyahatler yaptı, Moskova'yı, Kazan'ı ve Baltık eyaletlerini ziyaret etti. İdare başına güvendiği ve yakından tanıdığı kimseleri getirdi. Elizaveta zamanında ehemmiyet kazanmış olan Senato'nun salâhiyetlerini azalttı ve bu müesseseyi ancak idarî  bir  organ haline koydu. Katerina'nın tahtta sağlamca yerleşebilmesi için birkaç yıl geçmesi icap etti. 1764  de vukubulan,  küçük  rütbeli  Miroviç  adlı bir  zabitin,  Schlüsselburg kalesinde  hapsedilen  sabık  imparator  VI.  İvan Antonoviç'i kurtarıp tahta çıkarmak teşebbüsü, Katerina'nın mevkiinin henüz pek sağlam olmadığını  göstermeğe  kâfi idi. Fakat tedricen  alınan  tedbirler  ve  iş  başına  yeni  ve sadık adamların getirilmesiyle İmparatoriçe mevkiini tamamiyle sağlamlaştırmağa muvaffak oldu.  Bu sıralarda,  Katerina'yı tahta çıkarmakta en mühim rol oynayan Orlov biraderlerin İmparatoriçenin gözdeleri sıfatiyle mühim rol oynadıkları görülüyor.

Katerina Rusya'da yeni  kanunların tatbikini tasarlıyor ve bunlar sayesinde  Rusya'da en  mükemmel bir  sistem kurabileceğini zannediyordu. 1649  da tanzim edilen  "Aleksey Michayloviç kanunnâmesi,,  (Ulojenye) nin  artık  eskidiği ve mevcut hayat  şartlarına  uymadığı  görülmüştü.  Yeni kanunları hazırlamak maksadiyle Rusya'nın her tarafından ve muhtelif zümrelerden seçilen murahhaslar toplanmasına karar verildi. Kanunları tanzim edecek meclis toplanıncaya kadar, Katerina, yeni kanunlara esas olmak üzere, kendisi bir taslak hazırladı. "Nakaz,, adiyle şöhret bulan bu eser, devrin en yeni felsefî görüşlerine dayanmakta idi ve en insanî ve ileri fikirleri ihtiva etmekte idi. Katerina'nın 20 bölümden ve 500 maddeden teşekkül eden bu kanun taslağı, Montesquieu'nın UEsprit des lois (kanunların ruhu), Bielfeld'in Instituüons politigues gibi o devrin en yeni görüşlerini ihtiva eden eserlerin bir hülâsası idi; ceza hükümlerinde, o sıralarda henüz çıkmış olan italyan hukukçularından Beccaria'nın "Cünim ve Ceza hakkında,, ki eseri esas tutulmuştu. Katerina'nın "Nakaz„ı (düstur) rusca, fransızca ve lâtince olarak bastırıldı ve Avrupa memleketlerine de gönderildi (1767).

1766 sonunda murahhaslar toplandılar; 565 kişiden teşekkül eden murahhaslar hey'etinin Moskova'da, Granovita'ya sarayında ilk toplantısı açıldı (1767 yazında) ve kanunların tanzimi işine başlandı. Hey'etin çalışmasında muayyen bir plân yoktu. Katerinanın "Nakaz„ı iki defa okundu; birçok küçük komisyonlar teşkil edildi. Fakat çalışmalar esnasında, İmparatoriçe tarafından sunulan proje ile Rusya'daki hakikî durum arasında geçilmez bir ayrılık olduğu görüldü. Katerina da, en mütekâmil kanunlar vazetmek hevesini kaybetti ve toplantının çalışmalarına karşı soğudu; ve nihayet 1778 sonunda, bu çalışmalardan bir şey çıkmayacağını görünce, murahhasları geri gönderdi. Katerina Rusya'ya en iyi ve insanî kanunları tatbik fikrinden vazgeçti ve Rusya gibi geniş bir ülkede her şeyden önce merkeziyetçi ve çok kuvvetli bir monarşi idaresinin bulunması lâzım geldiğine kanaat getirerek, rejimini kuvvetlendirmek yolunda yeni yeni tedbirler almağa başladı. Bu tedbirler arasında, "dvoryan,, (küçük asîlzade) lerin mevkiini yükseltmek ve tahtı bu zümre sayesinde sağlamlaştırmak prensibi başta geliyordu.

1762 de çıkarılan bir kanunla, "dvoryan,, ler devlet hizmetine girip girmemek hususunda serbest bırakılmışlardı. Halbuki çiftlik sahibi "dvoryan,, lere bağlı köylülerin durumu büsbütün fenalaştı. Çiftlik sahipleri 'pomeşçik'ler, köylülerin tam manasıyle efendileri mevkiine çıkartıldılar; onları istedikleri gibi istismar etmek ve küçük bir suç yüzünden Sibir'e sürmek hakkını haizdiler. Bunun üzerine köylüler arasında ayaklanmalar oldu; ve bunları yatıştırmak için hükümet tarafından asker kullanılması icap etti. Bu gibi olaylar ise, Katerina'nın rasyonalist felsefî görüşleri tesirini gün geçtikçe azalttı ve İmparatoriçe istibdat rejiminin şampiyonu olmak yolunu tuttu.


Puaev (Pugaçof isyanı) (1773-1775)


Katerina zamanının en mühim  iç olaylarından biri  Pugaçev  (Pugaçof)  isyanıdır.  Bu hareket, Aleksey Michayloviç zamanındaki  Stenka Razin  ayaklanmasına  benziyordu,  ve birçok bakımdan  aynı sosyal şartlar  ve âmiller ile meydana  gelmişti.

Rusya'nın 1757 de, Prusya'ya karşı açtığı harbi, 1768 denberi Türkiye'ye karşı yaptığı harb takip etmişti. Harbler dolayısıyle vergiler artmış, dvoryan'lere verilen hizmet serbestliği neticesinde köylülerin durumu büsbütün fenalaşmıştı; bunun üzerine aşağı tabaka arasında hükümete karşı memnuniyetsizlik çoğaldı. 1771 de İç Rusya'da müthiş bir taun hastalığı başgöstermişti; yalnız Moskova'da günde 1.000 kişi ölüyordu. Hastalığa karşı devlet tarafından alınan tedbirler ahaliyi büsbütün kızdırdı; öyle ki halk kitlesi Moskova başpiskopusunu öldürdü ve paytahtta kargaşalıklar başgösterdi; halkı yatıştırmak için silâh kullanmak mecburiyeti hasıl oldu. iki yıl sonra da Yayık nehri boyunda bir ayaklanma patlak verdi. Bunun başında, aslen Don kazağı olan Yemel'yan Pugaçev adlı bir kazak bulunuyordu. Prusya seferine iştirak eden, Türklere karşı dövüşen, sonra "kaçak,, vaziyetine düşen Pugaçev, bu defa Yayık Kazakları arasına gitmiş ve kendine çar III. Petro (yani Katerina'nın kocası) adını vererek, 1773 te isyan bayrağını kaldırdı. Pugaçev, meşru bir hükümdar olan ve Petersburg'daki beyler tarafından tahtından indirildiğini iddia eden III. Petro olarak, "zalimler rejimine karşı harekete geçtiğini ilân etmekle, hükümetten memnun olmayan Yayık Kazaklarını, köylü tabakasını, Başkurtları ve umumiyetle bütün gayrı rus unsurunu kolaylıkla elde etti. Bundan dolayı Pugaçev hareketi, çiftlik sahiplerine, devlet rejimine karşı sosyal bir ayaklanma mahiyetini aldı. Yayık nehri üzerindeki birçok kale (Orenburg şehrinden başka) Pugaçev'in eline düştü. Toplar ve tüfeklerle silâhlı olan ve sayıları 25 bin kişiyi geçen Pugaçev'in adamları, Volga istikametinde ilerleyerek, birçok kasaba ve şehiri ele geçirdiler; alınan yerlerdeki "dvoryan,, malikâneleri yağma edilmekte, çiftlik sahipleri, zabitler ve hükümet memurları öldürülmekte, köylülerin serbest oldukları ve her nevi mükellefiyetten kurtulmuş oldukları ilân edilmekte idi. Ural-îdil sahasındaki Başkurtlar ve Kazan Türkleri kitle halinde Pugaçev'a katılarak, ayaklanmaların kuvvetini artırmakta idiler. Hareket sahası Kazan şehrine kadar yayıldı. Hükümet kuvvetleri Türkiye'ye karşı harpte ve Lehistan'daki ayaklanmayı yatıştırmada meşgul olduklarından, isyanı bastırmak için kâfi miktarda asker yoktu. Durum çok ciddîleşince, Katerina, general Bilikov'u isyan sahasına gönderdi. Moskova'da bile asayişin bozulduğu ve havanın çok gerginleştiği nazarı itibara alınırsa, hükümetin telâş etmeğe haklı olduğu anlaşılmaktadır. Bilikov, toplayabildiği muntazam kuvvetlerle Pugaçev'a karşı yürüdü ve Kazan yakınından başlayarak, temizleme hareketine girişti. Pugaçev, Ural sahasına çekildi ve hareket yatışır gibi oldu. Fakat Bilikov'un ölmesi üzerine, 1774 ilkbaharında ayaklanma yeniden alevlendi. Salavat Yulay'ın idaresindeki Başkurtlar ve Pugaçev'in Kazakları yeniden vaziyete hâkim oldular. Kazan yeniden tehlikeye maruz kaldı. Hükümet kuvvetlerinin oraya yetişmesi üzerine, Pugaçev, Volga'nın sağ (batı) tarafına geçti ve Sura ırmağına kadar ilerleyerek, Penza ve Saratov şehirlerini ele geçirdi. Moskova civarında bile telâş başgösterdi. Pugaveç'in kuvvetleri bu defa Tsarıtsm (Stalingrad) şehrine hücum ettilerse de, ele geçiremediler. General Michelsohn ve Suvorov'un kıtaları Pugaçev'i kovalayarak, Yayık nehrine doğru ilerlediler. Hükümet kuvvetleri her tarafta vaziyete hâkim olunca, Pugaçev, en yakın arkadaşları tarafından ele verildi ve Moskova'ya getirilerek, 1775 te, idam edildi. İsyana katılanlar da şiddetli cezalara çarptırıldılar. Bu suretle, Katerina'nın rejimine karşı yapılan bir "halk hareketi,,, kana boğularak yatıştırıldı. Pugaçev'in yardım isteyerek, Osmanlı padişahına bile müracaat ettiği anlaşılıyor; o, bu hususta Don Kazakları ve Başkurtları taklid etmişti. Fakat, Türkiye'yi idare edenler Rusya'nın içinde patlak veren bu büyük ayaklanmadan faydalanmak imkânını bulamadılar. İsyan bastırılınca, köylü tabakasının ve bilhassa başkurt ve tatar ahalinin durumları eskisine nisbetle bir kat daha ağırlaştı. Mamafih bu kıyamın bazı tesirleri de görüldü; 

Katerina hükümeti, Rusya'ya tabi Müslüman ahaliyi kazanmak maksadiyle, evvelki devirlerde tatbik edilen şiddetli tedbirlerin bazılarını yumuşattı ve hatta evvelce yasak edilen, cami ve medreselerin binasına izin verdi.


Rusya Müslümanları Müftülüğünün kurulması (1789)     


Pugaçev isyanında Ural-idil sahasındaki Müslüman-Türk (Kazan Türkleri Başkurt, Kazak) ahalinin Katerina hükümetine karşı ayaklananlara kitle halinde  katıldıkları  görülmüştü.  Bunun başlıca sebebi, daha evvelki hükümdarlar zamanında Müslüman tabanın maruz kaldığı şiddetli tazyikler olduğu aşikardı. Katerina bunu nazarı itibara alarak, 1788 yılında Rusya Müslümanlarının din işlerine bakacak bir müessese kurulmasını uyguladı. Merkezi Ufa şehrinde olan, fakat, "Orenburg Müslüman Ruhani Meclisi,, adını taşıyan bu müessesenin vazifesi "mollalar (hocalar) ve başka Müslüman ruhanilerini tayin etmek ve Rusya'da Müslüman ruhani mansabı sahiplerini idare etmek „ idi. Rusya'daki bütün Müslümanlar için müftü tayin edilmesi hususunda Senatoya bir ferman verildi. Ufa'daki "Müslüman Ruhaniler Meclisi,, 1789 yılında tesis edildi, ve ilk müftü olarak da, Muhammedcan Hüseyin adlı, rus hükümetinin itimadını kazanan biri tayin edildi. Bazı şehirlerde büyük camilerin inşasına izin verildi. Katerina bu hareketleriyle islâm ahaliyi kazanmak siyasetini güdüyordu. Nitekim rus hükümetinin bu gibi tedbirleri bazı müsbet semereler verdi.


Devlet İdaresinde bazı değişiklikler,  1775 ve 1785  reformları


Büyük  Petro zamanında Rusya'nın " guberniya » (gouvernement) lere bölündüğünü ve buna göre bir teşkilât kurulmak istendiğini görmüştük.  Fakat bu sahada fazla bir gelişme olmamıştı.    Katerina  tahta  çıktığı  zaman  Rusya idarî bakımdan  20 vilâyetten  (guberniya)  ibaretti.  Bu  defa, 1775 yılında  çıkan bir kanunla yeni taksimat yapıldı, ve 300-400.000 nüfusun yaşadığı saha  bir "guberniya,,  olarak tesbit edildi;  her guberniya'da  20-30.000  ahali ihtiva eden "uyezd, (kaza) ler teşkil edildi. Böylelikle bütün  Rusya 50 guberniyaya bölündü. Vilâyetlerin başındaki  vali (gubernator - gouverneur) lere geniş salâhiyetler verildi,  ve idare mekanizması iyileştirildi, mahkeme işleri de daha iyi bir düzene kondu. 1785 te çıkarılan bir kanunla da, her vilâyet dahilindeki "dvoryan,,lerin bir cemiyet (korporasyon) halinde faaliyetleri hakkı tanındı ; buna göre, her üç yılda bir defa vilâyet merkezinde toplanan dvoryan'ler kendi reislerini seçiyorlar ve kendilerini ilgilendiren işleri takib edebiliyorlardı; dvoryan'ler, devlet hizmetinden, vergilerden ve her nevi mükellefiyetten serbest tutuluyorlardı. 1785 kanunu ile, bu suretle, " dvoryan „ ler zümresi en yüksek imtiyazlı bir sınıf haline getirilmiş, ve Katerina rejiminin ana direği derecesine çıkarılmışlardı. Aynı yılda şehir ahalisi ve şehir teşkilâtına bazı imtiyazlar verilmiş ve şehir idaresine daha çok muhtariyet bahşedilmişti. Memurların 14 dereceye, ve tüccarların "gilda,, idari bölümleri muhafaza edildi.

"Dvoryan,, ve şehirler için imtiyazlar verilirken, köylülerin durumunda iyiliğe doğru bir değişiklik yapılmadı. Katerina felsefi görüşlerinin tesiriyle köylüleri serflikten serbest bırakmayı düşünecek kadar ileri gitmiş olmakla beraber, pratik sahada hiç bir tedbir alınmadı. Bilâkis, pomeşçik ( çiftlik sahibi ) dvoryan.' lere geniş imtiyazlar verilmekle köylülerin toprak serflikleri nizamı çok daha şiddetlendi. Vergilerin, mükellefiyetlerin ağırlığı büsbütün aşağı tabaka üzerine yükletilerek, " Krepostnoye pravo,, (serflik) en yüksek derecesini buldu. Pugaçev isyanı ve fransız ihtilâli tesirleriyle Katerina "köylü meselesi„nde büsbütün evvelki görüşlerinden vazgeçmiş ve tam bir "dvoryan,, zümresinin hâkimiyetini prensip ittihaz etmişti. Rusya'daki köylü durumunun fecaatini tasvir eden Radişçev'in (Petesburg'dan Moskova ya seyahat, 1790), Katerina tarafından takibata uğratılarak Sibir'e sürülmesi, bu hususta bir fikir vermeğe kâfidir.



Katerina zamanında dış siyaset ve fütuhat


Lehistan meselesi (1363-1773) ve  Lehistan'ın bölünmesi (1772, 1793, 1795)


III. Petro zamanında rus hükümeti Prusya kralı Büyük Friedrich'e karşı tam bir dostluk siyaseti takip etmiş ve böylelikle Prusya'nın "Yedi sene harbi„nden muzaffer olarak çıkmasını sağlamıştı. Katerina tahta çıkınca, Friedrich'e karşı dostluğa nihayet verildi ise de, Prusya'ya karşı düşmanca bir durum da alınmadı. Rusya, Avrupadaki harb karşısında tam bir bitaraflık siyasetini takibe başladı. Katerina'yı Rusya'dan ziyade Lehistan'daki durum ilgilendiriyordu. Leh kralı III. August son günlerini yaşamakta idi. "Kralsızlık,, zamanı yaklaşmıştı. Büyük Petro'danberi, Rusya Lehistan'da nüfuz kazanmış olduğundan, tahta Rusya'nın işine gelecek birinin çıkarılması gerekiyordu. Tam bu sıralarda Litvanya'daki ortodoks ahalinin başı olan Belorus piskopusu himaye isteyerek Katerina'ya müracaat etti. Lehistan'daki nizama, "Altın hürriyete, göre, leh asilzadelerinin geniş hürriyet hakları vardı. Kral seçilirken, Seym'e (Diyet meclisi) iştirak eden asilzadelerden ancak biri "liberum veto,, (mümanaat serbestisi) hakkını kullandı mı, seçim yapılamazdı. Bundan ötürü, leh siyasi durumu çok karışık bir manzara arzetmekte ve dışardan siyasi nüfuzlara kolayca maruz kalmakta idi. Seym kararlarından memnun kalmayan zümreler haklarını müdafaa ve başkalarına kabul ettirmek maksadiyle "konfederasyonlar teşkil ediyorlar ve mücadeleye başlıyorlardı.

Bu durumlar, Lehistan'ın siyaseten büsbütün zâfa uğramasını mucip oluyordu. 1763 de kral III. August öldü. Katerina'nın arzusu üzerine leh tahtına, Stanislav Poniatowski seçildi ve IV. August adiyle tahta çıktı. Poniatowski, Katerina'nın gözdelerinden (aşıklarından) olup, Rus imparatoriçesinin nüfuzu ve tesiri altında idi. Lehistan tahtına çıkması üzerine, Varşova'daki ruş elçisi Lehistan'ın iç işlerine büyük bir salâhiyetle karışmağa başladı. Lehistan'ın ortodoks ahalisi bu defa katoliklerle aynı hakları istediler. Katerina, Prusya kralı büyük Friedrich ile anlaşarak "Dissident,, lere ( katolik olmayanlar ) katoliklerle aynı hakların tanınması esasını kabul ettiler. Fa-kat leh Diyet meclisi (Seym) buna red cevabı verdi. Katerina bu silâh kuvvetine müracaatla, Varşova'yı rus kuvvetleri tarafından işgal ettirdi; bunun üzerine Seym "Dissident» lerin hakkını tanıdı (1767). Rusya ile Lehistan hükümeti arasında 1768 de yapılan bir anlaşma gereğince, Katerina, Lehistan ve Litvanya'nın devlet idaresindeki sistemi değişmeksizin devam ettirileceğini garanti ediyordu; bununla Lehistan'da adeta rus himayesi kaim olmuş gibiydi. Bu durum ise Lehistan'da Rusya'ya karşı bir reaksiyon uyanmasını mucip oldu; yer yer "Konfederatsiya„lar teşekkül etmeğe başladı; bunlardan en mühimi Bar şehrindeki idi. Bu harekete karşı ortodoks ahaliden teşekkül eden serseri çeteleri, "haydamak,, lar, harekete geçtiler; Lehistan bir iç harbe sahne oldu. Bunun üzerine Katerina Lehistan'a rus kuvvetleri sevketti. Ruslar, "haydamakları yatıştırdılar ve "Konfederat„lara yardıma başladılar; Avusturya da bunları himaye etmekte idi. Karıkşılık uzayınca, Rusya ve Avusturya da Lehistan'a askerî kuvvet gönder-diler. Bununla Lehistan meselesi, üç devlet meselesi halini aldı. Bir müddettenberi Katerina ve Prusya kralı Büyük Friedrich arasında Lehista'nın bir kısmını paylaşmak için konuşmalar yapılmıştı. Katerina Lehistan'ı tamamiyle Rusya'ya katmağı düşündüğünden, Prusyalıların işe karışmasını arzu etmiyordu. Bu defa üç devlet Lehistan'da yaptıkları askerî hareketlerin masraf karşılığı olarak, bazı mıntakaları kendilerine almağa karar verdiler. Buna göre, Rusya - Belorusya (Beyaz Rusya) yı; Prusya - Büyük Lehista'nın bir kısmını (Brandenburg ile Doğu Prusyayı ayıran sahayı);; Avusturya da —Galiçyayı aldı. Bu suretle 1772 de Lehistan'ın ilk bölümü vukubuldu. Bu karar leh Seym'i tarafından tasdik edildi.

Lehistan arazisinden mühim bir kısmının yabancı devletlere bırakılması, leh vatan severleri arasında bir "uyanış,, hareketini mucip oldu. 3 mayıs 1791 kararıyle Seym (Diyet Meclisi) Lehistan'ın anayasasını değiştiren, veraset yolu ile babadan oğula geçen bir krallık sistemini kabulden başka Fransa'daki inkılabının tesiriyle bazı diğer değişiklikleri de onayladı. Buna karşı leh muhafazakâr çevreleri ayaklandılar ve müdahale ricasiyle Katerina'ya müracaat ettiler. Rusya imparatoriçesi hemen büyük bir ordu göndererek Varşova'yı işgal ettirdi (1792). Prusya kralı da, Lehistan'ın batı mıntakalarına asker sevketti. Yapılan müzakereler neticesinde, Rusya ile Prusya Lehistan'dan yeniden birçok yer aldılar. Rusya'ya — Volıynya, Podolya ve Minsk bölgesi düştü. Danzig ve büyük Lehistan sahası Prusya'ya katıldı. Bu suretle, 1793 te Lehista'nın ikinci bölümü yapıldı.

Lehistan'ın ikinci taksimi Leh milliyetperverleri arasında büyük bir heyecanı mucip oldu. Gizli komiteler teşekkül etti.

Fransa'ya ve diğer Avrupa memleketlerine sığınan leh milliyetçileri, "3 Mayıs Anayasası,, namına Lehistan’ın hürriyeti ve bütünlüğü için mücadeleye giriştiler. 1794 te Lehistan'ın muhtelif bölgelerinde ayaklanmalar oldu. Hareketin başında Tadeusz Kosciuszko (Tadeyuş Kostüşko) adlı büyük bir vatanperver ve kumandan bulunuyordu. Lehli'ler. Varşova'daki rus askerlerine hücumla, paytahtlarını kurtardılar; millî bir leh hükümeti teşekkül etti ve müstevlilere karşı çetin bir mücadele başladı. Katerina, Rumyantsev ve Suvorov adlı en tanınmış rus generallerinin kumandasında, Lehistan'a büyük bir ordu gönderdi. Çetin ve çok kanlı savaşlardan sonra leh mücahitleri yenildiler. Varşova yeniden Rusların eline düştü ve Lehistan'ın istiklâl savaşı kanla boğuldu. Rus kuvvetleri Lehistan'ın bir kısmında harekette bulunurlarken, Prusya ordusu batı mıntakalarını işgal etmişti. Ruslar ve Almanlar vaziyete hâkim olunca leh kralı IV. August tahtından vazgeçti ve ikamet yeri olarak Petersburg'u seçti. Prusya, Rusya, ve Avusturya hükümetleri bu defa Lehistan devletini büsbütün ortadan kaldırmağa ve leh arazisini aralarında paylaşmağa karar verdiler. Üç devlet arasında yapılan uzlaşma gereğince: Rusya - Litvanya ve Kurlandiya sahasını; Varşova dahil olmak üzere Lehistan'ın merkez kısmını, Prusya ; Krakovya ve Lublin şehirleri ve bölgelerini de Avusturya aldı. Bununla Lehistan'ın üçüncü taksimi yapıldı (1795). Katerina'nın Lehistan işlerine karışma siyaseti, nihayet Lehistan'ın büsbütün ortadan kalkmasını mucib oldu. Rusya bu suretle daha Korkunç İvan zamanından beri siyasî bir program olarak takibine başlanan siyasî amacına ulaşmış oldu; Rusların başında bulunan bir "alman karısı,, bu suretle Rusya'nın uzun zamandan beri düşmanı olan Lehistan'ın büsbütün ortadan kalkmasını ve Rusların batı istikametinde geniş ülkeleri ele geçirmesini tahakkuk ettirmişti.


Rus - Türk Savaşları (1768 -1772); Küçük Kaynarca (1774) ve Yaş Barışı  (1791)



Rusya'nın Lehistan'da nüfuz kazanması, Türk devlet adamlarını telâşa düşürmüştü. Lehistanda, Türkiye'ye düşman bir devletin yerleşmesinden doğacak neticeler çoktanberi anlaşılmıştı. gar konfederat'larından bazılarının rus askerlerinden kaçarak Osmanlı topraklarına sığınmaları, rus hükümetinin hiddetini  mucip oldu. Ruslar âni bir baskınla Osmanlı arazisine girdiler, mülteci Lehlilerle birlikte birçok islâm ahaliyi de öldürdüler. Bunun üzerine, 1768 de Türkiye Rusya'ya harb ilân etti. Rusların Lehistan'da meşgul olmaları, Türkler tarafından bir fırsat telâkki edildiği anlaşılmaktadır. Fakat Osmanlı ordusunun hazırlığı fena idi ve iyi kumandanları yoktu. Bundan ötürü, bir Türk ordusu 1769 da Hotin kalesi yanında Ruslara yenildi. Bunun üzerine, Ruslar Tuna boyuna doğru ilerlemeğe başladılar. 1770 te, rus başkumandanı Rumyantsev'in 30 bin kişilik bir kuvveti, Kartal'ın biraz kuzeyinde, 180 bin kişilik bir Türk ordusu tarafından kuşatıldı. Fakat Ruslar karşı hücuma geçerek, disiplinleri ve hazırlıkları zayıf olan Türk kuvvetlerini perişan ettiler: bununla harbin gidişatı tamamıyla Rusların lehine döndü. Bütün rus ordusunun Balkanlara inmelerine ancak Tuna nehri mani oldu, hatta Rumyantsev'in kıtaları bazı noktalarda Tuna'yı geçip Balkanlara girdiler; mamafih Ruslar burada tutunamadılar ve Tuna'nın kuzey sahiline çekildiler. Buğdan ve Eflak, Ruslar tarafından işgal edildiği zaman ikinci bir rus ordusu Kırım'a girdi ve orada sağlamca yerleşti.

Türkler için daha büyük felâket, hiç beklenmedik bir yerden geldi. Kont Aleksey Orlov'un idare ettiği bir rus donanması Baltık denizinden hareketle Akdenize  geçti, ve Orlov'un teşvikiyle Mora'da Rumlar isyan çıkardılar. Rus donanması Sakız adası açıklarına geldi ve Çeşme'de vukubulan deniz muharebesinde Türk donanmasını imha etti. Ruslar bu suretle Adalar denizinde de hâkim oldular. Bu durum üzerine Babıâli telâşa düştü ve barış müzakerelerine başlanmasını istedi. Tuna'nın güney sahilindeki rus karargâhının bulunduğu Küçük Kaynarca mahallinde, 1774 te imzalanan barışla Türkiye, Rusya tarafından ileri sürülen ağır şartları kabul etti. 28 maddeden ibaret olan bu barışın en mühim maddeleri şunlardı: Karadeniz'in kuzey sahilinde (Kırım dahil) ve Azak denizi çevresinde yaşayan bütün Tatarlar, Osmanlı padişahının hâkimiyetinden çıkıp, müstakil olacaklar; Azak, Kerç ve Kılburun kaleleri Rusya'ya bırakılacak; Rusya, Osmanlı Devleti dahilindeki ortodoks tebanın kiliselerini himayesi altında bulunduracak; Türkiye'de rus teb'ası ve tüccarları ayrıca himaye görecekler; Türkiye harb tazminatı olarak yüksek bir meblağ ödeyecekti. 1774 te akdedilen Küçük Kaynarca barışı ile Rusya kat'î şekilde Karadeniz sahillerine ulaşmış, ve çok mümbit ve geniş arazi elde etmişti; Kırım Hanlığının Rusya'ya katılması için ilk adım atılmıştı; en ehemmiyetli nokta da: Rusya, ortodoks teb'ayı himaye bahanesiyle, Türkiye'nin iç işlerine karışmak imkânını elde etmişti. Bu itibarla Küçük Kaynarca barışı, Rus Türk münasebetlerinde bir dönüm noktası olup, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak yolunda en büyük muvaffakiyeti teşkil etmekte idi. Katerina, bununla da iktifa etmiyerek, Türkiye'yi büsbütün ortadan kaldırmayı düşünüyordu; İstanbul merkez olmak üzere Rusya'nın himayesi altında bir "Rum İmparatorluğu,, kurmayı tasarlıyordu. Fakat Katerina bu tasarısını gerçekleştiremedi; Türkiye, henüz tasfiye edilecek kadar zayıf bir devlet değildi.

Kırım'ın elden gitmesi, Türkiye'de büyük bir reaksiyon uyandırdı. Fransa ve İngiltere hükümetleri de el altından Rusya'ya karşı Babıâli'yi harbe teşvik etmekte idiler. Osmanlı devletiyle İsveç arasında askerî bir ittifak akdedilmişti. Bu durum karşısında Türkiye. 1787 de Rusya'ya karşı harb ilân etti. Harbin başlangıcında durum Rusya'nın aleyhine döndü; büyük bir rus donanması Karadeniz'de fırtına yüzünden battı, rus kuvvetleri Özü (Oçakov) kalesi yanında saplanıp kaldılar. Ancak Özü kalesinin düşmesi rus kuvvetlerinin ilerlemesine yol açtı. Rus başkumandanı Suvorov, 1789 da Fokşani yanında büyük bir zafer kazandıktan sonra, Tuna üzerindeki kuvvetli bir kale olan İsmail, Ruslar tarafından hücumla alındı (1790). Suvorov, bazı ehemmiyetsiz hadiseleri bahane ederek, İsmail şehrindeki Türk ahalisini kamilen katlettirdi. Harp durumu tamamiyle Rusların lehine dönmüş olduğundan, Babıâli barış müzakerelerine başlamak zorunda kaldı. 1791 de Yaş şehrinde akdedilen barış şartları gereğince: Türkiye, Kırım'ın Rusya'ya ilhakını tanıdı, Özü kalesi Ruslar'a bırakıldı; Dnestr (Turla) nehri Rusya ile Osmanlı devleti arasında "ebediyen,, sınır olarak tesbit edildi; Kafkaslar'da da Kuban nehri sınır teşkil edecekti. Bu suretle Küçük Kaynarca'da Türkiye'ye kabul ettirilen şartlar, Yaş barışı ile bir daha ağırlaştırıldı; Rusya'nın Türkiye'ye karşı askerî üstünlüğü, artık su götürmez bir hakikat olmuştu.

1768-1772, 1787-1790 yılları Türk savaşları neticesinde elde edilen geniş ve münbit saha, yeni Rusya (Novorossiya) ve Tavrida (Kırım Hanlığı), Ruslara yeni bir kolonizasyon faaliyetine yol açtı. Katerina tarafından bu işe memur edilen Potemkin, çok az bir zamanda büyük işler yaptı. Nikolayef ve Cherson şehirlerinde tersaneler tesis edildiği gibi, Karadeniz rus donanmasına üs olacak Sivastopol kalesinin temelleri de atıldı; Orta Dnepr boyunda da Yekaterinoslav (bugünkü Dneprostroy) şehri kuruldu; Rusya'nın birçok yerinden muhacirler celbedilerek, yeni zaptedilen mmtakalarda rus hâkimiyetinin sağlamlaştırılmasına çalışıldı.

Katerina'nın "Türk siyaseti,, sayesinde, Rusya, daha Kiyef Rusyası devrinde ulaşmak istediği Karadeniz'e inmek amacı gerçekleşmiş olduğu gibi, yüzyıllar boyunca Rusya'nın güney mıntakaları için daimî bir tehlike teşkil eden Kırım Hanlığı da ortadan kaldırılmış oldu. Katerina Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek, Boğazları ele geçirmek politikasını prensip ittihaz etmekle ilerideki rus fütuhat emellerine bir istikamet vermiş oldu.

Türk harbi devam ederken, İsveçliler de Rusya'ya harp açtılar. İsveç donanması 1788 ve 1789 da Petersburg'a hücum etmek teşebbüsünde bulundu ise de, geri püskürtüldü. Finlandiya'daki İsveç kara ordusu da fazla bir gayret gösteremedi. Ruslar da, kuvvetlerinin azlığı yüzünden harekete geçemediler. Bu durum karşısında 1790 da Rusya ile İsveç arasında, harbten evvelki durum muhafaza edilmek şartıyle, barış akdedildi.



Katerina  zamanında edebiyat ve ilim 


Petronun    Rusya'yı  "ilim   yayma,,  siyasetinin  ilk  semereleri  Eiizaveta zamanında görülmeğe başlamıştı. Archangelsk  bölgesi köylülerinden  olan  Lomonosov,  yaşı geçmiş olduğu  halde  Moskova'ya  gelmiş,  tahsile başlamış ve nihayet Almanya'da müsbet ilimleri öğrenmiş ve Rusya'ya döndükten sonra, İlimler Akademisine tayin edilmiş ve profesörlüğe yükseltilmişti. Lomonosov, yalnız kimya, fizik ve tabii ilimlerle uğraşan ilk rus âlimi değil, aynı zamanda rus grameri ve rus tarihiyle de meşgul olan ilk Ruslardan biridir. Yine Elizaveta zamanında ilk rus edibleri de belirmişlerdi: Tred'yakovski ve Sumarokov. İlimler Akademisinin daha iyi bir duruma getirilmesi (1747), ve Moskova'da bir Üniversitenin açılması (1755) bu devrin en mühim ilmî hareketleri oldu.

Katerina gibi çok okumuş ve devrin fikir hareketleriyle yakından ilgisi olan bir hükümdarın tahtı işgal etmesi, Rusya'da edebiyat ve ilim hareketinin inkişafına imkânlar verdi. İmparatoriçe bizzat kendisi edebî eserler yazar ve hatta mecmualar çıkarırdı. Derjavin ve Fonvizin gibi, klâsik rus edebiyatının ilk mümessilleri bu zamanda sahneye çıktılar. Bu sıralarda Rusya'da "farmasonluk» yayılmağa başlamıştı; bu hareket önceleri Katerina tarafından müsamaha ile karşılandı ise de, sonraları şüphe uyandırdı ve takibata uğradı. Bu devrin en faal ve mümtaz şahsiyetlerden biri de edib Novikov'tur. 20 cilt tutarında eski rus tarih vesikalarını yayınlayan Novikov, Rusyada kitap ve mecmua neşri işinde büyük bir rol oynadı ve ilk kitap mağazalarını açtı. Novikov, sonraları Katerina'nın takibatına uğradı ve Katerina'nın ölümüne kadar hapishanede kaldı. İlk ilmî rus tarihi (Tatişçev'in eseri) de bu zamanda basılmıştır. Knez Şçerbatov tarafından da mufassal bir "Rusya tarihi,, hazırlandı. Bu suretle Katerina'nın zamanı rus kültür hayatında büyük bir inkişafa ve ilerlemeye yol açmış oldu.



Katerina'nın karakteri ve ölümü


 Küçük bir alman prensinin kızı iken, tesadüf eseri olarak, Rusya gibi büyük ve geniş bir devletin başına  geçen  Katerina,  pek kısa  bir zamanda kendisini  halis  bir rus gibi göstermiş ve  rus ahalisinin sempatisini kazanarak hakikî bir rus çariçesi gibi hareket edebilmişti. Gayet enerjik ve çok zeki olan Katerina, devlet idaresini eline almış ve istediği gibi çevirmeğe başlamıştı. Kendisine Panin ve Bezborodko gibi mümtaz politikacılar, Potemkin gibi çok enerjik idareci ve Rumyantsev ile Suvorov gibi sivrilmiş generaller yardım etmişlerse de, daima kendi çizdiği yoldan yürümesini bilmişti. Katerina bilhassa fütuhat siyasetini takib bakımından Büyük Petro'yu andırmaktadır. Başta fransız filozoflarının tesiriyle insanî idareye meyli olduğu halde, az sonra tam bir müstebit rejim kurmuş ve her türlü yeni fikir ve hareketlerin düşmanı kesilmişti. Katerina çok genç denecek kadar bir yaşta dul kalmıştı. Kendisinin ahlâkça çok zayıf olduğu, Orlov kardeşlerden başlayarak birçok aşığı bulunduğu ve erkeklerle düşüp kalkmaktan fazlasıyla hoşlandığı biliniyor. Fakat, Katerina devlet işlerinde hiçbir "aşığının tesiri altında kalmazdı.

III.Petro'dan, Pavel adında bir oğlu vardı. Fakat oğlundan kat'iyyen hoşlanmaz ve daimî nezaret altında bulundururdu; hatta kendisinden sonra, Pavel'in oğlu Aleksandr'ı tahta çıkarmayı tasarlıyordu; mamafih bunu gerçekleştirmeden 1796 yılında öldü. Katerina'ya, Rusya'nın büyütülmesi işinde yaptığı hizmetlerden ötürü "Büyük,, lâkabı verilmişse de, bu lâkab tutunamamıştır. Mamafih II. Katerina'nın, I. Petro'dan sonra, rus tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olduğunda şüphe yoktur.



Pavel Petroviç zamanı (1796-1801 ) Pavel zamanında iç olaylar  


42 yaşına kadar daimî bir nezaret  altında tutulan Pavel, tahta çıkınca  Katerina tarafından konulan birçok  nizamı değiştirmek maksadiyle yeni yeni tedbirler  almak  istedi.  Gayet kaba, katı tabiatlı ve gabi bir adam olan yeni imparator, devlet idaresinde hiçbir tecrübesi olmadığı gibi, anlayış sahibi de değildi; bundan ötürü, annesi tarafından tatbik olunan sistemi bozmak isterken, ancak küçük meselelerle meşgul olabiliyordu. Bütün devlet idaresinde askerî bir nizam tatbikini arzu ediyordu. Yaptığı "yenilikler» den en mühimi, askerî üniformayı ve talimi Prusyalılarınkine benzetmek oldu; askerlere çok şiddetli muamele yapılır ve arkası kesilmeyen resmî geçitler tertib edilirdi. Pavel, Büyük Petro tarafından çıkarılan "taht veraseti,, kanununu (hükümdarın aynı sülâleden olmak üzere istediği kimseye tahtı bırakmak hakkı) değiştirdi, ve 1797 de yeni bir kanunla tahtın babadan büyük oğluna, eğer oğlu yoksa en yaşlı biradere geçmesi esasını kabul etti; hükümdar ailesinden her birine malikâneler tayinini de tesbit etti. Bu kanunlar, Rusya İmparatorluğunun sonuna kadar mer'iyette kaldı.

İmparator Pavel'in emri üzerine idarede birtakım yeni usullerin tatbike başlaması karışıklıklara sebebiyet verdi. Pavel, annesini fazlasıyle "liberal,, telâkki ettiğinden, Rusya'da istibdat rejimini kuvvetlendirmek ve Fransa'dan yeni fikirlerin Rusya'ya girmesine mani olmak istiyordu. Köylülerin durumunu hafifleştirmek yolunda bazı kanunlar çıkarmakla beraber, bizzat kendisi 600.000 köylü nüfusunu dvoryanlere hediye etmekle, serflerin adedini çoğaltmış ve "toprak köleliğini,, büsbütün yaymış oldu. Pavel, Avrupa'dan Rusya'ya yeni fikirlerin girmesine mani olmak için Rusya'nın hudutlarını kapattı; Ruslar'dan kimseye Avrupa'ya gitmeğe izin verilmiyordu; yabancılar da çok büyük müşküllerle Rusya'ya gelebiliyorlardı. En ufak bir şüphe üzerine binlerce kişi Sibir'e sürüldü veya hapise atıldı; bu suretle Pavel'in idaresi tam bir "dehşet rejimi,, mahiyetini aldı. Gittikçe sert ve keyfî hareketlere başvuran Pavel, karısına ve oğulları Aleksandr ile Kostantin'e fena muamele yapmakta, en yakın muhitini daimî bir korku içinde tutmakta idi. Bunun neticesi: Pavel'e karşı gizliden gizliye hareket başgösterdi. Petersburg askerî kumandanı Palen tarafından idare edilen bu hareket, artık delirmeğe başlayan İmparator'un yerine oğlu Aleksandr'ı tahta çıkarmayı istihdaf ediyordu. 11 mart 1801 günü, Pavel suikastçılar tarafından öldürüldü ve hemen oğlu Aleksandr tahta çıkarıldı.



Suvorov'un Avrupa seferleri 


Fransız inkılâbını müteakip, Fransa'nın bütün Avrupa devletlerini telâşa düşürmesi üzerine, (1799) 1798 de  Fransa'ya karşı  teşekkül  eden  devletler  koalisyonuna  Rusya da  dahildi. Hatta bir aralık rus  Karadeniz  donanması, Türk donanmasıyla birleşerek, İyon denizindeki adaları Fransızlardan temizledi. Avusturya'nın arzusu üzerine, meşhur rus generali Suvorov'un kumandasında bir rus ordusu, Fransızlara karşı savaşmak üzere, Kuzey İtalya'ya gönderildi (1799). Suvorov Kuzey İtalya'da birkaç defa Fransızları yendi, fakat tasarladığı gibi Fransa'ya giremedi. Bu sıralarda Avusturya'daki durum Fransızların lehine döndüğünden, Suvorov gayet usta manevralar yaparak, en tehlikeli dağ geçitlerinden yol almak üzere, rus ordusunu Fransızların eline esir düşmekten kurtardı ve bundan ötürü imparator Pavel tarafından "generalissimus,, derecesine çıkarıldı.

Pavel, Hollanda'da İngilizlerle birlikte Fransızlarla çarpışan rus kıtalarının fena duruma düşürülmeleri üzerine İngiltere'ye harb ilân etmek istedi. Rus çarı, denizden hücum hazırlıklarında bulunurken, Orenburg yolu ile Türkistan'a ve İrana girmeyi v e bu zengin ülkeyi İngilizlerden almayı bile tasarlamıştı, Fakat böyle bir fantastik seferin başlanmasına Pavel'in ölümü mani oldu. Pavel'in son yılında Rusya ile Fransa’nın arası, iyileşmişti. 1800 de iki devlet arasında barış akdedildi; İngiliz düşmanlığı Rusları Fransa ile anlaşmağa sevketmişti.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

22 Kasım 2024 Cuma

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-28

 TANRILARI YORAN İNATÇI SİSİFOS


Ölümlü biri olarak zaten sınırlı olan gücüne karşın Sisifos (Sisyphos); aklı ve ondan kaynaklanan kurnazlığıyla tanrılara hep kafa tuttu. Yeni yeni buluşlarıyla, inatçılığıyla sürekli kök söktürdü onlara...

Sisifos; Korintos kentinin hem kurucusu, hem de ilk kralıydı. Zaten daha kral olur olmaz yaptırdığı iki limanla, kısa sürede oluşturduğu gemi filolarıyla, Akdeniz coğrafyasında zengin bir alışveriş merkezine dönüştürdü krallığını. Bu yüzden halk bolluk ve huzur içinde yaşamaya başladı. Haliyle bu yönüyle de çok ün kazandı... Ne var ki rahat ve bolluğa ulaştırdığı halkının mutluluğu, hem tanrıların hem komşu kralların kıskançlığını şahlandırmakta da gecikmedi!

O yüzden olacak onun akıllılığı ve kurnazlığı konusunda birçok öykü dolaşıyordu dilden dile... Bunların en ünlüsü, Autolikos (Autolykos) adındaki bir sığır hırsızıyla ilgili olanıydı. Damadı olacak kral Laertes'in bile sürülerini kimselere göstermeden alıp götüren Autolikos, bir gün kral Sisifos'un da sığırlarını çalmaya kalktı!.. Ne var ki Sisifos; başına gelecekleri çok öncelerden sezinlediği için, sığırlarının ayak tırnaklarına kızgın demirle kendi adını yazmıştı! Sığırları çalınınca da haliyle hemen onların izini sürdü ve ta Attika krallığında, o ele avuca sığmayan hırsızı ve sürüsünü arayıp buldu... Ama aynı gün hırsız Autolikos'un kızı, Attika kralı Laertes'le düğün dernek içindeydi... Autolikos bütün pişkinliğiyle Sisifos'u konuk olarak alıkoydu evinde. Sisifos da, damat olacak kraldan bir gece önce, alla oyunla gelinin gönlünü çeldi; kendisi girdi gerdeğe! Bu kaçamak birleşmeden doğan çocuğa da Odisseus adı verildi. Bu Odisseus daha sonraları zoraki olarak katıldığı Troya savaşları sırasındaki kurnazlıklarıyla tarihe geçti; onun için düzülen destanlar, kuşaklardan kuşaklara, dillerden dillere dolaştı! Örneğin hileli Troya Atı'nı o tasarlamış, yapımını da o üstlenmişti... İçine asker doldurup surların dışında bıraktıkları bu tahta atın bir tanrı armağanı diye surlardan içeri alınmasıyla, on yıldır direnen Troya krallığı, bir gecede düşmüştü! Gene Odisseus'un Troya savaşları sonrası ülkesine dönerken denizlerde yaşadığı serüvenlerden sağ salim çıkması; aklını kullanıp yazgıya ve tanrılara karşı verdiği savaşımlar, hep babası Sisifos'a tıpatıp çektiğinin delilleriydi!


Sisifos'un bir başka ünlü serüveni de, çapkınlığı dillere destan Baştanrı Zeus'la ilgili olanıydı. Hep âdeti olduğu üzere gene bir gün Zeus, ırmak tanrısı Asopos'un güzel kızı Aygina'ya (Aigina) kaptırdı gönlünü... Onu kandırabilmek ve karısı Hera'nın gözlerinden kaçırabilmek için bir kartala dönüştü. Sonra da bu kartala dönüşmüş haliyle bir punduna getirip kızı kanatları arasına alıp kaçırdı... Sisifos açık seçik görmüştü bu olayı gözleriyle! Irmak tanrısı Asopos da coşup coşup taşarak, öfkeden köpürerek her yerde aramaya başladı kızı Aygina'yı... Sisifos da bu acılı ırmak tanrısına, kızı Aygina'yı kimin kaçırdığını açıklayacağını söyledi. Ama bir koşulu vardı: Tanrı Asopos, alacağı bilgi karşılığında Sisofos'un kral olduğu Korintos ülkesinin surları üstüne bir kaynak koyacak, oradan tatlı sular akıtacaktı! Irmak tanrısı seve seve yerine getirdi bu isteği. Sisifos da kartal kılığına giren Baştanrı Zeus'un kızını kaçırdığını söyledi... Duyduklarından şaşkına dönen ırmak tanrısı, haliyle Zeus'a çok öfkelendi. Aktığı her yerde köpürdü; kabarıp kabarıp taştı. Ovaları bayırları sular altında bıraktı. Bütün bu yıkımlara neden olan Sisifos'un boşboğazlığına çok içerleyen Zeus, hemen ölüm tanrısı Tanatos'u (Thanatos) çağırdı yanına. Sisifos'u zincirleyip bir mağaraya kapatması buyruğunu verdi... Kurnaz Sisifos, bu kez bir yolunu bulup ölüm tanrısı Tanatos'u kendisi zincirleyip derin bir mağaradaki kayalıklara bağladı. Bundan sonra da ölüm tanrısından kurtulan insanlar artık ölmez oldular... Bu yüzden de Ölüler Ülkesi'nin tanrısı Hades işsiz kaldı; canı sıkıldı... Durumu Baştanrı Zeus'a yana yakıla iletti. Zeus olup bitenleri zaten biliyordu. Ölümsüzleşen insanların ölümsüz tanrılara kafa tutmaya başladıklarını gördükçe de öfkeden saçını başını yolacak gibi oluyordu... Hele hele buna neden olan kral Sisifos'un karısıyla çok mutlu bir yaşam sürmesine; krallığında halkın barış ve bolluk içinde yaşamasına baktıkça kahroluyordu. Zeus, ölüm tanrısı Tanatos'u hemen zincirlerinden kurtardı. Sonra da Sisifos'un Ölüler Ülkesi'nde en ağır şekilde cezalandırılması buyruğunu verdi...

Baştanrı Zeus'un yardımıyla zincirlerinden kurtulan ölüm tanrısı; inatçı ve kurnaz Sisifos'un canını almak üzere apar topar sarayının kapısına dayandı. Sisifos, onu görür görmez başına gelecekleri hemen anladı. Doğruca karısına gidip ölümünden sonra cenaze töreni düzenlenmemesini söyleyip döndü. Sonra da kapıya dayanan ölüm tanrısı Tanatos'la birlikte, çırılçıplak Ölüler Ülkesi'ne gitti. Ölüler Ülkesi'nin karı-koca tanrıları Hades'le Persefone'ye; karısının kendini bu şekilde, törensiz duasız göndermesinden yakındı günlerce. Karısına haddini bildirmek üzere kendisini birkaç günlüğüne izinli olarak yeryüzüne göndermelerini diledi. Uzun uzun diller döktü... Sonunda Ölüler Ülkesi'nin o acımasız tanrılarından yeryüzüne birkaç günlüğüne dönme iznini kopardı... Ne var ki güzelim dünyaya yeniden gelince de haliyle aklının ucundan bile geçmez oldu öteki dünyaya geri dönmek!.. Bu yüzden Baştanrı Zeus'un en acımasız gazabına uğradı. Yeniden gönderildiği Ölüler Ülkesi'nde, ağır mı ağır bir kayayı yuvarlayaraktan, oradaki bir dağın doruğuna çıkarması ve ondan sonra da kayayı, dağın öte tarafına aşırması istendi ondan!..

Sisifos'un oğlu Odisseus, Troya savaşından sonra çok sevdiği karısı ve oğlunun yanına dönerken, bir ara Ölüler Ülkesi'nin kapısından babası Sisifos'u gözetledi. Sonra da içi yana yana dillendirdi onun halini:

Babam Sisifos'u gördüm işkenceler çekerken, Habire itiyordu önündeki kayayı bir tepeye doğru. İşte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam... Ama tam tepeye varmasına bir parmak kala, Bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, Aşağılara yuvarlanıyordu kaya. 

Toz toprak içinde yeniden iniyordu ovaya, Gene durmadan itiyordu kayayı, kan ter içinde.

Ne var ki Sisifos, tanrııların dayattığı bu yazgıyı kıracağını biliyordu, çünkü dağın öte tarafına er geç aşıracaktı kayayı; buna kesinlikle inanıyordu.


O yüzden de hep mutluydu...




Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

19 Kasım 2024 Salı

Amerika Söylenceleri - Bolivya

 


Yaratılış: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Aşağıdaki yaratılış söylencesi, İnkalar tarafından işgal edilmesinden önce Titikaka gölünün bulunduğu bölgede gelişmiş önemli bir dağ uygarlığı olan Tiyahuanako kültürüne aittir. Arkeologlar, 1960'lardan bu yana ünlü Tiyahuanako harabelerinin bulunduğu bölgedeki sitelerde araştırmalarını sürdürmektedirler. Bolivya'nın And Dağları bölgesindeki Titikaka gölünün güney kıyısında, yaklaşık MS 500 yılında inşa edilmiş olan ve Tiyahuanako uygarlığının önemini kanıtlayan anıtsal taş figürler vardır.

Arkeologlar Tiyahuanako'nun, yaklaşık MÖ 1000 yılında bir köy olduğunu ve MS yaklaşık 500'den 1200'e kadar And kültürünün yaygınlaşması için yeterince önem kazanmış olarak iki bin yıldan fazla bir süre işgal edilmiş olduğunu saptamışlardır. 1200 yılında Tiyahuanako, muhtemelen bugünkü Şili ve Peru'nun büyük bölümünün yanı sıra, Bolivya ve Arjantin'in And dağlık bölgelerini kapsayan büyük Tiyahuanako İmparatorluğu'nun başkenti olur, imparatorluğun yıkılış nedeni hâlâ bilinmemektedir; ancak hâkim olduğu bölgede, 14. yüzyılın sonuyla 15. yüzyılın başı arasındaki bir dönemde İnkalar tarafından fethedilinceye kadar bir daha siyasi birlik kurulamamıştır.

Araştırmacılar, İspanyolların, bölgede yaşamış olan Aymaralar hakkında hiçbir şey öğrenememiş olmaları gerçeği karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdir. Yerli halk da, dev heykelleri diken halkın kimliği hakkında bir bilgiye sahip değildir. Varsayımlardan biri, İnkaların insanları bir bölgeden ötekine sürdüğü, dolayısıyla kendileri için henüz yeni sayılabilecek bölgelerde bazı kabilelerin yaşamış olabileceğidir. Bir başka varsayım, bölge sakinlerinin ki o dönem için Aymaralardır, İspanyolları, ataları hakkında bilgi vermeyi reddetmiş olmasıdır.

Aşağıdaki söylence, 1550'lerin başında, Peru'daki Ispanyol valisinin resmi çevirmeni Juan de Betanzos tarafından kaydedilmiştir. Betanzos, öyküyü bir öyküsel Peru şarkısından almıştır. Bu tür şarkılar, İnka tarihçileri için, kendi ulusal tarihlerini saklayıp korumanın geleneksel bir aracıdır.

Peru ile Bolivya arasında uzanan Titikaka Gölü, hem Peru-İnka hem de Bolivya-Aymara söylencelerinde önemli bir role sahiptir. İnkalar, egemenliklerini Titikaka Gölü'nün Bolivya kıyılarına dek genişletince, yerli Aymara halkının efsanelerini benimsemişler ve kendi ulusal bakış açılarını yansıtmak için Tiyahuanako kültürüyle değiştirmişlerdir. İnkaların siyasi değerleri de onları, o dönemde Aymara dili en yaygın biçimde konuşulan yerli dil olmasına rağmen, kendi dilleri olan Keçua'yı (Quec-hua) imparatorluklarının resmi dili olarak kullanmaya yöneltmiştir. Ancak İnka imparatorları, Aymara halkının inka otoritesini ve dinini kabul etmesini istemişlerse de Aymaralar, kendi eski dinlerinden vazgeçmek gereğini duymamışlar, dolayısıyla iki din birlikte yaşamıştır.

Bugün, beş milyondan fazla İnsan, hâlâ Keçua dilini konuşmaya devam etmektedir. Ama Aymara dini de yaşayan bir dindir. Aymaraların çoğu bugün de And Dağları'nın Bolivya bölümünde yaşamaya devam etmekte ve hâlâ çobanlık ve tarımla geçinmekledirler.


Çekiciliği ve Değeri


İnka mitolojisi ve güneşe tapma geleneğiyle Tiyahuanako kültürünün dinsel inancı arasında doğrudan ilişki vardır, takaların, daha önceki uygarlıkların efsaneleri üzerine kendilerininkilerini nasıl kurduklarını görmek açısından bu yaratılış öyküsünü, onu izleyen İnka yaratılış öyküsüyle karşılaştırmak özellikle ilgi çekicidir. İnkalar, Kon Tiki Virakoça'yı (gökgürültüsü olarak görünen yaratıcı) kendi yaratıcı tanrıları olarak sahiplenmişlerdir.


İnkaların koruyucusu ve öğreticisi olan yaratıcı tanrı kavramı, Aztek ve Haide/Trimşian/Tlingit gibi Amerikan topluluklarında oldukça yaygındır. Diğer kültürlerde de ahlak değerlerini öğreten ve bu değerlere uymayan ya da aldırmayanları cezalandıran tanrısal yaratıcı vardır. Diğer birçok yaratıcı gibi Virakoça da ahlak değerlerine aykırı davranan insan ırkını yok etmek için tufan göndermiştir.


Bu yaratılış efsanesinde taşın oynadığı rol, bölgede kayaların çok oluşunu ve kayalardan biçimlendirilmiş çok eski figürlerin varlığını yansıtır. Bir dinsel uygulama olarak doğa olaylarına tapma ise insanların mağaralardan, nehirden, dağlardan ve kayalardan doğmasında yansıtılır.


Yaratılış


Başlangıçta her şeyin prensi ve yaratıcısı olan Efendi Kon Tiki Virakoça hiçlikten çıktı ve dünyayı ve gökyüzünü yarattı. Sonra hayvanları ve henüz herhangi bir ışık biçimi yaratmadığı için sonsuz bir gecenin karanlığı içinde, dünya üzerinde yaşayan dev insan ırkını yarattı. Bu ırkın davranışı Virakoça'yı kızdırınca, bu kez Titikaka Gölü'nde yeniden ortaya çıktı ve bu ilk insanları taşa çevirerek cezalandırdı. Daha sonra büyük bir tufan yarattı. Kısa zamanda en yüksek dağların dorukları bile sular altında kaldı.

Virakoça selin tüm canlıları yok ettiğinden emin olunca, yeryüzü tekrar açığa çıkana kadar suların çekilmesini sağladı.

Yaratıcı gücü o kadar büyüktü ki, güneşin Titikaka adasında doğup göklere yükselmesini sağlayarak gündüzü yarattı. Aynı biçimde ay ve yıldızlan yarattı ve her parlak ışığı kendi yolunda yerleştirdi. Elinin bir işareti ve ağzından çıkan bir emirle bazı tepe ve dağlar çökerek vadi oldu. Bazı vadiler de tepe ve dağ oldu. Bir başka el işareti ve emirle, kayalıklardan tatlı sulu dere ve nehirler fışkırdı, dağların kenarından dökülerek vadilerin içinden aktı.

Bundan sonra Virakoça dikkatini yeni hayvanlar ve yeni bir insan ırkı yaratmaya çevirdi, ilkin gökyüzünde uçmaları ve sessizliği şarkılarıyla doldurmaları için kuşları yarattı. Her tür kuşa söylemesi için ayrı bir melodi verdi. Bazılarını ağaçlı vadiler içinde, diğerlerini yüksek ovalarda ve dağlarda yaşamaya gönderdi. Sonra yeryüzünde dört ayak üstünde yürüyen hayvanları ve karınları üzerinde sürünen canlıları yarattı. Bunları da alçak ve yüksek yerler arasında paylaştırdı.

Tüm hayvanları yarattığında, Virakoça artık insanları yaratmaya hazırdı. Onları taştan şekillendirmeye karar verdi; taştan adamlar, taştan kadınlar ve taştan çocuklar biçimlendirdi ve boyadı.

Kadınların bazılarını hamile olarak yarattı. Bazılarını ise, çocuklarına bakan kadınlar olarak yarattı; beşikteki küçük çocuklara yaşam verdiğinde onlara bakacaklardı. Bazılarına uzun saçlar, diğerlerine de kısa saçlar çizdi. Her heykelin üzerine o kişinin giymeye devam edeceği giysileri çizdi. Böylece Virakoça, her insana yaşarken sahip olacağı görünümü verdi. Sonra Tiyahuanako'da bu taştan halkın bir kısmı için taştan bir yerleşim yeri biçimlendirdi.

Son olarak Virakoça, taştan heykellerini gruplara ayırdı. Her bir gruba yetiştireceği yiyeceği, konuşacağı dili ve söyleyeceği şarkıları verdi. Sonra taştan heykellerin hepsine, yeryüzünün altına gömülmelerini ve kendisi ya da yardımcılarından biri onları çağırana kadar orada kalmalarını emretti.

Virakoça kendisiyle birlikte Titikaka Gölü'nden çıkan dostlarına görevlerini açıkladı. "Bir kısmınızın kuzeye, bir kısmınızın güneye ve geri kalanınızın da erkenden doğan sabah güneşine doğru yürümenizi istiyorum. İnsanları yerleştirmeyi düşündüğüm bölgeleri aranızda paylaştırın. Bölgenize vardığınızda su kaynaklarına, mağaralara, nehirlere ya da yüksek dağların yaylalarına gidin. Bu yerlerden bölgeniz için ayırdığım taştan grupları çağırın."

Böylece, Virakoça'nın dostlarının her biri yaratma işleminde yardımcı oldu ve ülkeye pek çok insan grubu yerleştirildi. Her bir "Virakoça" kendi taştan grubunu çağırdığında, Virakoça "evreni yaratan Kon Tiki Virakoça, insanlarına yarattığı taş heykellerden dışarı çıkmayı ve bu bölgeye yerleşmeyi emrediyor! Bölgenizde yaşayın ve sayınızı arttırın" diye seslendi.

Virakoça da, And Dağları'nı aşan Kraliyet yolundan, daha sonra Cuzco kenti olacak yere doğru yürüdü. Yolculuğu boyunca grup grup insanları çağırdı ve her gruba topraktan nasıl geçineceklerini öğretti. Onlara her ağacın, her bitkinin, her meyvenin, her çiçeğin adını söyledi. Onlara hangilerinin iyi birer yiyecek kaynağı olduğunu, hangilerinin hastalık ve yaraları iyileştireceğini ve hangilerinin kesinlikle ölüm getireceğini gösterdi. İnsanlara, birlikte barış içinde yaşayabilmeleri için birbirlerine iyilik ve saygıyla davranmalarını da öğretti. Bu arada Virakoça'nın yardımcıları da aynı bilgiyi kendi bölgelerinde ortaya çıkan insan topluluklarına öğretiyorlardı.

Virakoça bu İşlemi, karşısına taşlarla silahlanmış bir insan topluluğu çıkana kadar sürdürdü. Onlar Virakoça'yı tanımadılar ve ona saldırdılar. Virakoça göklerden ateş yağdırarak onları cezalandırdı. İnsanlar taşlarını yere attılar ve Virakoça'nın ayaklarına kapanarak ona teslim oldular. Virakoça sopasının üç vuruşuyla alevleri söndürdü ve onlara yaratıcıları olduğunu açıkladı.

Bu insanlar Virakoça'nın büyük bir taş heykelini yaptılar. Virakoça'nın göklerden ateş indirdiği yerde bir tapınma yeri oluşturdular ve heykeli içine yerleştirdiler. Onların torunları bu kutsal yerde altın ve gümüş sunmaya devam etmektedirler.

Sonunda Virakoça, Cuzco olarak adlandırdığı yere vardı. Bu bölge için bir yönetici yarattı ve deniz kıyısına döndü. Yardımcıları da ona katıldılar ve batan güneşe doğru okyanusa açıldılar. Onları son görenler, sanki deniz sağlam bir karaymış gibi dalgaların üzerinde yürüyüşlerini hayranlıkla izlediler. İnsanlar bu olayın anısına, yaratıcılarına, "denizin köpüğü" anlamına gelen Virakoça adını verdiler.

Virakoça ve dostlarını bir daha asla gören olmadı. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak