5 Temmuz 2023 Çarşamba

İSLAM TARİHİ-7

 


ABBASİLER DÖNEMİ (750..1258)






ABBASİLERİN İKTİDARA GELİŞİ EHL-İ BEYT'İN ROLÜ



Hz. Peygamber döneminde gönüllerde başlayan köklü değişim, öncelikle Arap Yarımadası'nda idaresini Hz. Peygamber'in yürüttüğü bir İslam devletinin oluşmasına yol açmıştı.


Ancak Dört Halife döneminde meydana gelen inanılmaz zaferlerin ardından giderek bir imparatorluk büyüklüğüne ulaşan İslam Devleti; Emeviler döneminde, lslamiyet'in ruhuna yani devletin var oluş felsefesine taban tabana zıt birçok uygulamayla karşı karşıya gelmişti. En azından idare temelinde inananlar açısından utanç verici ve izahında zorluk çekilen yanlışlar istisnai bir durum olmaktan çıkmıştı. Çoğunluğu Dört Halife döneminde olmak kaydıyla İslamiyet'e giren bölgelerdeki yeni müslüman olan milletlerin eğitimi ihmal edilmiş, kabullendikleri müslüman kimliği derinleştirilememişti. Baş döndürücü bir süratle İslamiyet'e geçen ve İslam devletinin tebaası olan kitlelere, aynı süratle Hz. Peygamber döneminin merhamet ve adaleti öne çıkaran İslam anlayışı kazandırılamamıştı. Emevilerin, başta Hz. Peygamber'in ev halkına takındığı düşmanca tavır olmak üzere, geniş kitleler üzerinde kurdukları baskı, bazı sahabilere karşı gösterdikleri hürmetsiz tavır ve Araplardan bir, Arap olmayandan iki vergi almak gibi İslamiyet' in ruhuna aykırı uygulamaları çok geniş bir muhalif kitlenin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Emevilere muhalefetin önüne geçilemezdi. Ancak muhalefet acaba hangi temel değerler ve manivela üzerinden yapılacaktı?


Emevi tarihine bakınca satır başlarını incelemek bile bu hareketin alternatifinin kim olabileceğinin ve neleri bayrak yapabileceğinin ipuçlarını taşımaktaydı.


Hz. Peygamber'in damadı, raşid halife Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra yönetimi ele geçiren Emeviler, kendileri için en büyük siyasi tehdit olarak gördükleri Hz. Peygamber'in ev halkını (ehlibeyt) gözetim altına almışlardı. Bu dönemin bir parçası olarak Hz. Hasan'ı, hilafeti kendilerine devretmeye mecbur bırakmışlar, direnen Hz. Hüseyin'i ise şehid etme cüret ve küstahlığından sakınmamışlardı. Ömer bin Abdülaziz dönemi dışında hemen hemen tüm Emevi tarihi boyunca hutbelerden Hz. Ali'ye ta'n ve sövgü sıradan bir cürüm haline getirilmişti.


Gayet tabiidir ki, Haşimoğulları'ndan Hz. Ali'nin evlatları da kaynak ve delillerini bizzat Peygamber evinde yaşanmış değerlerden alarak Emeviler aleyhinde bir muhalefet geliştirmişlerdi. Emeviler; sadece Hz. Peygamber'in ev halkının temsilcisi olan Hz. Ali ve evlatlarına değil, sahabe ve tabiinden muteber birçok zata da zulüm ve baskıdan geri durmamışlardı.


Öte yandan Emevilere önemli bir muhalefet de Haricilerden geliyordu. Dar düşünceli, kıt akıllı, firaset ve basiretten mahrum olsalar da, Hariciler diye bilinen bu topluluk; temel kaygıları tetkik edildiğinde, dini daha iyi yaşama istekleri öne çıkan bir kimliğe sahiptiler. Şüphesiz muhalefetin topluluk olarak malzemesi yeni fethedilen topraklarda yaşayan halk kitleleriydi.


Abbasiler, Emevilerin baskıcı yönetimine karşı muhalefeti çok iyi organize etmişlerdi. Daha Hişam bin Abdülmelik döneminden itibaren gizlice teşkilatlanmış, meşruiyetlerini; iktidarın Hz. Peygamber'in ehlibeytine ait olduğu kabulü üzerine oturtmuşlardı. Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas'ın soyundan geldikleri için kendilerini de ehlibeyte sahip çıkma konusunda yetkili görmekteydiler.


Nitekim Emevilerin son otuz yılında, güttükleri davanın «ehlibeytin haklarını koruma» olduğu tezini işleyerek muhalefetin olgunlaşmasını beklemişlerdi. Bu zaman zarfında Hz. Ali'nin evlatları etrafında kümelenen sevgi halesini görüyorlar, onlarla çatışmadan, onların gücünü kendi lehlerine kullanmanın altyapısını hazırlıyorlardı. 

Nihayet 750 yılında Horasan eyaletinde Ebu Müslim önderliğinde başlayan ve kartopu gibi büyüyerek etkisini artıran isyan, Şam'ın ele geçirilmesi ile başarıya ulaştı.


Ancak Peygamberimiz'in ehlibeytini bayrak edinerek iktidara gelen Abbasiler, kısa bir süre sonra Hz. Ali'nin evlatlarına, Emeviler dönemindeki haksız muamelenin bir benzerini reva görmekten çekinmediler. Ehlibeyt savunucularının ve dolayısıyla iktidarın meşru temsilcisinin kendileri olduğunu ileri sürerek Hz. Ali'nin evlatlarıyla yollarını ayırdılar. Oysa Abbasiler adına halkı yönlendiren davetçiler, kendilerini bir iktidar isteklisi olmaktan çok, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtmışlardı. İleri sürdükleri dava, haksızlığa karşı hakkın korunması davası idi. Bey'ati de kendileri adına değil, ileride Peygamber ailesinden ittifakla belirlenecek bir şahıs adına almışlardı.


ABBASİ İHTİLALİ


750 yılında Ebu'l-Abbas Abdullah'ın Kufede halife ilan edilmesiyle yeni bir dönem başlamış oldu. Hz. Peygamber'in vefatından 118 yıl sonra işbaşına gelen Abbasilerle birlikte İslam devleti, hakim Arap karakterinden sıyrılarak İran etkisinin ağır bastığı bir İslam devletine dönüştü. Böylece Araplar da, Arabistan da bu yeni devletin hakim unsuru olma rolünü kaybetmişti. Öyle ki, Abbasi halifesi kendini Sasani medeniyetinin varisi olarak görmekteydi. Devlet, Sasanilerin saray örf ve adetini, medeniyetini, mimarisini ve zenginliğini benimsemişti. Oysa Emeviler Hz. Peygamber' in cihanşümul İslam devletini giderek bir Arap devletine dönüştürmüşler; yönetim ve orduda Arapları, mevaliye (Arap dışı unsurlara) üstün tutan bir anlayışı benimsemişlerdi. Esasen Araplar da tarihte izini sürebilecekleri bir devlet tecrübesine sahip değillerdi.


Dört Halife ve Emeviler döneminde gerçekleştirilen fetihlerle müslüman Araplar Mezopotamya, İran ve Mısır gibi kadim medeniyetlerin yer aldığı bölgelerin büyük bir kısmını ele geçirmişlerdi.


Abbasiler bu geniş memleketlerde günlük hayatı sevk ve idare edecek, vergi toplayacak, askerlik ve güvenlikle ilgili işleri yoluna koyacak devlet birimlerinin oluşturulmasında mevaliden (Arap olmayan unsurlardan) önemli ölçüde yararlandılar. Bununla beraber diğer milletlere yapılan ikinci sınıf insan muamelesine son vererek daha hoşgörülü bir devlet yapısı oluşturdular. Ümmet şuuruna daha yatkın olan bu tavır, Arap olmayan milletlerin İslamiyete geçişlerini hızlandırdı. İranlılar ve Türkler bu dönemde hızla İslamiyete geçtikleri gibi, İslam devletinde çeşitli görevler de üstlendiler.



Yeni devletin maliye ve yönetim işleri, İran'ın Toharistan bölgesinden Bermekoğulları tarafından düzenlendi. Türkler için hususi olarak Samarra şehri kurularak onların askeri yönünden faydalanıldı. Nitekim Harun Reşid' in oğulları Me'mun ve Mu'tesım dönemlerinde Türklerin orduda ve dolayısıyla devletteki ağırlıkları artmıştı. Kaynaklar Me'mun döneminde ordudaki Türk askerlerinin sayısını 8- 10 bin olarak göstermektedir. Halife Mu'tasım ise zaten Türklerin desteği ile halife olmuştu.



Abbasi ihtilali'nin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Horasanlılar yeni devletin yüksek makamlarını paylaştılar. Hareketin askeri lideri Ebu Müslim büyük bir nüfuz ve iktidar sahibi oldu. İlk halife Seffah adeta onun gölgesinde kalmıştı. Halife Mansur, Ebu Müslimin bu hakimiyetine daha fazla tahammül edemeyerek onu öldürttü. Bermeki ailesi devlet içinde bütün bürokrasiyi elinde tutan kudretli bir konumda idi. 803 yılında Harun Reşid bir bahane ile Bermeki ailesini bertaraf etti.


HARUN REŞİD DÖNEMİ


Beş yüz yıl devam eden Abbasiler dönemi İslam tarihinin dördüncü büyük halkasını oluşturur. Bu dönemin en parlak yılları Harun Reşid'in iktidar dönemidir. Bu dönemde, Bizans'la yapılan savaşlarda başarılı olmak, sınır güvenliğini sağlamak ve İslam dinini yaymak amacıyla Diyarbakır'dan Tarsus'a uzanan hat boyunca Avasım ismi verilen ordugah şehirleri oluşturuldu. Bizans'a akınlar tekrar başladı. Abbasi ordusu Konya'ya kadar geldi. Zor durumda kalan Bizans İmparatoriçesi İrene yılda 90 bin dinar vergi vermeyi kabul edince ordu Bağdat'a geri döndü.


Bizans'la savaşılırken Batı Avrupa ile daha çok barışa yönelik bir ilişki geliştirilmişti. Nitekim Frenk Kralı Şarlman, Harun Reşide elçiler göndererek hıristiyanların Kudüs'ü serbestçe ziyaret etmelerine izin verilmesini istedi. Harun Reşid, Şarlman'ın bu ricasını kabul etmekle kalmamış, ona elçiler vasıtasıyla içerisinde henüz Avrupa'da bilinmeyen çalar saatin de bulunduğu hediyeler göndermişti.


IX. yüzyıl başlarında halifelik; dünyanın en zengin ve güçlü devleti, başkenti Bağdat da medeniyetin merkeziydi. Bu kentte bin tane diplomalı hekim, ücret alınmayan büyük bir hastane, düzenli bir posta hizmeti, bazıları Çin'de şube açmış olan birçok banka, mükemmel bir su kanalı şebekesi, bir atık su sistemi ve bir kağıt imalathanesi bulunmaktaydı. Su kanalı şebekesi; Harun Reşid'in, bu iş için 23 milyon dinarlık bağış yapan eşi tarafından finanse edilmişti.


Ünlü romancı Amin Maalouf, doğuya geldiklerinde henüz deri üzerine yazmakta olan batılıların buğday samanından kağıt imal etme sanatını Suriye'de öğreneceklerini yazarak Bağdat'ta yükselen İslam kültür ve medeniyetinin geldiği noktayı ortaya koymaktadır.


BAŞKENT BAĞDAT


Başkent Bağdat, ticaret yollarının kesiştiği bir noktada kurulmuştu. Anadolu ve başta Çin olmak üzere Uzakdoğudan gelen yollar burada birleşiyordu. Orta Asya'dan Endülüse kadar uzanan İslam dünyasının ünlü bilginleri kısa zamanda bu yeni kentin cazibesine kapıldılar. Filozoflar, matematikçiler, şairler, sanatçılar, toplum fertlerini nefsin azgın isteklerine karşı hazırlayan cemaat liderleri akın akın gelerek Bağdat'ta toplandılar.


Bağdat, bin bir gece masallarında anlatılan refahın doruğuna Halife Harun Reşid zamanında ulaştı. İlerleyen dönemlerde tarıma dayalı zenginliği artan Bağdat, aynı zamanda bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi haline geldi. Ortaçağda dünyanın hiçbir şehrinin nüfusu henüz 100 binlere ulaşmazken, bütün İslam dünyasının merkezi konumuna gelen Bağdat, çok sayıda fikir ve ilim adamının yaşadığı, akademi çapında okulların açıldığı, bir milyona ulaşan nüfusuyla göz kamaştıran bir dünya şehri idi.


TERCÜME HAREKETLERİ VE BEYTÜ'L-HİKME


İslam dünyasında alimlerin yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamışlardır.

İlk kütüphane Bağdat'ta Harun Reşid zamanında kuruldu. Harun Reşid'in veziri Cafer bin Yahya el-Bermeki ise ilk kağıt fabrikasını kurmuştur. Temelini Harun Reşid'in attığı ve Me'mun'un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytü'l­ Hikme, Abbasiler döneminde Bağdat'ın en büyük kütüphanesine sahipti. Beytü'l-Hikme Araplara ait her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir kütüphane idi. «Hizanetü'l-Hikme» veya «Hizanetü'l-Kütüb» denilen kütüphaneler birer öğretim müessesesi olarak da büyük hizmet vermişlerdir. Bunların en önemlileri Beytü'l-Hikme, Büveyhi veziri Sahur bin Erdeşir'in kütüphanesi ve Mustansıriyye Medresesi kütüphaneleridir.



Beytü'l-Hikme'nin binaları tarihte ilk defa Dicle nehrinin solunda Rasafe bölgesinde 800 yılında Harun Reşid' in kızı Ümmü Habib adına inşa edilmiştir.


Halife el-Mansur'la birlikte yoğun tercüme faaliyetleri, felsefe metinleri ve farklı bilim dallarıyla ilgili kitaplar İslam dünyasında tenkit mantığının gelişimine zemin hazırladı. Bu doğrultuda yeni telif eserler yazıldı. Müslümanlar tercüme eserler yoluyla ödünç aldıkları Antik-Yunan bilimini yeniden yorumlayarak bambaşka bir çehreye büründürmeyi başardılar.


Hıristiyan dünyası da Yakın Doğu'nun hakimi müslümanların İran, Suriye ve Mısır'dan taşıdıkları bilgilerden yararlandı ve bilhassa İspanya; Arap-Yunan medeniyeti ile batı medeniyetinin kültür takasının yapıldığı yer oldu.


Araplar, Suriye ve İran'ı fethettikleri zaman, Yunan ve Hint düşüncelerinin buluşmasıyla zenginleşmiş ileri bir medeniyetle ilişki kurdular. Bir yandan Sasanilerin yaydığı Yunan kültüründen yararlanırken bir yandan da Hint medeniyetinin ve felsefesinin elemanlarını İslam ilkeleriyle birleştirerek yepyeni bir karışım ve oluşum meydana getirdiler.


IX. yüzyıldan itibaren muazzam İslam coğrafyasının tek bir merkezden yönetilmesinde büyük güçlükler baş gösterdi. Bu durumu aşmak için geniş yetkilerle donatılmış «emir-i ümeralık» sistemine geçildi. Bu sistemin gereği olarak eyalet valilerinin yetkileri oldukça artırılmıştı. Bu yetkileri daha da abartarak yorumlayan bölge valileri, zamanla İslam dünyasının parçalanmasına yol açacak yeni bir dönemi başlattılar. Bu dönemin sonunda halifeler, siyasi etkilerinin sadece Irak'la sınırlı kaldığı, diğer İslam beldelerinde ise sadece ruhani ağırlığı olan güçsüz bir vaziyete düştüler. Esasen Abbasiler, Emeviler'in aksine, dünyevi otoriteden daha çok ruhani otoriteye eğilimli bir iktidar anlayışına sahipti. Halifeler toplum içerisinde dini merasimlere dikkat eder, ruhani liderliklerine zarar verecek aleni uygunsuzluklardan kaçınırlardı.


Parçalanma süreciyle beraber Kuzey Afrika'da Ağlebiler, Fatımiler; Mısır'da Tolunoğulları ve İhşidiler; Suriye'de Hemdaniler; Horasan'da Büveyhoğulları; İran ve Horasan'da Samanoğulları bu parçalanmanın mahalli yansımalarını oluşturmuşlardı. İspanyada Endülüs Emevileri zaten 756 yılında istiklalini ilan etmişti. Bu dönemden itibaren İslam dünyası bir daha bütün müslümanları kapsayan bir bütünleşmeyi yakalayamadı. Bu bütünlüğe en çok yaklaşabilen İslam devleti, 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti oldu.


ABBASİLERİN YIKILIŞI VE MOĞOL İSTİLASI


11. yüzyıla gelindiğinde Abbasi halifeliğinin maddi ve manevi nüfuzu giderek azalmıştı. Halifenin siyasi gücü Irak'ın ancak yarısını kapsamaktaydı. Büyük Selçuklu Devleti parçalanmış, Mısır'da Eyyubiler, Güneydoğu Anadolu'dan Hicaz'a kadar uzanan bir hakimiyet kurmuşlardı. İslam dünyası yoğun Haçlı saldırıları altında büyük bir çalkantı içerisine girmişti. Diğer taraftan Moğollar; Cengiz Han idaresinde Çin'e karşı yaptıkları başarılı akınlardan sonra, 1218 yılından itibaren batıya yönelerek İslam dünyasını istila etmeye başladılar. Harizmşahlar Devleti'nin ortadan kaldırılmasından sonra İran ve lrak'ta Moğollar'ın karşısında duracak kuvvet kalmamıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Harizm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerliyorlardı.


Cengiz Han'dan sonra da Moğol İstilası devam etti. Onun torunlarından Hülagu, İran'da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine geldi. Bağdat Moğollar'a karşı dayanacak güçte değildi. Barış teşebbüslerinden de hiçbir müspet netice alınamayınca son Abbasi Halifesi Musta'sım, devlet erkanı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülagu, teslim olanların hepsini idam ettirdi. Kuruluşundan kısa süre sonra parlak dönemi iç çekişmelerle solan, büyüklüğü ve zenginliği sebebiyle devamlı saldırılara uğrayan, beş asırdan beri İslam dünyasının başşehri durumunda olan Bağdat, 1258 yılında 800 bin kişinin kılıçtan geçirildiği Moğol İstilası'yla bir daha eski ihtişamına ulaşamayacak şekilde yıkıma uğradı. Bütün İslam şehirlerinde olduğu gibi Bağdat da dünya tarihinde eşine pek az rastlanır cinayetlere şahit oldu. Bütün medeni müesseseler Moğollar tarafından yerle bir edildi. Camiler ahır haline getirildi; kütüphaneler tahrip edildi, kitaplar yakıldı veya Dicle Nehri'ne atıldı.

Moğolların Bağdat'ı işgali İslam tarihinde büyük bir felaket olarak kabul edilmektedir.


750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbasiler, İslam tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hanedandır.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak