5 Kasım 2023 Pazar

Hilal ve Salibin Amansız Rekabeti Medeniyetlerin Silahlı Buluşması HAÇLI SEFERLERİ ( 1096 - 1291 )

 



Orta Çağ'ın en büyük sosyal hareketliliği olarak kabul edilen Haçlı Seferleri yaklaşık iki yüz yıl sürmüş; karadan ve denizden on binlerce kişi hıristiyan din adamlarının teşvikleriyle göğüslerine haç takarak batının büyük başkentlerinden mukaddes Kudüs kentine doğru yürümüştür. Bu yürüyüş İslam toplumlarıyla çatışmayı beraberinde getirmiş; İslam dünyasına, dördü şiddetli ve büyük, on civarında saldırı düzenlenmiştir. Katolik din adamları, Haçlı Seferleri öncesinde pek çok kralı, şövalyeleri, maceraperest ve inanmış halkı; «Cennetin Krallığı» uğrunda mücadele etmeye ikna etmiştir.

Haçlı saldırılarının canlı şahitlerinden tarihçi İbn-i Esir, döneme ışık tutan; «el-Kamil fı't-Tarih» adlı kitabında haçlı ordusunun kalabalıklığını şu cümlelerle ifade etmektedir:

"Haçlıların çoğu yollarda ölmüştü. Eğer ülkelerinden çıktıklarındaki sayılarını olduğu gibi muhafaza edebilselerdi, hiç şüphesiz bütün İslam ülkelerini kaplarlardı."

Görünür sebebi ne olursa olsun, Haçlı Seferleri bir tarihi vak'a olarak boyutları, etkisi ve belleklere bıraktığı izler açısından eşine rastlanılması zor bir hadise olarak tarihe geçmiştir. XI ve XIII. yüzyılın dünyasının coğrafi şartları, ekonomik ve askeri imkanları göz önünde bulundurulduğunda, bu seferler Büyük İskender'den sonra batının doğuya yönelik en ciddi askeri hareketi olarak kabul edilir. Hıristiyanlığa inanan kitlelerin Marsilya'dan, Floransa'dan, Sicilya'dan, Almanya ve İngiltere'den kalkarak kara ve deniz yoluyla Kudüse yolculuk etmeleri düşünmeye değer büyüklükte bir vak'adır.


HAÇLI SEFERLERİNİN SEBEPLERİ


Haçlıları harekete geçiren ve onları kitleler halinde İslam dünyasına böyle bir saldırıya sevk eden temel sebep ne idi? Araştırmacılar değişik sebepler üzerinde durmakla beraber, bu seferlere yol açan belli başlı sebepler şöyle sıralanmaktadır:

*Hıristiyanlığın ve Hazreti İsa'nın doğduğu topraklara ulaşma, mukaddes Kudüs şehrinde «Tanrının Krallığı»nı kurma düşüncesi.

*İncil'de sözü edilen; «sokaklarında süt ve bal akan şark toprakları»na yerleşme, seyyahların anlattığı «doğu»nun zenginliklerine ulaşma arzusu.

*Hıristiyanların Yahudilerden intikam alma arzusu. Seferleri başlatan Papa Il. Urbanus Haçlılara şöyle sesleniyordu:

"Babalara, oğullara, yeğenlere hitap ediyorum. Eğer birisi sizin akrabanızdan birini öldürse kendi kanınızdan olanın intikamını almaz mıydınız? Öyleyse Efendimiz (Hz. İsa)'nın ve din kardeşlerinizin intikamını öncelikle almalısınız.

Türklerin Anadolu'dan atılması düşüncesi. Türklerin Anadolu'yu fethetmesinin ardından, Bizans'ın Katolik dünyasından yardım istemesi, seferlerin siyasi sebepleri arasında sayılmaktadır. Türklerin Anadolu'dan atılması ve müslümanların çöl içlerine doğru sürülmesi isteği, tarihçi Steven RUNCİMAN gibi düşünen Prof. Dr. Işın DEMİRKENT tarafından şöyle değerlendirilmektedir:

"Hıristiyanlık motifleriyle süslenerek dini bir örtüye büründürülen bu hareketin hedefi tamamıyla siyasi olup, batı dünyasının doğuyu, özellikle Anadolu'yu ele geçirme çabasıydı. Tarih literatüründe «Haçlı Seferleri» adını verdiğimiz bu hareket, Xl. yüzyılda Türklerin batıya ilerlemeleri ve aynı yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu'yu yurt edinmeye başlamaları üzerine, Avrupa dünyasının; «Kutsal Toprakları Kurtarma» parolası ile Türkleri Ön Asya'dan atmak ve bu bölgeye bizzat sahip olmak için başlattığı ve iki yüz yıl boyunca Yakın Doğu'yu kan ve ateş gölüne çevirdiği bir saldırı olayıdır:

Avrupa'daki kralların şövalyelerden kurtulmak amacıyla onları İslam dünyasına saldırıya yönlendirmesi.

Şövalyelerin maceracı tutumları ve hıristiyan değerleri uğrunda fedailik arzuları.

*Cluny Tarikatı'nın hıristiyan halkları kutsal sefere yönlendirici faaliyetleri. Fransa'da kurulup Batı Avrupa'ya yayılan Cluny Tarikatı hıristiyan dünyasına yeni bir canlılık getirmiş, kendilerini Hz. İsa'nın askeri olarak kabul eden; bu tarikata mensup şövalyeler dağınık hıristiyan topluluklarını ortak düşman kabul ettikleri müslümanlara karşı faaliyete çağırıyorlardı. Hıristiyanlar arası birliğin hızla temin edilerek kutsal savaşa girişilmesini istiyorlar, bu uğurda mücadele edenlerin günahlarının tanrı tarafından affedileceğine inanıyorlardı.

Nitekim Papa VIII. Gregory de kendilerine şu ifadelerle destek vermekteydi:

"Tövbekar yürekler ve alçakgönüllü ruhlarla bu yolculuğu üstlenen ve doğru imanla günahlarının kefaretini ödeyerek ölenlere; bütün hatalarına sınırsız endüljans ve onlara ebedi hayat va'dediyoruz. Ölseler de, yaşasalar da, tanrının merhametiyle, Havari Petrus ve Paulus'un yetkisi ve bizim yetkimiz aracılığıyla, gereğince itiraf ettikleri bütün günahları için yüklenen tazminattan kurtulmuş olacaklar:”

Cluny Tarikatı bütün Batı Avrupa'da yeni bir heyecan dalgası oluşturmuş, bu hareketin canlandırdığı Kudüs sevgisi halkta bir tutku halini almıştı.


HAÇLI SALDIRILARINDA DİN FAKTÖRÜ


Yukarıda anlatılanlar, Haçlı Seferlerinin sebepleri hakkında genel bir fikir vermekle beraber, bu büyük ve olağanüstü tarihi olaylar zincirini bütünüyle izah etmekten uzaktır. Şurası bir gerçektir ki, her yazı ve yorum, yaşadığı çağın algı örgüsünden etkilenir. Haçlı Seferlerinin sebeplerini kaleme alan tarihçiler de, bu sebepleri açıklarken çağın dinle ilgili bakış açılarından ve kendi dini tutumlarından hareket etmişlerdir.

Bu sebepledir ki, toplamları yarım milyarı geçen on binlerce hıristiyanın din uğruna yollara dökülebileceği meselesi göz ardı edilmiştir.

Nitekim kimi ideolojik saplantı sahiplerine göre «Karanlık Çağ» olarak kabul edilen Orta Çağ'ın dini hareketlerin şahlanış çağı olduğu dikkatlerden uzak tutulmuştur.

Haçlı Seferlerini inanan ve inançlarını ciddiye alan bir topluluğun ciddi fedakarlıklara girişmesi olarak görmemizi önleyecek hiçbir ilmi engel yoktur. O günün şartları dikkate alındığında, sırlı ve tehlikelerle dolu böyle bir yolculuğa çıkmak bile başlı başına bir fedakarlık değil midir? Salgın hastalıklar, yırtıcı hayvanlar, su ve gıda teminindeki güçlükler, müslümanların tarihe mal olmuş değerli komutanları Kılıçarslan'ların, Selahaddin Eyyubi'lerin, Sultan Baybars'ların varlığı düşünüldüğünde, bu seferlerin ancak dini gayretle gerçekleşebileceği anlaşılır.

Kabul etmek gerekir ki, Haçlılar kendilerince mukaddes değerler uğrunda mücadele ettiklerine inanmışlardı. Böylece yüz binlere ulaşmış olarak Anadolu önlerine gelmişler, karşılarında dinleri ve vatanları uğrunda çelikten bir sipere dönmüş Türkleri ve müslümanları bulmuşlardı. Bu mücadelede cansiperane bir müdafaa örneği ortaya koyan Anadolu Türkleri, İslam'a yeni girmiş taze bir kuvvet olarak muhteşem başarılarıyla İslam medeniyetinin soluğu olmuşlardı. Haç ve hilal davalarının mücadelesinde, dengeler zaman zaman değişse de müslümanlar nihai olarak haçlı zihniyetinin emellerini boşa çıkarmayı başarmışlardır.

İdeallerindeki tüm karmaşaya, yol boyu gösterdikleri tüm acımasızlıklarına rağmen, Haçlıların hiç değilse bir kısmının birtakım değerler uğrunda mücadele için ölümüne gayret göstermiş olmaları, bugünün hazların hakim olduğu toplumundan bakınca, takdir edilecek bir durumdur. O kitlelerde onları diri tutacak, onlara yaşama zevki verecek ve uğrunda mücadele edebilecekleri manevi değerler vardır. Günümüz toplumlarında belki en önemli eksikliklerden biri de fert ve toplumların uğrunda mücadele edebilecekleri yüce değerlerinin olmamasıdır. Korkarım bu süreç aynen devam ederse «haz» toplumları için mücadele edebilecekleri değer kalmayacak. Hatta davası için, ailesi için, vatanı için etkin ve net bir tavır geliştirme kabiliyetlerinden bile mahrum kalacaklar.

Bu uzun sefere katılan herkesin inancı ne olursa olsun mutlaka yüce değerlerin savunucuları olmadıkları aşikardır. Birçoğu inanmış samimi hıristiyan olmakla beraber aralarında son derece barbar olanlar, Hz. İsa'nın getirdiği öğretiyle uzaktan yakından alakası olmayanlar ve kendi dindaşlarına karşı bile son derece acımasız tavırlar gösterebilen cahil topluluklar da bulunmaktaydı. Maalesef Haçlılar, Balkanlardan başlayarak yol güzergahları üzerinde yer alan yerleşim birimlerinde hıristiyanlar da dahil olmak üzere halkın mal varlıklarına karşı yağmalama ve talana başvurmuş, savunmasız zavallı insanlara katliamlara varan zulümler yapmışlardır. Bu acımasız tutum ve davranışlarını ilk konaklama merkezlerinden İstanbul'da, Bizans'ın topraklarında yaptıkları gibi İslam topraklarında daha ağır bir biçimde gerçekleştirdiklerinde de hiç şüphe yoktur. Müslüman ve yahudilere karşı gerçekleştirilen bu cinayetler, insanlık tarihinin en büyük zulüm ve katliamları arasında sayılacak cinstendir. Sadece Kudüs kentini ele geçirdikleri sırada bu kentte yaşayan tüm müslümanları acımasızca katletmeleri, kenti yağmalamaları, on binlerce insan içerisinde çok sayıda çapulcu, soyguncu, maceracı ve acımasız katillerin de bulunuyor olması, bu seferlerin insanlık adına trajedisini oluşturmaktadır.

Sebep olarak gösterilen batının fakirliği de seferlerin amacını izahtan oldukça uzaktır. Oysa doğunun zenginliklerine ulaşılıp ulaşılamayacağı yapılan ilk seferlerden de rahat bir şekilde anlaşılabilirdi. Bilindiği gibi bu seferlere katılanlardan ancak çok azı geri dönmeyi başarabilmişti. Halbuki bu seferler asırlar boyu sürmüş, katılanlar da zaten «af ümidiyle» bu seferlere çoğu kez ölümüne katılmışlardı.

lbn-i Esir'in el-Kamil isimli eserinde belirttikleri dikkate alındığında, Haçlıların tutum ve davranışlarında da yer yer çelişkilerin yer aldığı anlaşılmaktadır. Haçlılar bazen söz verdikleri halde fethettikleri yerlerin müslüman halkını acımasızca kılıçtan geçirdikleri gibi, Antakya'yı ele geçirdikleri sırada Antakya ambarları tahılla dolu olduğu halde o gece pazardan atları için hayvan yemi satın almışlardır.

Haçlı Seferleri kör bir taassupla başlamış olsa da, yüzyılları aşan dönüştürücü etkileri günümüz toplumlarını da etkilemektedir. O gün silahla buluşmayı tercih eden iki büyük semavi dinin temsilcileri bugün de üstünlük mücadelesini sürdürmektedir. Ancak günümüz dünyasındaki medeniyet yarışı ve üstünlük mücadelesi başka biçimlerde yürütülmektedir. Batı dünyası Haçlı Seferlerinden hezimetle çıksa da medeniyet açısından bu karşılaşmalardan faydalanmış, İslam dünyasının birikimlerini toplumlarına kazandırmayı başararak yenilenmeyi becermişti. Bugün İslam dünyasına düşen, silahsız buluşma süreçlerinden edineceği fırsatlarla kendi medeniyetinin kodları üzerinde silkinerek yeniden ayağa kalkmaktır. Erdem, ahlak ve adalet temelinde bu medeniyetlerin buluşması ve bu iki kuzen medeniyetin karşılaşması, etkileşimi, çağları aşan sonuçlar doğurmaya muktedirdir. Belki de bu silahsız buluşma süreci insanlık adına mukaddeslerin daha fazla dikkate alındığı; materyalizme, bencilliğe, sevgisizliğe ve bütün ahlaki kayıtsızlıklara karşı güzel bir işbirliği temelinde yeni açılımlara da yol açacaktır.


1.HAÇLI SEFERİ (1096-1099)


1071 Malazgirt zaferinden sonra Selçuklu beyleri, Anadoluda başlattıkları sistemli fetih hareketleriyle hakimiyetlerini Kocaeli yarımadasına kadar yaymışlardı. Anadoluda yaşayan yerli hıristiyanlar dahil herkesin koruyuculuğunu üstlenmişlerdi. Öte yandan Büyük Selçukluların kendi aralarındaki iktidar kavgalarına düşmelerinden yararlanarak 1075 yılından itibaren de Anadolu Selçuklu Devleti adı altında müstakil hale gelmişlerdi.

Türkler, Anadoluda kısa zamanda alperenlik ruhuyla yeni bir heyecan oluşturmuştu. Dalgalar halinde Anadolu'ya yayılan Selçuklular bir yandan tebliğ faaliyetleriyle uğraşırlarken öte yandan inşa ve imar faaliyetlerinde de bulunarak İslam medeniyetinin izlerini bu topraklarda kalıcı hale getirmişlerdi. Bizans başkentine çok yakın bir yer olan İznik kentini başkent yapmaktan da çekinmeyerek hedeflerinin batı yönünde ilerleme olduğunu göstermişlerdi. Selçuklular; yaylarını Bizans'a doğru germiş, kılıçlarını da düşman saldırılarına karşı kuşanmışlardı.

Bizans zorlanmaktaydı. Topraklarının yarıdan fazlasını Türklere kaptırmış, Marmara Bölgesi'nde sıkışmıştı. İmparator Alexios Türkleri Anadoludan atmak istiyordu. Ancak askeri gücü bu amacını gerçekleştirmeye hiç de elverişli bir durumda değildi. İmparatorun kızı Anna Komnena, dönem olaylarını ele aldığı Alexiade isimli kitabında yer alan hatıralarında; sadece Anadolu Selçuklu ilerleyişinden endişe etmediğini, ayrıca imparatorluğun Balkan topraklarında da büyük sıkıntılarının olduğunu, Keltlerin ve göçebe Peçeneklerin Bizans'ı tehdit ve baskı altına aldığını dile getirmekteydi.

Şartlar Bizans İmparatorluğu'nu batı hıristiyanlarından yardım istemeye mecbur hale getirmişti. Nitekim Piacenza Konsili'ne katılan Bizans elçileri, Türklere karşı Bizans İmparatoru Alexios Komnanos'un yardım talebini Papa Urbanus'a iletmişlerdi. Papa bu çağrıya Güney Fransa'da Clermont'ta topladığı kilise meclisinde yaptığı vaazla cevap verdi. Kilise görevlilerinin yanında halkın da katıldığı bu ayinde Urbanus Il hıristiyan dünyasını, İslam dünyasına karşı saldırıya tahrik dolu şu sözlerle çağırmıştı:

"Kudüs sınırlarından ve Konstantinapolis şehrinden dehşet verici bir haber geldi...

Lanetlenmiş bir ırk, tanrıya tamamen yabancılaşmış bir ırk ... O hıristiyanların topraklarını işgal ederek, kılıç, yağma ve ateşle nüfusu azaltmıştır."

Papa yine bu kışkırtıcı ve tezyifkar konuşmasında; kiliselere saldırıldığından, hıristiyan kadınlara tecavüz edildiğinden, erkeklere işkence yapılıp öldürüldüğünden bahsederek kitleleri galeyana getirmekteydi.

Öte yandan Papa, kendi milleti olan Fransızların gururunu okşamayı da ihmal etmemişti:

"Şarlman'ın yüceliğini hatırlayın. Cesur askerler, yenilmez ataların soyundan gelenler, yozlaşmayın. Aranızdaki tüm nefretlerden arının. Aranızdaki tüm anlaşmazlıklar bitsin, tüm savaşlar sona ersin. Mukaddes mezara doğru yola çıkın, o toprakları günahkar ırkın elinden kurtarın ve kendinize bağlayın.”

Papa'nın bu kitleleri şişiren ajitasyonu kalabalıkları harekete geçirdi.

Konuşmasının sonunda kitlelerden şu savaş naraları yükselmişti:

"Deus Vult! Deus Vult (Tanrı böyle emrediyor!)"

Bu tepkiden oldukça memnun kalan Papa, tahriklerini başta memleketi Fransa olmak üzere bütünüyle Batı Avrupa'nın her yanına giderek veya din adamlarını göndererek sürdürmüştü. Papanın temsilcileri kısa zamanda mukaddes topraklarda savaşacak gönüllüleri toplamayı başardı. Bu kontrolsüz tahrik kasaba kasaba birçok seremoni bahane edilerek gerçekleşmişti.

Orta Çağ Avrupa'sının önde gelen dini ve askeri şahsiyetleri el ele vermişti. Normandiyalı Robert, Toulouselu Raymont, Tarantolu Bohemont, Flanderli Robert, Bouillonlu Godfrey, Bolonyalı Baldwin ve Bloisli Etienne İslam dünyasına yapılacak bu büyük saldırının önemli askeri şahsiyetlerini oluşturmaktaydı.

Papa bu seferlere kitleleri yönlendirirken bir yandan Avrupadaki hıristiyan toplulukları arasındaki çekişmeleri önlemiş olmaktaydı. Öte yandan Bizans'a yardım ederek üstünlük kurmayı ve doğu Ortodoks kiliselerini kendine bağlayarak birliği sağlamayı hedefliyordu. Bir diğer amacı da mukaddes mekanların denetimini ele geçirmekti. Zaten çağdaşları için bir Haçlı Seferi; İsa (a.s.) adına, Papa tarafından izin verilen bir sefer demekti. Sefere ön safhada katılanlar yemin eder, sonuç olarak evlerinde korunma ve endüljans gibi ayrıcalıklardan yararlanırlardı.

Haçlı Seferi hareketine bağlı öncü birlikleri bin bir zorlukları aşarak İstanbul'a varmıştı. Bu birlikler; Keşiş Piyer (Pierre I:Hermit) önderliğinde Fransız, Alman ve az sayıda İtalya köylülerinden oluşan 40 bin kişilik bir topluluktan oluşmuştu. Şüphesiz Avrupa'nın değişik merkezlerinden İstanbul'a yolculuk; başta ulaşım, yiyecek ve içecek temini, dil problemleri olmak üzere birçok problemi beraberinde getirmişti. XII. yüzyıl boyunca Avrupa'nın hemen hemen bütün nehirleri üzerinde haçlı birliklerinin yol geçişlerini kolaylaştıracak çok sayıda köprü kurulmuştu. Bütün bu gelişmeler Haçlı Seferlerine katılanların ulaşım ve intikal problemini aşmak amacını taşımaktaydı. Haçlı Seferleri böylece toplumların birbirleriyle temaslarını kolaylaştıran bir rol de icra etmişti.

Piyer'in yola döktüğü kitleler daha çok muharip olmayan, galeyana getirilmiş halk kitlelerinden oluşmaktaydı. Düzensiz-başıbozuk bir çapulcu sürüsünü andıran bu toplulukların; daha İstanbul'a gelmesinden evvel, Macaristan sınırında Sava Irmağı kıyısında Zemun (Semlin) mevkiinde bir ayakkabı alışverişi yüzünden büyük karışıklıklar çıkmış ve kaleye saldıran Haçlılar dört bin Macar'ı öldürmüşlerdi. Yine bu kitleler iaşe ve ibate zorluklarından başta Belgrat olmak üzere birçok yerleşim merkezini talan etmişler, hırsızlık, soygun ve tecavüz gibi olaylara sebebiyet vermişlerdi.

Haçlılar İstanbul'a geldiklerinde bugünkü Eyüp'te karargah kurmuş ve yerleştirilmişlerdi. Ancak İmparator Aleksios ve Bizans halkının beklentilerine cevap verecek nitelikte görünmüyorlardı. Çoğu çapulcu, serseri ve aylak insanlardan oluşmaktaydı. Ancak büyük ve nitelikli başka orduların da yolda olduğu haberi Aleksios ve Bizans'ı bir dereceye kadar rahatlatmıştı. Oysa Aleksios, Papa ve Avrupa hıristiyan dünyasından kendisini üç-dört bin kişilik askeri bir güçle ve maddi yardımla desteklemelerini arzu etmekteydi. İstanbul'a ulaşan bu ilk Haçlı kafilesi; askeri açıdan destek olamayacağı gibi, yiyecek, giyecek ve barınma ihtiyaçlarını temin etmeleri sırasındaki yağma, talan ve soygunlara karışmaları İstanbul için tam bir huzursuzluk kaynağını oluşturmuştu. İmparator, kural-kaide tanımayarak etrafta gördüğü her şeyi yağmalayan bu çapulcu sürüsünden kurtularak Anadolu'ya bir an önce atmak amacındaydı.

Nitekim Haçlı güruhunu Anadolu'ya geçirerek Eski Hisar üzerinden teknelerle Yalova yakınlarında Kibetos askeri karargahına gitmelerine yardımcı olmuştu. Normanlardan oluşan muharip ilk Haçlı birliğini de bekletmeden aynı güzergahı kullanarak bu topluluklarla birleştirdi. Artık Haçlılar, Selçuklu topraklarına dayanmışlardı. Bizans İmparatoru; diğer askeri kuvvetleri mutlaka beklemelerinin doğru olacağını, asıl askeri birlikler gelmeden önce saldırmamaları konusunda Haçlı kafilesini uyarmıştı. Ancak Haçlılar bu uyarıyı dikkate almadan İznik civarında Selçuklu topraklarına dalarak yağma ve talan faaliyetlerine girişmişlerdi. Savunmasız köylüleri din farkı gözetmeksizin beşikteki çocuklarına varıncaya kadar kundaklayıp, mal ve hayvanlarını yağma etmişlerdi. Hatta daha fazlasını elde etmek isteyen Normanlar 6 bin kişilik bir kuvvetle Drakon vadisine girerek İznik yolu üzerinde bulunan Kserigordon kalesini ele geçirmişti.

Bu gelişmelerden haberdar olan Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan bu stratejik kaleyi geri almak üzere kardeşi Davud'un kumandasında bir askeri birliği gönderdi. Selçuklular kısa zamanda kaleyi geri aldıkları gibi buraya yerleşen kuvvetleri dağıtıp imha etti. Çok az sayıda Haçlı askeri İstanbul'a geri dönebilmişti.

Öte yandan Pierre L'Hermit'e bağlı haçlılar İznik kentinin ele geçirildiği haberiyle Kibetos karargahından İznik istikametine doğru harekete geçmişlerdi. Yolda Drakon vadisinde Selçuklu ordusuyla karşı karşıya geldiler. Selçuklu okçuları vadide yaklaşık 20 bin kişilik bu haçlı güruhunu pusuya düşürerek saf dışı bıraktı. Dağılan ve kaçan bu topluluktan çok azı teknelerle İstanbul'a ulaşarak, haçlıların içine düştüğü faciayı haber vermişti.


FEODAL ORDULARIN DOĞU'YA HAREKETİ ve ANADOLU'DA İLERLEMELERİ


Haçlılar açısından en başarılı sefer, birinci sefer olarak kabul edilir. Şüphesiz şövalyelerin ve düklerin katılımıyla güçlü ve disiplinli bir ordu oluşturmayı başaran haçlıların beklenen asıl ordusu, dört koldan 1096 sonbaharında İstanbul'a ulaşmıştı. Haçlı askeri reisleri; Fransa Kralı'nın kardeşi Dük Hugues, Aşağı Lorraine Dük'ü Godefroi de Bouillon, Güney İtalya'dan Robert Guiscard, Toulouse Kontu Raimont de Saint Gilles, İngiltere Kralı'nın kardeşi Robert, Flandra Kont'u Robert ve Champagne Kont'u Etienne de Blois gibi Avrupa'nın seçme ve gözde askeri şahsiyetlerinden oluşmaktaydı. Haçlı reislerinin muazzam askeri birliklerle lstanbul'a gelmesi Bizans İmparatoru Alexios'u oldukça tedirgin etmişti. Bu askeri gücün Bizans lmparatorluğu'nu da tehdit ettiğini, Haçlıların amaçları arasında doğuda devletler kurmak olduğunu gören imparator; komutanlardan kendisine bağlılık yemini etmelerini ve elde edecekleri toprakların Bizans'a teslimini istedi. Buna karşılık İmparator; sefer süresince haçlıların her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak, yol güzergahları boyunca haçlılara refakatçi birlikler verecekti.

Haçlı reisleri bu bağlılık yeminini isteksiz bir biçimde de olsa yerine getirdi. Fransızların reisi önce bu duruma itiraz etti ancak çıkan çatışmanın ardından o da vassallık yeminini etmek zorunda kaldı.

İmparatora bağlılık ve işbirliği görüşmelerinin ardından haçlı reislerine ait birlikler Anadolu yakasına geçirildi. Ordular Maltepe'den İznik istikametine doğru yürüyüşe geçtiler. Bu arada birinci haçlı dalgasını başarıyla savuşturan Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Kılıçarslan ülkesinin doğu sınırlarını güvence altına almak amacıyla Malatya'da bulunuyordu. Haçlı kuşatması haberi üzerine derhal geri gelip kuşatmayı yarmak istediyse de sayıca çok kalabalık ve düzenli Haçlı birliklerini aşarak içeri giremedi. Şiddetli bir çatışmanın ardından geri çekilmek zorunda kaldı. Nihayet destekten mahrum kalan İznik kenti anlaşmayla Haziran 1097'de Bizans İmparatoru'na teslim oldu. Kaynaklar anlaşmayla kentin yağmalanmadan alınışında Bizans'ın etkin rol oynadığını göstermektedir. İmparator, böylece şehrin haçlılarca yağmalanmasını önlediği gibi bölgenin etkin unsuru Türklerle de köprüleri büsbütün atmamış olmaktaydı. 



HAÇLILARIN URFA ve ANTAKYA'YI ELE GEÇİRMELERİ


İznik'i ele geçiren haçlılar bu moral ve cesaretle Eskişehir istikametinde ilerlemeyi sürdürdüler. 1. Kılıçarslan haçlıları Porsuk çayı ve Sarısu deresinin birbirine karıştığı geniş bir ovanın kıyısında bulunan Şarhöyük (Dorylaion)'da pusuya düşürüp yıpratmayı başardı. Ancak büyük bir baskından çekinerek ve kalabalık orduyu imha etmenin hatta yürüyüşünü bile engellemenin imkansızlığını anlayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Ardından civardaki yerleşim birimlerini boşaltıp, tarlaları yakmayı, su kuyularını tahrip ederek düşmanı zor durumda bırakmayı tercih etti.

Artık tarihin tanıdığı en önemli askeri şahsiyetlerinden biri olan 1. Kılıçarslan, vur-kaç taktikleriyle Toroslarda haçlıları yıpratma yoluyla yenmeyi tercih etmekteydi. Önlerinde cepheden saldıracak güç kalmayınca haçlılar Konya-Ereğli yolunu takip ederek Maraş ve Göksun üzerinden Antakya önlerine geldiler. Bu arada bir diğer haçlı kolu Çukurova bölgesine inerek Tarsus, Adana, Misis şehirlerini Türklerin elinden aldılar. Buraların yönetimini yerli Ermenilere bıraktılar ve tarihi Urfa kentinde ilk Haçlı Kontluğu'nu kurmayı başardılar. (Mart 1098)

Antakya, sağlam surlarla çevrili bir kentti ve Türkler tarafından çok iyi savunuluyordu. Nitekim Cenovalıların ve İngiliz filosunun desteğine rağmen aylarca süren kuşatmadan sonuç alınamamıştı. Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk da Musul valisi Kürboğa idaresinde bölgedeki Türkmen ve Kürt aşiretlerinden oluşan bir orduyu Antakya önlerine gönderdi. Haçlı ordu karargahı bu kuvvetlerin geleceği haberi üzerine endişeye kapıldı. Bir kısım kuvvetler kuşatma ordusundan ayrılarak ülkelerine döndüler. Ancak yardımın gecikmesi, haçlıların artan askeri baskıları ve Antakya'da yaşayan bir mühtedi Ermeni'nin ihaneti, kentin haçlıların eline geçmesinin ana sebeplerini oluşturmuştu. (Haziran 1098)

Kürboğa; kuvvetleriyle Antakya önlerine geldiyse de, haçlı kuvvetlerine yenilmesi Antakya Haçlı Kontluğu'nun kuruluşunu perçinlemiş oldu. Haçlılar şehrin müslüman halkını öldürüp mallarını yağmalamışlardı. Aynı yıl salgın hastalıktan aralarında Papa'nın temsilcisinin de bulunduğu çok sayıda insan ölmüştü. Haçlı güçleri arasında Antakya'nın kime bırakılacağı konusunda anlaşmazlık çıkmıştı. Sonunda Bohemunt; Antakya kontluğunun başına geçerken, Raimont da ordunun başına geçip Kudüs'e doğru yönelmişti. Diğer Haçlı liderleri de bu orduya katıldılar.

Bu dönemde Kudüs, Selçukluların iç çekişmeleri yüzünden Fatımilerin eline yeni geçmişti. Haziran 1099 da mukaddes kenti kuşatan haçlılara deniz yoluyla Yafa üzerinden yardımlar da gelmekteydi. Nihayet haçlılar bir aylık bir kuşatmanın ardından şehre girmeyi başardılar. Müslüman halk telaş içinde Kubbetü's-Sahra ve Mescid-i Aksaya sığındıysa da bütünüyle hunharca öldürüldüler. Hatta müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle Yahudiler de sinagogları ateşe verilerek öldürülmüştü. İnsanlığın en vahşi katliamları arasında yer alan bu dehşet tablosunu, olaya şahitlik yapmış tarihçi Raimundus Aguilers şöyle anlatır:

"Kentin haçlılarca ele geçirilişinin ertesi günü Harem-i şerif mahallesine giderken her tarafı kaplayan cesetlerin arasından ve dizlerime kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldım.”


KUDÜS HAÇLI KRALLIĞl'NIN KURULMASINDAN SONRAKİ GELİŞMELER


KILIÇARSLAN: İSLAM TOPRAKLARININ KORUYUCU KILICI


Galip Avrupa, 1. Haçlı Seferleri'nin sonunda rüyalarının gerçekleştiğini görmüş olmanın coşkusu içindeydi. Kudüs'te Latin Haçlı Krallığı kurulmuş; Urfa, Antakya ve Trablusşam'da da hıristiyan şehir devletleri oluşmuştu. Böylece «Mukaddes Topraklar»da yeni bir dönem başlıyordu. Frenk hakimiyeti döneminde, o günkü Acre başpiskoposu Jacques de Vitry'nin şövalyeler hakkında yazdıkları, bu yeni dönemin karakterini ortaya koymaktadır:

"Bu insanlar kötü ve soysuz; erkekleri ahlaksız, çocukları da en ufak bir terbiye ve insan hasletinden mahrumdurlar.

Çok küçük bir sebeple aralarında kavga ederler, çoğu kez de kendi dindaşlarını mahvetmek için başka bir dine bağlı olanlardan yardım isteyecek kadar da utanmazdırlar.

Bu memlekette saygısız ve yalan yere yemin edenlerle, hırsızlar, kendi öz anne-babalarını öldüren ve zinayı en tabii olay gibi gören soytarılar ve de günahkar keşiş ve arlanmaz rahibelerden başka hiç kimseye rastlayamazsınız:

Öte yandan Bizans; haçlılarla yaptığı işbirliği sonucunda, daha önce Türklere kaptırdığı başta İznik ve çevresi olmak üzere Marmara ve Ege bölgesindeki bazı yerleri yeniden ele geçirerek daha güçlü hale gelmişti. Çukurova bölgesinde de Ermenilerin etkinlikleri artmıştı.

Bu gelişmeler İslam dünyasında ciddi bir şaşkınlık uyandırmış, bilhassa Türklerin Anadolu'daki hakimiyetleri sarsılmıştı. Nitekim 1. Kılıçarslan başkent İznik'i terk etmek zorunda kalmış ve devlet merkezini Konya'ya taşıyarak sahillerden iç kısımlara doğru çekilmişti. Artık Müslüman-Türkler için Anadolu'da yeni bir yapılanmaya gitmek kaçınılmaz hale gelmişti.


1101 YILI HAÇLI SEFERİ


Haçlıların Kudüs'ü ele geçirerek maksatlarına ulaşması ve stratejik yollar üzerinde hıristiyan kontlukları kurması; batı hıristiyan dünyasında coşku ve memnuniyetle karşılanmış, bu başarıların verdiği özgüven ve moralle Avrupalılar yeni haçlı birliklerini Anadolu üzerinden Kudüse doğru yola çıkarmışlardı. Amaç, yeni kurulan kontlukları ve Kudüs Latin Krallığı'nı askeri bakımdan takviye etmek ve hıristiyanların etki alanlarını genişletmekti. Bu seferi tetikleyen ana sebepler arasında, Kılıçarslan'ın ve Danişmendli Gümüş Tekin'in Anadolu'da bulunan haçlı güçlerine karşı kahramanca mücadelelerinin çok önemli payı vardır.

Nitekim Kılıçarslan; Anadolu içlerine doğru ilerlemesini sürdüren Danimarka Kralı Sven komutasındaki 15 bin kişilik bir orduyu Akşehir'de bütünüyle imha etmiş, Danişmendoğulları'ndan Gümüş Tekin de ünlü haçlı komutanı ve Antakya kontu Bohemont'u esir ederek Niksar Kalesi'ne hapsetmişti. Bu iki olay, haçlıların Kudüs'ü ele geçirmekle kapıldıkları sevinç ve coşkuyu gölgelemiş, bölgedeki hıristiyan güçlerini ve papayı endişeye sevk etmişti. Bütün bunlar, Avrupalı devletleri 1. Haçlı Seferi'ni tamamlayan takviye seferlerini gerçekleştirmeye sevk etmiştir.

Bu seferlerde 1. Kılıçarslan tedbirli ve dirayetli bir komutan olarak İslam dünyasının koruyucu kahramanı olma hüviyetini kazanmıştır. Bu değerli Müslüman-Türk komutanın yönetimindeki Anadolu Selçukluları son derece kritik bir rol üstlenmiş, adeta bütün Ortadoğu'yu ele geçirmeyi hedefleyen haçlı yayılmasına karşı, başarılı bir direniş ortaya koymuştur. Anadolu Selçukluları'nın bu kahramanca direnişi, haçlıların yayılmacı emellerine fırsat vermeyerek İslam topraklarının istiladan en az zararla kurtulmasını sağlamıştır. Ayrıca kendi aralarında rekabet eden bütün müslüman beylikler; büyüyen düşman tehlikesine karşı birleşerek ortak hareket etmiş, İslam bayrağı etrafında tam bir birlik meydana getirerek çekirge sürüleri gibi saldıran haçlı birliklerine geçit vermemişlerdir. Bu arada Danişmendliler ile Selçuklular arasındaki siyasi rekabet de haçlı tehlikesine karşı yerini, işbirliğine bırakmıştı.

1101 yılında sefere çıkan üç büyük haçlı ordusu da, birinci seferde olduğu gibi; kralların yönetiminde değil, düklerin, kontların ve kilise ileri gelenlerinin liderliğinde yola çıkmıştı. İstanbul'a ilk ulaşan ordu Milano Başpiskoposu Anselm de Buis liderliğinde Lombardlardan teşekkül etmiş bir orduydu. 1 . Haçlı Seferi'ne katılmamış olan Lombardlar, papa ile ilişkileri düzelir düzelmez kalabalık bir grupla bu takviye seferinde yerlerini almışlardır. Alman ve Fransız ordularının gelişiyle tamamlanan bu ordu, Bizans İmparatoru Aleksios tarafından kendilerine rehber olarak verilen 500 kişilik kuvvetle beraber ilk karargahları olan İzmit'ten Anadolu içlerine doğru ilerlemişlerdir.

On binlerce askerden oluşan bu haçlı gücü; her ne kadar «Mukaddes Kudüs» kentine gitmek ve hıristiyan güçlerini takviye etmek maksadıyla yola çıkmışsa da, bir diğer amacı da doğuya doğru ilerlemek ve yeni yerler elde etmekti. Bu yüzden yolunu Ankara istikametine çevirdi ve Danişmendli Gümüş Tekin'in Niksar Kalesi'nde esir tuttuğu Antakya kontu ve ünlü haçlı komutanı Bohemont'u esaretten kurtarmaya yöneldi.

Bu yeni haçlı dalgasını haber alan Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan, Anadolu içlerinde ilerlemekte olan bu orduyu dikkatle takip ederek saldırı için uygun zamanı kollamaktaydı. Kılıçarslan bir yandan da Danişmendlilere, Halep Emiri Rıdvan'a, Harran Emiri Karaca'ya ve Artuklu Bey'i Belek’e haber salarak haçlılara karşı yardım çağrısında bulundu.

Büyük ve değerli komutan Kılıçarslan'ın çağrısına uyan Türk, Kürt ve Arap beyleri; birlikte hareket ederek ortak bir İslam ordusu kurdular. Kılıçarslan ve diğer komuta heyeti saldırı için acele etmediler. Nitekim haçlılar, Beypazarı üzerinden Ankara'ya vardıklarında bile Kılıçarslan karşılarına çıkmayı uygun görmedi. Ankarada bir süre konaklayan haçlılar, Çankırı üzerinden Niksar'a ulaşmak istiyordu. Ancak Haziran ayına rastlayan bu yolculukta kalabalık haçlı ordusunun su ve yiyecek bulma sıkıntısı had safhaya ulaşmıştı. Kılıçarslan bir harp taktiği olarak haçlıların yürüyüş güzergahı üzerindeki ekili arazileri tahrip ettirmiş ve su kuyularının da kapatılmasını emrederek haçlı ordusunu zor durumda bırakmıştı.

Nihayet iki ordu Merzifon yakınlarındaki bir ovada karşılaştılar. Bu karşılaşma büyük haçlı ordusunun kesin hezimetiyle neticelendi. 20 bin kişiden oluşan Selçuklu kuvvetleri, tarihi kaynakların 50 bin ila 200 bin arasında gösterdiği haçlı ordusunu darmadağın etti. Perişan bir duruma düşen haçlı ordusuna son darbeyi tepede mevzilenen Selçuklu okçu kuvvetleri indirdi. Tepeden ok yağmuruna tutulan haçlılar, neye uğradıklarını şaşırdılar. Komutanlarının bile kendi canlarının derdine düştüğü savaşta, haçlı askerlerinin kaçabilenleri kaçtı, kaçamayanları ise bütünüyle imha edildi.

Bu ordunun tamamen savaş dışı bırakıldığı günlerde Nevres kontu Il. Guillauma idaresinde Fransızlardan oluşan ikinci bir haçlı ordusu yine Bizans topraklarına girerek İstanbul üzerinden Anadolu'ya geçti. Kılıçarslan, haçlıların bu yeni girişimini de haber alarak derhal ordusunu harekete geçirdi. Merzifon Ovası'ndaki büyük zafere imza atan Selçuklu ordusu daha atlarını dinlendirmeden yola koyuldu. Bu arada haçlı ordusunun Ankara'ya kadar geldiği ve Konya istikametine doğru yön değiştirdiği haber alınmıştı. Selçuklular Danişmendli kuvvetlerinin de desteği ile Konya'ya varmadan haçlı ordusuna yetişti. Ancak yapılan tüm yıpratıcı hücumlara rağmen kalabalık haçlı ordusunun Konya'ya ulaşması önlenemedi.

Konyadan güneye yönelen bu haçlı ordusunun da zamanla su ve yiyecek sıkıntısı artmıştı. Kılıçarslan hemen hemen aynı taktikle haçlı ordusunu izlemiş, yorgun ve gücünden çok şey kaybettiği bir sırada saldırmayı tercih etmişti. Bu sebeple ikinci ordunun akıbeti de birincisinden farklı olmadı. Nitekim Bizans'ın elinde bulunan Ermenek Kalesi'ne sığınarak canını zorlukla kurtarabilen Nevres Kontu ve birkaç şövalye dışında tüm haçlılar savaş meydanında etkisiz hale getirildiler.

Bu orduyla mücadele esnasında üçüncü haçlı ordusu da İznik-Akşehir yolundan hareket ederek Selçuklu topraklarında ilerlemeye başlamıştı. Kılıçarslan her zamanki temkinli ve tedbirli tavrıyla bu yeni haçlı dalgasını da izledi ve önlerinden çekilerek yorgun ve bitap düşmelerini sağlayacak bir strateji takip etti. Selçuklu ordusu Konya-Ereğli yakınlarındaki Akgül Ovası'nda hücuma hazır olarak gördüğü haçlı ordusunu pusuya düşürerek imha etti. Böylece 1 . Haçlı Seferleri'ni tamamlayıcı nitelikteki « 1101 Yılı Haçlı Seferleri»ne katılan Avrupalı kuvvetlerin üç saldırısı da boşa çıkarılmış oldu.

1101 yılında kazanılan bu başarıların, Türkleri Anadolu'dan atmak ve bu toprakları bizzat ele geçirmek düşünce ve hedefiyle sahneye konulmuş haçlı seferlerinin amacını yok ettiğini; haçlı hareketine ilk darbeyi vurduğunu ve Türk milletinin gelecekteki kaderini etkileyecek olumlu gelişmelerin temel taşını teşkil ettiğini kabul etmek doğru olur.

Selçukluların bu başarısı; Anadolu'nun bundan sonra yabancılar tarafından değil işgalini, bu topraklardan geçme imkanını bile ortadan kaldırdığını göstermiştir. Bundan böyle, Anadolu'nun içinden geçen yol, hem Bizans hem de batı dünyasının haçlı ordularına kesinlikle kapanmıştı. Her ne kadar 1147 ve 1190 yıllarında yapılan Haçlı Seferleri sırasında Alman ve Fransız orduları Anadolu'dan Suriye'ye geçiş yolunu zorlamaya çalışmışlarsa da, hiçbir başarı elde edememişlerdir.


II. HAÇLI SEFERİ (1147-1149)


İlk haçlı devletlerinden Urfa Kontluğu'nun Musul Atabeyi İmadüddin Mahmud Zengi tarafından ele geçirilmesi (Aralık 1144) Avrupa'da büyük endişe uyandırmış ve yeni bir haçlı seferinin fitilini ateşlemişti. Nitekim Papa III. Eugenius bu gelişme üzerine 1145 yılının sonunda hıristiyan dünyasına yeni bir haçlı seferi çağrısında bulundu. Katolik dünyasının ruhani lideri bu sefer için tüm ağırlığını ortaya koyarak maddi ve manevi teşvikleri ile katılımın büyük boyutlara ulaşmasını sağladı.

Çağrıya ilk coşkulu destek, Fransa kralı VII. Louis'den geldi ve sefere; ordusunun başında bizzat katılma kararı aldı. Başta Clairvaux'lu Aziz Bernard olmak üzere Hıristiyan din adamlarının ateşli teşvikleriyle sefere katılım, artarak sürdü. Nihayet Alman İmparatoru da geniş kitlelerin sesine kulak vererek haçlı seferine iştirak etmeye ikna oldu. Üstelik yanında Bohemya ve Polonya Kralları da bu sefere katılacaklardı. Böylece Avrupa'nın iki büyük imparatorunun liderliğinde yeni ve büyük bir haçlı seferi hazırlanmıştı.

İlk harekete geçen Alman İmparatoru Konrad  oldu  ve  ordusuyla Macaristan topraklarını aşarak Bizans topraklarına girdi. Bizans'ın, kendi çıkarları açısından Avrupa'nın bu yeni girişimini uygun bulduğu söylenemezdi. Nitekim haçlı orduları, henüz Bizans toprakları üzerinden Anadolu'ya ulaşmadan önce İmparator Manuel Komnanos Anadolu Selçuklu Sultanı Mesud'la barış yaparak çok yönlü tehditlere karşı tedbir alma ihtiyacı duymuştu.

Alman İmparatoru Konrad ve beraberindeki disiplinsiz ve kalabalık ordusu 1147 Eylül'ünde İstanbul'a ulaştı ve tıpkı daha önceki haçlı orduları gibi Bizans'a zarar vermeyeceğine dair taahhüt içeren yemini yapmak zorunda kaldı. Alman, Bohemyalı ve Polonyalılardan oluşan orduda birlik ve bütünlük olmadığı gibi zaman zaman meydana gelen taşkınlıklar da sevk ve idareyi güçleştirmekteydi. Bu durum, Bizans açısından oldukça rahatsız ediciydi. Bizans İmparatoru Manuel; İstanbul'da yaşanan bu karmaşaya, gelmekte olan yeni Fransız haçlı birlikleri de eklenmeden son vermek için Alman ordusunu Anadolu üzerinden Antalya'ya yönlendirdi. Böylece Türklerle çatışmaya girmeden, Bizans arazisi güzergahı kullanılmış olacaktı. Ancak İznik'e geçen Alman İmparatoru kendisine o kadar güveniyordu ki; savaşçı olmayan gönüllüleri İznik'te bırakıp, muharip seçme 20 bin kişilik bir orduyla doğuya yönelerek ilerlemek istedi. Nihayet Eskişehir yakınlarında (Dorylaion) 1. Mesud tarafından idare edilen Selçuklu ordusuyla karşı karşıya geldiler. İnsicamdan ve disiplinden mahrum haçlı ordusu için bu karşılaşma büyük bir bozgunla sonuçlandı. Haçlı ordusunun yüzde doksanı saf dışı bırakılarak imha edildi. Alman İmparatoru ise çareyi; çoğu yaralı 2000 askeriyle İznike doğru kaçmakta bularak, canını kurtarmış oldu. Kazanılan bu zaferin müslüman-Türkler için çok özel bir anlamı vardı. Selçuklular, bu üstün başarıyla I. Haçlı Seferi sırasında aynı yerde yaptıkları savaşın güzel bir rövanşını almışlardı.

Öte yandan il. Haçlı Seferi'ne katılan Fransa Kralı VII Louis de aynı sıralarda eşinin de katıldığı daha güçlü bir orduyla, aynı yolu takip ederek Ekim ayında İstanbul'a ulaştı. Selçuklularla anlaştığı için kendisine güvenmemekle beraber Bizans İmparatorluğu'yla anlaştı. Buna göre Haçlı ordusu Bizans'a zarar vermeyecekti ve aldıkları eski Bizans topraklarını Bizans'a bırakacaklardı, buna karşılık Bizans da haçlı birliklerine Anadolu içlerinde kılavuzluk yapacaktı.

Fransız ordusu Anadolu'ya geçerek İznik'e vardığında Alman İmparatoru Konrad'ın önderliğindeki haçlı birliklerinin ağır yenilgisinden haberdar olmuştu. Konrad da İznik'e zorlukla ulaşmıştı. İki büyük haçlı lideri İznik'te buluştu ve içlerinde birçok yaralının da bulunduğu birlikleri bu yeni orduyla birleştirme kararı aldılar. İki kral bu kez birlikte hareket ederek Balıkesir Bergama ve İzmir üzerinden hıristiyanlarca mukaddes Efes kentine vardılar. Ancak Konrad burada hastalanarak İstanbul'a dönmek zorunda kaldıysa da tedavisini tamamlayıp bir süre dinlendikten sonra bu kez mukaddes yerleri ziyaret etmek amacıyla deniz yolunu kullanarak Filistin'e gitti.

Öte yandan Fransız kuvvetlerinin önderliğindeki birleşik ordu Denizli üzerinden Antalya'ya ilerleyişi sırasında büyük zorluklarla karşılaştı. Selçuklular, Menderes nehri boyunca haçlıların izini adım adım takip etmekteydi. Ve nihayet haçlıları, Yalvaç yakınında ve Toroslarda vur-kaç taktiğinin kullanıldığı yıpratıcı savaşlar yaparak ve pusuya düşürerek onlara büyük kayıplar verdirdiler. Bu durum; hastalıkla, su ve erzak teminindeki güçlüklerle boğuşmak zorunda kalan kalabalık orduyu büsbütün perişan etmişti. Her şeye rağmen savaşçı niteliğinden sıyrılsa da, 100 bin civarındaki bir haçlı güruhu Antalya'ya ulaşmayı başarabilmişti.

Kral Louis ve şövalyelerinden oluşan çekirdek güçler bir gemiye atlayarak Antakya'ya adeta kaçarak gitti. Kaderine terk edilen haçlılar da sahil şeridini kullanarak Suriye istikametinde hareket ettiler. Yolda mahalli Türk ve Kürt müslüman güçleri tarafından yıpratılan bu güruhtan ancak yarısı Antakya'ya ulaşabilmişti. Haçlılar açısından tam bir felaket yaşanmıştı. Birleşik haçlı güçleri son bir gayretle Şam'ı ele geçirmek istedilerse de Şam hakimi Tacu'l Müluk Böri kuşatmayı yararak «Frenkleri» ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaşlara şahitlik etmiş şair İbn-i Kayserani, Böri'nin halkı esaretten kurtarışını ve kahramanlıklarını şu beyitleriyle övmektedir.


"Hak sevinçli, kılıçlar gülümsemede

Atları sürdün, ülkeyi sağlama aldın,

İnsanları güvende kıldın,

Sen dilediğini yapmakta özgürsün.

Atlarınla en uzak yerlerden çıkıp geldin,

Onların beline zincir dolayarak,

En güzel tedbirleri aldın.

Karanlığıyla dünyayı yutan gece gibi,

Müşrikler bizi kuşattığında,

Bizi aydınlığa çıkardın."


Böylece Il. Haçlı Seferi'ne katılan yüz binlerin uzun yürüyüşü Şam bahçelerinde hazin bir şekilde sona erdi.

Sonuç olarak haçlılar kara yoluyla doğuya takviye güç sevk edemediler. Deniz yoluyla ise sınırlı sayıda gönderilebilen takviye güçler de ne doğudaki küçük hıristiyan kontlukları ne de Kudüs krallığını askeri bakımdan güvence altına alabilmişti. Bu durum kısa zaman içinde Kudüs'ün müslümanlar tarafından ele geçirilmesini kolaylaştıracaktır.

Bu yenilgi Orta Çağ hıristiyanlarını hem şaşırttı hem de öfkelendirdi. Durumu değerlendirmeye çalıştılar ve sonunda asıl sebebin, Yunan ihaneti (Bizans) olduğunu gördüler. Bunun üzerine Bernard, Konstantinopolise karşı bir kampanya düzenlenmesini teklif etmeye başladı.


III. HAÇLI SEFERİ


ŞARKIN EN SEVGİLİ SULTANI SELAHADDİN ve HITTİN ZAFERİ



Il. Haçlı Seferi'nde batılı güçlerin uğradığı başarısızlık, İslam dünyasını son derece olumlu etkilemişti. Suriye'de adil bir yönetim kurarak kendisinden sonra gelenlere de örnek olan Nureddin Zengi bölgedeki etkisini artırmış, Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Mesud'la da işbirliği yaparak haçlı uzantısı kontlukların hakimiyet alanlarını önemli ölçüde daraltmıştı.

Nureddin; kısa zamanda Şam'ı ele geçirip Antakya ve Trablus konduğunu bir tür kuşatma altına aldıktan sonra, Kudüs Latin Krallığı'nı iyice sıkıştırmak için Mısır'ı da kontrol altına almak istedi. Nitekim 1164 Nisan'ında Mısır'a Şirkuh kumandasında bir askeri güç gönderdi. Gönderilen birliklerin içerisinde Şirkuh'un yeğeni Selahaddin Eyyubi de vardı. O dönemde, Fatımi yönetimi altında bulunan Mısır; kendi güvenliği açısından Kudüs Latin Krallığı'nın da hakim olmaya çalıştığı bir bölgeydi.

Nureddin Zengi, Mısır'a hakim olabilmek için beş yıl sürecek bir mücadeleye girişti. Nihayet 1169 yılı başlarında Şirkuh hem Latin Kudüs Krallığı'nın girişimlerini boşa çıkarmış hem de Batıni-Fatımi yönetimine son vermeyi başararak başkent Kahire dahil tüm Mısır'ı ele geçirmişti. Ancak bu başarılarından iki ay sonra vefat etti. Şirkuh’un ölümünden sonra, Selahaddin ismi giderek ağırlık kazanmaya başladı. Böylece Selahaddin, hayatı boyunca bağlı kalmış olduğu Nureddin Mahmud Zengi adına Mısır'ı yönetmeye başladı.

Selahaddin 1174 yılında Nureddin'in vefatından sonra; önce Mısır'a, daha sonra da Suriye ve Güneydoğu Anadolu'ya hakim olarak on yıl gibi kısa bir süre içerisinde güçlü bir devlet kurdu. Bu süreçte hakimiyetinin sınırlarını Malazgirt ve Malatya'dan Yemene kadar genişletmeyi başardı. Kaynakların Kürt asıllı olduğu konusunda hemen hemen birleştiği Selahaddin, gerçekten de İslam medeniyetinin yetiştirdiği eşsiz komutanlardan biriydi. Mısır'da adil, hoşgörülü ve etkili bir yönetim oluşturmuş, İslam dünyasının dağınık görünümüne son vererek müslüman toplulukları dış düşmanlara karşı birleştirmeyi başarmıştı. Ünü kendi coğrafyasını aşmış; cesareti, kahramanlığı, merhameti ve dindarlığı nesilden nesile aktarılarak bir efsane haline gelmiştir. Kaynaklar; onun ileri görüşlü, tevazu sahibi, sözünün eri, affetmeyi bilen, konuklarına karşı her zaman nazik biri olduğunda birleşmektedir. En büyük hedefi Kudüs'ü hıristiyanlardan geri almak olmasına rağmen, cüzamlı kral IV. Baudouine verdiği sözü tutup barış anlaşmasını çiğneyen taraf olmamıştı. 

Selahaddin iyi bir komutan olarak dostuna güven verdiği kadar düşmanına da korku salmayı başarmış bir liderdi. Dünya tarihinde adına başka bir ülkede vergi toplanan ikinci bir lider bilinmemektedir. Nitekim Kral Henry'nin Krallık Tacı Danışma Kurulu; Ocak 1188'de Le Mans'ta toplanarak, «Selahaddin Öşrü» adını taşıyan bir vergiyi mecburi kılmıştı. Bu vergi, kralın İngiltere ve Fransa'daki vatandaşlarının gelirlerinden ve taşınabilir servetlerinden onda bir olarak tahsil edilecekti.

Selahaddin Eyyubi; İslam birliği yolunda samimi bir tavır sergilemiş, bu konuda hayatı boyunca tutarlı ve kararlı olmuştur. Nitekim ihtilaf konusu olan bir kale için Anadolu Selçuklu Sultanlığı ile yaşanan çekişmeyi uzatmamış, barış yolunu seçerek batıdaki kardeşlerini incitmemeyi tercih etmişti. Musul vezirine yazdığı mektubunda birlik sebeplerini şöyle ortaya koyduğu nakledilmiştir:

"Malumdur ki; biz İslamın galip gelmesini, küfrün mağlup olmasını istiyoruz. Müslümanların kafirlere karşı kuvvetli olmasını, Allah'ın adet ettiği üzere İslam askerlerinin kafir ordularına karşı muzaffer olmasını istiyoruz. Kılıçarslan Miryakefelon'da Rumlarla (Bizans'la) anlaşma yaptı. Allah biliyor ya, onların (Selçukluların) heybetini yıkmak ve hatalı fikirlerinden dolayı cezalandırmak istemedik:

Selahaddin Eyyubi dönemi, Orta Doğu'da müslümanların dış düşmana karşı tam bir birlik içerisinde oldukları nadir dönemlerden biridir.

1186 yılı sonbaharında Kudüs Latin Krallığı'nın güçlü isimlerinden Kerek-Şevbek bölgesine bakan Prens Renzud de Chatillon, kendi topraklarından geçen anlaşmalı bir müslüman kervanına saldırdı. Kervandaki mallara el koyduğu gibi, kervanın güvenliğinden sorumlu müslüman askerleri de tutsak etti. Mısır ve Suriye'deki gücünü artırmış ve İslam dünyasının yükselen yıldızı haline gelmiş olan Selahaddin bu duruma kayıtsız kalamazdı. Nitekim Kudüs Krallığı'ndan esirlerin derhal serbest bırakılmasını ve mallarının kendilerine iade edilmesini istedi. Ancak Kudüs Haçlı Krallığı'ndan olumlu bir cevap alamadı. Bu gelişme üzerine 1187 yılı başlarında Kudüs Latin Krallığı'na sefer düzenlemeye karar verdi. Civardaki Türk, Kürt ve Arap müslümanların ileri gelenlerine; onları, haçlılarla mücadele etmeye çağıran mektuplar gönderdi. Yemen ve Trablusgarb dışındaki bölgelerde bulunan askerler, bu çağrıyı olumlu karşılayarak düzenlenecek mücadeleye katılacaklarını ifade ettiler. Bütün İslam dünyasını haçlılarla cihada çağıran Selahaddin, hepsinin toplanmasını beklemeden Şam'ın güneyinden Kerek üzerine yürüdü. Prens Renzud de Chatillon, korkusundan Kerek Kalesi'ne kapandı. Selahaddin, 1187 yılının ilkbaharında bütün savaş hazırlıklarını tamamlayarak ordusunu Havran bölgesine yerleştirdi.

Kudüs Latin Kralı da elindeki tüm muharip güçleri devreye sokmuş, maiyetini ve şövalyelerini savunma hazırlıkları için Akka'da toplamıştı. Dini duygularını harekete geçirmek için de Kudüs'ten «Kutsal Haç»ı getirterek askerlerinin önüne koymuştu.

Müdebbir komutan Selahaddin, haçlı kuvvetleriyle giriştiği mücadelede su silahını da iyi kullanarak Taberiye ve Akka mevkiinde başarılı bir kuşatma hareketi gerçekleştirdi. Düşmanın ezici bir galibiyetle yok edildiği bu savaş, tarihe Hıttin Savaşı olarak geçti. Bu savaşı anlatan kaynaklarda zafer şöyle tasvir edilmektedir: 

"Ölüleri gören, kimse esir edilmemiş; esirleri gören, kimse öldürülmemiş sanırdı. Haçlılar sahil bölgesini işgal edeli, müslümanlar Hıttin Zaferi gibi bir zafer kazanmamışlardı. Allah, diğer hükümdarların yapamadığını Sultan'a (Selahaddin Eyyubi'ye) nasip etti.

Bu savaşın hayret edilecek taraflarından biri, haçlıların şövalyelerinin atları öldürülmedikçe öldürülemedikleridir. Tepeden tırnağa zırhlı oldukları için yekpare demir parçası gibiydiler. Ok, kılıç onlara işlemiyordu. Bu sebeple binlerce atları olduğu halde hiçbir at ganimet alınmadı.

Seçkin Templier, Hospitalier şövalyeleri bütünüyle saf dışı bırakılmış; liderleri de öldürülmüştü. Kaçmalarına göz yumulan birkaç haçlı reisi ve Kral Guy'un hayatları bağışlanmıştı. Ancak yaptığı anlaşmayı bozarak kalleşçe davranan ve müslümanlara saldırılarıyla tanınan Prens Renzud de Chatillon'u, Selahaddin'in bizzat öldürdüğü rivayet edilir.

Savaşta esir alınan yaya askerlere iyi davranıldı. Çoğunun hayatı bağışlandı ve bir kısmı da fidye karşılığında salıverildi. Askeri gücü yok edilen Kudüs Krallığı'na ait toprakların birer birer müslümanların eline geçmesinin önünde artık hiçbir engel kalmamıştı. Taberiye, Akka,Nablus, Yafa, Sayda, Beyrut, Cübeyl, Askalan ve Gazze peşpeşe Selahaddin'in kontrolüne girdi. Mukaddes Kudüs kenti de zorlu bir kuşatmanın ardından teslim oldu.

Selahaddin; Kudüs'e girdikten sonra binlerce kişiyi bağışladığı gibi, fidyelerini de düşük tutmuştur. Kudüs halkına çok iyi davranmış, 88 yıl önce kentin müslüman ahalisini bütünüyle katleden, bu katliama 5.000 Yahudi'yi de ekleyen menfur anlayışa İslam'ın merhamet ve adalet ilkesiyle cevap vermiştir. Şehirden çıkışlarına izin verilen hıristiyanlar; civardaki Sur, Trablus ve Antakyaya sığındılar. Ortodoksların ve Yakubilerin kentte kalmalarına izin verildiği gibi, hıristiyanlarca mukaddes sayılan mekan ve mabedlerin idaresi de kendilerine verildi. Musevilerin de tekrar şehre yerleşmelerine izin verildi.

Kudüs böylece kesin ve nihai olarak Frenklerin elinden alınmış oldu. Şehrin kapılarında tekrar bir hıristiyan ordusunun görünmesi için yedi yüz yıla yakın bir sürenin akıp gitmesi gerekecekti.

Haçlıların Hıttin mağlubiyeti hakkındaki ilk haberler; önce Cenovalı denizciler tarafından Avrupa sahillerine taşınmış, herkesi dehşete düşüren bu yenilgi haberi, söylentiler halinde süratle bütün kıtaya yayılmıştı.

Surda toplanan haçlılar, Papa'ya ve Avrupa'daki krallara kendilerine acil yardım gerektiğini ve durumlarının ne kadar ümitsiz olduğunu bizzat anlatmaları için Sur Piskoposu Josias ve Antakya Patriği Aimery'i yola çıkardılar.

Sicilya Kralı Il. Guillaume, yenilgi haberinin Sur Piskoposu Josias tarafın dan da doğrulanması üzerine büyük bir üzüntüye kapıldı. Dua etmek için çuvallara bürünerek dört gün inzivaya çekildi. Avrupadaki hükümdar arkadaşlarına mektuplar yazarak doğuda uğranılan felaket karşısında bütün imkanların seferber edilerek yeni bir Haçlı Seferi'nin hazırlanması gerektiği düşüncesini dile getirdi. Yazdıklarına göre, kendisi de süratle doğudaki dindaşlarının yardımına koşmaktan kaçınmayacaktı.

Gerçekten de Amiral Margaritus kumandasında gönderilen büyük bir Sicilya filosu 1188 yazında Suriye sahillerine ulaştı. Bu filo Trablus'un müslümanlar tarafından zaptedilmesini önlediği gibi, Antakya ve Sur sahillerine de gerekli yardımı zamanında yetiştirmelerini sağladı. Ancak Sicilya Kralı'nın Kasım 1189'da ölümü Sicilya'nın Haçlı Seferlerine ilgisini azalttı.

Bu gelişmelerin ardından Papa III. Urbanus, hıristiyanları doğudaki dindaşlarına yardım etmek üzere yeni bir Haçlı Seferi'ne çağırdı. Ayrıca batının büyük krallarını da bu yeni sefere katılmaya ikna etti. Ancak Avrupalılar bu yeni haçlı organizasyonunu Hıttin zaferinden ancak üç yıl sonra tamamlaya-bildiler.

Nihayet Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa 1189 Mayıs'ında hazırlıklarını tamamlayarak yola çıktı. Macaristan ve Balkanlar üzerinden Çanakkale Boğazı'nı aşarak Anadolu'ya geçti. Ancak gerek Balkan topraklarında gerek Anadolu'ya geçişi sırasında Bizans imparatoruyla aralarında büyük gerginlikler yaşandı. 

Anadolu Selçuklu Sultanı IL Kılıçarslan, Anadolu'nun güneyine yönelen haçlı kuvvetlerini takip altına almakta gecikmedi. Açlık, susuzluk ve yolları iyi bilmemek gibi problemler, geçmişteki Haçlı Seferlerinde olduğu gibi bir kez daha haçlı ordusunun belini kırmıştı.

Selçukluların boşalttığı Konya'ya giren Friedrich Barbarossa, burada kalmadan Toroslardan Silifke'ye yöneldi. Ancak Göksu Çayı'nı geçerken boğularak öldü. Bu gelişme haçlı ordusunun moralini büsbütün bozdu. Böylece gayesinden uzaklaşan ordu, iyice yılgınlığa düşerek dağıldı. Barbarossa'nın oğlu Friedrich; küçük bir birliği Sur kentine ulaştırmayı başardıysa da, bu kuvvetler beklentileri karşılamaktan çok uzaktı.

Öte yandan Danimarka, Hollanda ile İtalyan şehir devletleri Cenova ve Venedik de çağrıya uyarak filolarıyla doğuya yardıma koşmuşlardı. Buna karşılık Fransa ve İngiltere arasındaki siyasi meseleler bu iki büyük devletin III. Haçlı Seferi'ne iştirakini geciktirmişti. Nihayet Fransa Kralı II. Philippe ve İngiltere Kralı I. Richard (Aslan Yürekli Richard) ordularıyla Fransa ortalarında güçlü bir Katolik merkez olan Vezelayda bir araya geldi.

İki kral da farklı dünyaların adamlarıydı. «Aslan Yürekli» lakaplı I. Richard, dengesiz olmakla beraber savaşçı bir kişiliğe sahipti. Becerikli fakat güvenilmez, hileci bir adam olan Fransa Kralı II. Philippe ise savaşa isteksiz olarak katılmıştı. İki büyük haçlı ordusu ayrı deniz yollarını kullanarak Akka önlerine geldiler. Bu arada Kral I. Richard yol güzergahında bulunan Kıbrıs'ı asker çıkararak ele geçirmişti.

Haçlı kuvvetlerinin hücumuna daha fazla dayanamayan Akka'daki müslüman güçler Selahaddin'e danışmadan şehri haçlılara teslim etmek zorunda kaldılar. Bu durumu kabullenmeyen Selahaddin, müslüman esirlerin derhal serbest bırakılmasını isteyerek bunun karşılığında Hıttin Savaşı'nda ele geçirilen «Mukaddes Haç»ı iade etmeyi teklif etti. Haçlı kuvvetlerinin Akkadan elde ettikleri ganimetlerin paylaşımı konusunda kendi aralarında çekişmeye girmeleri, iki ordu arasında huzursuzluk oluşturmuştu.

Bu anlaşmazlığın ardından l. Richard tarafından hakarete uğrayan Avusturya Herzogu Leopold ve Fransa Kralı Il. Philippe, yeminlerinin gereğini yerine getirdiklerini söyleyerek ülkelerine döndüler. Yalnız kalan I. Richard, Selahaddin'le yaptığı barış şartlarına uymayarak müslüman esirlerin tamamını iade etmedi. Akka garnizonundan arta kalan 2700 müslüman esiri çocuklarıyla birlikte katletti. Bu durum gerilimin daha da yükselmesine yol açtı. Güneye yönelen I. Richard'a taarruz eden müslüman atlı birlikleri, bu katliama misilleme yaparak pek çok haçlı askerini öldürdüler.

İyice yıpranan 1. Richard'ın ordusu, Yafa kentini ele geçirmek gibi bazı mevzii başarılar elde ettiyse de; Kudüs kentini ele geçirmek için yaptığı tüm girişimler şarkın en güçlü hükümdarı Selahaddin tarafından boşa çıkarıldı.

Nihayet her iki taraf da durumu müzakere ederek beş yıl geçerli olacak bir barış anlaşması yapma konusunda uzlaştılar. Bu anlaşmaya göre Askalan şehri müslümanlarda, Yafanın kuzeyindeki en geniş yeri on, on beş kilometreden ibaret olan sahil şeridi de hıristiyanlarda kalıyordu. Ancak Selahaddin'in zaten savaş sırasında bile engellemediği hıristiyanların Kudüse serbestçe girip çıkmalarına müsaade edilecekti.

Kudüs'ü geri almak amacıyla Avrupa'nın en büyük krallarının olanca ağırlıklarıyla katıldıkları üçüncü Haçlı Seferi de amacına ulaşamamıştı. Ancak Akka kentini ele geçirmeleri, hıristiyanların kıyı bölgelerinde varlıklarını bir müddet daha korumalarını sağladı. Hıristiyan dünyası, Selahaddin'in tedbirli girişimleri sonucunda bir daha İslam topraklarına uzun süre bu çapta bir saldırıya cesaret edemedi.

Ömrü mücadeleyle geçen Selahaddin, 4 Mart 1193 yılında malarya ya da menenjit hastalığına yakalanarak 57 yaşında Şam'da vefat etti. Takva sahibi, İslamiyet'e gönülden bağlı, haşmetli bir iktidara sahip olmasına rağmen sade yaşamayı seven bir sultandı.

Hakkında nakledilen bir rivayet, Selahaddin'in dindar kişiliği hakkında önemli ipuçları taşımaktadır. Bu rivayete göre Selahaddin Eyyubi, vefatına az bir süre kala, bir parça bezden oluşan kefenini bir kargının ucuna taktırarak günlerce sokaklarda şu sözlerle dolaştırmıştır:

"Ey insanlar! Geniş ve zengin ülkelere sahip Selahaddin, mezara ancak bu kefeni götürecektir:


IV. HAÇLI SEFERİ


HAÇLILARIN BİZANS BAŞKENTİNİ YAĞMALAMALARI


"Ey şehir, ey şehir! Bütün kentlerin gözbebeği! Bütün dünyada senden söz edilir. Dünyanın en yüce seyirliği, bütün kiliselerin sütannesi, iman beldesi, doğru inancın rehberi, eğitimin muhafızı, her iyiliğin hazinesi. Sen ilahi öfkenin kupasından içtin ve daha önce beş kentin üstüne düşenlerden daha korkunç bir ateşçe ziyaret edildin.

Fiyaskoyla neticelenen III. Haçlı Seferi'nden sonra da; papalar, hıristiyanları doğuya yönlendirmeye ve seferlere katılmaya teşvike devam etti. Nitekim Papa III. Innocentius 1202 yılında halkı, İslam dünyasına saldırmaya ve Kudüs kentini ele geçirmeye azmettiren yeni bir çağrıda bulundu. Seferi başlatan kişi ise Flandra kontu Baudouin idi.

İlk hedef Mısır'dı. Filistin'in kıyı kentlerine sıkışmış Haçlılara ancak Mısır üzerinden yardım ulaştırılabilir ve Kudüs'ü yeniden ele geçirme hayali ancak bu durumda gerçekleşebilirdi. Mısır'a sahip olmadan Kudüs'e ulaşmak imkansızdı. Ayrıca daha önce yapılan seferler karadan, Selçuklu topraklarından Kudüs'e ulaşmanın hem zorluğunu hem de bedelinin çok ağır olduğunu zaten ortaya koymuştu. Bu sebeple deniz yoluyla Mısır'a gitmek için Venedikli denizcilerle anlaşmaya varıldı. Buna göre 85 bin gümüş mark karşılığında 4500 atlı şövalye, 20 bin yaya asker ve 9 bin at bakıcısı gemilerle taşınacak; ayrıca Venedik devleti de 7 bin asker ve 50 gemi ile sefere katılacaktı.

Ancak Venedikliler Haçlıları Mısır'a götürmek yerine zor durumda olan İstanbul'a yönlendirmek istiyordu. Çünkü zenginliklerinin kaynağı bütünüyle deniz ticaretiydi; Mısır limanlarındaki faaliyetlerinden de çok büyük kazançlar elde ediyorlardı. Oysa Venedik, Bizans'ı ele geçirme fırsatı aramaktaydı. Büyük bir karmaşa ve borç içinde debelenen Bizans taht kavgalarından bunalmış, Venedik gibi devletlerin iştahını kabartmaktaydı.

Haçlıların sefer için ödemesi gereken parayı toplayamamaları Venediklilerin işini kolaylaştırmıştı. Öte yandan Bizans tahtını ele geçirme mücadelesi veren Aleksios, tahta çıkmasına yardım edilirse, karşılığında hem Haçlıların taşıma bedelini ödeyeceğini hem de sefere aktif katkı sağlayacağını söylemekteydi. Bu gelişmeler üzerine seferin yeni rotası Venediklilerin tam da istediği gibi artık İstanbul'du. Böylece IV. Haçlı Seferi doğrudan doğruya Mısır ve Suriye istikametinde bir yol takip edeceğine, Macaristandaki Zara'yı Venedik namına işgal ettikten sonra, Bizans başkenti Konstantinopolise yönelmişti.

Nihayet Haçlılar, imparator ilan ettikleri yeğen Aleksios'la birlikte Haziran 1203'te İstanbul'a geldiler ve imparatordan tahtı yeğenine bırakmasını talep ettiler. Bu talep kabul edilmeyince Haliç surlarından saldırıya geçtiler. Paralı askerlerden oluşan Bizans ordusu Haçlılara karşı dayanacak güçten mahrumdu. İmparator, çareyi kaçmakta buldu ve Bizans tahtına hapisten kurtulan babasıyla, yeğen IV. Aleksios oturdu. Ancak baba Il. lsaakios ve IV. Aleksios, haçlılara verdikleri taahhütleri yerine getiremiyordu. Bütün baskı ve ısrarlara rağmen İstanbul Kilisesi Roma Kilisesinin üstünlüğünü kabul etmiyordu. Üstelik Haçlılara ödenecek para da temin edilemiyordu.

İşte böylesine hazin bir ortamda Haçlıları tüm İstanbul'u resmen işgale yöneltecek bahane, ani saray darbesi ile gerçekleşti. III. Aleksios'un damadı Murtzuphios, V. Aleksios namıyla Bizans tahtını ele geçirdi.

Bu gelişmeye öfkelenen Haçlılar, şehri resmen işgale karar verdiler. Başlangıçta iyi bir direniş gösterildi. Hatta işgal ordu donanmasını yakmak maksadıyla 17 yangın gemisi hazırlanmış, ancak denizcilikte mahir Venedikliler, bu gemileri Haliç'teki Haçlı gemilerine isabet ettirmeden çengellerle Sarayburnu akıntısına yönlendirerek bertaraf etmişlerdi. Artık Bizans'ın direnci bütünüyle kırılmıştı. Nihayet 12 Nisan 1204 tarihinde şehir kesin olarak Haçlıların eline geçti.


İSTANBUL'DAKİ HAÇLI VAHŞETİ


İstanbul artık vahşi yağmalama ve hunharca saldırılarla karşı karşıya kalmıştı.

Lahitler açılıp mezarlar soyuluyor; kiliseler, manastırlar yağma ediliyordu. Mukaddes kupalarda şarap içen bu kahramanlar, hayvanlarını kiliselerin içine kadar getirtip ganimetleri yüklüyordu. Hatta rezalet o kadar ileri gitmişti ki, bir fahişe Ayasofya'da patriğe ait kürsüye çıkarak burada müstehcen bir şarkı okumaktan ve mabedin ortasında dans etmekten çekinmemişti. Gözü dönmüş çapulcular şeklinde hareket eden Latinler, halkın mal, can ve ırzına tasallutta bulunarak tam bir vahşet sergileyerek İstanbul halkının belleğinde yüzyılları aşan çok kötü izler bıraktılar.

Yunanlı tarihçi Nomiku, İstanbul'un yaşadığı vahşeti bu cümlelerle ortaya koyuyor:

"Yıkım korkunç ve tamir edilemez boyutlara varmıştı. Sanat, bilgelik, ilim ve medeniyet açısından paha biçilemez değerde olan hazineler, o gün, o hıristiyanların hayvanca soğukkanlılıkları ve ölçü tanımaz yağmacılık dürtüleri sonucunda tahrip edilmiş, yok olmuştur. Para, altın veya gümüş dışındaki her şey tamamen ve kat'i bir şekilde yok olup gitmiştir.

Asırlar süren çalışmalar sonucunda yaratılan fikri eserler, ilim dolu kütüphaneler, dünyaca ünlü sanat eserleri... Her şey ama her şey kül olmuş, tahrip edilmiş, ortadan kaldırılmıştır. Ve bu suretle, medeni insanlık o gün tamir edilemez bir felaket yaşamıştır.

Doğu dünyasının başkenti, imparatorluk Konstantinopolis'i kifayetsiz ve aşağılık çıkarcıların eline geçmişti:

Nomiku ayrıca Latinlerin işgalden önce de İstanbulda büyük yangınlar çıkardıklarını hatta bu yangın ve kundaklamalardan birisinde Ayasofya yakınlarındaki bir camiyi kundakladıklarını yanan camiden yükselen alevlerin İstanbul'da çok büyük bir yangına sebebiyet verdiğini anlatır. Hatta bu caminin kundaklanması sırasında Ortodoks komşularının da bizzat caminin savunmasında yer aldığını, müslümanlara yardım ettiğini anlatır. Latinlerin bu barışı da sabote ettiğini ifade eder.

Haçlı seferleri tarihi yazarı ve koyu bir Katolik olarak tanınan J. F. Michaud bile IV. Haçlı Seferi'ne katılan Latinlerin İstanbul’daki işgal ordusunun pervasız tavırlarını "Ne kadınların iffetine ne de kiliselerin ruhaniyetine saygı gösteriyorlardı" diyerek eleştirmiştir.


İZNİK HAÇLI KRALLIĞI'NIN BİZANS DEVLETİ'Nİ YENİDEN KURMASI


Haçlılar İstanbulda 57 yıl sürecek Latin hakimiyetini yeni seçtikleri İmparator Baudouin de Flandre ile başlattılar. Yeni patrik, Roma'dan görevlendirilmişti. 

Bizans toprakları haçlılar ve Venedikliler arasında adeta yağmalanmıştı. Ticari bakımdan önemli Ege kıyı şeridi ve adalar Venedik tarafından denetim altına alındı. Pelepones, Selanik ve Yunanistan'ı da haçlılar ele geçirdi. 

Öte yandan İstanbuldan kaçmak zorunda kalan Bizans prensleri de Epiros ve İznik bölgesinde küçük hıristiyan despotlukları kurmayı başardılar. Komnanos sülalesi prensleri tarafından da Trabzon'da Rum Pontus Devleti kuruldu ve Fatih'in 1461 yılındaki seferine kadar yaşadı. İstanbul halkı hiçbir zaman Latin hakimiyetini benimsemedi. Nihayet İznik Bizans prensliği 1261 yılında Latinlerin kötü yönetimine son vererek İstanbul'da tekrar Bizans hakimiyetini tesis etti.

IV. Haçlı Seferi; seferlerin dini hedeflerden çok uzaklaştığını, basit ticari kar ve menfaat sağlama ekseninde geliştiğini göstermişti. Bu sefer sırasında ve işgal yıllarında İstanbul halkına reva görülen insanlık dışı muamele, hıristiyanlar arası birlik fikrini temelinden sarstı. Öte yandan bu durum Türklerin batıya ilerleme emelini kolaylaştırdı. Bu seferin başka bir özelliği de İslam dünyasına herhangi bir olumsuz etkisinin olmamasıydı.


Yeni Avrupa'nın Oluşumunda; HAÇLI SEFERLERİNİN ETKİLERİ


IV. Haçlı Seferi'nden sonra Avrupa'dan İslam dünyasına düşük yoğunluklu dört sefer gerçekleşti. Mısır üzerinden yapılan ve daha çok deniz yolu kullanılarak gerçekleştirilen bu seferler, çeşitli sebepler yüzünden hem başarısızlığa uğradı hem de etkisiz hale geldi.

1212 yılında Papa Innocentius, yeni bir haçlı seferi çağrısı yaptı ve bu çağrıda geçmiş seferlerin başarısızlıklarını büyüklerin günahlarına bağlayan görüşlere yer verdi. Bu durum, çağrının kapsamına çocukların da girmesine yol açtı. Böylece yaşları on ikiye bile varmamış çocuklardan oluşturulan yeni bir haçlı yolculuğu başlatılmış oldu. İnanılması güç, adeta akıl tutulması olarak gerçekleşen bu sefer; dramatik bir şekilde noktalanan insanlık dışı bir gelişme olarak hafızalara kazınmıştı. Nitekim Almanya ve Fransa'dan yola dökülen binlerce çocuk, badireli bir yolculuktan ve birçok kayıplar verdikten sonra Akdeniz limanlarına varabilmişti. Üstelik bu talihsiz çocukların Marsilya, Cenova ve Brindisi limanlarından bindikleri gemilerin büyük bir çoğunluğu batmış veya kaybolmuştu. Böylece kör taassubun etkisiyle harekete geçirilen günahsız zavallı çocuklar, güya mukaddes gayeler uğruna feda edilmişti.

Bu akıl ve insaf dışı yönlendirmenin ardından 1217’de Macar Kralı Andre başkanlığında V. Haçlı Seferi başladı. Ancak bu sefer de Mısır sahillerine yapılan sonuçsuz ve hatta zararlı bir-iki saldırıdan ileri gidememişti. Nitekim Selahaddin Eyyubi'nin kardeşi Melik Adil, Kahire'ye üç yüz kilometre mesafedeki Dimyat'a ve stratejik konumdaki Akka'ya yüzlerce gemiyle yapılan haçlı saldırılarını başarıyla savuşturmuş ve boşa çıkarmıştı. Sefer, Frenklerin ağır ve kanlı kayıplarından sonra 1221 de haçlıların tamamen dağılmasıyla sonuçlandı.

VI. Haçlı Seferi kendi açılarından önceki seferlere göre nispeten daha başarılıydı. Çünkü bu dönemde lslam dünyası, doğudan batıya doğru çığ gibi büyüyen Moğol saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu durumdan yararlanmak isteyen Haçlılar, Alman İmparatoru Frederik önderliğinde deniz yoluyla harekete geçmişler ve Kıbrıs'ı ele geçirdikten sonra Akka'ya varmışlardı. Alman İmparatoru, papa tarafından aforoz edilmiş ve krallığı tartışılır bir konuma düşmüştü. Frederik, papanın desteğinden mahrum, sade bir haçlı olarak bu seferi yürütmekteydi. Haçlılar ve Akka'daki mahalli hıristiyan kumandanlar arasında, tam bir birlik olmayışı çok elverişli şartlara rağmen Frederik'i Kudüs'e askeri bir saldırı yapmaktan alıkoymuştu. Savaşı göze alamayan Alman İmparatoru, Eyyubi Sultanı Melik Adil'le mukaddes Kudüs için barış müzakerelerine girişmek zorunda kaldı. Moğol baskısından bunalan müslümanlar, barışa razı olmuş; Kudüs kentini, Nasıra ve Beytüllahm kasabalarını, Yafa'ya kadar uzanan bir toprak şeridini ve civardaki bazı kaleleri haçlılara vermeyi kabul etmişlerdi. 1229 yılında yapılan bu on yıllık antlaşmaya göre müslümanlar Kudüse serbestçe girebileceklerdi. Ayrıca, Harem-i Şerif ve civarındaki mekanların yönetimi de müslümanlara bırakılmaktaydı.

Frederik; bu antlaşmadan sonra Kudüs'teki Yeniden Doğuş Kilisesi'nde taç giymiş, ancak gerek papanın gerek diğer kilise ileri gelenlerinin muhalefeti sürdüğünden kendi tacını kendi takmak zorunda kalmıştı.

İmparator, Kudüs'ü barış yoluyla da olsa yeniden ele geçirmesine rağmen, mahalli askeri yöneticilerin ve hıristiyan halkın düşmanlık duygusunun her geçen gün artması üzerine mukaddes kenti terk etmek zorunda kalmıştı.

Önce Akka'da bir süre dinlenmiş daha sonra da Avrupa'ya dönmüştü. Ancak imparator, papayla arasını düzeltip aforozdan kurtulduktan sonra doğu ile yeniden ilgilenmeye başladı. Konumunu güçlendirmek için bölgeye yeni askeri kuvvetler sevk etti. Bütün bu ilgiye ve tahkimata rağmen Kudüs ve civarındaki Latin hakimiyeti, imparatora problem olmaya devam ediyordu. Bölgedeki mahalli askeri liderlerle uyumlu ve güçlü bir idari yapı bir türlü kurulamıyordu. Nihayet önce Kıbrıs'ta ayrı bir krallık kurularak imparatorun durumu sarsılmış, ardından Akka'da da mahalli yönetimler Frederik'in hakimiyetinden çıkmayı başarmışlardı.

Hıristiyanlar arasında bu karmaşa yaşanırken Mısırda da Melik Adil ölmüş, yerine geçen Melik Salih Eyyub, Haçlılara karşı Harizmşahlar ve Eyyubiler'den oluşan birleşik bir askeri güç oluşturmayı başarmıştı. Barış antlaşmasının on yılı doldurmasının ardından harekete geçen Harizmşahların başını çektiği bir askeri güç, Kudüs'ü tekrar ele geçirmeyi başarmıştı. Böylece müslümanlar yeniden Kudüs'ün mutlak hakimi olmuş ve 15 yıllık haçlı işgaline de son vermişti.

VII. Haçlı Seferi'ni Fransa Kralı IX. Louis 1248de başlatmıştı. Papa tarafından desteklenen ve dindar bir kişiliğe sahip olan kral, 50 bin şövalyesi ile önce Kıbrıs'a uğrayıp ardından Akka'daki mahalli hırıstiyan güçlerle beraber Mısır'da karaya çıkmayı başarmıştı. Ancak Eyyubi kuvvetleriyle giriştiği çatışmalarda yenilmekten kurtulamadığı gibi şövalyeleriyle birlikte esir düşmüştü. Kral Louis; ağır bir fidye ödedikten sonra esaretten ancak kurtulabilmiş, Kudüs kentini uzaktan bile göremeden mağlup ve umutsuz bir şekilde ülkesi Fransa'ya geri dönmüştü. Haçlılara bu sefer esnasında, yenilgiler tattıran komutanlar arasında bulunan Baybars, kısa bir müddet sonra Mısır ve Suriye'de Eyyubilerin devamı olan Memluk Devleti'nin başına geçti. Sultan Baybars'ın iktidarında doğuda haçlı hakimiyetindeki alanlar daha da daraltıldı. Hele Antakya kontluğunun müslümanlarca ele geçirilmesi, bölgede haçlı hakimiyetinin büyük ölçüde çöküşüne yol açtı.

1270 yılında Fransa Kralı IX. Louis Tunus'a karşı yeni bir Haçlı Seferi tertip etmiş fakat, haçlı ordugahında çıkan veba salgını sebebiyle kralın ölümü, ordusunun dağılmasına yol açmıştı. Böylece VIII. Haçlı Seferi de batılılar açısından hayal kırıklığı yaratan sonuçsuz seferlerden biri olmaktan kurtulamamıştı.

Cihanşümul haçlı seferlerini sona erdiren gelişme ise 1289'da Trablus Şam'ın ve nihayet Haçlı Latin Krallığı'nın son kalesi Akka'nın Memluklü komutanlarından Halil tarafından ele geçirilmesiyle yaşanmıştı. Her ne kadar Papa IV. Nicholaus, bu gelişmeye kayıtsız kalmayıp haçlı çağrılarını yinelediyse de etkili olamadı. Artık batılılar kırmızı çizgilerini Balkanlara kadar geri çekmek zorunda kaldılar. I. Dünya Savaşı'na kadar da Filistin ve Orta Doğu'da bir varlık gösteremediler. Zaten İngiltere ve Fransa arasında başlayan Yüz Yıl Savaşları da müslümanların karşı atakları Osmanlılar eliyle Balkanlarda başlatmalarına yol açtı.


SEFERLERİN ARDINDAN AVRUPA'DA YAŞANAN DEĞİŞİM


1097-1270 yılları arasındaki yüz yetmiş beş senelik zaman dilimi içinde, ağızlarından köpükler saçarak saldıran vahşi insan dalgaları Frengistan'dan kopup gelerek doğuda parçalanmışlardır.

Her şeyden önce doğu hıristiyanlarına yardım edilemediği gibi, işgal edilen bölgelerde de yerli hıristiyan halka çok kötü davranılmış; İslam idarelerinde halka gösterilen hoşgörü ve adalet, yerini baskı ve zulme terk etmişti. Nihayet ağırlaştırılmış vergiler yanında bir de Katolik kilisesinin dini dayatmaları, kitlelerde yeni bir huzursuzluk ve nefret doğurmuştu. Seferler sırasında haçlıların İslam dünyasını tahrip etmeleri, talan ve katliamları; müslüman halkta kin ve nefreti artırmış, keskinleşen bu ayrışmadan kadim medeniyetlerin temsilcileri ve İslam devletlerinin sadık tebaaları yerli hıristiyan halk da zarar görmüştür.

Esasen haçlı seferlerinden en fazla zarar gören ülke, Bizans olmuştu. Sefer güzergahında sık sık İstanbul'a uğramaları, çapulcuları andıran tavırlarla bu büyük medeniyet merkezini talan etmeleri, Bizans topraklarında yağmalamayı sürdürmeleri ve nihayet IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul'u resmen işgal ederek Bizans devletine son vermeleri bu devlet açısından ağır bir darbeyi teşkil etmişti. Nitekim Bizans, zamanla yeniden toparlanmaya çalıştıysa da eski gücünden bir hayli uzaklaşmış ve topraklarını koruyamaz hale gelmişti. Bu durum Türklerin batı yönünde Balkanlara kadar uzanabilmesine zemin hazırlamıştı.

Türkler ve İslam dünyası açısından bu saldırıların başlangıçta sarsıcı etkileri olmuşsa da bu saldırılar, zamanla toparlanmalarına hıristiyanlara karşı birleşmelerine yol açtığı gibi Anadolu'da köklü bir şekilde var olmalarının da zeminini oluşturmuştu.

Bu seferlerin en büyük etkisi Batı Avrupa'da olmuştu. Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden kitleler halinde on binlerce insanın yollara dökülmesi ve bu seferlerden geri gelemeyişi, Avrupa siyasi yapısında köklü değişikliklere yol açmıştı. Seferlere katılan derebeyleri ve şövalyeler, bulundukları ülkelerde huzursuzluk kaynağı oluyorlardı. Adeta Avrupa başkentleri bu seferlerin sonunda siyasi safralarından kurtulmuş oldular. Merkezi otoriteleri daha fazla güçlenerek geleceğin büyük devletlerinin temellerini atmış oldular.

Seferlerin katalizörü konumundaki Papalık, başlangıçta inisiyatif alarak prestij kazandıysa da seferlerin kötü akıbetleri ve yüz binleri aşan kayıplara rağmen belli bir başarının yakalanamaması sebepleriyle güvenilirliğini kaybetti ve otoritesi sarsıldı. Bu durum daha sonra Avrupa Katolik kilise düzeni ve hiyerarşisine tehlikeli bir isyanı oluşturan reform hareketlerine yol açtı. Ayrıca seferler ve nüfusla orantısız oluşturulma yarışına girişilen büyük kilise inşaatları bahanesiyle halktan alınan vergiler, kiliseyle halkın arasının açılmasını hızlandırmıştı. Sadece İtalyanın Oviette kasabasında inşasına başlanan katedral, tüm kasaba halkını içine alabilecek ihtişam ve büyüklükteydi.

Bu seferler, iki medeniyetin birbirlerini daha yakından tanımalarına yol açmıştı. Haçlılar, İslam dünyasından matbaa, kağıt ve pusulayı Avrupa'ya götürdüler ve bu durum batıda birçok temel değişimin yaşanmasına yol açtı. Ayrıca İslam dünyasından gemi yapım tekniğinin öğrenilmesiyle Avrupa'da açık denizlere cesaretle açılacak büyük gemilerin yapımı başladı.

Haçlı Seferlerini ve doğuyu anlatan birçok eser, şarkın medeniyet birikimlerinin tanınmasına yol açtı. Bu durum uyuyan Avrupa'nın uyanmasına, kabına sığmayarak yeni yerleri keşfetmesine, bilim ve sanatta büyük inkişaf içine girmelerine yol açtı. Ancak bilim tarihçisi Fuat SEZGİN'in de belirttiği gibi batılıların kaynak göstermemeleri sebebiyle başta tıp, coğrafya ve astronomi alanında meydana getirilen büyük gelişmelerin ayrıntılı analizleri sağlıklı yapılamamaktadır. Bu konu halen bilim tarihi açısından ilim dünyasını fazlasıyla meşgul etmektedir.

Haçlılar şeker kamışını ilk defa Filistin'de görüp tanıdılar. Kısa zamanda şeker kamışı yetiştirmesini ve öz suyunu çıkarmasını öğrendiler. XII. yüzyıldan itibaren Suriye'den gelen şeker ve çeşitli meyveler batı sofralarını süsledi.

Haçlılar birçok şifalı bitki ve baharat çeşidini doğudan batıya taşıdıkları gibi ipek halılar, porselen, çanak, çömlek, cam ve camdan eşyalar Avrupalıların evlerinin modern tefrişini oluşturmuştu.

Akdeniz limanlarında İtalyan denizciler sadece haçlıları doğuya taşımakla kalmadılar, geniş bir deniz ticaretinin de temellerini güçlendirdiler. Akdeniz ticaretinin canlanması, bankacılığın gelişmesine, liman kentlerinde yaşayan halkın büyük zenginliklere ulaşmasına yol açmıştı. Bu durum İtalya şehir devletlerinde yaşayan Rönesans sanatçılarının desteklenmesine, eserlerine gereken önemin verilmesine yol açtı.

Haçlı Seferleri medeniyetlerin birbirlerini daha yakından tanımalarına yol açtığı gibi Türklere ve müslümanlara cevap hakkını doğurmuştur. Nitekim yaklaşık dört yüzyıl boyunca Osmanlılar, Balkanlar ve Orta Avrupada sayısız seferlerle hilalin haça karşı mücadelesi için etkin bir rol üstlenmişti. Bu rekabet günümüze kadar uzanmaktadır. Avrupa Birliği'ne Türkiye'nin alınmak istenmemesi ve Avrupa'da artan İslamafobi tutum ve davranışlar, Haçlı ruhunun batılıların sinelerine işlemiş bir refleksini ifade etmektedir. Geçen yüzyıllar ve yaşanan acı tecrübeler bu rekabetin süreceğine işaret etmektedir. 



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak