"İLYADA DESTANI" KAHRAMANLARI
İLYADA DESTANI
"Yazının yaygın olmadığı antikçağda birtakım destanlar, halk arasında dilden dile dolaşıyordu. Gezici ozanlar, bu destanları soyluların konaklarında sözlü olarak okuyorlardı. MÖ 8. yüzyıla doğru, yeni yeni oluşan burjuva sınıfı da, yalnızca soyluların dinleyip öğrendiği bu destanları kendileri de öğrenmek istedi. Bunun için de İzmirli ozan Homeros'tan, Anadolu kaynaklı destanlardan bir seçki yapıp bunu yazıya dökmesini istediler. İşte Homeros da sayısız sözlü destan arasından seçtiklerini, kendi dünya görüşüyle harmanlayıp şiirleştirdi ve yazıya döktü. Bu ölümsüz şiire, "İlyon (yani Troya) Destanı" anlamında "İlyada" adını verdi.
Bu destanda Homeros; insanlığın elini ayağını bağlayan o ürkünç tanrıları insanlaştırıp insancıllaştırdı... Aşıladığı evrensel hümanizmayla sanatları, bilimleri binyıllardan beri sürekli tetikledi ve savaşı anlatırken savaşın insanlıkdışılığını ve uygarlığın en büyük engeli olduğunu bütün ürkünçlüğüyle gözler önüne serdi... Yarattığı hümanizmayla, insanlığı Altınçağına götürecek uygarlığın önünü açtı.
Söz konusu destana göre, Troyalı prens Paris, bir iş gereği Yunanistan'a gittiğinde, güzelliği dillere destan Helena'yla tanıştı. Ne var ki tanrıça Afrodit'in saldığı aşk kıvılcımları yüzünden güzel Helena, kral Menelaos'la evli olmasına karşın Paris'e deli divane vuruldu ve onunla Troya sarayına gelin olarak geldi...
Bu olayın ardından Başkral Agamemnon, Baştanrı Zeus'la üç kez konuştuğunu ve kendisini Helena'nın namusunu temizlemekle görevlendirdiğini açıkladı. Bu gerekçeye dayanaraktan topladığı en seçkin ordu ve krallarla birlikte Troya surlarına dayandı.
Daha savaşın başlarında Başkral Agamemnon; yarı ölümsüz ünlü komutan Ahilleus'un kendisine onur payı olarak askerlerinin sunduğu ve sevgili edindiği güzel Briseyis'i çadırına alıp götürdü! Bu olayı onuruna yediremeyen Ahilleus da Başkral'a küfürler yağdırdı uzun uzun. Sonra da; "Ben sırf sen hazineler, güzel kadın köleler derleyesin diye mi geldim buraya? Troyalılar bana ne kötülük etti de onlarla savaşacağım?!" deyip çadırına çekildi.
İşte İlyada destanı; on yıl süren savaşın yalnızca Ahilleus'un öfkesiyle ilgili olan bu sürecini anlatır.
Troyalılar, on yıl süresince Akhalar da denen Yunanistanlı ordulara geçit vermedi. Anadolu halkları da dört bir yandan kuşatma altındaki Troyalıların yardımına koşuştular. Ta Habeşistan'dan bile yardıma gelenler oldu! Surları aşamayan yağmacı Akhalar, o ünlü Troya Atı'nı yaptılar sonunda. Karnı askerlerle dolu bu tahta atın, tanrıça Atena'nın Troyalılara gönderdiği bir yengi armağanı olduğu düzmecesini yaydılar. Troyalılar da buna inanıp coşkuyla, Troya Atı denen tahta atı surlardan içeri aldılar...
Ve böylece Troya, bir gecede alevler içinde düştü..."
TROYA'NIN KURUCUSU İLOS
Frigya (Phrygia) kralının düzenlediği bir koşu yarışmasında birinciliği kazanan İlos, Çanakkaleli çiftçi Tros'un oğluydu. Yarışmanın ödülü; köle olarak çalışacak "elli genç kız ve elli delikanlı"dan oluşan bir topluluktu!.. İlos, kölelik denen olguyu hiç kabul etmediği ve etmeyeceği için de kazandığı bu ödülü almadı! Böyle bir tepki karşısında şaşkına dönen kral, sarayın bilicisine başvurdu. Bilici de bu ödüle ek olarak, kara benekli bir inek vermesini öğütledi krala. Frigya kralı, birkaç gün düşünüp taşındıktan sonra İlos'u çağırttı ve bütün iyi yürekliliğiyle; "Sen bu genç kız ve erkeklerle birlikte ineği de al götür. Ve bu kara benekli inek nerede durursa orayı yurt edinin. Oraları ve çevresini size bağışlıyorum," dedi...
İlos ve onun köle olarak değil ama can dostları olarak benimseyip yanına aldığı elli genç kızla elli delikanlı, kara benekli ineğin ardı sıra yol almaya başladılar. İnek akşama doğru yorulup şimdilerde Gaflettepe dediğimiz Çanakkale yakınlarındaki bir yerde durdu; biraz otlandı, sonra da oraya çöküp uyuklamaya başladı. İlos ve genç arkadaşları orayı ve çevresini hemen yurt edindiler. Bu tepenin az ötesindeki ovada, günümüzde Küçük Menderes dediğimiz Skamandros Nehri ile o zamanlar Smoeyis denen Dümrül Çayı akıyordu. Bu akarsuların ikisi de tanrıydı. Artık İlos'la arkadaşları; Çanakkale bölgesindeki denize karşı bu boş toprakları ekip biçmeye, evler-yollar yapıp o yöreyi kentleştirmeye başladılar. Kent günden güne genişliyor, güzelleşiyordu...
İşte bu kentleşme çalışmaları böylece sürüp giderken, hiç beklenmeyen bir anda tahtadan bir tanrıça heykeli düştü gökyüzünden!.. İlos ve arkadaşları, böylesi bir olayı çok iyiye yordular. Palladyon (Palladion) adını verdikleri bu tahtadan heykeli, yeni kurmakta oldukları kente ölümsüz Olimposlu tanrıların bir armağanı olarak algıladılar... Ve bir tapınak oluşturup heykeli oraya yerleştirdiler.
Ondan sonra da, köleliği dışlayan İlos'un adını anıştıracak şekilde, "İlyon" adını verdiler bu yeni kurdukları kente. Daha sonraları İlos'un babası Tros'u da anıştıracak şekilde, iki sözcüğü kaynaştırıp "Troya" demeye başladılar.
İlos ve arkadaşlarının kurduğu Troya kenti tez gelişti; kıyısında bulunduğu Çanakkale Boğazı'nın ayrıcalıklarını da çok iyi kullanmaya başladı. Zaten bu kent konumu gereği, Karadeniz ve bütün Akdeniz'i kapsayan alışveriş odaklarının da merkezini oluşturuyordu. Üstelik o ilkçağlarda, Anadolu halkları arasında savaş olgusu pek fazla söz konusu olmadığı için, halklar bolluk ve rahatlık içinde yaşıyor; uygarlık yolunda durmadan ilerliyorlardı. Krallığın kulaktan kulağa yayılan bu varsıllığı komşu Yunanistanlı kralların düşlerine bile giriyordu artık. O yüzden de Troya'yı talanlamak için, yakım-yıkım ve sömürü savaşlarının zembereğini kurmaya başladılar.
Bir süre sonra da İlos'un arkadaşlarıyla el ele verip kurdukları ve kardeşliğin egemen olduğu bu ilk Troya'dan sonra nice Troyalar; ardı ardına yağmalandı, yakılıp yıkıldı...
GÖKTEN DÜŞEN HEYKEL PALLADYON
Troya'nın kuruluşu sırasında gökten düşen ve hakkında pek çok söylenceler üretilen Palladyon (Palladion) adlı o ünlü tahta heykelin öyküsü, aslında tanrıça Atena'nın ta çocukluk günlerine dek uzanıyordu...
Atena, çocukluğunu deniz tanrısı Triton'un küçük kızı Pallas'la birlikte geçirdi... İki kız çocuk birbirlerini çok seviyorlar, aralarında kendi uydurdukları değişik değişik oyunlar oynuyorlardı. Çok zaman olduğu gibi, Pallas'ın vur-kırcı babası tanrı Triton da kızların oyunlarına karışıyor; büyüdüklerinde uygulasınlar diye onlara çeşit çeşit savaş oyunları öğretiyordu. Zaten tanrıça Atena'nın savaş aygıtları kullanma ve daha sonraları savaşlara katılma huyu, ne yazık ki hep çocukluğundaki bu savaş oyunlarıyla ilgili alışkanlıklarından kaynaklanıyordu!..
Zaman içinde barışseverliğe, daha da insancıllaşmaya doğru dönüşümler geçirecek olan tanrıça Atena, zeytin ağacını bütün Akdeniz halklarına armağan edecekti. Aslında güzel sanatlara karşı üstün yetenekleri de olan bu tanrıça, büyüdüğünde bütün Akdeniz coğrafyasındaki genç kızlara dikiş, nakış, dokumacılık sanatlarını da öğretecekti... Bütün tanrılar ve insanlar gibi gene geçireceği evrimler sonunda, topal tanrı demirci Hefaystos'la birlikte, çalışan bütün kadın ve erkeklerin tanrıçası olacaktı...
İşte Pallas'la Atena, büyüklerin öğrettiği kavga-dövüş oyunları oynarken, sık sık aralarında tartışmaya, hatta saç saça, baş başa girmeye başladılar. Gene bir gün böyle tanrı Triton'un öğrettiği teke tek bir dövüş oyunu oynarken şaka gerçeğe dönüşüverdi aniden ve Atena, canı gibi sevdiği arkadaşı Pallas'ı kıyasıya pataklamak için ardı sıra hırsla koşmaya başladı. Bu koşuşma sırasında kızı Atena'nın düşüp yaralanacağını anlayan Baştanrı Zeus da, o ünlü kalkanını Pallas'ın önüne dikiverdi!.. Zavallı küçük Pallas, Zeus'un önüne birden koyuverdiği kalkanın şangırtısından öylesine ürktü ki, hemen bayılıp düştü oracığa ve bir daha da ayağa kalkamadı! Olaydan çok büyük üzüntüye kapılan Atena; arkadaşının anısını yaşatmak üzere, kendi elleriyle oyup işlediği tahtadan bir heykelini yaptı... Ve onun adını anıştıracak şekilde bu tahta heykele Palladyon adını verdi. Daha sonra da onu götürüp babası Baştanrı Zeus'un sarayındaki özel salona koydu...
Zaman zaman yitirdiği arkadaşı Pallas'ın bu heykeline baktıkça, Atena'nın gök gözleri dolu dolu oluyordu. Ölümüne neden olduğu bu arkadaşından için için özürler dileyip biraz da olsa avunmaya çalışıyordu...
Günlerden bir gün, her zamanki gibi ayran gönüllü Baştanrı Zeus; sarayına konuk olarak gelen ve dünyamızı omuzları üstünde taşımakla cezalandırdığı tanrı Atlas'ın güzel kızı Elektra'ya hemen deli divane vuruluverdi!.. Ve kızı yakalayıp kucaklamak istedi! Elektra da onun ne kendisinden, ne de yıldırımlar saçan silahından hoşlanmadığı için kaçmaya ve Zeus da onu yakalamak için ardısıra koşmaya başladı... Bu koşuşmalardan yorulan Elektra, sonunda salondaki tahtadan heykel Palladyon'a sıkı sıkıya sarıldı. Öfkelenen Zeus da, heykeli Elektra'nın ellerinden sıyırıp aldı ve sarayının penceresinden, yıldızlarla ışıl ışıl yanıp sönen o derin boşluğa doğru fırlatıverdi! Tahta heykel Palladyon da boşlukta, yıldızlardan yıldızlara savrula savrula, Troya ovasındaki Gaflettepe denen yere düştü...
İşte o sırada Troya kentinin kuruluş çalışmalarını sürdüren İlos ve arkadaşları, gökten düşen bu heykeli uzun uzun incelediler. Bu heykel; yeni kurulmakta olan bir kente gökyüzünün derinliklerinden düştüğüne göre, bunun kutsal bir armağan olduğu üzerinde hemen görüş birliğine vardılar. Sonra da onu tanrıça Atena'nın tapınağına özenle yerleştirdiler. Geçen zaman içinde Palladyon, Atena'nın heykeli olarak algılanıp benimsendi. Ne var ki bazı tarihçiler; Troyalıların, bu heykelin aslını tapınaktaki gizli bir bölmeye kapattıklarını ve yeniden yaptıkları bir benzerini de tapınağın salonuna koyduklarını öne sürdüler...
Yüzyıllar sonra patlayan ünlü Troya savaşları sırasında da bu heykel çok önem kazandı. Troyalıların başkomutanı yiğit Hektor, işgalci Akhaları püskürtmesinde tanrıça Atena'nın kendilerine yardımcı olması için anası Hekabe'ye, Palladyon'la ilgili olarak şöyle dedi: Evindeki en güzel, en büyük örtü hangisiyse, Hangi örtüye en çok değer veriyorsan al onu, Git doyumluk toplayan Atena'nın tapınağına, Ört güzel saçlı Palladyon denen Atena'nın dizlerine...
Hatta Troyalıların danıştıkları ünlü bir tanrı bilicisi; bu Palladyon denen heykel, gök gözlü tanrıça Atena'nın tapınağında durdukça, Troya'nın işgalcilerce ele geçirilmesinin hiçbir zaman söz konusu olamayacağını söylemişti... O yüzden Troyalıların yenilmezliğinin Palladyon'dan kaynaklandığını öğrenen yağmacı Akhalar, onu casusları aracılığıyla tapınaktan çaldılar! Bu olaydan sonra da Troya düştü; yakılıp yıkıldı... Ne var ki Latin yazarlar da; Troya işgal edilip ateşe verildiğinde, Roma imparatorluğunu kuracak olan Troyalı Ayneyas'ın (Aineias) ilk iş olarak bu kutsal heykeli ve özürlü babasını yanına alıp Kazdağları'na sığındığını, sonra da İtalya'ya götürdüğünü söylemekteydiler. Gene onların söylediğine göre Romalılar, bu heykeli Vesta Tapınağı'na koydular.
Vesta Tapınağı'nda yayılmacı Roma İmparatorluğu'nun yenilmezliğini simgeleyen ve hiç söndürülmeyen bir ateş yanmaktaydı. Bu ateşin bekçileri olan güzel rahibeler de aynı tapınakta saklı tutulan Palladyon adlı heykeli sürekli koruyorlardı.
Tanrıların yeryüzündeki temsilcileri olduklarını söyleyen Roma imparatorları da, savaşa çıkmadan önce, tapınakta düzenlenen görkemli şölenlere katılıyorlar ve tanrıça Palladyon'un heykeliyle konuşuyorlardı. Savaşı kazanabilmek ve bol ganimetle dönebilmek için ona dualar ediyorlar, hep yanlarında olmalarını diliyorlardı.
Ve tapınaktan ayrılırken, başlatacakları savaşa tanrıçanın da katılacağını duyuruyorlardı halklarına...
ODİSSEUS VE AHİLLEUS'UN SAVAŞA KATILMASI
Odisseus, yüzlerce Yunanlı kent krallıklarından biri olan Ege denizindeki İtake adasının kralı Laertes'in oğluydu... Ama yaygın bir söylenceye göre anası, kral Laertes'le evlenirken ünlü kral Sisifos'tan (Sisyphos) gebeydi! Zaten bütün kurnazlığı ve cin gibi akıllılığıyla da Odisseus, gerçek babası Sisifos'un hık deyip burnundan düşmüş gibiydi! Çünkü gerek el işlerinde, gerekse en çetrefil sorunların çözümünde babası Sisifos gibi son derece becerikliydi. O yüzden de kral Laertes yaşlanınca, her giriştiği işte kendi aklının dediklerine uyan bu üstün yetenekli oğluna bıraktı tahtını...
Odisseus kral olunca, güzel Helena'yla evlenmek isteyen damat adayı kralların ve prenslerin arasına o da katıldı... Ne var ki damat olamayacağını sezinleyince de şöyle bir öneri attı ortaya: Güzel Helena, bu damat adaylarından birini gönlünce seçmekte özgür bırakılsın. Seçeceği kişiye de herkes saygı göstersin. Ama geçen zaman içinde Helena'ya bir şey olursa, bütün damat adayları ona arka çıksın... Bu öneri bütün adaylarca benimsendi. Bunun üzerine Helena da kalkıp kral Menelaus'u kendine eş seçti. Odisseus da gidip Helena'nın amcasının kızı, güzel ve soylu Penelopeya (Penelopeia) ile evlendi. Bu evliliklerinden de Telemahos adlı bir oğlan çocukları oldu...
Gerçekten Odisseus savaşı kutsayan bir kral değildi. Tam tersine savaşın ne menem insanlıkdışı bir yıkım aracı olduğunu aklıyla kavrayabiliyordu. Bu yüzden o, yaşadığı dünyanın nimetlerine bağlı ve babası kral Laertes gibi sürüleriyle ve toprakla uğraşmayı seven, doğanın gizemlerini çözmeye çalışan biriydi. Bir işe girişmeden önce bin kez düşünenlerdendi! Tanrıların söylediklerine de pek önem vermezdi. Onun varı yoğu, uğraş olarak sürdürdüğü tarıma ve hayvancılığa dayanmaktaydı. Diğer krallar gibi komşu halkları savaş yoluyla sömürmeyi hiç düşünmedi. Kısacası Odisseus, Akdeniz'deki dingin İtake adasındaki yurttaşları ve çok sevdiği çoluk çocuğuyla sorunsuz yaşayıp gitmeyi yeğliyordu. Ne var ki günün birinde evli barklı güzel Helena, Troya prensi yakışıklı Paris'le Troya sarayına kaçınca, Başkral Agamemnon, Troya'ya savaş açtı. Odiseus'un önerisiyle kabul edilen anlaşma uyarınca da bütün kent krallarının savaşa katılmasını istedi.
Başkral Agamemnon'un bu girişimlerini duyan Odisseus da, savaşa katılıp sağ kalsa bile yıllarca çoluk çocuğundan ve de çok sevdiği halkından ayrı kalmasının söz konusu olacağını düşündü hemen! Zaten ülkesinden ayrılmayı hiç düşünmeyen kurnaz ve akıllı Odisseus; bu savaşı çıkaran Agamemnon'un, Helena'nın namusu dediği örtülerin altındaki gerçek niyetinin ne olduğunu göremeyecek denli safdil de değildi... Ülkesini de yurttaşlarını da ilgilendirmeyen bir savaş bataklığına saplanmamak için kendisini almaya gelen Başkral Agamemnon'un elçilerine delirmiş gibi davrandı. Deniz kıyısındaki kumların üstüne tuz ekti. Sonra da çifte koştuğu öküzleriyle kumlu sahili sürmeye başladı!.. Ancak kendisini izleyen elçilerden birinin kafası bu oyuna pek yatmadı! Bu yüzden öküzlerin geçeceği yere, Odisseus'un oğlu Telemahos'u koydu, o da oğlunu çiğnetmemek için hemen çifte koştuğu öküzlerin yönünü değiştiriverdi!.. Böylece kendini ele veren Odisseus, Troya savaşına katılmak zorunda kaldı...
Denizkızı tanrıça Tetis de, hem işgal ve talan amaçlı Troya savaşına karşıt olanların, hem de oğlu Ahilleus'un bu savaşa katılmasını istemeyenlerin başında geliyordu. Çünkü çocuğunu doğurduğundan beri biliyordu ki, oğlu bir gün patlayacak Troya savaşına katılırsa Troya düşecek; oğlu büyük bir ün kazanacaktı... Ama savaş sırasında da, gencecik ölecekti!.. İşte bütün bunları bildiğinden denizkızı tanrıça ölümsüz Tetis; oğlu Ahilleus'u da kendisi gibi ölümsüzlüğe ulaştırmak için, daha bebekken onu ayak bileğinden tutup ateşin üstünde tavlamış, ölümlü hücrelerini yok etmişti. Ama eliyle tuttuğu topuğu ateş görmediği için, orası silahlara karşı tek duyarlı yeri olarak kalmıştı! Bunu da bildiğinden, savaşa katılıp gencecik ölmemesi için onu küçük yaşta hep kız çocukları olan kral Likomedes'in (Lykomedes) sarayına göndermişti. Ama Troya savaşı başlayınca da ünlü bilici Kalhas, Ahilleus olmadan Troya'nın düşmeyeceğini söyledi Başkral Agamemnon'a. Kız kılığında onun saklandığı yeri de açıkladı!.. Bunun üzerine Agamemnon, yazgının bir cilvesi olarak, Ahilleus'u kızların arasından bulup çıkarma görevini kurnaz Odisseus'a verdi!
Odisseus da bohçacı bir kadın kılığına girdi; çok çekici rengârenk giysiler ve takılarla doldurduğu bohçasının içine bir iki tane de pırıl pırıl yanan kılıç koydu ve genç kızların oturduğu saraya gitti. Kız kılığındaki Ahilleus da bohça açılır açılmaz, büyük bir ilgiyle hemen kılıçları eline alıp incelemeye başladı!.. Böylece Ahilleus da kendini ele vermiş oldu!..
Troya'yı yağmalayacak ve sonunda ateşe verecek işgal ordularından birinin en ünlü komutanı olacak Ahilleus da, artık Odisseus örneği, nice canlar yakacak bu savaşa bulaşmış oldu...
KRALLAR KRALI AGAMEMNON
Troya fatihi ve Mükene kralı Agamemnon'un soyu konusundaki söylenceler çok çeşitliydi. Kimilerine göre ta Baştanrı Zeus'a dek uzanıyordu soyu!.. Bazı tarihçiler de onun işkenceci kral Tantalos'un soyundan geldiğini ileri sürüyorlardı.
Agamemnon, zaman içinde Yunanistan'daki yüzlerce kent krallıklarının başı olmayı becerdi. Sparta kralı Menelaos da onun kardeşiydi. Bu iki kardeş aynı zamanda bacanaktılar da! Çünkü Meneleos, o ünlü güzelliğiyle tanrıçaları bile kıskandıran güzel Helena'yla evliydi. Agamemnon da onun kız kardeşi Klütaymestra'yla (Klytaimestra)...
Krallar kralı Agamemnon'un söylediğine göre, kendisi aynı zamanda yeryüzünde Baştanrı Zeus'un temsilcisiydi... Hatta elindeki krallık değneğini bile o armağan etmişti!.. Bu krallar kralı; ülkesini daha da genişletme, sarayını tıka basa dolduracağı güzel kadınlar, ziynetler devşirip getirme sevdasındaydı hep. Zaten bu yüzden de komşu Troya krallığının hazineleri ve güzel kadınları durmadan uykularını kaçırıyordu. Gene bu yüzden, buyruğundaki bütün kralları kendi çevresinde kenetlendirecek bir savaş nedeni yaratması için Baştanrı Zeus'a gece gündüz yalvarıp yakarıyor; onun onuruna sık sık kurbanlar kestiriyordu. Gerçekten de duaları gerçekleşti ve bir savaş nedeni kendiliğinden oluşuverdi... Ne var ki bu savaş nedeni çok çetrefil olaylar içinde oluştu...
Bir gün Olimpos'taki tanrılar, kendi aralarında bir düğün şöleni düzenlemişlerdi. Tanrılar tarihinde ilk kez Baştanrı Zeus; deli divane tutkun olduğu ayağı gümüş halhallı tanrıça güzel Tetis'i, ölümlü bir insan olan kral Peleus'la evlendiriyordu içi yana yana. Çünkü çok sevdiği bu tanrıçayla ilişkiye girerse, doğacak çocuk ileride kendi tahtına kurulacağı yollu bir duyum almıştı bir yerlerden. Böyle bir olasılığı düşünmek bile onu uykularından ediyordu. O yüzden Olimpos'taki sarayında düzenlediği bu düğün şöleninde, tanrıça Tetis'i bir dünyalıyla başgöz ediyordu.
Kesinlikle bir tatsızlık çıkaracağı bilindiği için çağrılmayan kavga tanrıçası Eris dışındaki bütün tanrı ve tanrıçalar, Zeus'un sarayında eğleniyorlardı. Eğlencenin tam ortasında tanrıça Eris, bu düğüne çağrılmamasının acısını çıkarmak için yapacağını yaptı! Baştanrı Zeus'un masasının üstüne havadan bir altın elma düşürüverdi! Masadaki Zeus'un karısı tanrıça Hera ve kızı Atena hemen elmayı kaptılar! Üzerinde; "Baştanrı Zeus bu altın elmayı tanrıçaların en güzeline sunsun!" diye bir yazı vardı. Zeus, zıpkın yemişçesine bir süre donakaldı! Öyle ya, karısı tanrıça Hera da, kızı Atena da kendilerini tartışmasız evren güzeli sayıyorlardı. Üstelik sonradan Olimpos'a gelen, ama güzelliğiyle gerçekten evreni büyüleyen tanrıça Afrodit de Zeus'un masasındaydı. Bu altın elmayı hangisine verebilirdi ki! Bir süre düşündükten sonra, bu belalı seçicilikten kurtulmak için üç tanrıça arasında bir güzellik yarışması düzenlenmesini önerdi. Bu öneri hemen kabul edildi ve Troya kralının oğlu prens Paris'in de seçici olması uygun görüldü. Ve tanrıçalar arasındaki bu ilk evrensel güzellik yarışması, prens Paris'in çobanlık yaptığı Kazdağları'nda düzenlenecekti.
Yarışmaya katılan bu üç tanrıçadan her biri, birinci seçilme karşılığında bir rüşvet önermek üzere gizli gizli Paris'in Kazdağları'ndaki çoban kulübesine gitti. Kulübeye ilk giden Zeus'un karısı tanrıça Hera, bütün Asya kıtasının imparatorluğunu sundu Paris'e rüşvet olarak. Ne var ki Paris öyle mal-mülk delisi değildi. Troya ülkesi, hem halka hem kendine çoktan yetip artıyordu... Daha sonra giden tanrıça Atena da, girdiği her savaşta bir başarı ve bütün dünyaya yayılacak ün ve şan önerdi... Paris bu rüşvete de gülüp geçti içinden, çünkü ülkesinin onu tanıması bile yeterliydi... Zaten oldum olası hiç sevmiyordu savaşları. En sonunda tanrıça Afrodit geldi kulübesine. Ve Paris, tanrıçayı görünce çarpılmışa döndü! Çünkü Afrodit'in yanındaki görünmeyen aşk tanrısı yaramaz Eros, elindeki yayla onun yüreğine aşk okları salıyordu durmadan... Tanrıça, çoban Paris'in önünde şal ve entarisini savuraraktan bir oyuna başlar gibi kırıttı; birkaç kez havada takla attı... Ve Paris'in başı döndü! Sonra da tanrıça Afrodit; "İşte, sana benim kadar alımlı olan Yunanistanlı güzel Helena'nın aşkını öneriyorum!" dedi usulca kulağına ve çekip gitti...
Bir süre sonra Kazdağları'nda, Baştanrı Zeus'un ve tekmil tanrıların huzurunda düzenlenen ilk evrensel güzellik yarışmasında Paris, tanrıça Afrodit'in tanrıçaların en güzeli olduğunu açıklayıverdi!.. Böylece evren güzeli seçilen Afrodit de, bir ara Yunanistan'a giden Paris'e verdiği sözü tutmak üzere Eros'u görevlendirdi. Eros da aşk okları gönderip Yunanistan'daki güzel Helena'yı Paris'e deli divane âşık etti... Ve Helena da apar topar Paris'le kaçıp Troya sarayına gelin geldi... Ne var ki bu olayın hemen ardından Yunanistanlı Başkral Agamemnon, güzel Helena'nın zorla kaçırıldığını öne sürdü. Bu konuda Baştanrı Zeus'la birkaç kez konuştuğunu söyledi. Ve Zeus'un kendisini Helena'nın namusunu temizlemekle görevlendirdiğini açıkladı. Bu nedene dayanaraktan kent krallıklarından topladığı ordularla, Troya surlarına dayandı...
AGAMEMNON'LA AHİLLEUS BARIŞIRKEN
Troya surlarını aşamayan Agamemnon'un orduları, hem yaşamlarını sürdürebilmek için yiyecek içecek, hem de altın, kadın-kız türünden ganimetler talanlamak için çevredeki kentlere çapulculuk baskınları da düzenliyorlardı. Devşirip getirdikleri ganimetleri ve güzel kadınları, aslan payı Başkral Agamemnon'da kalmak üzere, bir tanrı elçisinin gözetiminde paylaşıyorlardı.
Bu paylaşımların birinde savaş ganimeti güzel Briseyis'i onur payı olarak Ahilleus'a sundular. Ahilleus da bu güzel köleyi çok sevdi; kendisine sevgili edindi. Ne var ki Başkral Agamemnon; bir süre sonra Briseyis'i kavga-dövüş alıp kendi çadırına götürdü. Bu olayı onuruna yediremeyen Ahilleus, Başkral'a küfürler yağdırdı uzun uzun. Sonra da; "Ben sırf sen hazineler, güzel kadın köleler derleyesin diye mi geldim buraya? Troyalılar bana ne kötülük etti de onlarla savaşacağım?!" deyip çadırına çekildi.
Çok kısa bir süre sonunda da Agamemnon, Ahilleus olmadan Troya savaşını kazanmanın olanaksızlığını çok iyi anladı. Bu yüzden de en sözü geçer elçiler yollayıp onu yeniden savaş alanına döndürmenin yollarını aramaya başladı. Ama Ahilleus nal diyor mıh demiyordu; artık savaşa katılmayacaktı! Ne var ki yıllar içinde Akhalı orduların Troyalılar önünde çok büyük bozgunlar yaşamaları üzerine, kendisine savaşa katılması için sürekli yalvaran bazı elçilerin hatırını kıramadı Ahilleus; kendi yerine can dostu Patroklos'u göndermeye razı oldu. Savaş alanına gönderirken de, tanrıların armağanı kendi özel silahlarıyla donattı onu...
Troya kralı iyi yürekli Priyamos'un oğlu komutan Hektor; Yunanlı komutan Ahilleus'un kendi yerine savaşa gönderdiği can dostu Patroklos'u daha ilk gün teke tek dövüşte öldürdü... Sonra da üstündeki Ahilleus'un armağan ettiği tanrı yapısı silahlara el koydu... Bunun üzerine anlatılmaz bir yasa ve öfkeye kapılan Ahilleus büyük bir hışımla can dostunun öcünü almak üzere savaşa katılmaya karar verdi. Ve hemen sahile inip Hektor'un el koyduğu Patroklos'un sırtındaki silahların yerine yeni silahlar yaptırması için deniz dibindeki sarayında oturan anası tanrıça Tetis'i çağırdı yanına ağlaya sızlaya.
Anası denizkızı Tetis de köpükler saça saça püskürüp geldi denizin dibinden... Durmadan hıçkıran Ahilleus, derdini zar zor anlatabildi anasına. Bunun üzerine Tetis, oğlu Ahilleus'a bir süre beklemesini; kendisinin yokluğunda kesinlikle savaşa katılmamasını öğütledi. Yeni silahlar dövdürmek üzere hemen havalandı ve hızla Olimpos'taki tanrılar ülkesine doğru bulutların arasında süzülüp gitti...
Silahları ve savaşları hiç sevmemesine karşın tanrıça güzel Tetis, güçlü silahlarla donatırsam oğlumun ölümünü belki de geciktirebilirim, diye düşünüyordu. Çok sevdiği demirci topal tanrı Hefaystos'un işliğine gitti doğruca... Bir zamanlar bu topal tanrının anası tanrıça Hera, diğer tanrıçalar topallığıyla alay ediyor diye, Olimpos'taki sarayının penceresinden yıldızlarla kaynaşan o büyük boşluğa fırlatıp atıvermişti onu! Hefaystos da yıldızlardan yıldızlara savrularaktan Ege denizine çakılmış, sulara gömülmüştü. Denizkızı tanrıça Tetis de denizin dibindeki sarayına yakın yerde onu yara bere içinde bulmuş; sonra da yıllarca analık etmişti ona. Yeraltındaki büyük demirci işliklerindeki demirci Tepegözlerin yanına çıraklığa da vermişti... Bir sanat öğrensin, öğrendiklerini de içinde yaşadığı bu dünyanın acılı insanlarına aktarsın, onların yaşamını güzelleştirsin diye...
Gerçekten de topal tanrı demirci Hefaystos, tanrıça Atena'yla birlikte bütün işçileri eğiten ve yönlendiren tanrılara dönüşeceklerdi... Tanrıça Atena kadınlara örgü örmeyi, kumaş dokumayı öğretecekti. Hefaystos da işçilere, madenlerden insanlığa en yararlı aletler üretme hünerini öğretecekti.
O yüzden demirci işliğinde demir döverken tanrı Hefaystos; iyi yürekli tanrıça Tetis'in kendine doğru geldiğini görünce elindeki çekici bıraktı hemen! Terli yüzünü, boynunu bir süngerle silip topallaya topallaya, doğruca yanına gitti. Büyük bir sevecenlikle sarıldı tanrıça Tetis'e ve onu can kulağıyla dinlemeye başladı. Durumu anlayan Hefaystos; "Oğlun Ahilleus için delinmez bir kalkan ve başka silahlar da döveceğim. Beni burada bekle..." dedi ve doğruca demirci işliğine döndü.
İşçilerin ve sanatçıların sadık tanrısı demirci topal Hefaystos, hemen hemen hiç silah üretmezdi demirci işliğinde... Yalnızca insanlara yararlı olacak aygıt ve otomatlar üretmekle ve bu konudaki bildiklerini, becerilerini sanatçılara aktarmakla geçirirdi zamanını.
Ne var ki bir ana olarak benimsediği tanrıça Tetis'i de kesinlikle kıramazdı... O yüzden döveceği silahlar konusunu biraz düşündü... Sonra da hiçbir mızrağın delemeyeceği, kat kat çelikten bir kalkan dövdü. Onun üstüne de ressamlara bile parmak ısırtacak renk renk desenler, resimler işlemeye başladı. Yeri göğü, tekmil denizleri yerleştirdi kalkanın üstüne. Gökyüzünde ateşböcekleri gibi kaynaşan yıldızları ve her gün orada koşmaktan yorulmayan güneşin atlarını da resimlemeyi unutmadı. Kalkanın sağ köşesine, kahramanlıkları ve özverileri karşısında tanrıların bile hayran olup ölümsüz yıldız takımlarına dönüştürdüğü kahramanların resimlerini çizdi maden uçlu kalemiyle... Kalkanın sol köşesine de, iki güzel kentteki insanların yaşamlarını betimleyen sahneler resimleyip dövdü... Bu kentlerden biri; şen şakrak düğünler, şölenler içindeydi... Çıra ışığında evlerinden alınıp ağır ağır gezdirilen gelinler vardı sokaklarda. Gitar, flüt sesleri eşliğinde, hasret yüklü kavuşma türküleri geliyordu dört bir yandan... Delikanlılar el ele tutuşmuş, ayaklarını yerlere vura vura oyunlar oynuyor, halaylar çekiyorlardı. Ve meydanın az ötesindeki genç kızlar da, süzgün bakışlı gözleriyle onları izliyor ve ellerini bir uyum içinde birbirine vura vura şaklatıyorlardı... Ama ikinci kentin surları önünde, birbirine hasım iki ordu pusuya yatmış, öylece bekliyordu... Erlerin silahları pırıl pırıl yanıyordu dolunayın altında. Bu iki hasım ordu; ya kentin varını yoğunu ikiye bölüp barışacaklar ya da içindeki masum çocuklarla, analarla, yaşlılarla birlikte baştan sona yıkıp yakacaklardı... Hefaystos'un hiç sevmediği savaş tanrısı Ares de, hemen savaşın başlaması için iki ordu arasında habire mekik dokuyor, onları kışkırtmaya çalışıyordu. Ama surların arkasındaki çoluk-çocuğun, yaşlıların tümü de olup bitenlerden habersizdi.
Hefaystos; elindeki kalkanın alt köşesine, iri iri salkımlarla, çeşit çeşit meyvelerle yüklü ve köylülerin dikip yetiştirdikleri, ürünlerini birlikte toplayıp bölüştükleri kocaman bir bağ yerleştirdi. Kara kara üzüm salkımları bile açık seçik görülüyordu kalkanın üstünde. Gümüş bir çitle çevrili bu bağın ortasında da tek bir yol vardı ta köye dek uzanan... Köyün genç kızları ve delikanlıları; bağbozumu başladığında, bu yolda şarkılar söyleyerekten yürüyorlar ve bahçeye geliyorlardı. Bahçede topladıkları bal gibi üzümleri kardeşçe bölüşmek üzere, köy meydanına sepet sepet omuzlarında taşıyorlardı. Omuzlarındaki üzüm dolu sepetlerle yürüyen bu şen şakrak gençler, insanlığın Altınçağını dillendiren ezgiler söylüyorlardı... Onların ortalarında da bir çocuk, elindeki sazla ve incecik sesiyle, arada bir türkü tutturuyor; büyüyünce gerçekleştirmek istediği savaşsız ve mutlu bir dünyadan söz ediyordu. Omuzları üzüm sepetli genç kızlar da çocuğun türküsü bitince, o andaki güzel birlikteliklerinden duydukları mutluluğu dillendiren yeni bir ezgiye başlıyorlardı... Sepetlerini meydana boşalttıktan sonra da kızlı erkekli bu gençler, el ele tutuşup oyunlar oynuyor, ıslık çala çala, gelecek yıl gene birlikte olacaklarını söylüyorlardı. Bu arada ayaklarını da habire uyuyan toprağa vuruyor, onu uyandırıp şölenlerine ortak ediyorlardı...
Hefaystos böyle böyle daha pek çok resimle birlikte, acılı dünyamızdaki insanların gerçekleştireceği mutlu yaşamları dillendiren iç içe görüntüler resimlemeyi de unutmadı... Ve kimsenin delemeyeceği bu kalkanı bitirdikten sonra, Ahilleus'un başını kulaklarına dek örtecek sağlam bir tolgayla iki dizlik ve tunçtan bir kargı dövdü örsün üstünde. Sonra da bütün bu dövdüklerini, doğruca ayağı gümüş halhallı tanrıça güzel Tetis'in yanına götürdü soluk soluğa...
Tanrıça Tetis de hemen bir ana gibi boynuna atıldı tanrı Hefaystos'un! Getirdiği silahları sevinçle aldı. Biraz hoş beş ettikten sonra tanrıça Tetis, bir zıplayışta ışıl ışıl yanıp sönen yıldızların içine attı kendini... Yıldızları okşaya okşaya ve süzülerekten, Troya'da onu dört gözle bekleyen oğlu Ahilleus'un yanına indi usulca... Ve Ahilleus da anasının getirdiği pırıl pırıl yanan silahları kuşanmaya başladı hemen... Kuşanır kuşanmaz, karşısındaki Kazdağları'nı bile sarsan ve oradaki kurtları kuşları titreten naralar atmaya başladı!.. Bu naraları duyan asker arkadaşları onun sesini hemen tanıdılar ve sevinçten başlarındaki tolgaları havaya atıp atıp kapıştılar... Ne var ki aynı sesi tanıyan hasım Troyalı askerlerin içlerini de, buz gibi soğuk bir korku kasırgası sardı aniden... Çünkü Ahilleus'un savaşa katılmadığı zaman içinde Troyalılar, Yunanistanlı Akhaları bozgun üstüne bozguna uğratmışlardı... Bu yüzden nice yiğitlerini yitirmişti Yunanlılar... Kalanların çoğu da yaralıydı. Hatta Başkral Agamemnon'un baldırını da Troyalı bir askerin fırlattığı tunç bir kargı yırtıp geçmişti!..
Naraları duyan Yunanlı askerler, Ahilleus'u karşılamak üzere sahilde apar topar toplanmaya başladılar. Başkral Agamemnon da koşaraktan geldi oraya. Tekmil Akhalar bir araya gelince, silahlarından ışıltılar saçan Ahilleus, oradaki bir kayanın üstüne çıkıp; "Ne dersin, Agamemnon, birbirimizin arasına öfke sokmakla iyi mi ettik?" diye bağıra bağıra konuşmaya başladı. "Sen benim sevdiğim ve onur payı olarak bana verilen Briseyis'i zorla elimden alıp barakana götürdün! Ben de artık savaştan çekildiğim için, düşman oklarıyla yerlere yıkılan nice askerimiz, toprağı dişleye dişleye yok olup gittiler... Ne gerek vardı bütün bunlara? Gelecek kuşaklar hep bunları anlatacaklar birbirlerine... Ama olanlar oldu... Ben artık bu öfkeme burada son veriyorum!.."
Ve Agammnon'a hemen savaşa başlayalım çağrısında bulundu. Ardından söz alan Agamemnon da, olup biten bütün bu üzücü olayların nedenini tanrılara bağladı... Baştanrı Zeus sırf kötülük olsun diye Çılgınlık denen öz kızı tanrıça Ate'yi onun başına salmış, bir süreliğine de olsa aklını başından aldırmıştı! İşte bu yüzden Briseyis'i saygısızca çadırına alıp götürmüştü... Artık bu saygısızlıktan çok pişman olduğunu açıkladı biraz ezile büzüle...
Savaşa katıldığı için daha önce sözünü ettiği armağanları eksiksiz çadırına göndereceğini söyledi. Sevgilisi Briseyis'i de geri vereceği gibi ayrıca başka köle kadınlar da sunacaktı ona... Ve bu arada Briseyis'in yatağına bir kez bile çıkmadığı konusunda Cehennem'in Stiks Irmağı üzerine ant üstüne ant içti!.. Bu sözlerinin ardından orada tören için hazır bekleyen semiz bir domuzun boğazını tunç bıçakla kesti hemen. Yere akan kandan bir parmak alıp hem kendi, hem de Ahilleus'un alnına sürdü...
Törenden sonra Akhalı askerler ve komutanlar dağıldılar. Bu arada Agamemnon sözünü ettiği armağanları Ahilleus'un çadırına gönderdi. Tabii bütün öfkelerin ve bunca kırımın nedeni olan ve zorla Ahilleus'un elinden aldığı Afrodit'e benzer güzel Briseyis'i de yolladı. Üstelik onun yanına beş güzel köle kız daha ekledi! Briseyis, Ahilleus'un çadırında Patroklos'un sivri tunçla delinmiş ölü bedenini görünce çığlıklar attı; üstüne kapandı. Sonra göğsünü, yüzünü yoldu; giysilerini paraladı çığlıklar ata ata... Yaktığı dokunaklı ağıtlar arasında, buraya köle olarak gelmeden önce başına gelenlerden söz etti yana yakıla... Troya'ya bağlı bir kentin kralı olan babasını, anasını ve üç erkek kardeşini bir yağma savaşı sırasında şimdi sevgilisi olan Ahilleus öldürmüştü. Üstelik kocasını da o yağma hengâmesinde ölü bulmuştu... İşte o acılar içinde kıvrandığı sırada, Ahilleus'un yanından ayırmadığı can dostu Patroklos onu avutmaya çalışmış; "Seni Ahilleus'un karısı yapacağım!" diye söz vermişti. Üstelik Briseyis'i gemilerle Ahilleus'un kral olduğu ülkeye alıp götüreceğini de söylemişti. "İşte sen beni hep böyle sözlerle avutmaya çalışıyordun, sevgili Patroklos!" dedi hıçkıra hıçkıra...
Güzel Briseyis böyle böyle Patroklos'un ölüsü başında yas tutarken, diğer beş köle kız da gözyaşları döküyordu sessiz sessiz... Bu gözyaşları görünüşte Patroklos içindi. Ama gerçekte her köle kız, kendi derdine ağlıyordu.
Çünkü onlar buraya getirilmeden önce çocuklarını, kocalarını, ana-babalarını, en yakınlarını yitirmişlerdi; evleri, barakaları ateşe verilmişti...
YUNANİSTANLI BÜYÜK AYAS
Troya savaşları sırasında Büyük Ayas (Aias); yarı-tanrı komutan Ahilleus'tan sonra en kahraman ve en güçlü savaşçı olarak tanıttı kendini. Hatta "Yunanlıların Kalesi" demeye bile başladılar ona! Zaten ondaki insanüstü gücü, Baştanrı Zeus bağışlamıştı ona!.. Yaygın söylenceye göre de bir zamanlar Ayas'ın babası Telamon, ünlü Herakles'e çok iyilikler etmişti. Bunun karşılığında da Herakles, babası Zeus'un bu aileye çok güçlü bir çocuk bağışlamasını dileyince Zeus da bu dileği kabul ettiğini belirten bir kartal uçurmuştu hemen havada! Bu yüzden Herakles de, Yunanca kartal demek olan "ayetos"tan türeme Ayas diye bir ad verilmesini önermişti doğacak çocuğa. İşte Troya savaşına on iki gemiyle katılan bu ünlü kartal kral Ayas, Yunanlı ordular nerede bir sıkıntıya düşerse hemen oraya yetişiyor ve bütün gücüyle vuruşuyordu!..
Yunanlı komutanların da gözleriyle gördüğü gibi, Troya yakınlarındaki bir kentten yağmalanan ganimetlerin paylaşımı sırasında Ahilleus'un payına düşen güzel Briseis'i Başkral Agamemnon, bir süre sonra zorla götürüp kendi barakasına kapattı! Buna haliyle kudurmuşçasına öfkelenen Ahilleus savaştan çekildi. Bu yüzden de anası tanrıça Tetis, Olimpos'a çıkıp Yunanlıların Troyalılar önünde sürekli yenilgiye uğramasını diledi Zeus'tan. Zeus da bir zamanlar deli divane sevdiği ve ilk gözağrısı olan ayağı gümüş halhallı tanrıça Tetis'in dileğini yerine getirmeye başladı... Artık sürekli yenilgiye uğrayan Başkral Agamemnon da, sözde yaptığına pişman olup sırf savaşa katılsın diye Ahilleus'a elçi üzerine elçi göndermeye başladı. Ama Ahilleus savaşa katılmayıp kendi yerine can dostu Patroklos'u gönderdi savaş alanına. Patroklos da Hektor'un kılıcıyla can verince, bu kez Büyük Ayas çıktı Troyalı Hektor'un karşısına... Gerçekten de yüreklilik yönünden birbirine denk olarak algılanan bu iki hasım kahraman, gene hasım orduların gözleri önünde teke tek vuruşmaya başladılar... Daha dövüşün başında Hektor'un fırlattığı ilk ok; Ayas'ın yedi kat deriden yapılmış ünlü kalkanının altı katını delip yedinci katında bükülüverdi! Bunun üzerine yerden kaptıkları kaya parçalarını birbirlerinin üstüne fırlata fırlata karşılıklı vuruştular akşama dek! Yenişemeyince de araya giren yaşlıların önerisiyle vuruşmaya son verdiler. İki hasım kahraman el sıkışıp birbirlerine armağanlar sundular. Hektor herkesin hayran olduğu en etkin kılıcını az önce kıyasıya vuruştuğu Ayas'ın eline tutuştururken; "İlerideki kuşaklar bizim nasıl vuruştuğumuzdan söz ederken sonunda dost olduğumuzu da unutmasınlar!" dedi ve gülümseyerekten askerlerinin arasına karıştı. Ayas da arkasından yetişip anasının armağanı ve yanından hiç ayırmadığı oyalı mendilini tutuşturdu az önce öldüresiye vuruştuğu Hektor'un eline!
Daha sonraları yarı-ölümsüz Ahilleus da savaşa katılmak zorunda kaldı. Ne var ki anası tanrıça Tetis; bu ilençli Troya savaşında oğlu Ahilleus'u yitireceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden "oğlum hemen vurulup ölmesin" diye ta Olimpos'a çıkıp işçilerin tanrısı demirci Hefaystos'tan bir kılıçla bir kalkan dövmesini istedi. İnsanlar arasındaki kavga-dövüşü sevmeyen iyi yürekli demirci Hefaystos da, sırf tanrıçanın hatırı için işliğinde dövdüğü kılıcın ve kalkanın üstüne, barışı ve onun dünyamıza getireceği huzuru simgeleyen olağanüstü sahneler işledi...
Bu tanrısal silahlarla savaşa katılan Ahilleus, gün gelip Paris'in fırlattığı okun gelip onun tek duyarlı yeri olan topuğunu delmesi sonucu yıkılıp düştü... Ahilleus'un cenaze töreninden sonra onun silahlarının kime verileceği konusu bir sorun oldu. Bunun üzerine Ahilleus'un anası tanrıça Tetis, onların en kahraman Yunanistanlı birine verilmesini istedi. Bu kahraman da haliyle Büyük Ayas'tan başkası olamazdı!. Ne var ki araya Başkral Agamemnon girdi. Odisseus'u çok seven tanrıça Atena girdi... Ve bu benzersiz silahları tutup Odisseus'a verdiler!..
İşte ondan sonra olanlar oldu... Büyük Ayas; kahramanlık onuruna hakaret edildiğini düşünüp büyük bir bunalıma girdi. Ve bir gece yatağından fırladığı gibi önüne çıkanı kılıçtan geçirmeye başladı! Daha sonra aklı başına gelince, bir koyun sürüsünü kesip biçtiğinin ayırdına vardı! Bu da onu büsbütün üzdü; utandırdı...
Birden savaş sırasında kıyasıya vuruştuğu can düşmanı Troyalı Hektor geldi gözlerinin önüne... O sözde hasım yiğit; savaşı bırakıp karşılıklı dost olmanın onuruna, en değerli kılıcını armağan etmişti ona!.. Ama şu anda da, Ahilleus'a bile hayır getirmeyen tanrı yapısı silahların neden ille de kendisine verilmesini istiyordu? Gerçekten de bu anlamsız tutkusundan utandı...
Öldürüp yerlere serdiği masum koyunlardan utandı! Kıydığı nice masum yiğitlerin ölürken attıkları çığlıklar yankılandı kulaklarında... Kendisi de utancından çığlıklar atmaya başladı...
Ve Büyük Ayas, Hektor'un armağan ettiği kılıcı tersinden toprağa sapladı hemen ve göğsünü delip geçecek şekilde, bütün hışmıyla kendini bu kılıcın üstüne attı...
KRALİÇE HEKABE'NİN EVLAT ACILARI
Kraliçe Hekabe, Troya sarayına gelin geldiğinde, kocası kral Priyamos'un otuz kadar çocuğu vardı... Kısacası kendinin doğurduğu yirmi çocukla birlikte elli çocuğa analık etmeye başladı... Zaten bu yüzden de Troyalılar ona Hekabe Ana diyorlar; hepsi de onu bir ana olarak benimsiyor, çok seviyorlardı... Troya halkı da, saraydaki Priyamos ailesi de savaşsız bir yaşamın bütün nimetleriyle mutlu mutlu, günlerini gün edip gidiyorlardı. Ne var ki güzel Hekabe'nin mutluluğu, son çocuğu Paris'e gebeyken gitgide çileli bir yazgıya dönüşmeye başladı...
Bir gece şişkin karnından alevlerle karışık kara kara dumanlar püskürdüğünü gördü düşünde. Dumanlar bütün Troya göklerini sardığı gibi, surları da aşıp ta güneşin doğduğu yerlere doğru savrula savrula çekilip gidiyordu... Uyandığında da yüreği zıpkın yemişçesine çırpınmaya başladı. Hiçbir anlam veremedi bu düşünde gördüğü ürkünç şeylere! Üstelik danıştığı saray bilicisi de hiç hayra yormadı bu düşü... Doğuracağı çocuğun ülkeye yıkımlar ve kırımlar yağdıracağını söylemekle yetindi. Gerçekten de kendi öz kızı bilici prenses Kassandra da aynı şekilde yorumladı bu düşü. O yüzden de çocuğunu doğurur doğurmaz Hekabe, kocası kral Priyamos'la birlikte onu Kazdağları'nda, ulu ağaçlar içindeki bir koruluğa bırakıp geldi. Bir dişi ayının bir süre sütüyle beslediği bu bebeği, daha sonra bir çoban alıp evine götürdü. Çoban ailesinin Paris adını verdiği bu bebek biraz serpilip büyüyünce de, binbir pınarlı Kazdağları'nda çobanlık etmeye başladı. Ne var ki Hekabe Ana'nın "artık kurtuldum" dediği acı yazgısı, aslında yavaş yavaş örülmeye başlıyordu...
Çünkü aradan daha çok zaman geçmemişti ki bir gün, Yunanistanlı güzel Helena, deli divane vurulduğu Paris'le birlikte Troya sarayına gelin olarak geldi. Bu yüzden de Yunanistanlı Başkral Agamemnon, kent krallıklarından derlediği en seçkin ordularla gelip Troya surlarına dayandı...
Troyalıların saldırgan Yunanistanlı ordulara karşı on yıl sürdürdüğü direniş savaşları sırasında nice Troyalı yiğitlerle birlikte, Hekabe'nin çocukları da, birer ikişer yıkılıp yıkılıp gittiler... Ama Hekabe Ana'yı yıkan en büyük acı, Troyalı direniş ordularının komutanı olan oğlu Hektor'un başına gelenlerdi...
Bütün Troyalıların bir tanrı gibi benimsediği komutan Hektor, aslında Yunanistanlı komutan yarı ölümsüz Ahilleus gibi ün ve servet için savaşmıyordu. Anadolu halklarına özgü barış içinde yaşama ve ürettiklerini kavgasız gürültüsüz bir sofrada bölüşme içgüdüsü yönlendiriyordu onun yaşamını... Bu düşüncelerle yaşayıp giden Hektor, Helena'nın namusunu temizlemeye gelen Başkral Agamemnon'un Yunanistanlı yağmacı ordularına karşı Troya'yı savunmak zorunda kaldı.
Savaşın son yıllarına doğru Hektor, savaşa katılmaya karar veren Ahilleus'un can dostu Patroklos'u öldürdü bir çatışmada. Bunun üzerine inanılmaz bir öfkeye kapılan Ahilleus da, anası tanrıça Tetis'in Olimpos'ta dövdürüp getirdiği tanrısal silahları kuşanıp Hektor'u aramaya başladı. Önüne gelen Troyalıyı yıkıp deviriyordu. Ama aslında öldürmeyi hedeflediği tek insan, can dostu Patroklos'u öldüren Troyalı komutan Hektor'du...
Artık tanrı Apollon'un da yardımıyla Ahilleus'tan kaçabilen Troyalı askerler tümden surlardan içeri girmiş; sur kapılarını da arkadan iyice demirlemişlerdi... Yalnızca Hektor kalmıştı surların dışında! Tanrılar da Olimpos'tan apar topar Kazdağları'na inmişler, baş başa kalan iki ünlü komutanı oradan izliyorlardı...
Olup bitenleri surların üstünden izleyen kral Priyamos ve karısı kraliçe Hekabe de; bir an önce oğulları Hektor'un surlardan içeri girmesi için ağlayıp dövünüyorlardı durmadan... Kraliçe Hekabe, sonunda kendini tutamayıp üstündeki gömleğini parçalayıp attı surlardan aşağı; memelerini kaldırdı havaya elleriyle; "Hektor, yavrucuğum, saygı göster bu memelere!" diye haykırmaya başladı:
Onları sana uzattığım günleri getir aklına!
Hani, unuturdun koynumda bütün dertlerini...
Anasıyla babasının bu gözyaşları ve çığlıkları Hektor'u ilgilendirmiyordu artık. Kalkanını duvara dayamış, elinde tuttuğu kılıcıyla öylece bekliyordu. Nice Troyalı direnişçileri kırıp geçiren, ovayı cesetlerle doldurup ırmakları kıpkızıl akıtan ve şimdi bütün hışmıyla üstüne doğru gelen biraz ötelerdeki Ahilleus'a kilitlenmişti gözleri. "Yuh olsun bana surlardan içeri girersem!" diye kendi kendine söylendi birden. "Nice askerlerimi kırıp geçirdi Ahilleus! En iyisi artık sonuna dek direnmek! Ya onu öldürür öyle girerim surlardan içeri ya da onun kılıcıyla ölürüm. Ama onurumla!.."
Gitgide daha da yaklaşıyordu Ahilleus... Hem ona bakıyordu Hektor, hem de içinden gürleyip gürleyip gelen yepyeni duygularla cebelleşiyordu soluk soluğa:
"Yoksa kalkanımı, kılıcımı, tolgamı surların önüne bırakıp dosdoğru çıksam mı karşına? 'Madem bu savaşın nedeni Helena; öyleyse alın Helena'yı! Helena'nın getirdiği çeyizleri de alın!' desem... 'Artık savaşa son verelim!' desem, acaba beni dinler mi?"
Ne var ki bu düşüncesini tam sindiremedi içine..."Acaba; 'biz nasıl olsa kardeş halklarız; gel, Troya'da nemiz var nemiz yoksa her şeyimizi kardeşçe bölüşelim... Üstelik Troyalı ihtiyarlara ant içireceğim; hiçbir şeyi saklamayacaklar. Hem malı-mülkü, hem de hazinelerimizi ikiye bölecekler... Gel artık yıllardır süren bu çirkin savaşa son verelim' desem, beni dinler, bana saygı gösterir mi?"
Bu düşünce tam gönlüne uygun düşer gibi olduğunda bir başka kuşku girdi içine: "Böyle olduğum gibi silahsız gidersem, azgın Ahilleus hemen üstüme çullanıp öldürmez mi beni?.." Bu içsel konuşmadan sonra; "Bir kızla bir delikanlının fiskos etmesi gibi böyle şeylerle oyalanmanın da sırası mı şimdi?" diye söylendi kendi kendine. "En iyisi tezelden kozumuzu paylaşmak! Bakalım Olimposlu Zeus kime bağışlar yengiyi?.."
Ahilleus daha da yakınlaşmıştı Hektor'a... Canhıraş bir öfke içinde, tanrı Hefaystos'un dövdüğü kalkanı ve tunçtan tolgasıyla, ışıklar içinde süzülerekten geliyordu Hektor'un üstüne... Onun kendine çok daha yaklaştığının ayırdına vardığında birden eli ayağı dolaştı Hektor'un; içi dışı titremeye başladı!.. Sonra da arkasına dönüp hızla koşmaya başladı... Ahilleus da takıldı ardına haliyle! Onu yakalayacağından emin, naralar atıyordu durmadan... Bir çaylağın ürkek bir kumruya saldırması gibiydi olup bitenler... Ürkek bir kumru gibi surları biraz uzaktan izleyerek uçarcasına koşuyordu Hektor. Çok geçmeden Küçük Menderes nehrinin iki kaynağının fışkırdığı yere ulaştı... İki pınar vardı orada. Bu pınarların birinden insanın ellerini donduran su akardı çocukluğunun o barış yıllarında!.. Ötekinden de hep buhar tüten sıcacık bir su... Pınarların çevresinde de büyük bir yunak vardı... Bir an oralara bir göz attı son hızla koşan Hektor; hepsi de yerli yerindeydi!.. Troya'nın genç güzel kızları, rengârenk çamaşırlarını, en güzel giysilerini yıkamaya gelirlerdi oraya... Delikanlılar da çamaşır yunma bahanesiyle gelen sevgilileriyle buluşurlardı... Bir prens olmasına karşın kılık değiştirip sık sık kendisi de gelirdi oraya... Halk çocuklarıyla yarenlik ederdi... Oyunlar oynarlar, arada o pınardan buz gibi sular içerler, sonra da birbirlerinin yüzlerine serperlerdi bu sudan. Birden büyük bir susuzluk duydu Hektor... Ağzı dili tutuşur gibi oldu birden! Ah böyle canhıraş koşmasaydı da, bir avuç su içebilseydi çocukluğunun bu barış çeşmesinden!.. Ama arkasında çılgın gibi koşan Ahilleus vardı...
Yalnızca her iki tarafın askerleri değil, bu dillere destan iki savaşçıyı; Kazdağları'na konuşlanmış tanrılar bile soluklarını tutmuş öylece izliyorlardı...
Surların üstünden durmadan bağıran anası Hekabe'yi haliyle artık duyamazdı Hektor. Çünkü talancılara karşı Troyalıların giriştiği bu direniş savaşının sonunda, bütün Anadolu halklarının özgürlüğü ve geleceği söz konusuydu. O yüzden Hektor kendini çoktan aşmış, binyıllar ötesine uzanmıştı... Artık kaçamazdı...
Zaten karşı karşıya gelmişlerdi... Tanrı Hefaystos'un sırf bu savaş için Olimpos'taki demirci işliğinde dövdüğü üstün silahlarla donanmış Ahilleus'a Hektor'un fırlattığı oklar, hasmına değer değmez hep geri geri sıçrıyordu... Ve Hektor, bedenine silah bile işlemeyen tanrıça oğlu Ahilleus'la vuruşa vuruşa can verdi... Ne var ki Ahilleus, Hektor'u öldürmekle yetinmedi; onun kan revan içindeki bedenini atlı arabasının arkasına bağlayıp yerlerde sürükleye sürükleye, Troya surlarının çevresinde tam dokuz kez dolandırdı!.. Bütün bunları Kazdağları'ndan izlemekte olan tanrı Apollon'la tanrıça Afrodit bile isyan ettiler. Hemen konuşlandıkları dağın doruklarından inip Hektor'un kan revan içindeki bedenine, güneşte kuruyup çatlamasın diye zeytinyağı ve yumuşatıcı merhemler sürdüler...
İşte bu ilençli savaşta hem oğullarının, hem de bütün Troyalı ve Yunanlı masum yiğitlerin kırılıp kırılıp gittiklerini gördü Hekabe Ana. Et-kemik olarak onların analarının yürekler yakan ağıtlarını duydu hücrelerinde... Ve kendisi de yiğit oğlu Hektor'un külleri savrulurken;
"Bak anana yavrum, talihsiz anana,
Senin acını göreyim, öldüğünü göreyim de,
Bundan böyle nasıl yaşayayım ben, nasıl?
Gece gündüz yüreğimin ışığıydın bu kentte,
Troyalı kadınların erkeklerin gücü ve desteğiydin.
Bir tanrı gibi selamlardı onlar seni,
Sen onların büyük şanıydın sağken
Ama yavrum, kaderle ölümün elindesin şimdi..."
diye başlayan nice ağıtlar yaka yaka dövündü...
LAOKON VE TROYA ATI
Troya'daki Apollon tapınağının rahibi Laokon, babası gibi barışsever, insancıl ve olayları değerlendirme yönünden her zaman aklını kullanan gerçekçi biriydi. Babası Antenor, Troya kralı Priyamos'un yakın arkadaşı ve krallığın İhtiyarlar Kurulu'nun da hatırı sayılır etkin bir üyesiydi. Hatta herkesin sevgi ve saygı beslediği bu yaşlı Antenor; Troya savaşına sözde neden olan evlibarklı güzel Helena'nın Paris'le Yunanistan'dan kaçıp geldiğinde, bu olayı tatlıya bağlamak istemişti... Helena'yı geri almak için ta Yunanistan'dan elçi olarak gelen kocası kral Menelaos'la Odiseus'u, Anadolululara özgü içten bir konukseverlikle kendi evinde günlerce ağırlamıştı. Helena'nın ve getirdiği çeyizin geri verilmesi için birçok girişimlerde de bulunmuştu. Ne var ki güzel Helena'nın, Yunanistan'dan birlikte kaçıp geldiği Paris'ten başkasını görmüyordu gözü! İşte Antenor'un sonuçsuz da kalsa Helena'nın geri verilmesi için yaptığı insanca girişimleri ve konukseverliği, Yunanistanlı elçileri çok duygulandırmıştı. Bu elçiler Troya'dan elleri boş ayrılırken, Antenor'un kapısına bellenti olarak bir pars postu asmışlardı... Troya savaşı sonunda bütün ülke talan ve kıyıma uğradığında, bu bellenti yardımıyla Antenor ve ailesini, Yunanistanlı askerler esirgeyip koruyacaktı!..
Antenor'un oğlu insancıl ve gerçekçi Laokon da, dinsel bir görevle yükümlü olarak tanrı Apollon'un tapınağında bir rahip olarak çalışmasına karşın, tanrıların kapris ve dayatmalarına da sürekli karşı çıkardı. Babası gibi içinde yaşadığı dünyanın gerçekleriyle yaşamayı yeğlerdi. Örneğin tapınakta bir gece nöbeti sırasında, Apollon'un kutsal heykeli önünde, kesinkes yasak olmasına karşın karısıyla sevişti; karısı da daha sonra doğuracağı ikiz çocuklarına orada gebe kaldı. Bu yüzden de tanrı Apollon'un giderek şahlanacak kin ve öfkesini üzerine çekti... Ne var ki rahip Laokon'un işlediği günahlar, yalnızca bununla da sınırlı değildi! Tanrı dayatmalarını hep kulak ardı eden bu gerçekçi rahibin bir başka günahı daha vardı! Hem de savaş sonrasında sağ kalabilen Troyalılarca bile binbir pişmanlıkla anımsanacak bir günah!
Eğer halk, rahip Laokon'u o zaman dinleyip o ünlü tahta atın bir tanrı armağanı olmayıp bir tuzak olduğu uyarılarına kulak verseydi, Troya o ürkünç yakım ve kıyımlara uğramayacak; Anadolu binyıllar boyunca ardı ardına gelecek işgal ve talan dalgaları altında ezilmeyecekti...
Çünkü on yıl boyunca her türlü saldırıyı püskürten Troya halkı karşısında surları düşüremeyeceğini anlayan Yunanistanlı yağmacı ordular; tahtadan yaptıkları bir atı tuzak olarak kullandılar. Bu tahtadan dev atın içine de en seçme askerlerini yerleştirdiler ve onu Troya surlarının dışına bıraktılar. Gemilerini gözlerden ırak kuytulara sakladılar ve kendileri de bir yerlere sinip sözde gerisin geri dönüp gitmiş süsü verdiler. Sonra da casuslar aracılığıyla bu tahta atın tanrılarca Troya halkına kazandığı yenginin bir armağanı olarak gönderildiği safsatasını yaydılar. Troyalılar da kazandıklarını sandıkları direniş savaşının coşkusu içinde, bu yalana dört elle sarıldılar. Bir teşekkür olarak denizler tanrısı Poseydon'a on bir boğa kurban etmeye karar verdiler. Ve geleneklere uygun olarak, bu boğaları kurban etme görevi rahip Laokon'a düşüyordu...
İşte kurban kesme görevini yerine getirmek üzere deniz kıyısındaki sunağa gelmezden bir gün önce Laokon; tahta atı yetkililerin ve halkın önünde uzun uzun inceledi; kargısıyla karnını, sağını solunu iyice yokladı... Sonunda atın karnının oyuk olduğunu, bunun bir tanrı armağanı olamayacağını söyledi yetkililere... Hatta daha ileri giderek, bunun saldırgan Yunanlılarca kurulmuş bir tuzak olduğunu, bu yüzden de surlardan içeri alınmaması gerektiğini öne sürdü. Yetkililer rahip Laokon'a inanmadı. Hatta onu tanrılara meydan okuyan bir günahkâr olmakla ve dinsizlikle suçladılar! Bu yüzden Laokon'un uyarıları, özellikle yetkililerin kör bilincinden yalnızca bir tepki olarak yankılandı...
Bu olaydan bir gün sonra Laokon, görevi gereği on bir boğayı kurban etmek üzere ikiz oğullarıyla birlikte sahile yakın sunağa geldi. Halk da tanrılara adadıkları boğaların kurban edilişini doyasıya seyretmek için sabırsızlanıyordu. Laokon, boğalardan birini tam kurban etmek üzereyken denizden dev boyutlu iki azman yılan çıkageldi. Yılanlar, ikiz delikanlıları boğmak üzere, onların bedenlerine sarmal sarmal dolandı. Laokon, çocuklarını kurtarmak için bu beklenmedik canavarlara canhıraş saldırdı kılıcıyla; ama kendisi de onların sarmalına girip çocuklarıyla can verdi... Olayı dehşetle izleyen halk Laokon'un ölümünü; tanrıların armağanı olan tahta atı küçümsemesinden ve onun surlardan içeri alınmasını istememesinden kaynaklanan bir ceza olarak yorumladı... Oysa yılanlar, tanrı Apollon'un gönderisiydi: Çünkü Apollon, bir zamanlar tapınağında karısıyla sevişen Laokon'a ve bu olay sonrası doğan ikiz çocuklara karşı duyduğu kin yüzünden o yılanları gönderip onları boğdurmuştu! Bu gerçeği bilmeyen halk ve yetkililer, doğruca surların dışında bekleyen ve büyük bir kutsallık kazanan tahta atın yanına gittiler. Kocaman tahta at; tanrılardan binbir özür dilenerek büyük bir özenle surlardan içeri alındı... Bütün gece Troyalılar yediler, içtiler, eğlendiler...
Ve sabaha karşı tahta atın oyuk karnından yılanlar gibi sağıla sağıla çıkan asker ve komutanlar; surların dışında pusuya yatmış orduların kente girip Troya'yı talanlamaları ve yakıp yıkmaları için, sur kapılarını ardına dek açtılar...
TROYALI PRENSES KASSANDRA
Troya kralı iyi yürekli Priyamos'la karısı kraliçe Hekabe; tanrı Apollon adına düzenledikleri bir şenlik sonunda bebekleri Kassandra'yla (Kassandra) ikizi Helenos'u her nasılsa tapınakta unutup gittiler... Akılları başlarına gelip de apar topar geri döndüklerinde, uykudaki bebeklerin gözlerini kulaklarını yalayan iki azman yılan gördüler. Bebekleri uzun uzun yalayan yılanlar, onların duyma ve ileri görme yetilerini bu yolla son derece güçlendirip keskinleştirmişti. Bu yüzden de büyüdüklerinde, kimsenin önceden göremediği ve sonucunu algılayamadığı olayları ve gerçekleri, daha başından duyabilme ve anlayabilme yetisini kazanmışlardı...
Gene genç kızlığında prenses Kassandra, yalnız başına tanrı Apollon'un tapınağına geldiği bir gün, Apollon ona aniden vuruldu ve dile gelip duygularını da açık açık söyledi... Doğrusu ya prenses de, ozan olduğunu ve çok iyi lir çaldığını bildiği bu yakışıklı tanrıya ilgisiz kalmadı!.. Artık yalnız başına ve kimselerin olmadığı zamanlarda tapınağa gelip gitmeye başladı. Ne var ki tanrı Apollon; çok daha ileri gidip Kassandra'ya aşkına yanıt vermesi karşılığında, "ileriyi görme ve olacakları önceden haber verebilme" yetisini bağışlayacağını, böylece bir çeşit tanrısal etkinlik kazanacağını söyledi... Aklını kullandığı sürece bilicilik yönünden kendisini zaten yetkili gören Kassandra; tanrının bu önerisine iş olsun gibilerden olur dedi ve Apollon da ona bilicilik yetisini bağışladı. Ne var ki Kassandra; bu yeteneği elde etmenin bedeli olan aşkını verme sözünü tutmadı... Çünkü zaten bilici olduğu için tanrı Apollon ona fazladan bir şey vermiş olmuyordu! Kassandra bunu açık açık Apollon'un yüzüne karşı da söyledi... Bir ölümlü kadının buncasına açık ve isyancı tutumuna çok öfkelenen Apollon, tutup ağzına tükürdü güzel Kassandra'nın! Bu yüzden Kassandra o olağanüstü geleceği bilme yetisini yitirmedi yitirmemesine, ama bütün öngördüğü şeyleri açıkladığında, kimseler onu dinlemez oldu. İleride yaşanacak kötü şeyleri nice yırtına yırtına anlatmaya çalışsa da, karşısındakilerin hep sağır duvarlarına çarpmaya başladı artık bütün öngörüleri. Bunlardan en yıkımcıl olanı da Paris'le evlenen güzel Helena konusundaki görüşleriydi... Kardeşi Paris'in daha yeni doğduğu günlerde sarayın bilicisi, bu çocuğun gün gelip Troya'nın ve halkının başına nice yakımlar yıkımlar getireceği uzgörüsünde bulunmuştu. Bunun üzerine anası kraliçe Hekabe de bu bebeği Kazdağları'na götürüp orada yaşayan çobanların, geyiklerin, kurtların, kuşların insafına bırakıp gelmişti... Bu yüzden Paris, Kazdağları'nda geçirmişti çocukluğunu ve ilk gençliğini. Delikanlı olunca da gezmek için gittiği Yunanistan'da, tanrıça Afrodit'in aracılığıyla kendine âşık ettiği Yunanistanlı güzel Helena'yla Troya'ya dönmek istediği haberini saldı. Bu kez kız kardeşi Kassandra, Helena'nın saraya alınmamasını istedi... Çünkü onun hem saraya, hem de Troya'ya yıkımlar ve yakımlar getireceğini söyledi yeniden. Ama kimseler kulak asmadı uyarılarına!.. Haliyle Paris'le Helena da gelip Troya sarayına yerleştiler...
Ama gene de Kassandra, Troya'yı bekleyen kötülükleri önleyebilmek için rahip Laokon'la birlikte krallığın en etkin kişilerini de yanına alarak, Helena'nın geri verilmesi konusunda sayısız girişimlerde bulundu. Ama kimselere sözünü geçiremedi!. Ne var ki hem kendinin hem başkalarının başına geleceğini sezinlediği bütün yıkımlar, zaman içinde bir bir gerçekleşti. Örneğin Hektor'un da Paris'in de o uğursuz Troya savaşında öldürüleceklerini söylemişti; uzgörüleri bir bir gerçekleşti...
Gene savaşın onuncu yılında da, kesinlikle surlardan içeri alınmamasını önerdiği ama gene de kente büyük törenlerle alınan içi asker dolu tahta at, Troya'nın sonunu getirdi! Geceleyin atın karnından çıkan askerler, ülkeyi içeriden ele geçirdiler. Böylece Yunanistan'dan gelen yağmacı ordular; bir yandan krallığın hazinelerini yağmalarken öte yandan güzel genç kızları, kadınları köle ve kuma olacak şekilde derleyip toparlamaya başladılar. Bu hengâmede Kassandra da, ardısıra koşarak gelen Yunanlı Ayas'ın elinden kurtulabilmek için tanrıça Atena'nın tapınağına sığındı. Bu kez tapınağa giren Ayas'ın eline düşmemek için tanrıçanın mermer bedenine sıkı sıkıya sarıldı. Ama gözü dönmüş Ayas onu zorla heykelden sıyırıp aldı; hemen orada kirletti! Tanrıça Atena'nın heykeli bile, olup bitenleri görmemek için, başını başka yöne çevirdi! Ne var ki savaş süresince hep Yunanlıların tarafını tutmuş olan Atena, daha sonra bunun öcünü yaman alacaktı onlardan...
Diğer güzel kadın tutsaklarla birlikte gemilere doldurulurken Kassandra, Yunanistanlı Başkral Agamemnon'un çok ilgisini çekti. Uzun süre bakışlarını ayıramadı. Artık bu soylu Troyalı prensesin güzelliğine vurulan Başkral, en değerli savaş ganimeti olarak onu Mükene'deki karısı Klütaymestra'ya kuma ve köle olarak götürmeye karar verdi...
Kısa sürede talan edilmiş hazineler ve güzel kadınlarla genç kızlarla tıkabasa doldurulan gemiler, tanrıların yalan rüzgârlarıyla şişine şişine Yunanistan'a doğru geri dönerken Kassandra; saraya vardıklarında başlarına gelecekleri bir bir anlattı Başkral Agamemnon'a. "Saraya varır varmaz karın Klütaymestra ikimizi de öldürecek!" dedi.
Agamemnon da güzel kölesi Kassandra'nın bu uzgörülerine kahkahalarıyla yanıt verdi.
Çünkü bu talan savaşını kazanmak uğruna her şeyi yapabileceğini kanıtlamak için nice özverilerde bulunmuştu Başkral! Örneğin öz kızı masum İfigeneya'yı bile karısı Klütaymestra'nın ve de orduların gözleri önünde, hem de kendi elleriyle tanrıça Artemis'e kurban etmişti! Gerçi namus temizleme amacıyla başlattığı bu ilk kıtalararası savaş sonunda, savaşın nedeni güzel Helena'yı Troya'da unutmuştu unutmasına, önemli değildi. Çünkü bundan böyle dünya imparatoruydu artık! Ve tanrılarla içli dışlıydı... Ne var ki binyıllar süresince dünya halklarının bile göremeyeceği bir gerçeği; yani bu savaşın bir yağma savaşı olduğu gerçeğini, Mükene sarayında oturan karısı Klütaymestra çok iyi görmüştü... O yüzden Kassandra'nın uzgörüde bulunduğu gibi, saraya vardıkları gün kraliçe Klütaymestra; kanına girdiği öz kızı İfigeneya'nın ve bütün Yunanistanlı, Troyalı nice masum yiğitlerin öcünü almak üzere, yıllardır kiniyle bilediği hançerini, kocası Agamemnon'un sırtına, ardı ardına sapladı...
Akdeniz Mitologyasından Efsaneler
Yaşar Atan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder