7 Şubat 2024 Çarşamba

Osmanlı'nın En Güçlü Yılları KANUNİ DEVRİ (1520-1566)

 



Kanuni Sultan Süleyman'ın 1520 yılında başlayıp, 1566 yılına kadar süren uzun saltanat dönemi; Osmanlı'nın; askeri, ekonomik ve kültürel açıdan gücünün şahikasına ulaştığı yıllar olarak kabul edilir. Osmanlı, batıda Macaristan'ı alarak Orta Avrupa hakimiyetini sağlamlaştırdı. Böylece Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na ve Avusturya Devleti'ne karşı mutlak bir üstünlük sağladı. Güçlü bir donanma oluşturulmasının ardından Rodos'un alınması ve Preveze zaferi Akdeniz'i adeta bir Türk gölüne çevirdi. Bu zirve yıllarında doğuda da Safevilere karşı Yavuz döneminde başlayan üstünlük, bölgeye düzenlenen üç büyük seferle devam ettirildi.

Osmanlı askerleri; Macaristan ovalarında atlarını mahmuzlayıp, Viyana önlerine kadar hakimiyetlerini genişletti. Bunun sonucu olarak Osmanlı; bölgede oluşturduğu sosyal, kültürel ve siyasi kurumlarla varlığını kalıcı hale getirdi.

XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada «Yeni ve Yakın Çağ» ın en büyük değişimleri birbiri ardınca meydana geldi ve Batı Avrupa toplumlarını köklü bir biçimde etkiledi.

Coğrafi keşifler yoluyla Avrupalılar, yeni dünya Amerika'ya çıkarak sömürge faaliyetlerine başladı. Öte yandan Afrika'nın batısından dolaşılarak yeni Hindistan yolunun bulunması, doğuda yüzyıllarca batılıların iştahını kabartan yeni sömürge alanlarının ortaya çıkmasına yol açtı. Böylece başta İspanyol ve Portekiz olmak üzere Batı Avrupa devletleri; yeni sömürge imparatorlukları kurarak, ekonomik olarak güçlerini katladılar.


Aynı yıllarda bir diğer önemli gelişme de İtalya'da başlayan Rönesans'tı. Pozitif düşünceye bağlı sanat ve kültür dalgası; diğer Avrupa ülkelerine yayılarak, toplumların zevkini değiştirmeye başladı. Bunun yanı sıra meydana gelen Reform hareketleri, Avrupa hıristiyan birliğini parçalayarak birçok yeni Protestan kilisenin oluşumuna yol açtı. Papanın otoritesi ve din adamlarının itibarını sarsan bu Reform dalgası, yeni müstakil dini anlayışların da yaygınlaşmasına yol açtı.

Siyasi olarak Batı Avrupa'da en güçlü devlet, Charles Quint'in (Şarlken) yönettiği Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'ydu. Sınırları batıda Fransa hariç, İspanya'dan Avusturya'ya kadar uzanmaktaydı. Şarlken'in kardeşi Ferdinand, Avusturya İmparatoru idi. Ferdinand'ın Macar Krallığı'yla da akrabalık bağları vardı.


KANUNİ'NİN AVRUPA'YA BAKIŞI


1. Süleyman; babasının ani vefatının ardından kardeş trajedilerine bulaşmadan imparatorluğun başına geçtiğinde, köklü bir siyasi tercih yaptı ve devletin fetih dinamiğini yeniden batıya yöneltti. Böylece Osmanlı Devleti, hıristiyan dünyasıyla hesaplaşmasına, kaldığı yerden devam etti.

Kanuni'nin batı hıristiyan dünyası ile ilişkileri dört temel esasa dayanmaktaydı.

Birincisi; Osmanlı topraklarının güvenliğini tehdit eden, Müslümanların ticaretini baltalayan, hacıların yol güvenliği için tehlike teşkil eden bütün hıristiyan devletlere karşı askeri hareketlerde bulunmak; karşı güçleri imha etmek veya etkisiz hale getirmek ...


İkincisi; Avusturya-Alman Habsburg İmparatorluğu'na karşı kesin bir rekabet politikası izlemek, askeri açıdan düşmana korku salacak gövde gösterisinde bulunmak ...

Üçüncüsü; batı bloğunu yarmak amacıyla Fransa ile dostluk münasebetlerinde bulunmak...

Dördüncüsü; hıristiyan dünyasındaki ayrılıkları derinleştirmek amacıyla Protestanlarla ittifak oluşturmak...


MISIR, SURİYE ve ANADOLU'DA ÇIKAN İSYANLARIN BASTIRILMASI


Kanuni'nin ilk uğraştığı meseleler; Mısır, Suriye ve Anadolu'da çıkan ve devleti askeri açıdan zor durumda bırakan iç isyanlar oldu. Babası Yavuz Sultan Selimin ülke topraklarına kattığı Mısır ve Suriyede yeni bir Osmanlı düzeni kurma süreci, sancılı birtakım olayların yaşanmasına yol açtı. Nitekim Mısır ve Suriye'de meydana gelen isyanlar; eski Memluklu Devleti'ni yeniden kurma girişimleriydi ve yeni padişahı, tahtının ilk yıllarında hayli meşgul etti.

Ahmed Paşa; İstanbul'da sadrazamlık beklerken Mısır Valiliği görevine getirilmiş, bu görevi kendisi için tatmin edici ve itibarlı bulmamıştı. Ahmed Paşa; Mısırda göreve başlamasının ardından, yerli askeri sınıf ve güçlerle işbirliğine girdi ve hükümdarlığını ilan ederek isyan başlattı. Ancak merkeze bağlı güçlerce etkisiz hale getirilerek Kahire'de idam edildi.

Bir diğer önemli isyan da Canberdi Gazali isyanıdır. Memluklu Devleti'nin Osmanlı bünyesine katılması esnasında Hayır Bey tarafından ikna edilerek Osmanlı safına geçen bu eski Memluklu beyi de vali olarak görev yaptığı Suriye'de yeni bir devlet kurma gayreti içine düştü. Adına para bastırdı ve bazı askeri girişimlerde bulunduysa da başarılı olamayarak bertaraf edildi.

Sosyal ve dini muhtevalı isyanlar da bu dönemde devleti meşgul eden bir diğer meseleydi. Safevi etkisindeki Türkmen ve Alevi kesimlerin çıkardığı isyanlar, Safevi etkisinin hala sürmekte olduğunu göstermekteydi. Hacı Bektaş-ı Veli postnişini Kalender Çelebi ve Türkmen dedelerinden Baba Zünnun'un çıkardığı bu isyanlara, bir kısım halk ve asker kaçakları destek vermekteydi. Orta Anadolu'da çıkan bu isyanlar, alınan askeri tedbirlerle bastırıldı. Olaylara katılanlar sert bir biçimde tenkil edilmişti. Bu ayaklanmaların büyümesinde arazi tahrir memurlarının yaptığı haksızlıkların önemli bir payı vardı. Ayrıca lüzumsuz yere dirlikleri elinden alınan tımarlı sipahilerin bu isyanlara destek vermesi de ayaklanmanın etkili olmasına ve tahribatının fazla olmasına sebep olmuştur.


BELGRAT'IN FETHİ (1521)


Geleneklere göre yeni padişahın tahta çıkışı haberini Macaristan'a ulaştıran Behram Çavuş'a kötü davranılmış; -bazı kaynaklara göre- Kral Layoş tarafından idam edildiği gibi burun ve kulakları da Kanuni'ye gönderilmişti. Bu gelişme Osmanlı'yı batıya sefere sevk eden en önemli sebebi teşkil etti. Esasen Yavuz'un Memlüklularla mücadeleleri sırasında batıda Macarlar, sınırlara tecavüz etmekte ve bu durum Macaristan üzerine bir seferi zorunlu kılmaktaydı. Yavuz'un vefatı muhtemel bir seferi ertelemişti. Kanuni'nin ilk seferi, çok iyi planlandı ve Belgrat'ın fethini gerçekleştirecek bir çerçevede ustaca yürütüldü. Sırbistan, Fatih döneminde Osmanlı topraklarına katılmış ancak Belgrat Kalesi ele geçirilememişti.


Yeni padişah, batıya gerçekleştireceği on seferden ilkine 18 Mayıs 1521 yılında çıktı. Macaristan'ın anahtarı niteliğinde stratejik konuma sahip olan Belgrat Kalesi'nin alınmasıyla batıya yapılacak seferlerin önü açılacaktı. Kanuni, güçlü ordusunun yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını giderecek tedbirleri alarak önce Edirne'ye, arkasından da Filibe ve Sofya üzerinden Niş'e ulaştı. Balkanlarda ciddi bir korku meydana gelmiş, seferin Moldavya üzerine yöneleceği endişesi paniğe yol açmıştı. Oysa sefer, Belgrat Kalesi'ni hedeflemekteydi. Niş'te askeri önlemler ve hazırlıklar gözden geçirildikten sonra Belgrat istikametinde yola devam edildi. Ayrıca Karadeniz üzerinden Tuna'ya bir donanma da yollandı. Böylece Belgrat, karadan ve nehir yoluyla da kuşatma altına alındı. 

Macarlar, kaleyi uzun süre savundular. Osmanlıların şiddetli baskılarına ve on iki kez yaptıkları hücumlarına karşı hala direnme eğilimi göstermekteydiler, ancak güçleri gittikçe tükenmekteydi. Ve sonunda Macarlar, dizdarlarının eliyle Belgrat'ın anahtarlarını Kanuni Sultan Süleyman'a teslim etmek zorunda kaldılar. Padişah, teslim olanları çoluk çocuğuyla bağışladı. Böylece Macaristan yolu, Türklere açılmış oldu.


MOHAÇ ZAFERİ (1526)


Belgrat'ın alınmasının ardından Türk akınları; Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya kıyılarına yoğunlaştı. Bu akınların çoğu, bölgeyi daha iyi tanımaya yönelik akınlardı. Gazi Hüsrev, Sinan ve Malkoçoğlu Bali Beylerin akınları Mohaç zaferine kadar devam etti.

Yeterli hazırlıklar yapıldıktan sonra Macaristan'ın fethi için; Vezir-i Azam İbrahim Paşa komutasında, bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Ardından bizzat Padişah, yüz bin kişilik bir orduyla yola çıktı. Bölgedeki diğer birliklerin Belgrat'ta orduya katılmasıyla Osmanlı ordusu oldukça ihtişamlı görünüyordu ve savaşa hazırdı.

Vezir-i Azam İbrahim Paşa, Macaristan'da Tuna Nehri üzerinde bulunan askeri açıdan çok stratejik bir konumda olan Petervaradin Kalesi'ni karadan ve nehirden sıkıştırarak ele geçirdi. Bosna beyleri ve diğer komutanlar ise Orta Tuna boyunda İyluk ve Ösek dahil, birçok kaleyi ele geçirerek asıl ordunun yol güzergahındaki riskleri ortadan kaldırdı.

Osmanlıların bu askeri faaliyetlerinden haberdar olan Macar Kralı II. Layoş; bir yandan askeri müdafaa tedbirlerini artırarak harbe hazırlanırken, diğer yandan da Avrupa'nın diğer devletlerinden yardım istedi. Macar askerleri, Osmanlı ordusunun Drava Nehri üzerine kurulan köprülerle asker sevk etmesini engellemek için direnmişlerse de başarılı olamadılar.

Artık Osmanlı ordusunun hedefi, Macar ordusunun toplandığı Mohaç ovasıydı ve hedef Macar başkenti Budin'i ele geçirmekti. Kanuni 29 Ağustos 1526'da cenk elbisesini giymiş, ak bir ata binerek üç yüz bin kişiden oluşan muhteşem ordunun muhteşem komutanı olarak harp vaziyetini almıştı.

Tarihin en kanlı savaşlarından biri olan Mohaç'ta Osmanlı güçleri Macarları merkeze çekerek iki saat gibi kısa bir sürede imha etmeyi başarmıştı. Ölenler arasında genç Macar Kralı II. Layoş da bulunuyordu.


VİYANA SEFERİ (1529)


Osmanlılar, Mohaç Meydan Muharebesi sonrasında hiçbir direnişle karşılaşmadan Budin şehrini ele geçirdi. Şehrin anahtarlarının Kanuni'ye teslim edilmesiyle Macar Krallığı fiilen ortadan kalktı. Böylece Macaristan'ın Osmanlı himayesine girdiği yeni bir dönem başladı. Kanuni, Macaristan tahtına Osmanlı kaynaklarında Yanoş olarak bilinen Erdel Voyvodası Zapolya'yı geçirerek hükümdar olmasını sağladı.

Ancak Avusturya İmparatoru Ferdinand, Macaristan'ın Osmanlı tesiri altında bir hükumetle yönetilmesini hiçbir vakit kabul etmedi ve türlü entrikalara başvurarak Macaristan'ın yönetim hakkının kendisine ait olduğunu iddia etti. Mohaç Meydan Muharebesi'nde ölen Macar Kralı eniştesi idi. Macaristan tahtının da tıpkı kız kardeşi vasıtasıyla kendisine intikal eden Bohemya, Moravya, Slovakya toprakları gibi kendisine bırakılmasını istiyordu. Ağabeyi Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlkenden destek alan Ferdinand, siyasi emellerini gerçekleştirmek için harekete geçti ve Zapolya'yı bir meydan muharebesi sonucu yenerek Budin şehrini aldı. Böylece Macaristan'a büyük ölçüde hakim olmayı başardı. Tahtını kaybeden Zapolya, bu gelişmeden Osmanlı'yı haberdar ederek Kanuni'den yardım istedi. Bu durum Osmanlı ordusunu yeniden Orta Avrupa'ya yöneltti ve 1529 Viyana Seferi'nin sebebini teşkil etti.

Öte yandan Fransa Kralı Fransuva da, Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken tarafından zor durumda bırakılmış ve İstanbul'a gönderdiği elçisi vasıtasıyla Kanuni'den yardım istemişti. Bu talebe karşılık, Osmanlı hükümdarı da bir fermanla Fransuva'ya destek olacağının işaretlerini vererek Kral Fransuva'dan hükümdarlara yaraşır bir tavır göstermesini istedi:

"Sultanların sığınma yeri olan kapıma; adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilasına uğradığını; halen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demişseniz benim yüksek katıma arz olunup teferruatıyla öğrendim.


Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yollarından yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheylemekteyiz. Gece-gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz."

Kanuni'nin batıya yapacağı seferin hazırlıkları sürerken; Avusturya, elçileri aracılığıyla Osmanlı Devleti'ne barış teklifinde bulundu. Macaristan'ın bazı tavizlerle kendilerine bırakılması karşılığında Osmanlı'yla sulh anlaşması yapılacağı teklifini ihtiva eden bu teklif, Osmanlı tarafından reddedildi. Böylece Kanuni'nin batıya ikinci seferi başlamış oldu. Mayıs ayında yola çıkan Kanuni'nin güçlü ordusunda iki yüz elli bin asker bulunuyordu. Altı bin kişiden oluşan dost Macar kuvvetleri de devrik kralları Zapolya'nın nezaretinde Mohaç ovasında Osmanlı ordusuna katıldı. Budin şehri, Osmanlı kuvvetlerince gerçekleştirilen şiddetli bir kuşatmanın ve yarım günlük mukavemetin ardından teslim olmak zorunda kaldı. Macaristan'ın yönetimi, daha önceden kararlaştırıldığı gibi, yıllık vergi ödemesi ve Osmanlı'ya bağlılığını sürdürmesi şartıyla tekrar Zapolya'ya bırakıldı. Yapılan görkemli bir merasimle Macar krallık tacı Zapolya'ya yeniden giydirildi. Macar Kralı, kendisinin tekrar Macar tahtına çıkmasına yardımcı olan yeniçerilere bol ihsanlarda bulunarak ödüllendirdi.

Kanuni, Budin'i aldıktan sonra bir kısım yardımcı kuvvetleri orada bırakarak 120 bin kişilik bir kuvvetle Avusturya'nın başkenti Viyana üzerine yürüdü. Yeni hedefin Viyana oluşu, batı kamuoyunda çok büyük korku ve telaş oluşturdu. Bu durum, Avusturya Kralı Ferdinand'ın bile şehri terk etmesine yol açtı.


Ferdinand, Viyanada on altı bin kişilik bir kuvvet bırakarak Almanya içlerinde geziye çıkmak zorunda kaldı. Ayrıca tüm hıristiyan dünyasını da Osmanlılara karşı yardıma çağırdı. Oysa Kanuni, Viyana Seferi'yle batıya sadece gözdağı vermek istiyordu. Gerek yeni bir fetih hareketi, gerekse Avusturya'nın başkenti gibi büyük ve stratejik bir merkezi ele geçirme hedefi, askeri açıdan da büyük riskler taşırdı. Her şeyden önce, Osmanlı idaresi henüz Macaristan'da tam olarak yerleşmemiş ve istenilen otorite de sağlanamamıştı. Bu olumsuzluğa rağmen Kanuni, Viyana'yı on yedi gün boyunca kuşatma altında tutarak şehrin surlarını toplarla dövmeye devam etti. Ancak şehri ele geçirmek için gerekli malzemenin olmaması, ordunun geri dönüş zorluklarının göz önünde bulundurulması, bazı topların çamura saplanması ve yaklaşan kış sebebiyle orduyu daha fazla yıpratmadan kuşatmayı kaldırdı ve İstanbul’a döndü.


ALMAN SEFERİ (1532) ve İSTANBUL BARIŞI (1533)


Avusturya Kralı Ferdinand, Macaristan'ın iç işlerine müdahale etme konusundaki ısrarını sürdürerek gönderdiği bir elçiyle vergi vermek şartıyla Macaristan'ın kendisine bırakılması talebini yeniden İstanbul'a bildirdi. Tekrar ret cevabı alması üzerine Budin'i kuşatma altına almak için harekete geçti. Zaten Macar Kralı Zapolya da memlekette huzur ve sükunu bir türlü temin edememiş ve bir kısım Macar beyleri Ferdinand'ın taraftarı olmuştu.

Avusturya Kralı; Osmanlılara ait Estergon, Vişegrad ve Vaç kalelerini aldıktan sonra Budin'i muhasara etti. Ancak tüm gayret ve kararlılığına rağmen şehri düşüremedi, Budin'e yardım için yetişen Semendire ve Bosna sancakbeylerine bağlı kuvvetlerle karşı karşıya gelmemek için elli yedi gün süren kuşatmayı kaldırarak çekilmek zorunda kaldı.

Budin'in Ferdinand tarafından kuşatılması haberi İstanbul'a ulaşır ulaşmaz, derhal Macaristan üzerine yeni bir sefer düzenlendi (Nisan 1532). Kanuni bu kez kararlı bir biçimde, Alman İmparatoru Şarlkene ve kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand'a büyük bir ders vermek istiyordu. Amacı bir meydan savaşıyla bu güçlere karşı üstünlüğünü kabul ettirmek ve Osmanlı'nın Orta Avrupa hakimiyetini kesinleştirmekti. Kanuni'nin yaptığı açık savaş davetine rağmen gerek Ferdinand gerekse Şarlken ortalıkta gözükme cesareti gösteremediler. Almanya içlerine yönelen Osmanlı akınlarına ve çeşitli Avrupalı milletlerden meydana gelen iki yüz elli bin kişilik ordusuna rağmen Şarlken; sessizliğini koruyor, Viyana'ya ikinci kez Osmanlı saldırısı gerçekleşmesi durumunda, alınacak önlemleri askeri bir mecliste müzakere ediyordu.

Osmanlı ordusu, irili ufaklı on beş kaleyi ele geçirdikten sonra birkaç hafta süren bir kuşatmanın ardından Viyana yolu üzerindeki stratejik Gons Kalesi'ni de aldı. Yedi aydır düşmanla karşılaşma imkanını bulamayan Kanuni, kışın yaklaşması üzerine bu askeri sefere son vererek İstanbul'a döndü. Ardından her iki hükümdara da ağır sözlerle dolu birer mektup yolladı. Bu sefer sonucunda Macaristan'daki Osmanlı hakimiyeti biraz daha perçinlendi. Nitekim Kral Zapolya; Osmanlı Devleti'ne sadece dost ve müttefik bir ülke olarak kalmadı, bir süre sonra muayyen bir miktarda yıllık vergi de ödemeye başladı. Çok geçmeden Ferdinand da Osmanlı'nın Macaristan hakimiyetini onaylayan bir barış anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Yapılan İstanbul Anlaşması'na göre Ferdinand, bundan böyle Macaristan'ın iç işlerine karışmayacağını taahhüt ediyor, diplomatik olarak Osmanlı Sadrazamı'na denk bir statüye sahip olduğunu ve Kanuni'nin siyasi üstünlüğünü kabul ediyordu.

Avusturya Kralı Ferdinand, Osmanlı'yla yaptığı anlaşmaya rağmen Macaristan'ı ele geçirme arzusundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Nitekim Kral Zapolya'nın ölümünün ardından Budine Avusturyalı ve Almanlardan oluşan bir ordu göndererek Macaristan'ı tekrar ele geçirme girişiminde bulundu. Ancak ölen Macar Kralı Zapolya'nın eşi Kraliçe İsabella, başkentini kuşatan Avusturya kuvvetlerine karşı Kanuniden yardım istedi. Haziran 1541 ile harekete geçen Osmanlı ordusu, Ağustos ayında Ferdinand'a bağlı kuvvetleri yenmeyi başardı ve Budin yeniden kurtarılmış oldu.

Ferdinand bu askeri hamlesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından bir kez daha Osmanlı'ya müracaat ederek, yıllık haraç karşılığında Macaristan'ın kendisine bırakılmasını istedi. Bu diplomatik girişiminden de bir sonuç alamayan Ferdinand, bu kez Türklerin ilerleyişini bahane ederek toplamayı başardığı Avrupalı milletlerden oluşan bir orduyla Budin önlerine geldi ve Peşte Kalesi'ni kuşattı. Bu gelişme üzerine Kanuni, yeniden bölgeye güçlü bir orduyla hareket etti (Kasım 1542). Ordu, henüz Edirne yakınlarına varmadan Peşte önlerinde bulunan kuvvetlerin düşmana karşı kesin bir zafer kazandıkları haberi ulaştı. Bu durum, orduda büyük bir sevinç yarattı. Avrupa orduları, az sayıdaki müdafaa askerleri tarafından kesin bir yenilgiye uğratılarak imha edilmişti. Böylece yola çıkan merkez ordusu da Edirnede kaldı.

Bu sefer sonrasında Zapolya'nın elinde bulunan Macaristan toprakları doğrudan Osmanlı topraklarına ilhak edildi. Hemen peşinden Budin Beylerbeyliği oluşturularak on iki sancağa ayrıldı. Arazi tahriri yapıldı ve Budin Beylerbeyliğine Bağdat Valisi olup aslen Macar olan Süleyman Paşa getirildi. Böylece Macaristan meselesi kesin olarak çözümlendi. Macaristan'ın kuzey ve batı bölümlerinden bir kısım topraklar Avusturya'ya bırakıldı. Erdel bölgesi de ölen Macar Kralı'nın oğlu Sigismund'un hakimiyetine terk edildi. Asıl Macaristan'da ise yaklaşık bir buçuk asır süren Osmanlı hakimiyeti dönemi başladı. Böylece cihad ve gaza ruhuyla yeni ülkeler Osmanlı hakimiyetine sokulduğu gibi, hıristiyan dünyasına karşı da bariz bir üstünlük sağlanmıştı.

Osmanlı için gaza ve yayılma; devlet, asker ve halk için kaçınılmaz bir hareket, hayat ve denge prensibi idi. O günkü şartlarda ordunun İstanbul’dan Tuna boylarına iki-üç ay süren meşakkatli bir yolculuktan sonra varabildiği; askerin yiyecek ve barınma ihtiyaçlarının temininin zorlukları ve en önemlisi de yol şartlarının elverişsizliği hesaba katıldığında, cihad ve gaza ruhunun Osmanlıda ne denli güçlü olduğu kolayca anlaşılır.


Gazadır din-i İslam'ın şiarı;

Gazadır padişahlar iftiharı.

Gaza ile açılur memleketler;

Gazadan feth olmur her cihetler.

Gaza begler, bahadırlar işidir;

Gaza ile olur şahın işidir.

Gazanın ecrine olmaz tenahi;

Gazadır şehlere farz-ı ilahi.

Gaza ile olur fevz ü ganayim;

Gaza ile olur mahv-i cerayim.


KANUNi'NİN DOĞUYA SEFERLERİ


Kanuni Sultan Süleyman, bizzat katıldığı seferler ve uzun mücadeleler sonucunda Macaristan'ı Osmanlı'ya bağlayarak hıristiyan dünyasına üstünlüğünü kabul ettirdikten sonra doğuya yöneldi. Esasen Osmanlı'nın batı ile savaş hali, yoğun bir şekilde sürerken bile; Osmanlı ile Safevi İran'ı arasında yer yer çatışmaya varan bir rekabet ve üstünlük yarışı devam etmekteydi. İki devlet arasındaki çekişme ve rekabetin temelleri, birbirlerini iyi tanıyan ve ikisi de son derece yetenekli hükümdarlar olan Kanuni ve Tahmasb döneminde atılmış, yüzyıllar boyu aynı çerçevede devam etmiştir.

Kanuni; Yavuz'un ardından Osmanlı tahtına oturarak, Osmanlı Devleti'ni doğuda, batıda, Afrikada ve denizlerde başarıdan başarıya koşturmuş; 46 yıl süren saltanatı döneminde Osmanlı'nın üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Öte yandan Şah İsmail'in ardından Safevi Devleti'nin başına geçen Şah Tahmasb (1524- 1576) da 52 yıl süren uzun saltanatı boyunca genç Safevi Devleti'ni Fırat'tan Ceyhun ırmağına kadar uzanan geniş bir alanda başarıyla yönetmiştir.

Bir İngiliz tarihçisinin; "Atlı göçebeler; imparatorlukları yıkabilir, ancak yönetemez:” iddiasının aksine, Safeviler; atlı göçebe bir gelenekten gelmelerine rağmen Fars-İran devlet geleneğini de iyice özümseyerek kendilerine has, fakat çoğu kez güven vermeyen siyasetleriyle; güçlü Osmanlı'nın karşısına doğrudan çıkmayıp her seferinde Osmanlı ordusunun bitirici hamlelerini İran içlerine çekilerek başarıyla savuşturmuş, ortadan kaldırılamayacak bir güç olduğunu ispatlamıştır.

Başlangıçta Kanuni, babası Yavuz Selim Han'ın aksine Safevilere karşı daha yumuşak bir politika takip etmiş, ağırlığı yeniden hıristiyan batıyla mücadeleye vermişti. Nitekim Çaldıran Savaşı'ndan sonra Azerbaycan'dan sürgün edilen, 600 hanelik Tebrizli topluluğu serbest bırakarak ülkelerine dönmelerine izin vermişti.

İran'a karşı uygulanan ticari ambargoları kaldırmış, başta ibrişim olmak üzere ipek ticaretini serbest bırakmıştı. Ayrıca İranlı tüccarların Anadoludan bakır, gümüş ve altın gibi madenleri İran'a götürmelerine izin verilmişti. Hatta batıya yapacağı seferlerin öncesinde, daha önceki tutumların aksine, Safevi hükümdarlığına «kafir kuvvetlerine karşı işbirliği» teklifinde bulunmuştu. Oysa daha önceki tüm yazışmalarda Safeviler için «Zındık, Kızılbaş, Rafızi» sıfatları kullanılmakta; Şii müslümanlar dalalet ehli olmakla, hatta kafirlikle itham edilmekteydi. Esasen bu tutum her iki devlette de barış ve mücadele dönemlerine göre değişiklik arz etmekteydi. İran; Şiilik üzerinden Anadoluda genişleme arzularını gerçekleştirmek istiyor, bu gaye uğrunda her fırsatı değerlendirerek Anadolu'yu karışıklığa sevk edecek faaliyetlere çanak tutuyordu. Bilhassa Anadolu Alevilerini Osmanlı aleyhine kışkırtarak onları kendi siyasi emelleri için kullanma yoluna gidiyordu. Bu yöndeki Safevi tahrikleriyle Anadolu'da Baba Zünnun İsyanı ( 1526), Kalenderoğlu İsyanı (1527) ve Molla Kabız Vak'ası gibi birçok karışıklık meydana gelmişti.

Osmanlı; mezhep bakımından, Hindistan'a hakim ve Safevilerin güney komşuları olan Babürşahlar gibi Sünni idi. Bu sebeple, Osmanlı devlet politikası; «Sünni akidesinin korunması ve Kızılbaş-Safevi tehlikesinin bertaraf edilmesi» eksenine oturtulmuş, Safevilerin Anadolu'daki etkisini kırmak amacıyla karşı politikalar geliştirilmişti.

Kanuni, batı dünyasıyla gerçekleştirdiği İstanbul Barışı'ndan (1533) sonra doğuya yönelerek; batıda mücadele ederken fırsattan yararlanıp Anadoluda faaliyetlerini artıran Safeviler üzerine bitirici bir sefer kararı aldı. Safevi İran devletiyle olan askeri siyasetini iki temel esas üzerinden yürütüyordu:


Birincisi; Fırat Nehri'nin tabii sınır haline getirilmesi, 

İkincisi ise; Azerbaycan ve Irak-ı Arab (Sünni Irak) bölgesinin zaptedilerek kontrol altına alınmasıydı.

Bu politika doğrultusunda; doğuya, üç büyük ve masraflı sefer düzenlendi ve öngörülen her iki hedef de büyük ölçüde gerçekleştirildi.


IRAKEYN SEFERİ (1533-1535)


Kanuni, İran Seferi'ne çıkmadan önce Türkistan ve Hindistan bölgesindeki Sünni-İslam devletlerini Safevilere karşı işbirliğine çağırdı. 1533-1535 yıllarını kapsayan ve geniş çaplı hazırlıklar yüzünden etkili olmuş Irakeyn Seferi'ne yaklaşık 150 bin Osmanlı askeri iştirak etti. Ordu, Safevi topraklarında ilerleyişini sürdürmesine rağmen Şah Tahmasb; Osmanlı ordusunun önüne çıkmayarak İran içlerine çekildi. Hatta sırf bu yüzden Safevi başkenti; Tebriz'den, ahalisi Fars ağırlıklı Kazvine nakledilmişti. Böylece göçebe Türk süvarilerin kurduğu devlette, Fars kültürünün etkisi biraz daha artmış oldu.

28 Kasım 1534'te, Veziriazam İbrahim Paşa; öncü birliklerin başında, hiçbir direnişle karşılaşmaksızın Bağdat'a girdi ve hükümdarı Kanuni'nin büyük zafer şenlikleri içerisinde bu tarihi şehre ulaşması için gereken hazırlıkları yaptı. Bunun üzerine Kanuni, 30 Kasım 1534'te görkemli bir merasimle şehre girdi ve yerel yöneticilerin huzurunda şehrin sembolik anahtarlarını teslim aldı. Kanuni'yi karşılayanlar arasında ünlü divan şairimiz Fuzulide yer almış ve bu durumdan hoşnut olan muzaffer Hünkar, Fuzuli'ye iltifat ederek vakıflardan kendisine maaş bağlanmasını emretmiştir. Bağdat'ta dört ay kalan Kanuni, Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'nin mezarını ziyaret etmiş; türbesini onardığı gibi, adına da bir cami yaptırmıştır. Ayrıca Hz. Ali soyundan İmam Musa Kazım ve büyük mutasavvıf Abdülkadir Geylani'nin türbelerini de tamir ettirerek hem Şiilerin hem de Sünnilerin gönlünü almıştır.

Osmanlı ordusu ayrıca Azerbaycan istikametindeki ilerlemesine de devam etmekteydi. Bir ara Kanuni, Şah ile karşılaşmak ve onunla bir meydan savaşına tutuşmak istediyse de; Şah Tahmasb, her zamanki gibi İran içlerine çekilerek kuvvetlerini korumayı tercih etmiş, Osmanlı ordusunun yorgun düşmesini ve yıpranarak çekilmesini beklemiştir. Kanuni, başarıyla gerçekleştirdiği bu ilk seferine 1535 yılının Ağustos ayında son vererek Tebriz'den ayrılmış ve muzaffer bir şekilde İstanbul'a dönmüştür.

Bu sefer sonucunda; Anadolu'nun birlik ve bütünlüğü sağlandığı gibi, Bağdat dahil Irak'ın Arap toprakları ile eski Safevi başkenti Tebriz, Osmanlıların eline geçti. Ancak bölgenin dağlık olması, ağır silahların taşınmasının zorluğu ve ordunun ihtiyaçlarının temin edilmesindeki güçlükler, istenilen kesin sonuçların alınmasını engelleyici faktörler olmuştur. Ayrıca bu zor seferin masrafı Osmanlı bütçesine çok önemli bir yük getirmiş, otuz bin askerin kaybına ve on binlerce askerin yaralanmasına yol açmıştır. Bütün bunlara karşılık, Osmanlıların askeri açıdan gücünü; Basra Körfezi, Hint Okyanusu ile Kızıldeniz ekseninde pekiştirmesi de bu seferle gerçekleşmiştir.

Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesinin ardından Şah'ın ordusu karşı atağa geçerek; Tebriz, Erzurum, Hınıs ve Van taraflarını istila etti. Ayrıca bölgedeki bazı kaleleri ele geçirdiği gibi, Doğu Anadolu'da da birçok tahribatta bulundu. Bölgede varlığını korumaya çalışan Şirvan Hanlığı da Safevilerin baskısı altına girdi. Yıllar içinde kurulan dengelerin bozulması ve Safevi tehlikesinin artması, Osmanlı açısından yeni bir seferi kaçınılmaz kılmaktaydı.


TEBRİZ SEFERİ (1548)


Böylece Kanuni; Safevilere önemli bir darbe vurmak, Anadolu'da siyasi ve mezhebi birliği sağlamak, doğu sınırlarının güvenliğini sağlamak gayesiyle, 1548 yılının Mart ayında Üsküdar'dan yeni bir sefer başlattı. Hünkar, güçlü ordusuyla önce Erzurum'a ulaştı. Burada bir müddet dinlendikten ve bazı önlemleri aldıktan sonra ilerlemesini sürdürerek hiçbir zorluk çekmeden Tebrize girdi. Ancak her zamanki gibi Şah, yine karşısına çıkamamış ve cenge girmeyerek Osmanlı ordusunun yıpranmasını beklemeyi tercih etmişti. Nitekim erzak ve barınma ihtiyaçlarının karşılanmasında meydana gelen güçlükler, ordunun yorgun düşmesi ve kırıcı hastalıkların baş göstermesi gibi olumsuzluklar üzerine Kanuni ani bir kararla Tebriz'den ayrıldı ve Anadolu'ya dönerek Safevilerin kontrolündeki Van Kalesi'ni şiddetli bir hücumla ele geçirdi. Van Beylerbeyliğini oluşturmak suretiyle aldığı idari tedbir neticesinde, İran sınırındaki Osmanlı tahkimatı daha güçlü hale getirilmiş oldu.


NAHÇIVAN SEFERİ (1552)


1552 yılında, Osmanlı Devleti'nin batı ile çatışmasından yararlanmak isteyen Şah Tahmasb'ın sınır tecavüzlerini artırması, bölgedeki kale ve kasabalarda yağmaya yönelmesi; Kanuni'yi bir kez daha harekete zorladı ve üçüncü İran Seferi'ne çıkmak zorunda bıraktı.

1554 yılında Kanuni, görülmemiş büyüklükteki bir orduyla Azerbaycan'a bu kez «yağma ve yıkıcı yönü» ağır basan bir sefer gerçekleştirdi. Böylece Safevilerin daha önce Doğu Anadoluda yapmış olduğu tahribatlara misilleme yapılmış oldu. Bu askeri harekat sırasında çok miktarda esir ve ganimet ele geçirildiği gibi, birçok bahçe ve saray da tahrip edildi. Ancak İran üzerine gerçekleşen bu sefer de daha öncekiler gibi istenen kesin ve nihai sonucu vermemiş, Safeviler geriletilebilmiş ancak ortadan kaldırılamamıştır.

Nihayet Osmanlı Devleti alışılmışın dışında, yeni bir politika benimseyerek barışa yöneldi. Böylece iki ülke arasında akl-ı selim galip gelmiş, kırk yıla yakın, aralıklarla devam eden savaş haline son verilmiş oldu. Nitekim Erzurum'da İran elçilerinin kabulüyle başlayan diplomatik temaslar, Nisan ayında Amasyada antlaşmayla noktalandı.

1555'te yapılan Amasya Barışı'na göre seferler sırasında Osmanlıların ulaştığı sınırlar çerçevesinde bir anlaşmaya gidildi. Buna göre, Tebriz dahil Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Irak-ı Arap Osmanlılarda kalıyordu. Buna karşılık Osmanlılar da Safevilerin varlığını tanıyor, mezhebi açıdan iki devlet arasında çıkan meseleler konusunda taraflar daha dikkatli davranmaya yöneltiliyordu. Buna bağlı olarak İran tarafı ilk üç halife hakkında daha dikkatli bir dil geliştirmeyi ve onlara sövmemeyi kabul ediyor; buna karşılık Osmanlı Devleti de İran hacılarının güçlük çekmeden mukaddes toprakları ziyaret edebilmelerini garanti ediyordu. Bu barış Şah Tahmasb'ın vefatına ve ardından meydana gelen siyasi karışıklıklara kadar yirmi beş yıl devam etti.


HAYREDDİN PAŞA ve MAGRİB'İN OSMANLI HAKİMİYETİNE GİRİŞİ


Kanuni dönemi, Osmanlı denizciliğinin de zirveye çıktığı yıllar olarak kabul edilir. Akdeniz'i bir baştan bir başa denetim altına alan deniz adamları silsilesinin en büyüğü Hayreddin Paşanın; Kanuni'nin davetine icabet ederek, Osmanlı Devleti'nin hizmetine girmesi, zirveye giden yolu açan gelişmeydi. Uzun süreden beri müstakil bir biçimde Akdeniz'de, hıristiyan korsanlarına karşı mücadele etmekte olan Hayreddin Hızır Reis; kardeşleriyle beraber Cezayire hakim olmuş ve Akdenizde etkili bir güç haline gelmişti.

Ömrünü Akdeniz'de hıristiyanlarla mücadeleye adayan bu Türk ve İslam tarihinin en büyük «Deniz Akıncısı», batılılar tarafından Barbaros ismiyle anılmaktaydı. Barbaros; aslen Selanik ve Manastır arasındaki Yenice-i Vardar kasabasında, asker bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Fatih zamanında, Midilli'de görevlendirilen tımarlı sipahilerden; Yakub Ağa'nın kendisi gibi denizci olan dört oğlundan biridir.

Kardeşleriyle beraber, Akdeniz'de hıristiyan korsanlarına karşı başarılı mücadeleleriyle, giderek yıldızı parlamıştı. Bu dönemde kardeşleriyle birlikte Osmanlı ve diğer mahalli İslam sultanlıklarından müstakil bir biçimde denizlerde önemli bir güç haline gelmişti. Hatta bu dönemde müdeccenler diye tanımlanan ve Gırnata İslam Devleti'nin yıkılışından sonra, cemaat olarak varlığını devam ettirmek isteyen, İspanyol zulmü altında ezilen müslümanlara ciddi yardımlar yapmışlardı. Bazı müslümanları Kuzey Afrika'ya taşıdıkları gibi, hıristiyan korsanların ve haçlı deniz güçlerinin korkulu rüyası olmayı başarmışlardı.

Korsanlık; Akdenizde hıristiyanlarca başlatılmış, İslam güçlerine ve hacca gitmekte olan yolcu gemilerine karşı sürdürülen bir çeşit mevzii savaştı. Kanun ve kural tanımayan bu korsanlara karşı, Akdeniz'de II. Bayezid döneminden itibaren, Osmanlı deniz adamları boy göstermeye başlamış; zamanla Orta ve Batı Akdeniz'de çok önemli seyyar deniz gücünü oluşturmuştu. Osmanlı denizcileri; korsanların aksine, İslam hukuku prensiplerine göre hareket etmekte, İslam'ın cihad ve gaza anlayışının bir gereği olarak, mücadele edip cihad etmekteydiler. Ayrıca bu leventler, hukuk dışına çıkarlarsa; «harami levent» olarak adlandırılarak cezalandırılmaktaydı.

Yavuz döneminden itibaren Akdeniz'de boy gösteren bu seyyar deniz gücü, Osmanlı donanmasına katılarak Akdeniz'in en büyük deniz gücünü oluşturmuştur

Yavuz Selim zamanında Cezayire hakim olmayı başaran Barbaros kardeşlerden Baba Oruç'un şehadetinin ardından, kardeşi Hayreddin Hızır Reis, Cezayir hükümdarlığını üstlendi. Ancak artan İspanyol baskıları sonucunda, Osmanlı'dan yardım istemek zorunda kaldı. İstanbul'a gönderdiği heyetle birlikte; dört gemi, bir miktar esir ve hediyelerle acil yardım istedi. Yavuz; Hayreddin Hızır Reis'in bu talebini olumlu karşıladı ve birtakım harp araçları ve gemi için gerekli malzemelerle birlikte, iki-üç bin asker yolladığı gibi, Anadolu'dan ihtiyaç duyduğu kadar asker teminine de müsaade etti.

Kanuni; işbaşına geçtikten sonra, batıda Şarlken'in güçlü Kutsal Cermen İmparatorluğu'yla karada ve denizde büyük bir mücadele içine girmişti. Karada; Macaristan için batıya sayısız seferler düzenlemiş, bir dereceye kadar üstünlüğünü kabul ettirmişti. Denizlerde de bu mücadelenin kusursuz yürümesi için; Akdeniz'de güçlü bir donanma sahibi olunması ve Şarlken'in denetimindeki İspanya'ya karşı, Fransa ile dostluğun korunmasından oluşan politikalarını yürürlüğe koydu. Bu amaçlar doğrultusunda, şöhreti kıtaları aşmış büyük denizci Hayreddin Reis'i İstanbul'a çağırdı ve düzenlenen bir törenle kendisine Osmanlı Kaptan-ı Deryalığını verdi. Hil'at giydirilerek mükafatlandırılan Hayreddin Reis de, İspanyol baskısı altında yönetme zorluğu yaşadığı Cezayir'i Osmanlı'ya bağladı.

Hayreddin Paşa, Kaptan-ı Deryalığa ve Cezayir Beylerbeyliğine getirilişinin ardından; Osmanlı donanmasını bir imparatorluk donanması haline dönüştürmek için, İstanbul tersanesinde geniş kapsamlı teknik hazırlıklara girişti. Gemi mühendisliği ve inşası konusunda, var olan eksiklikleri gidermeye çalıştı. Zaten yıllar içerisinde, gemi inşa ve tamir işlerinde uzmanlaşmıştı.

Kanuni'nin görevlendirmesiyle Barbaros, Mayıs 1534 yılında 100 gemiden oluşan donanmayla Akdenize açılarak Tunus'a doğru yola çıktı. Önce İtalya kıyılarını yağmalayan Barbaros, Ağustos ayında Tunus açıklarında Benzert Limanı'na ulaştı. Ancak İspanya Kralı Carlos'un 300 gemiden oluşan güçlü donanmasıyla Tunus'a çıkması üzerine, Cezayir'e çekilmek zorunda kaldı. İstanbul'a dönerken haçlıların kontrolündeki Mayorka Adası'na hücum ederek pek çok esir ve ganimet alan büyük kaptan, beylerbeyi olarak yaptığı ilk seferini başarıyla tamamlayarak İstanbul'a döndü.


PREVEZE ZAFERİ (1538)


Hayreddin Paşa ile güçlenen Osmanlı donanmasının Korfu Adası'nı muhasara etmesi, hıristiyan dünyasında büyük korku meydana getirdi. Venedik; Adriyatik ve Ege'deki bazı adalarını geri alabilmek maksadıyla, Papa ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile birlikte hareket etmeye karar verdi. Andrea Doria tarafından yönetilen; İspanya, Venedik-Papalık, Portekiz, Ceneviz ve Malta güçlerinin iştirak ettiği büyük hıristiyan donanması, Barbaros'un liderliğindeki Osmanlı donanması tarafından 1538de Preveze'de yenilgiye uğratıldı. Bu zaferle hıristiyan dünyası, Akdenizdeki hakimiyetini İslam dünyası lehine kesin olarak kaybetti.

Sadece Hayreddin Paşanın değil, Osmanlı ve İslam tarihinin en önemli deniz zaferleri arasında yer alan Preveze Deniz Savaşı; Andrea Doria komutasındaki birleşik haçlı donanmasına karşı, kazanılmış eşsiz bir zaferdir. Güç dengeleri hesaplandığında, haçlıların bariz üstünlüğü ortadaydı. Ancak haçlı filosu, Barbaros'un taktik dehası ve Osmanlı deniz askerleri olan leventlerin kahramanca mücadelesine boyun eğerek kesin bir yenilgiye uğratıldı. Hatta Andrea Doria; müttefiklerin imdat isteklerine bakmayarak, savaş alanından süratle kaçarak uzaklaşmak zorunda kaldı. Hiçbir Türk gemisi batmamıştı. Askerden dört yüz şehid, sekiz yüz yaralı vardı. Düşmandan otuz altı kadırga ve firkateyn ile üç bine yakın esir alındı.

Bu zafer; uzunca bir süre, Akdeniz'in Müslümanların hakimiyetinde kalmasını sağladı. Akdeniz, adeta bir Osmanlı gölü haline geldiği gibi; Kuzey Afrika Müslüman halkları da, haçlı saldırılarına karşı derin bir nefes alma fırsatı yakalamış oldu.

Barbaros Hayreddin Paşa; Batı Akdenizde, arkasında güçlü Osmanlı Devleti'nin desteğiyle Kuzey Afrika ülkelerine yöneldi. Bu manevra; bölgenin kaderini de etkilemiş, uzun süre yürürlükte kalacak olan Tunus, Libya ve Cezayirdeki Osmanlı hakimiyeti tesis edilmiştir. Eğer Hayreddin Paşanın, yerinde müdahaleleri, Akdeniz'de İspanyol ve haçlı donanmalarına karşı tarihi zaferleri olmasaydı; bu gün, Kuzey Afrikadaki Tunus, Libya, Cezayir ve Fas ülkeleri tam bir Katolik sömürgesi konumuna mahkum olacak ve burada yaşayan Müslümanların akıbeti İspanyadakilerden farklı olmayacaktı. Nitekim İspanyadaki Kastilya Krallığı naibi Kardinal Cisneros'un; Trablusgarb'ı, Cezayir Adası'nı, Şirsel'i, Becaye'yi ve Cerbe Adası'nı ele geçirerek Kuzey Afrika'da yeni bir İspanyol eyaleti oluşturma girişimi, Barbaros'un bu yerleri 1515'te yeniden fethetmesiyle engellenmişti. Barbaros; göçebe topluluklarına devlet yapısı altında hareket etme alışkanlığı kazandırmış ve böylece Fas, Tunus, Libya devletlerinin temellerini atmıştı.


OSMANLI- FRANSIZ YAKINLAŞMASI


Kanuni döneminin en önemli gelişmelerinden biri de şüphesiz, Osmanlı Fransız yakınlaşmasıdır. Şarlken ve kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand'ın İspanyadan başlayıp Fransa hariç hemen hemen tüm kıta Avrupasında söz sahibi bir güç haline gelmesi; Orta Avrupa hakimiyeti konusunda, sadece Osmanlıları değil, aynı zamanda topraklarını, tahtını ve tacını tehdit altında gören Fransayı da endişelendirmekteydi.

Fransa Kralı 1. François, 1520-1559 yılları arasında devam eden savaşlarda Kutsal Roma Germen İmparatoru Şarlken'in eline esir düşmüş (1524) ve çok ağır şartları olan bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştı. Bu anlaşmanın ardından 1. François ve onun esareti süresince Fransayı yöneten annesi Louis de Savua; Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a gönderdikleri mektuplarda, Şarlken'e karşı Osmanlı Devleti'nden yardım talebinde bulundular. Osmanlı ordusunun 1526da Mohaç Meydan Muharebesi'ni kazanıp Macaristan'a girmesi üzerine, Şarlken; Fransızlarla barış yapmaya ve önceki şartlarını hafifletmeye mecbur kaldı. Şarlken ile 1. François arasında akdedilen Madrit Anlaşması uyarınca 1. François serbest bırakıldı. Ayrıca iki hükümdar, anlaşmanın 26. maddesi gereğince Türklere ve Protestanlara karşı bir Haçlı Seferi düzenlenmesi konusunda mutabakata varmışlardı. Bu maksatla Papaya müştereken bir mektup yazdıkları da bilinmektedir. Madrit Anlaşması'nın bu hükmünden Osmanlı Padişahı hiçbir zaman haberdar olmamıştır.

Ancak François; memleketine döner dönmez ilk iş olarak kendisine zorla kabul ettirilen şartları üzerinden atmaya çalışmış ve Kanuni Sultan Süleyman'la gizli bir anlaşma yaparak Osmanlıları Şarlken'in geniş topraklarına doğudan hücum ettirme planını uygulamıştır.


1535 YILI FRANSA'YA KAPİTÜLASYONLARIN VERİLMESİ


1535 yılında Kanuni'nin Fransaya bazı ticari kolaylıklar ve hukuki imtiyazlar tanıması; Osmanlı Devleti'nin mücadele halinde olduğu batı hıristiyan alemini parçalamak amacıyla Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na karşı ciddi bir diplomatik hamle olarak kabul edilmektedir. Osmanlı Devleti'nin amacı Fransayı yanına çekerek hıristiyan bloğunu parçalamaktı. Öte yandan 1535 Kapitülasyonları, Osmanlı Devleti tarafından batı dünyasına geniş şümullü imtiyazların verildiği ilk büyük anlaşmadır. Kanuni ile Fransa Kralı 1. François'in adlarına; Şubat ayında Sadrazam İbrahim Paşa ile Jean de la Forest arasında İstanbulda imzalanan bu anlaşma, on beş maddeden oluşmaktaydı.

Anlaşmaya göre Fransız tacirler; Osmanlı topraklarında Türklerin verdiği kadar vergi ödeyerek ticaret yapabilecekler, Türkler de Fransa'da aynı haklardan yararlanabileceklerdi.

İkinci olarak; Fransızlar Osmanlı topraklarında yargı organları kuracaklar, kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılayacaklar; Osmanlı makamları da bu organların vereceği kararları uygulayacaktı. Diğer bir maddede de Osmanlı topraklarındaki tüm Fransız yurttaşlarına tam bir dini özgürlük tanınıyor, hıristiyanlarca mukaddes kabul edilen yerleri koruma ve tamir hakkı Fransa'ya veriliyordu. Bu madde; Doğu Akdenizdeki tüm Katolikler üzerinde Fransa'nın koruyuculuğunu sağlamıştır.

Anlaşma; Akdenizdeki hıristiyan gemilerinin, korunma teminatı olarak Fransız bayrağı çekmelerini öngörmekteydi. Bu anlaşma Fransa'ya İstanbulda sürekli bir büyükelçi bulundurma hakkı da vermekteydi. 

1535 Anlaşması'nın önemli bir özelliği de, sadece Kanuni döneminde geçerli olmasıydı. Ancak daha sonraki dönemlerde bu imtiyazlar genişletilmekle kalmadı, daimi hale de getirildi. Böylece kapitülasyon anlaşması iki devlet arasında bir yakınlaşma meydana getirdi. Bu sayede iki devlet arasındaki ticaret ilişkisi, uzun süreli dostluk ilişkilerinin de başlangıcı oldu. 1535 Anlaşması'nın tamamıyla ticari bir anlaşma olduğu, içinde siyasi muhtevalı tek bir fıkranın bile bulunmadığı dikkat çekmektedir. Osmanlı Devleti ile Fransa arasında Şarlken'e karşı bir ittifak anlaşmasının yapılması, Jean de la Forest'tan sonra İstanbul Konsolosluğu'na atanan Kardinal Montluc dönemine rastlamaktadır.

Kanuni döneminde Fransa'ya verilen bu ticari imtiyazlar daha sonraki dönemlerde Osmanlı gümrük ve vergi gelirlerini olumsuz etkilemiş, Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar devam eden ekonomik problemlerin çok ciddi bir sebebi olarak görülmüştür.

Oysa Kanuni döneminde Fransa'ya sağlanan imtiyazlar, karşılıklılık esasına dayanmaktaydı. Bir başka ifadeyle, üretim yapan devletin lehine bir durum söz konusuydu. Sanayi İnkılabı'ndan sonra Avrupalı tüccarların seri üretimle ucuza mal ettikleri ürünleri Osmanlı Devleti'ne ihraç etmeleri ve Osmanlı'nın geniş topraklarını adeta iç pazar gibi kullanmaları, zamanla Osmanlıda önemli ekonomik kayıplara yol açtı. Ancak bu imtiyazların başta ekonomik hayatı canlandırdığı ve dinamik hile getirdiği de gözden ırak tutulmamalıdır. Kanuni döneminde karşılıklı pazarlara getirilen mallarda, ürün zenginliği açısından belli bir üstünlük söz konusu değildi. Ancak daha sonra Sanayi İnkılabı'yla beraber oluşan fabrikasyon ürünlerin artması, dengeleri kapitülasyon verilen ülkeler lehine çevirdi.

Osmanlı Devleti'nin ekonomik açıdan geri kalmasının büyük ölçüde kapitülasyonlara bağlanması, ekonomik yönden geri kalışımızı bütünüyle açıklamaktan uzaktır. Bu değerlendirme yerine, üretim mantığımızda tarihi açıdan bazı açmazlarımız olduğunu kabul etmek zorundayız. Yükselme döneminde toplumun bütün ekonomik ihtiyaçlarını karşılayan el tezgahları ve atölyeler, zamanla artan ve çeşitlenen ekonomik ihtiyaçların karşılanmasında yeterli olamamıştır. Tarih ve iktisat bilimi göstermiştir ki; yeterince üretim yapamayanlar, zamanla daha çok üretim yapanların pazarı haline gelirler.


ŞARLKEN'İN CEZAYİR ÜZERİNE HAREKETİ


Akdenizdeki konumunu güçlendirmek isteyen Şarlken, beraberinde ünlü Amiral Andrea Doria olduğu halde 517 parça gemi ve içlerinde şövalyelerin de bulunduğu yirmi beş bin askerden oluşan ordusuyla Cezayir önlerine geldi. (Ağustos 1541) Karaya çıkarma yapan düşman ordusuna karşı; müslüman halk, güçlü ve başarılı bir direniş gösterdi. Şiddetli bir fırtınanın çıkması, Barbaros'un evlatlığı ve vekili Hadım Hasan Paşanın başarıyla yönettiği savunma, Şarlken'e Cezayir'e çıkma fırsatı vermedi. Nihayet Şarlken, ordusunun daha fazla yıpranmasını önlemek için dört ay süren ablukayı kaldırmak zorunda kaldı. Ünlü hükümdar ve donanma komutanı Andrea Doria; 160 parça gemi ve çok sayıda asker kaybettikleri bu deniz muharebesinde, adeta ikinci bir Preveze bozgunu yaşadılar. Bu sefere, daha sonra Meksika çıkarmasını gerçekleştiren ve mezalimiyle hatırlanan Fernando Kortez de katılmış ve büyük bir ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.


HAYREDDİN PAŞA'NIN NİS SEFERİ ve VEFATI


1543 ilkbaharında Osmanlı donanması bu kez İspanyollara karşı Fransızlara yardım etmek maksadıyla yeniden Akdeniz'e açıldı. Güçlü İspanya donanmasının baskısına karşı, Osmanlı donanmasından yardım isteyen Fransa'ya bizzat Barbaros Hayreddin Paşa'nın idaresinde 110 kadırga ve 4 mavnadan oluşan bir filo gönderildi. Donanma önce Mesina ve ardından Napoli civarında Reggio ile diğer kaleleri aldıktan sonra Marsilya kıyılarına ulaştı. Oradan Şarlken'in müttefiki Savoi Dukalığı'nın yönetimi altında bulunan Nis'e geçerek kısa sürede şehri ele geçirdi. Ancak Nis kalesi büyük bir direniş göstermiş, Fransızlar da Osmanlılara yeteri kadar yardım edememişti. Hatta bir aralık Fransızlar barutlarının bittiğini söyleyerek Barbaros'a müracaat etmiş ve barut istemişlerdi.

Bu tedbirsizliğe içerleyen Barbaros, müttefik Fransız Amirali Dük Dankiyene;

"Ne güzel muharipler! Gemilerini şarap fıçılarıyla doldurup baruttan başka bir şey unutmuyorlar:' diyerek serzenişte bulunduğu gibi, yanındaki Fransız sefirini de;

"İstanbul'dayken devletinin büyük ölçüde hazırlandığını söylediğin zaman, benimle eğleniyor muydun?" diyerek sert bir biçimde azarlamıştı.

Barbaros Hayreddin Paşa, kışın yaklaşması ve şiddetli direniş yüzünden kuşatmayı kaldırarak kendisine bırakılan Toulon limanına çekildi. Buradayken Cenevizde esir bulunan büyük Türk denizcisi Turgut Reis'i kurtarmak amacıyla Ceneviz şehrini abluka altına aldı; yöneticilerini işgal ve yağmayla tehdit ederek korkuttu ve nihayet salıverilmesi karşılığında üç bin altın tazminat ödedi. Böylece kendisinden sonra da büyük yararlıkları görülecek olan Osmanlı deniz adamları silsilesinin en önemli simalarından Turgut Reis kurtarılmış oldu. 1544 baharında Fransadan ayrılan Hayreddin Paşa, İtalya sahillerine ve adalarına akınlar düzenledi; pek çok esir ve ganimet alarak İstanbul'a döndü.

Osmanlıların batılılarla sulh dönemleri başladığından, Hayreddin Paşa yeni bir sefere çıkmadı. Zaten yaşı sekseni geçmişti. Ömrü şan ve şerefle geçen büyük denizci, Temmuz 1546'da vefat ederek Beşiktaş'taki türbesine defnedildi.


TRABLUSGARB'IN ALINMASI


Malta kuşatmasında idari karmaşa meydana gelmesi ve Sinan Paşanın kararıyla kuşatmanın kaldırılmasının ardından Turgut Reis ve arkadaşları, Saint Jean Şövalyeleri'nin elinde bulunan Trablusgarb'ı (Libya) karadan ve denizden baskı altına alarak fethetmeyi başardı (14 Ağustos 1551) . Böylece Osmanlı Devleti'nin Libya'da 1912 yılına kadar sürecek olan hakimiyeti başlamış oldu.


CERBE ZAFERİ (1560)


Fransızların Şarlken'e karşı yardım talebi üzerine, bir kez daha Akdeniz'e açılan Sinan Paşa yönetimindeki Osmanlı donanması; İtalya sahillerini dolaşarak Napoli'ye gelmiş ancak Fransız donanmasının gelmemesi üzerine, daha kuzeyde seyretmekteyken Andrea Doria'nın Napoli'ye doğru geldiği haberi alınmıştı. Turgut Reis'in tavsiyesi üzerine; Osmanlı donanması, düşman donanmasını imha etmek amacıyla Ponza Adaları tarafında mevzilendi. Pusuya düşürülen haçlı donanması mağlup edildi ve Andrea Doria bir kez daha kaçmaya mecbur bırakıldı. Ancak Fransız donanmasının, iki ay geçmesine rağmen ortada görünmemesi üzerine donanma İstanbul'a geri döndü.

Sinan Paşadan sonra, donanmanın başına geçirilen Piyale Paşa döneminde de, Osmanlı donanması gücünü devam ettirdi. İspanya sahillerine kadar uzanan deniz seferleri ve bazı adaların alınması, hıristiyan dünyasında yeniden endişe doğurdu ve gizlice yeni bir haçlı ittifakının gerçekleşmesiyle sonuçlandı. Birleşik haçlı donanmasının başına, bir kez daha ünlü Amiral Andrea Doria getirildi.

Turgut Reis, daha önce kendisine ait olan Cerbe Adası'nı İspanyolların elinden almak için adayı kuşatma altına aldı. Ancak 200 parçadan oluşan müttefik donanması, Cerbe önüne geldiğinden adayı ele geçirmek mümkün olmadı. Turgut Reis, fazla zayiat vermemek için ordusunu Trablus'a çekerek durumu acele İstanbul'a bildirdi. Bu gelişme üzerine, derhal Piyale Paşa kumandasında 200 parçayı aşan güçlü bir donanma yola çıkarıldı. Preveze Zaferi'nden sonra nihayet iki donanma tekrar karşı karşıya gelmişti. Müttefik haçlı donanması, bir kez daha ağır bir yenilgi aldı. Altmış büyük gemileri telef olduğu gibi, yirmi binden fazla da asker kaybetmişlerdi. Haçlı donanmasından geriye, kaçıp kurtulmayı başarabilen on yedi gemi kalmıştı. Bu zafer, batı Akdenizde de üstünlüğün kesin olarak Osmanlılara ait olduğunu gösterdi. Bu zaferden sonra Cerbe Adası kısa bir direnişin ardından teslim oldu ve idaresi Turgut Reise bırakıldı. Cerbe Adası'nı kaybetmeleri, İspanyolların Kuzey Afrika'daki varlıklarına son vermiş oldu. 



II. MALTA KUŞATMASI ve TURGUT REİS'İN ŞEHİD OLMASI


Malta; erken dönem İslam fetihleri sonucunda, uzun bir süre Müslüman hakimiyeti altında kalmıştı. Bu sebeple Osmanlıların da ilgi alanında bulunan bir adaydı. Kuzey Afrika'da hakimiyet kurmuş olan Ağlebilerin 835 yılında adaya ayak basmalarından 1249 yılına kadar Müslüman hakimiyetinde kalan Malta'da; İslam hakimiyetinin izleri, halkın diline, yer adlarına ve mimari yapılara yansımıştı.

Kanuni, padişahlığının ilk yıllarından itibaren Osmanlı'yı denizlerde de zirve yapma mücadelesinin önemli bir parçası olarak daha önce alınamayan Rodos Adası'nı yedi aylık bir kuşatmanın ardından almış (1522), uzun bir direnişten sonra adayı teslim etmek zorunda kalan Saint Jean Şövalyeleri'nin adadan çıkışına izin vermişti. İspanya Kralı Şarlken, (V. Karlos) bu şövalyeleri Malta Adası'na yerleştirmişti. Orta Çağ'ın en etkili silahlı hıristiyan tarikatının üyeleri olan şövalyeler; adayı bir baştan bir başa kale haline getirmiş, surlarla çevirerek sağlam istihkamlar oluşturmuşlardı. (5 Nisan 1565).

Osmanlıların adaya ilgisi, Turgut Reis zamanında başlamış; adaya düzenlenen akınlar, yağma girişimleriyle devam etmişti. Öte yandan şövalyeler de, Akdeniz'de sürdürdükleri korsan faaliyetleri sonucunda ele geçirdikleri Müslümanları, adanın zindanlarında esir olarak tutmaktaydılar. Bunun üzerine, şövalyelerin Akdeniz'deki Müslüman tüccarlara ve hacılara verdiği zararı önlemek için, Osmanlı Devleti tarafından adanın fethine karar verildi.

Sefer için Vezir Mustafa Paşa görevlendirildi. Donanmanın başına ise Piyale Paşa getirildi. Cezayir-i Garb Beylerbeyi Hasan Paşa ile Trablusgarb Beylerbeyi Turgut Reis de fethin gerçekleşmesine yardım için seferde aktif olarak görev aldılar. 240 parça gemiden oluşan Osmanlı donanmasında 35 bin civarında kara askeri yer almıştı. Osmanlı ordusu başarılı bir çıkarma yaparak, kısa bir süre içinde tüm ağırlıklarını adaya ulaştırdı. Savaş usulüne uyularak yapılan teslim olma teklifi, şövalyelerin reisi La Valetta tarafından reddedilince kuşatma derinleştirildi. Ancak Osmanlı ordusu çok şiddetli bir direnişle karşılaştı. Turgut Reis'in şehadeti Osmanlı ordusunun moralini bozdu. Kanlı çatışmalardan sonra, üç ayı aşan kuşatmanın kaldırılması kararı verildi. Gerek büyük deniz komutanı Turgut Reis'in gerekse yirmi bine yakın askerin şehid olması, İstanbul’da büyük üzüntüyle karşılandı. Seferle ilgili değerlendirmelerden; kuşatmada yanlış bir askeri strateji takip edildiği, Turgut Reis'in tüm kumandayı elinde bulundurması halinde kuşatmanın daha iyi idare edilebileceği anlaşılmaktadır. Başarısızlıktan sorumlu tutulan Mustafa Paşa vezaretten uzaklaştırıldı.


HİNT DENİZ SEFERLERİ (1538-1553)


Osmanlılar Akdeniz'de destanlar yazarken; İspanya ve Portekiz devletleri uzun zamandan beri deniz güçlerini artırma ve açık denizlerde seyretmeye elverişli kalyon tipi güçlü gemiler inşa etme peşindeydi. Oysa Hayreddin Paşanın komutasındaki Osmanlı kadırgaları, güçlü manevra kabiliyetleri, seri hareket edebilen ve limanlarda daha güvenle demirleyebilen özellikleriyle sadece Akdeniz gibi sıcak denizlere elverişli gemilerdi. Açık denizlerdeki hava şartlarına dayanıklı kalyonlar ise, yıllar içerisinde cesur gemicilerin tarihe geçen çabalarıyla başarılı sonuçlar alınmasını sağladılar. Bu başarılardan biri, Portekizlilerin Afrika kıyılarını izleyerek Ümit Burnu'nu dolaşıp Hindistan'ın Kalküta limanına varmış olmasıydı. Çin'le beraber Uzak Doğu'nun iki zenginlik merkezinden biri olan Hindistan'da, birbirleriyle rekabet halindeki Müslüman sultanlıkların iç çekişmelerinden yararlanarak, Hindistan'a yerleşen Portekizliler; kısa zamanda bölgede mevzilenerek o coğrafyada tutunmayı başardılar. Hıristiyan batının, birçok açıdan Osmanlı çıkarlarını zedeleyen bu hamlesi, İslam dünyasının en büyük gücü ve Müslümanların en büyük hamisi Osmanlı Devleti'ni son derece rahatsız etmekteydi. Batılıların Akdeniz'i kullanmadan, doğunun zenginliklerine ulaşabiliyor olmaları; Akdeniz ticaretini baltalıyor, limanları vasıtasıyla bu ticaret yolunu elinde bulunduran Osmanlı Devleti'nin gelirlerini azaltıyordu.

Diğer taraftan yeni yol güzergahındaki Basra Körfezi'nin Portekizlilerin ayakaltı haline gelmesiyle; Hindistan'a yakın bütün İslam toprakları, hıristiyan tehdidi altına giriyordu.

Osmanlı'nın bölgeye yeni askeri kuvvetler sevk etmesi; hem sanıldığı kadar kolay değil, hem de büyük masrafları gerektirmekteydi. Zaten doğuda ve batıda sürekli hıristiyanlarla mücadele etmenin zorluklarını yaşayan Osmanlı Devleti; şimdi uzaklarda, Hint Körfezi'nde de kuvvet bulundurmak ve tehlikelerle dolu yeni bir cephede mücadele vermekle karşı karşıya kalacaktı. Üstelik kabul etmek gerekir ki, Akdeniz'deki başarılarına karşılık, açık deniz tecrübesinde Portekizli rakiplerinden onlarca yıllık geri kalmışlığı söz konusuydu. Nitekim Osmanlı'nın açık denizlerdeki donanım ve tecrübe eksikliği, gerçekleştirilmeye çalışılan dört önemli seferde de bütün çıplaklığıyla anlaşılacaktı. Ancak Osmanlı'nın gerçekleştirdiği bu seferlere yeterli önemi vermediği de söylenebilir. Uzun saltanatı boyunca serapa bir gaza adamı olan Kanuninin; gücünü çok iktisatlı kullanmadığı, doğu ve batıya gerçekleştirdiği bıktırıcı seferlerinden de bilinmektedir. Bu durumun Osmanlı Devleti'ni; gücünün zirvesinde kabul edildiği bu yıllarda dahi mali açıdan hayli zorladığı anlaşılmaktadır.

Hint Deniz Seferlerinde, arzu edilen başarının sağlanamamış olmasında başka olumsuzlukların da payı vardır. Bu olumsuzluklardan biri, Portekiz sömürgecilerine karşı Kanuni'den yardım isteyen Gucerat Sultanlığı'nın o sırada bir iç çekişme içinde olması; bir diğeri ise seferlere gerekenden az sayıda gemi gönderilebilmiş olmasıdır. Ancak gönderilen bu gemilerin, açık deniz şartlarına uygun olmaması; başarısızlığın en önemli sebebi olarak gözükmektedir.

Hadım Süleyman Paşa, ünlü coğrafyacımız Piri Reis, Seydi Ali Reis ve Murat Reis'in gerçekleştirdiği bu seferler; Portekizlileri Hindistan'dan söküp atmaya yetmemiştir. Yaklaşık 15 gemiyle gerçekleştirilen bu seferlerden ikincisini (1551) gerçekleştiren Piri Reis; donanmasının tümünün telefatı üzerine, bazı çevrelerin etkisiyle suçlu kabul edilmiş ve yargılanarak Mısır'da idam edilmiştir. Hint Seferlerindeki başarısızlığa ve denizcilerimizin başına gelen üzücü olaylara rağmen; Osmanlı Devleti karada büyümesini devam ettirmiş, Yemen, Eritre, Sudan sahilleri ve Habeşistan'ın bazı kısımları bu dönemde Osmanlı hakimiyetine girmiştir.



KANUNİ'NİN SON SEFERİ ve VEFATI ZİGETVAR SEFERİ (1566)


1562'de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında yeni bir antlaşma yapılmıştı. Sekiz yıl süreli olan bu antlaşmaya göre; İmparator Ferdinand, Erdel'i Osmanlılara bırakacak ve elindeki Macaristan toprakları için, yıllık 30bin duka altını vergi ödemeyi kabul edecekti. Bir süre sonra sınırlarda her zamanki gibi problemler ve Macaristan'da bazı anlaşmazlıklar çıktı. Avusturya; bu anlaşmazlıkları bahane ederek, gerekli vergiyi iki yıl üst üste göndermedi. Bu arada Avusturya Kralı Ferdinand öldü. (1564)

Sadrazam Semiz Ali Paşa, Avusturya elçisinden birikmiş vergiyi ve geriye kalan altı yıllık antlaşma süresinin yenilenmesini istedi. Yeni imparator II. Maximilian ise; paranın ödenmesini, anlaşmazlıkların çözülmesine bırakmayı uygun gördü.

Bu arada, Osmanlı himayesinde bulunan Erdel Beyi John Sigismund; İmparator’la aralarında anlaşmazlık konusu olan Çatmar veya Zatmar şehrini zapt etti. İmparator da Erdele saldırarak, Tokaj ve Serenç (Szerencs) taraflarını aldı. Duruma müdahale eden Budin Beylerbeyi, Erdel Beyi'ne yardım etti. Sadrazam, bu meseleleri görüşmek için gelen Avusturya elçisine; barışın sekiz yıl uzatılabileceğini, ancak Osmanlı Devleti'nin Tisa Nehri ötesindeki bütün topraklarını korumak arzusunda olduğunu bildirdi. Elçinin yeni talimat almak üzere Viyana'ya döndüğü sırada, yeni bir savaşa taraftar olmayan Sadrazam Semiz Ali Paşa öldü ve 1565 yılında yerine bu göreve Sokullu Mehmed Paşa getirildi.

Yeni Sadrazam, Avusturya elçisinden Tokaj ve Serenç'in geri verilmesini talep etti. 1566 başlarında yeni İmparator, Hosszuthoty'yi elçi olarak lstanbul'a gönderdi. Elçi, birikmiş olan vergileri getirmediği gibi, Kruppa Kalesi'nin Avusturya'ya geri verilmesini istedi. Avusturya'nın bu tutumu Osmanlı Devleti'nin harp kararı almasına yol açtı. Sokullu'nun da teşvikiyle Avusturya'ya karşı savaş açıldı.

Seferden iki ay önce; Vezir Pertev Paşa, serdarlıkla görevlendirildi ve emrindeki kuvvetler, Vidin ve Semendire sipahileri, Eflak, Kırım ve Boğdan kuvvetleriyle birleşerek, sınıra yakın Göle, Zatmar ve Tokaj kalelerini almak için önden gönderildi.


Padişah ve Osmanlı ordusu, 1 Mayıs 1566'da İstanbuldan hareket etti. Bu Kanuni'nin katıldığı son seferdi. Yaşlı ve bitkin Padişah, yol boyunca sal üzerinde taşınmış ve yol güzergahındaki yerleşim alanlarına girildiğinde ise at üzerine oturtularak ordunun ve halkın morali yüksek tutulmaya çalışılmıştır. Padişahın ordusu, meşakkatli bir yolculuğun ardından Belgrat yoluyla Macaristan'a geldi. Burada Erdel Kralı Zemlin de orduya katıldı. Nihayet Ağustos başlarında, Zigetvar kuşatması başladı. Kale kumandanı, Miklos Zrinyi idi. Önce eski şehir topla dövüldü. Zrinyi, yeni şehri koruyamayacağını anlayınca yıktırdı. Türkler; hendekleri toprakla doldurup, yeni şehir enkazı üzerinden eski şehri aldılar. Kont Zrinyi, kaleye çekildi. Düşman, beklenenin üzerinde bir direniş göstermekteydi ve zafer bir türlü gerçekleşmiyordu. Kuşatmanın on beşinci günü, Sadrazam'ın yönettiği hücum, büyük kayıplara yol açmıştı. Kanuni; gönderdiği hatt-ı hümayunda, kuşatmanın uzaması ve kayıpların fazlalığından duyduğu üzüntüyü belirtti. Zrinyi, kendisine yapılan teslim teklifini kabul etmedi.

Hücumlar artırıldı. Kont Zrinyi, kaleden çıkış hareketinde bulundu ve vuruldu. Nihayet 34 günlük kuşatmadan sonra 7 Eylül 1566 tarihinde kale ele geçirildi. Kuşatmanın son gününde Kanuni Sultan Süleyman Han, kalenin alınışını öğrenemeden vefat etti. Sokullu, Padişah'ın ölümünü ordudan gizledi. Kütahya valisi Şeluade Selime haber gönderip durumu bildirdi. Vezir Pertev Paşa kumandasında gönderilen kuvvetler de Gyula (Göle) Kalesi'ni ele geçirdiler. Padişah'ın iştirak ettiği bu on üçüncü ve son sefer de zaferle noktalanmıştı. Ancak Padişah'ın vefatı yüzünden ordu, İstanbul'a geri dönmek zorunda kaldı. Süreci çok iyi yöneten Sokullu Mehmed Paşa, Padişah'ın ölümü sırasında oluşabilecek boşluğu, aldığı tedbirlerle önlediği gibi bu vefatı saklayarak muhtemel karmaşanın da önüne geçmişti.


KANUNİ'NİN ŞAHSİYETİ


Sultan Süleyman; yarım asra yaklaşan saltanatı müddetince, doğuya ve batıya birçok seferler düzenlemişti. Vefatı da muharip bir hükümdara yakışacak şekilde oldu. Hasta olarak katıldığı Zigetvar Seferi'nde savaş meydanında vefat etti. Muhteşem hükümdar; babasından 6.557.000 kilometrekare olarak teslim aldığı Osmanlı topraklarını 14.893.000 kilometrekareye çıkarmayı başardığı gibi, denizlerde de batı dünyasının uykularını kaçıran hamleleriyle Osmanlı Devleti'ni Akdeniz'in hakim gücü haline getirdi.

Bütün hıristiyan alemi kaygılıydı. Nitekim Kanuni döneminde Avusturya adına İstanbulda elçilik görevini üstlenen Busbecq mektuplarında endişelerini kendi tabirleriyle şöyle ifade etmekteydi:

"Osmanlı'nın girişimleri; Kral Louis'in ölümüne, Budapeşte'nin zaptına, Transilvanya'nın köleleştirilmesine yol açtı. Aynı akıbetin kendi başlarına da gelmesinden korkan komşu ülkeler arasında paniğin oluşmasına sebep oldu. Bu olaylar, hıristiyan yöneticilere bir ders olmalıdır. Emniyet içerisinde yaşamak istiyorlarsa, düşmana karşı istihkamlarını sağlamlaştırma konusunda daha özenli olmaları gerektiğini kavramalıdırlar. Türk orduları, belli bir yatağın yolunu izleyen ve sınırsız yıkıma yol açan yağmurla kabarmış muazzam nehirler gibidirler. Son derece korkunç etkileriyle Türkler, kendilerine engel olan duvarları bir kez yıktıklarında her yere yayılır ve tahminleri aşan boyutlarda tahribata yol açarlar.

Kanuni kabına sığmayan muharip kişiliği yanında, gerektiğinde uzlaşmayı da bilen bir liderdi. Nitekim Rodos Şövalyeleri'nin uzun kuşatmaya rağmen teslim olmamaları üzerine onlarla anlaşmış, adayı terk etmelerine izin vermişti. Öte yandan doğudaki büyük rakip Safeviler üzerine üç sefer düzenlemiş, ancak 1555 yılında Amasya Anlaşması'nı imzalayarak nihai hedefinin barış olduğunu ortaya koymuştu.

Şüphesiz her hükümdar için, hatta her fani için yapılabilecek eleştiriler bu büyük hükümdar için de yapılmış; ancak hemen hemen bütün araştırmacılar onu dünyaya yön veren az sayıdaki büyük liderler arasında saymıştır.

Dönemi, her bakımdan Osmanlı'nın zirve yılları olarak kabul edilmektedir. Üst üste elde edilen askeri zaferler, donanmanın şaha kalkışı ve Akdeniz'in bir Osmanlı gölüne dönüşmesi, Balkanlar'da otoritenin kesin olarak temini, Yemene kadar istikrarlı bir idari yapının tesis edilmesi, klasik Osmanlı asrının gerçekleştiği yıllar olarak kabul edildi. Sinan'la mimaride şahikalara ulaşılması, şiirde Baki'nin ve Fuzuli'nin edebi zevklerin çıtasını yükseltmesi, dönem şair ve yazarlarının şiirlerinde ve dili kullanmadaki gösterdiği titizlik ve ses bütünlüğü, dönemin zevk-i selimini ortaya koymaktaydı. Bizzat Kanuni bile;

"Devrimde, Baki gibi bir şair yetişmiş olmasından dolayı iftihar ediyorum." demekten kendini alamamıştır.

Kanuni; vakur, azim ve irade sahibi, yaratılış itibarıyla sakin bir kişiliğe sahipti. Vereceği kararlarda acele etmez ancak verdiği karardan da dönmezdi. Her şeye rağmen bazı tayinler yüzünden de eleştirilmiştir. Pargalı Damat İbrahim Paşa'nın silsile takip edilmeden sadrazam tayin edilişi, bazı devlet erkanının şöhret ve debdebe içerisinde yaşamaları; maliye açısından olumsuzlukların ortaya çıkmasına yol açmış bu durumu bozulmaların ilk işaretleri olarak ele alanlar olmuştur.

Kanuni dönemi, dünyanın en büyük değişimlerinin yaşandığı bir dönemdi. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile gerçekten etkili bir rekabet içerisine girilmiş, Osmanlı Devleti'nin kararlılığı bu zirve hükümdarın ömrünün son gününe kadar açıkça ortaya konmuştur. Ancak bu amaçla gerçekleştirilen seferler, devlet ricalini ve orduyu yormuş; mali açıdan daha sonra açıkça hissedilen sıkıntılara yol açmıştı.

Öte yandan yerinde bir müdahale ile Katoliklere karşı Protestan başkaldırı hareketleri etkili bir şekilde desteklenmiş; ancak coğrafi keşiflerin batıya sağladığı yararlar ve geliştirdikleri sömürgeci açılımlara karşı, en azından İslam coğrafyasında yeterli önlem alınamamıştı.

Bu zirve yıllarında sanatçılar, gerçekten teşvik edilmiş; ancak Avrupa Rönesans hareketlerinde olduğu gibi İslam dünyasında da benzer kültür sıçraması gerçekleştirilememiştir.

Kanuni Sultan Süleyman, hayatının son yıllarında kendini dine vermişti. Kanuni bu dönemde dini vecibelerini daha hassas bir şekilde yerine getirmeye özen gösteriyordu. Tıpkı batıdaki en büyük rakibi ve akranı Kutsal Roma Germen imparatoru Şarlken gibi. Avrupa'nın en büyük İmparatoru; 1557 yılında İspanya'dan Macaristan'a kadar uzanan ülke topraklarını evlatları arasında paylaştırarak, İspanyada Yuste manastırında inzivaya çekilmişti.

Kanuni, yakalandığı gut hastalığı, çok sevdiği avlanmasına mani olduğundan, sıkıntı içindeki ruhunu; alçakgönüllülükle Allah'ı överek, Allah’ın mutlak gücü karşısında kendi hiçliğini anlatan şiirler yazarak rahatlatıyordu.

Kendisine «Kanuni» denmesi, yeni kanunlar icat etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanuni Sultan Süleyman, adaleti seven bir padişahtı. Bu sebeple devletin bütün topraklarında istikrar sağlanarak barış ve huzur ortamı gerçekleştirilmiştir. Mısırdan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır valisini değiştirmesi bunun açık delilidir.

Muhteşem Süleyman, büyük dedesi Fatih'in, Sahn-ı Seman isimli hukuk ve ilahiyat ağırlıklı medreseleri yanında; kendi adını taşıyan Süleymaniye medreselerini oluşturdu. Sahn-ı Süleymaniye diye meşhur olan bu medreselerde tıp ve riyaziye ağırlıklı eğitim verilmekteydi.

Günümüzde İstanbul ve Anadolu'da birçok şehir ve kasabada mevcut selatin camileri; Süleymaniye, Şehzadebaşı, Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa, Sultan Murad Camileri gibi çok sayıda camii, Kanuni döneminin ihtişamının şehirlere yansıyan kalıcı gölgeleriydi. Yine bu dönemde çok sayıda saray, mescid, medrese, kervansaray, köprü, hastahane, hamam ve yol yapılmıştır. Hiç şüphesiz günümüze kadar ulaşan ölümsüz eserleriyle Mimar Sinan, Kanuni dönemi ihtişamının ayrılmaz bir parçası olmuştur.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak