30 Eylül 2023 Cumartesi
Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-6
Yuva, Anaokulu
Fransızca creche (beşik), Almanca Kirıdergarten (çocukbahçesi), Avrupa’da ilköğrenim öncesi çocukların bakım ve eğitimini üstlenen kurumlar olarak çağdaş biçimleriyle 19. yüzyılda ortaya çıktılar. Fransa’da ilk kreşler 1850’lerde, İngiltere’de 1860’larda kuruldu. 19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle sanayi merkezlerinden başlayarak kreşler yaygınlaştı. Anaokulları İngiltere’de Robert Owen’ın fabrika işçilerinin çocukları için 1816’da açtığı okullarla başladı; Fransa’da Jean-Jacques Rousseau’nun etkisiyle 1779’dan beri açılan okullar 1833’de hükümetçe devralındı; Almanya’da eğitim reformcusu Friedrich Froebel “Kindergarten” adıyla 1837’de, İtalya’da Maria Montessori yeni yöntemlerle 1907’de anaokulları açtılar. Fransa, İtalya, Sovyetler Birliği’nde kreşler okul sistemi içine alınmış, ABD’de ise özel girişime bırakılmıştı.
Osmanlı üst sınıfları arasında yayılan, çocuğu terbiye etmesi ve ona piyano, Fransızca öğretmesi beklenen Avrupalı mürebbiye döneminden sonra, İstanbul’da özel kreşler açılmaya başlandı. Bunlar çoğunlukla Yahudi ve Ermeni öğretmenlerin yönetimindeydi II. Meşrutiyet’ten sonra eğitim üstünde özellikle duran ittihatçılar kreşlerin gayri Müslimler elinde olmasından rahatsız olmuşlardı. Kazım Nami Duru’nun 1909 yılında yaptığı Avusturya-Macaristan gezisinden sonra kreş ihtiyacı gündeme alınarak Selanik’te “Ravza-i sıbyan” adlı kreş açıldı. Türk ‘bayan’ öğretmen yokluğundan dolayı ‘yerli’ kreşler yaygınlaştırılamayınca, Darülmual-limat’a ders konularak 1913-14’de ana muallime sınıfı açıldı. 6 Ekim, 1913’de Tedrisat-ı iptidaiye Kanun-ı Muvakkati çıkarılarak, 1914 bütçesiyle on kreş açılması kararlaştırıldı. 15 Mart 1915’de Ana Mektepleri Nizamnamesi kabul edildikten sonra konuya gösterilen ilgi sürdürülerek 1917’de ilköğretim yaşı 4-12 olarak belirlendi.
1923-24 öğrenim döneminde 80 kreş vardı. Fakat genel okuma-yazma ve okullaşma oranının düşüklüğü karşısında ilkokul öncesi çocukları için yatırım yapma zamanının henüz gelmediği düşünüldü, hatta 1925 ve 1930’da Maarif Vekaleti’nin kararlarıyla anaokulları kösteklendi. Kapanan anaokullarının yerini İstanbul Belediyesi doldurmaya çalıştı. 1932’den itibaren Tekel’e ait işletme kurumlarında açılan yuvalarla çalışan annelerin ihtiyacı giderilmeye çalışıldı. Bu dönemin en gözde kreş ve çocuk yuvası, önce Ankara radyosunda çocuk programı yaparak büyük ilgi toplayan Neriman Hızır’ın 1946’da açtığı “Ayşe Abla” özel yuva ve ilkokuluydu.
1953 yılında toplanan V. Milli Eğitim Şurası’nın teşvikiyle kız enstitüleri bünyesinde anaokulları ve resmi ve özel okullarda anasınıfları açılmaya başlandı. İstanbul’dan başlayarak Ankara’da ve diğer büyük şehirlerde kreş ve anaokulu ihtiyacı 1970’lerden itibaren kendisini hissettirdi, özel kreşler çoğalırken devlet kurumları da kendi personeli için kreş ve yuvalar açmaya başladı. Bu dönemde kamu kumrularının açtığı kreşler kaliteli eğitimleriyle torpille girilen yerleri oluşturuyordu. 1980’lerden sonra bir yandan çalışan kadın sayısının artması, bir yandan çekirdek ailelerin yaygınlaşması çocukların ‘varlığını’ sorun haline getirdiğinden, bir yandan da ilkokul öncesi eğitimin çocukların hazırlandıkları rekabet için zorunlu görülmeye başlamasından dolayı kreşler yaygınlaştı. Devlet Memurları Kanunu’nda gerekli görülen kamu kurumlarında kreş açılması zorunlu tutulmuş olduğu gibi, 1987’de İş Kanunu’nun ilgili maddesi gereği çıkartılan tüzükle 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işyerleri için bakım evleri ve emzirme odaları kurulması, ‘yurt’ işyerine 250 metreden uzaksa, işverenin taşıt sağlaması zorunluluğu getirildi.
1960’lı yıllarda anti-komünizm propagandası yapmak için Sovyetler Birliği’nde çocukların aileden kopartılıp kreşlere verildiği ve o yaşta kendilerine Rusça öğretildiği tartışma konusu yapılırken, 1980’li yıllarda kreşlerin yaygınlaşması ve velilerin İngilizce öğretilen kreşleri tercih etmesi sorun oluşturmadı.
Son yıllarda yalnız yuva ve anaokulları için değil, ilk ve ortaöğrenim için de soran oluşturan servislerin ilk biçimi, çocukları evden okula okuldan eve götüren ve çantalarını sırığa geçirerek taşıyan bevvab ve mubassırlardı. 1913’de çocuk eğitimi konusundaki yaklaşıma örnek oluşturması için Çocuk Dünyası adlı dergide çıkan, ‘karşılaştırmalı-eleştirel’ yazıya göz atalım:
“Beyoğlu çocukları hayattan korkmazlar. Her vakit görüyorum, 7-8 yaşında çocuklar çantaları arkalarında, yemek sepetleri ellerinde vapura biniyorlar, Arnavutköy’e mektebe gidiyorlar. Böyle büyüyen çocuk elbette hayattan korkmaz. Sizin hayatınız, sizin terbiyeniz böyle mi? 10 dakika, nihayet yarım saatlik mesafedeki mekteplere, kendisini idareden âciz bir mubassır, her tarafı çanta ve sepetlerle dolmuş, sizi önüne katmış, makineli bebek haline sokmuş, sevk eder durur. Böyle bir terbiye altında yetişen çocuklar elbette pısırık, yılgın, cesaretsiz olurlar.”
Çocuk Şarkıları
“Çocuk Marşı”: “Türk çocukları, Türk çocukları/Gözler ileri, başlar yukarı/ Yarınki hayat yurt ufukları/ Her şey sizindir Türk çocukları/ Çocuklar aziz vatan malıdır/ Ulu ağacın birer dalıdır/ Yardım görmeli bakılmalıdır/ Özü ateşli Türk çocukları...”
Çocuk şarkısı denince eskiden marş anlaşılıyormuş. Pedagogların önem verdikleri ‘ben-biz dili’nin de farkında değilmiş ‘büyükler’; çocuk hep büyüklere sesleniyor, yurt, ulus kavramlarıyla tarihe ve geleceğe karşı sorumlu tutuluyor. Repertuarı zenginleştiren ancak şiir ve müzik olarak büyük çoğunluğu ısmarlama tadını aşamayan ilkokul müfredatının konularına adanmış Kızılay, İlk Okuma Haftası, 23 Nisan vb. şarkıları da farklı yapıda değil.
Çocuk şarkılarının öncüsü İngiltere’de konu 19. yüzyılın başlarında tartışılmaya başlanmış. 1800 yılından öncesine ait çocuk şarkılarının, büyüklerin esinlendiği halk masalları ve sokak tekerlemelerinden etkilendiği ve zararlı olduğu iddia edilmiştir. O zamana kadar basitçe ‘song’, ‘ditties’ diye adlandırılan şarkılar ilk kez 1824’de kullanılan sözcükle bugün ‘nursery rhymes’ olarak bilinir.
Çocuk şarkıları, kreşler gibi gayri Müslim öğretmenlerin üretimi olarak İttihatçıların dikkatini çekmiş, o zamandan beri de çocuklar, geleceğin olması istendiği gibi olmasını sağlayacak yurttaşlar kuşağı olarak umut kapısı olmuş. 1990 yılında Devlet Bakanlığı tarafından yayımlanan Türk Müziği Çocuk Şarkıları kitabında, “Gelişmiş veya gelişmekte olan 200’e yakın ülkede çeşitli toplumlar olanca güçleriyle bir yarış içindedir,” denildikten sonra “çocuklarımızın kendi kültürlerinin bülbülü olarak şakıya bilmesi” arzusunun bu yarıştaki önemi anlatılır ve çocuk şarkıları yarışmalarıyla repertuarın büyütülmesi dileği belirtilir. Bu yarışmalardan çocuk şarkıları adına istenilen sonuç elde edilebilmiş değildir. Ama gerek TRT programları ve yarışmalarının gerek öğretmen okullarının katkılarıyla bugün gittikçe zenginleşen çocuk şarkıları repertuarı ve hazırlanmış bulunan müzik eğitim programı, nitelikli müzik öğretmenlerini beklemektedir.
Halk müziğinin örnekleri, tekerleme ve sayışmalar müzik öğretmenleri için söz ve ritim açısından zengin olanaklar sunarken, Alman müzik okulunun eğitimdeki egemenliği sonucu, ses algısı yerli-halk müziğinden uzaklaşmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeğlenen mandolin pahalı ve eğitimi zor bir enstrüman olduğu için terk edilirken, ses yapısını etkileyen blok flüt ve meraklı öğrencilerin gazete promosyonlarıyla da ulaşmaları kolaylaştırılmış olan org, bugün eğitim programının handikapları durumuna gelmiştir.
Bebeğine bakıp ona ninni söyleyen Küçük Ayşe, askeri donanımına bakıp kışlasına giden Küçük Asker ile düşmana saldırmazsa sütünü helal etmeyen anne, “Ali Baba’nın Çiftliği” (“Old MacDonald”) ile başlayan şarkılar dizisi, “Küçük Kurbağa”, “Bu karga ne budala”, “Tik tak tik tak olur mu hiç çalışmamak”, “Baltalar elimizde”, “Pazara gidelim”, “Dön de aynaya bak” ile çoğalıp, “Leylek leylek havada”, “Yağ yağ yağmur”, “Menekşe buldum derede”, “Dere geliyor dere” ile binlere varıyor...
Ortadoğu insanları hafızalarındaki şiir ve şarkı bolluğu ile Avrupalıları şaşırtıyor. Ama anonim müzikten ‘piyasa’ müziğine uzanan örnek bolluğu içinde, genç yeteneklerin benimseyecekleri müzik tarzı ve ‘idol’leri açısından da, yoğun bir sanat tartışması olması gerekiyor.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.
29 Eylül 2023 Cuma
AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-18
MERMERE CAN VEREN PİGMALYON
Kıbrıslı genç Pigmalyon (Pygmalion), yaşamını tümden heykelciliğe adamış halim selim, genç bir sanatçıydı... Pek çok insanın başına geldiği gibi onun da uzun süre aşktan yana başı gülmedi... Ve bu konuda ne geldiyse başına, hep hemşehrisi olduğu tanrıça Afrodit yüzünden geldi!..
Çünkü gönül verdiği her kız, hep güzellik tanrıçası Afrodit'in hışmına uğramış Amonthonte adındaki bir kadının arsız ve yüzsüz kızlarından biriydi!.. Bunun hep böyle olmasının nedenini ilk zamanlar Pigmalyon pek anlayamadı. Çünkü tanrıların kendilerine başkaldıran ölümlüleri acımasızca cezalandırdığı gibi bir olgudan haberi yoktu... İşte tanrıça Afrodit de kendisine yüz gönül vermeyen ve tapınağının yanından bile geçmeyen Amonthonte adlı bu kadını cezalandırmıştı. Onun doğurduğu Propoedites denen bütün kızlarının ar perdelerini yırtıyor, onları önüne gelenle düşüp kalkan arsız sokak kızlarına dönüştürüyordu... Gene heykeltıraşımız Pigmalyon da, tanrıça Afrodit'e yüz vermeyen, onun adına mermerler yontmayan bir sanatçıydı. O yüzden sokaklarda dolaşırken, sanatçımızın karşısına çıkıp da gönlünü kaptırdığı kızların hep o yüzsüz Propoedites'lerden birinin olması boşuna değildi!..
Pigmalyon her seferinde karşısına çıkan bu kızlardan öylesine bıkıp usandı ki, artık işliğine kapanıp mermerden, gönlüne uygun örnek bir kadın heykeli yontmaya karar verdi... Uzun süre evinden çıkmadı. Gece gündüz demedi; hep yonta yonta şekillendirdiği mermerle uğraştı didindi... Sonunda kusursuz denebilecek bir genç kız heykeli çıkardı ortaya... Ama Pigmalyon bu kadarla yetinmiyor; heykelin orasını burasını sürekli düzeltiyor, elinden geldiğince –belki de ayırdında bile olmaksızın, tanrıça Afrodit'i çileden çıkarırcasına– heykelin en göze batmaz kusurlarını da gidermeye çalışıyordu... Heykeltıraşımız heykeliyle öylesine çok ve inceden inceye ilgilendi ki, sonunda başka bir heykel yontmak bile içinden geçmez oldu. Daha sonraki günlerde, heykelinde yontulup düzeltilecek taraf bulamayan Pigmalyon, bu kez de ona gerçek ve sınırsız bir tutkuyla bağlanmaya başladı. Ona tanrıçalara yaraşan giysiler, ayaklarına en gözalıcı ve en usta ellerde örülmüş çoraplar, gösterişli ayakkabılar giydiriyordu artık. Daha sonraki günlerde de geceleri onu yatağına almadan uyuyamaz oldu!.. Bu durum tanrıça Afrodit'in de ilgisini çekmeye başladı. Heykeltıraş, gün boyu heykelinin karşısına geçiyor, canlı bir kadınmış gibi ona diller döküyor; durmadan bir şeyler anlatıyordu. Pigmalyon, günlük gereksinimlerini gidermek dışında, evinden bile pek çıkmıyordu artık. Hele hele durmadan karşısına arsızca çıkan Propoedites'lerden hiçbirine dönüp bakmıyordu bile...
Bir gün penceresinden dışarıya bakarken Kıbrıs'ta çok uzun süren baharın geldiğinin ayırdına vardı. Her zaman olduğu gibi, baharın gelişiyle birlikte, denizin köpüklerinden can bulan Kıbrıslı tanrıça Afrodit adına düzenlenen şenlikler de başladı. Gelenek olduğu üzere rengârenk giysilerle donanmış genç kızlar, başları çelenkli delikanlılar, bu bayramı doya doya kutluyorlardı. Yalnız kalmış, o ana dek aradıklarını bulamamış gençler de, bu şölenlerde beğendikleriyle tanışıyorlardı. Kimileri de Afrodit'in kutsal tapınağında, gönüllerinden geçen aşk dileklerinin gerçekleşmesi için tanrıçaya yalvarıp yakarıyorlardı.
Yıllardır gece gündüz yonttuğu heykelden başka bir gönüldeş düşünemeyen Pigmalyon, son bir kez yeniden talihini denemek istedi. Bu amaçla şölen coşkuları içindeki genç kızlardan biriyle ilişki kurmaya kalkınca, karşısına gene o arsız kızlardan biri çıkıverdi!..
Artık yazgısına ilençler yağdıraraktan evine, heykelinin yanına dönmeye karar verdi. Ne var ki yolu üstündeki Afrodit'in tapınağının yanından geçerken, aniden durakladı. Tapınak, kendisine uygun eş bulabilmek için dileklerde bulunan gençlerle dolup taşıyordu. "Ben de bu başı gülmemişlerden biri gibi gidip gönlümden geçenleri tanrıça Afrodit'e anlatsam olmaz mı?" dedi kendine ve tapınağa girenlerin arasına karışıverdi... Tapınaktaki tanrıça Afrodit'in heykeline bakarak; "Tanrıçam, şimdiye dek sana hiç derdimi açmadımsa da beni bağışla. Beni, heykelime benzeyen bir kızla eşleştir. Dileğimi yerine getirirsen, sana yaraşacak en güzel heykelini yontacağım..." diye söz verdi. Afrodit her ne kadar ölümlülere uyguladığı cezalarda inatçıysa da, heykeltıraşın içten yalvarışı karşısında çok duygulandı.
Üstelik kendisine yaraşacak en güzel heykeli yalnızca onun yontabileceğini de bildiği için; düşünde bile görse inanmayacağı bir armağan sunmaya karar verdi ona!..
Pigmalyon tapınaktan çıkıp akşama dek bayramı kutlayan kalabalıklar arasında, içi biraz rahatlamış olarak gezip tozdu...
Daha sonra da gene tek sevgilisi olarak benimsediği heykeliyle oyalanmak üzere mahzun mahzun, evinin yolunu tuttu... Eve varınca sabah evden çıkmadan önce, rengârenk bayramlık giysilerle donattığı heykelinin yanına gitti doğruca. Her zamanki gibi halini hatırını sorduktan sonra ona sarıldı. Umutsuzca dudaklarından öptü. Ama aniden heykelin dudaklarında bir kadın sıcaklığının uyandığını duyumsadı; irkildi. Belki yanılmış olabileceğini düşünerek yeniden sarılıp öptü. Bu kez heykelin daha bir ısındığını, canlı canlı titremeye başladığını, kendisine sıkıca sarıldığını gördü. Şaşırmaktan öte, iliklerine dek ürperdi...
Artık heykeliyle aralarında, tanrıça Afrodit'in gönderdiği ve durmadan aşk kıvılcımları saçan yaramaz Eros vardı. O yüzden de heykel, çok geçmeden canlı bir kadın gibi ellenip ayaklandı; dillendi...
Bu aşamadan sonra, kendiliğinden can bulan heykelle Pigmalyon arasında olup bitenler konusunda fazla bir şey bilinmiyor. Ama Pigmalyon; mermer damarlarında aşk kanı dolaşmaya başlayan, ete kemiğe dönüşüp can bulan heykele Galateya (Galateia) adını verdi... Güzel mi güzel çocukları oldu; hatta çocukların ortancası Pafos (Paphos), Yunanistan'daki bir kentin isim babası bile oldu...
Ama Pigmalyon'un tanrıça Afrodit'e en güzel heykelini yapacağı konusunda verdiği sözü tutup tutmadığı da bilinmiyordu. Büyük bir olasılıkla, sözünü tutmaya çalıştıysa da, sevgilisinden daha güzel bir kadın heykeli yontamayacağı kesindi...
Pigmalyon'dan sonraki bütün soylu heykeltıraşlar, Afrodit'te simgeleşen en güzel kadın ve en yakıcı aşk özlemini dillendiren, sayısız ve birbirinden anlamlı Afrodit heykelleri yonttular hep.
Çünkü ilk ustaları Pigmalyon'un tanrıça Afrodit'e verdiği sözü, onun adına gerçekleştirmek istiyorlardı...
Akdeniz Mitologyasından Efsaneler
Yaşar Atan
28 Eylül 2023 Perşembe
TÜRK TARİHİ-4
BÜYÜK SELÇUKLULAR
Türklerin tarih boyunca kurdukları etkili devletlerin en büyüklerinden biri de Oğuzlar tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti'dir.
Türkler bu devleti inşa ederken, milli hasletlerinin ve yeni girdikleri İslam medeniyetinin esaslarından yararlanarak muazzam müesseseler oluşturmayı başarmış ve ardından gelen Türk-İslam devletleri de bu müesseseleri geliştirerek devam ettirmişlerdir.
Bu müesseselerden en önemlileri:
Osmanlılarda tımar sistemi olarak anılan ikta isimli toprak düzeni;
Osmanlılarda Kapıkulu adını alacak olan hassa ordusu;
Abbasilerden alınıp yapısı ve fonksiyonu geliştirilen divan;
Meşhur vezir Nizamülmülk'ün kurup yaygınlaştırdığı ve büyük ölçüde Gazali tarafından biçimlendirilen medrese düzenidir.
Bu müesseseler Selçuklular eliyle Anadolu'ya getirilmiş; Eyyubiler, Memluklular ve bilhassa Osmanlılar tarafından da benimsenmiştir.
Selçuklular; XI. yüzyılda siyasi bütünlüğünü ve genişleme istidadını kaybetmiş olan İslam dünyasına yeni bir soluk getirmiş, İslam medeniyetinin üstün birikimini Türklerin teşkilatlanma kabiliyetiyle birleştirerek Bizans'a karşı fetih ruhunu dirilten yeni bir güç olarak ortaya çıkmıştır.
Horasan bölgesinde doğup İran ve Anadolu topraklarında genişleme başarısını gösteren Selçuklular; İslam dünyasını Bizans'a karşı korudukları gibi, 1096 yılında başlayıp 175 yıl sürecek olan Haçlı saldırılarına da ilk elden göğüs gererek İslamiyet'in batıya doğru ilerleyişini durdurmak isteyen hıristiyan güçlere karşı tarihi direniş hattını oluşturmuştur. Gerçek kurucusu Tuğrul Bey, Anadolu'yu Türklere vatan yapan Alparslan, Selçuklu hakimiyetini Horasan'dan Marmara Denizi'ne kadar genişleten Melikşah ve Sultan Sencer gibi yönetici ve komutanları; tarihe, İslam adına gerçekleştirilen büyük fetihlerin ölümsüz kahramanları olarak geçtiler.
SELÇUKLULARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI
Devlete adını veren Selçuk Bey ve ailesi, Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Selçuk'un babası Dukak, konargöçer Türk boylarınca kurulan ve Aral Gölü civarında hüküm süren Oğuz Yabgu Devleti'nin ordu komutanlığını yürüten önemli bir şahsiyetti. Ölümünden sonra aynı göreve oğlu Selçuk Bey getirilmişti. Oğuz Yabgu Devleti coğrafi olarak İslam aleminden Hazar ülkesine ve Volga Bulgarlarına giden ticaret kervanlarının güzergahı üzerinde bulunmaktaydı.
Oğuzlar; müslüman tüccarlarla kurdukları münasebetler sonucunda İslamiyete yönelmiş, Selçuk Bey de bu temas ve telkinlerin ardından müslüman olarak kendisine bağlı Oğuzlarla birlikte Aral Gölü'nün kuzeydoğusundaki Cent şehrine yerleşmişti. Selçuk Bey, nüfusunun çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu Cent şehrine yıllık vergisini tahsil için gelen Oğuz yabgusunun vergi memurlarını; «Kafirlere haraç vermeyeceğini» söyleyerek şehirden uzaklaştırdı. Bu girişimiyle bölgedeki siyasi ağırlığını artıran Selçuk Bey, Cent ve çevresini Yabgudan ayırarak müstakil sayılabilecek bir idarenin temellerini atmış oldu.
Selçuk Bey liderliğinde ilk siyasi çıkışların gerçekleştirildiği 1000'li yıllarda Türklerin yoğun olarak yaşadığı Maveraünnehir ve Horasan bölgeleri büyük siyasi çekişmelere sahne olmaktaydı. Horasan bölgesi, Afganistan ve Kuzey Hindistan'ı da yöneten Gaznelilerin elinde bulunuyordu. Maveraünnehir bölgesinde ise Karahanlılar hüküm sürmekteydi. Samanoğulları'nın topraklarını paylaşarak bu devleti ortadan kaldıran Gazneliler ile Karahanlılar, bölgede üstünlük mücadelesi vermekteydiler. Selçukluların büyük bir devlet olarak ortaya çıkmalarında bu çekişmenin şüphesiz önemli bir payı vardı.
Selçuk Bey'in yüz yaşında Cent şehrinde vefatından sonra Selçukluların başına dört oğlundan Arslan Bey geçti. Ancak onun Gazneli Mahmud tarafından Kalincar kalesinde tutuklanması üzerine, Selçuk Bey'in ölen oğlu Mikail'in Tuğrul ve Çağrı isimli oğullarının önü açıldı ve beyliğin idaresi birbiriyle uyumlu bu iki kardeşin eline geçmiş oldu. Çağrı ve Tuğrul Beyler başlangıçta iki büyük Türk-İslam devletinin arasında ayakta kalma, yurt edinme ve hakimiyet alanlarını genişletme konusunda büyük zorluklar yaşadılar. Hatta yaşadıkları Cent kentindeki baskıların artması üzerine kendilerine yeni bir yurt aramak zorunda kaldılar. Kaynaklar, bu dönemde Çağrı Bey'in liderliğinde Anadolu'ya keşif ve yurt edinme amacıyla seferler düzenlendiğini kaydetmektedir.
Baskıların artması üzerine Selçuklular izinsiz olarak 1035 yılında Gaznelilerin hakimiyetinde bulunan Horasan bölgesine girip yerleşmek zorunda kaldılar. Bu durum pek tabii olarak Selçuklular ile Gaznelileri karşı karşıya getirdi. Horasan'ın hakimiyeti için Gazneli-Selçuklu ilişkilerinde üç merhaleli bir mücadele süreci yaşandı.
Mücadelenin ilk safhası Nesa şehri çevresinde gerçekleşti. Selçuklular kazandıkları ilk büyük askeri zaferin sonunda Nesa'yı da içine alan bu bölgede tutunmayı başardılar.
Horasan'ın hakimiyeti konusundaki ikinci merhale de 1038 yılında gerçekleşti. İki devletin orduları bu tarihte Serahs şehri yakınlarında karşı karşıya geldi. Bu mücadelede de kazanan taraf Çağrı Bey'in üstün gayretleriyle Selçuklular oldu. Bu askeri başarının ardından Horasan; büyük ölçüde Selçuklu hakimiyetine girdiği gibi, Nişabur'da da Tuğrul Bey adına hutbe okunmaya başlandı. Selçukluların bu zaferi o günkü Abbasi Halifesi tarafından da tebrik edilerek Selçuklu hakimiyeti ve meşruiyeti onaylandı ve Çağrı Bey'e unvanlar takdim edildi.
Selçuklular ile Gazneliler arasındaki mücadelenin üçüncü merhalesi ise bir Müslüman-Türk devletini yıkılma sürecine sokarken bir diğer Müslüman Türk devletini de tarih sahnesine çıkaran nihai bir savaşla gerçekleşti.
1040 yılında Gazneli Sultanı Mes'ud, 300 fille destekli 50 bini aşkın askerden oluşan büyük bir orduyla Horasan bölgesine doğru sefere çıktı. Amacı bir süredir hakimiyet ve prestij kaybettikleri Horasan'dan Selçukluları atmak ve Gazneli otoritesini yeniden tesis etmekti. Ordusunda bulunan dönemin tarihçisi Beyhaki'ye göre, Gazneli ordusu; bütün Türkistan kuvvetleri birleşse de mukavemet edilemeyecek kadar güçlü ve donanımlı bir orduydu. Selçuklular; Serahs bölgesinde ilerleyen Gazneli ordusunun karşısına doğrudan çıkmak yerine, yıpratıcı vur-kaç taktiklerine dayalı bir mücadeleyi tercih ettiler. Nihayet taciz edici ve yıpratıcı vur-kaç saldırılarıyla güç durumda bıraktıkları Gazneli ordusunu Merv yakınlarındaki Dandanakan Hisarı önünde bir kez daha kesin bir bozguna uğrattılar. Sultan Mes'ud hazinelerini ve savaş malzemelerini bırakmak zorunda kalarak kendisine bağlı az sayıda askeriyle kaçtıysa da kendi adamları tarafından öldürüldü. Neticede Gazneliler bütünüyle Horasan bölgesini kaybederken Tuğrul Bey de Selçuklular adına yeni devletin sultanı ilan edildi.
TUĞRUL BEY ve SELÇUKLU DEVLETİ'NİN GENİŞLEMEYE BAŞLAMASI
Bu gelişmenin ardından Selçuklu ileri gelenleri Merv'de devletin kuruluş, teşkil ve tanzimini görüşmek amacıyla bir kurultay düzenlediler.
Yaygın bir rivayete göre Tuğrul Bey kurultayın açılışında eline aldığı bir oku ağabeyi Çağrı Beye vermiş ve ondan bu tek oku kırmasını istemiştir. Çağrı Bey isteneni yaparak tek oku kolayca kırmış, ok sayısı ikiye çıktığında da onları kırmakta zorlanmamıştır. Ne var ki, üç oku güçlükle kırabilmiş, dört ok yan yana geldiğinde ise hiçbirini kırmayı başaramamıştır. Bunun üzerine Tuğrul Bey bir konuşma yaparak birlik halinde bulunmalarını, yoksa tek oklar gibi kolayca kırılabileceklerini ifade etmiştir.
Dandanakan Savaşı; Türkistan, Orta-Asya ve Türk-İslam dünyasında siyasi dengeleri bütünüyle değiştirmişti. Selçuklular birlik ve beraberlik içerisinde hareket ederek yeni konjonktürden yeni mevziler elde etmeyi başarmışlar, bu başarılarıyla da önemli bir inisiyatif elde etmişlerdir. Böylece hakimiyetlerinin sınırlarını da başta İran ve Afganistan olmak üzere Orta-Asya yönünde genişletmeye muvaffak olmuşlardır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler tam bir mutabakat içerisinde hareket ederek kuzeyde Kafkasya'dan güneyde Yemen'e kadar uzanan toprakları birlikte denetim altına almayı başardılar. Şimdiki İran'ın başkenti Tahran'a 22 kilometre uzaklıktaki Rey kenti başkent yapıldı ve Türk ilerleyişi batıya doğru kaydırılmaya başlandı. Böylece Bizans İmparatorluğu'nun denetiminde olan Anadolu ve şimdiki Ermenistan sınırlarına kadar ulaşıldı.
İslam dünyası için büyük bir tehlike teşkil eden Bizanslılarla ilk çatışma 1048 yılında Pasinler Ovası'nda gerçekleşti. Bu ilk çatışma Selçukluların zaferiyle sonuçlandı. Selçukluların Erzurum'a kadar ilerleyişi Bizans'ı harekete geçirmiş ancak Gürcü kralı Liparit'le birleşen Bizans ordusu Türkler önünde bozguna uğramıştı. Bu, Bizans ve müttefikleriyle Anadolu için yapılan ilk savaş oldu ve; «Anadolu'nun kapılarını Türkler için açan savaş» olarak nitelendi.
Malazgirt zaferinin adeta habercisi olan Pasinler savaşının ardından anlaşma yolları arayan Bizans'la oldukça başarılı bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşmayla Selçuklular diplomatik ve siyasi üstünlüklerini Bizans'a kabul ettirmeyi başardılar. Nitekim yapılan anlaşmaya göre Gürcü kralı fidye ödemeden serbestçe ülkesine dönebilecekti ancak bunun karşılığında İstanbul'da Emeviler döneminde yaptırılmış olan cami onarılacak ve bu camide okunan hutbelerde Abbasi Halifesi ile Tuğrul Bey'in adı anılacaktı. Selçuklular bu anlaşmayla Doğu Anadolu'daki hakimiyetlerini Çoruh Irmağı'na kadar genişlettiler. Aynı zamanda Anadolu'ya çok sayıda Türkmen yerleştirilmeye ve Bizans'a ait müstahkem kalelerin tahrip edilmesi yönünde adımlar atılmaya başlandı.
TUĞRUL BEY'İN BAĞDAT'A GİRİŞİ ve HALiFEYİ KORUMA ALTINA ALMASI
IX. asırdan itibaren İslam dünyasının siyasi parçalanmaya uğraması ve birçok devletin ortaya çıkması Abbasi Devleti'nin siyasi etkisini iyice daraltmış, hakimiyet alanını Bağdat ve çevresiyle sınırlı hale getirmişti. Ancak İslam dünyasının manevi otoritesini temsil etmeleri ve İslam dünyasında siyasi gücü eline geçirebilenlere meşruiyet sağlama imkanları Abbasi Halifelerini yine de güçlü kılan faktörlerdi. Askeri gücü hayli azalan Abbasi Halifeliği, Tuğrul Bey zamanında Büveyhiler ve Türk askerleri kumandanı Arslan Besasiri'nin siyasi ve askeri baskısı altında idi. Ayrıca Arslan Besasiri Mısır'daki Fatımi Devleti ile de temasta idi. Bu durum karşısında Abbasi Halifesi ısrarla Sultan Tuğrul Bey'i Bağdat'a davet etmiş ve kendisini bu güç durumdan kurtarmasını istemişti. Nihayet bu davetler sonucu Tuğrul Bey harekete geçerek 1055 yılında İslam dünyasının o zamanki merkezi Bağdat'a girdi.
Arslan Besasiri, sultanın gelmesi üzerine Bağdat'tan kendisi için daha güvenli bulduğu yerlere çekilirken Bağdat'taki Büveyhi hakimiyetine de son verildi. Bağdat, muhaliflerin baskılarından kurtarıldı ve halife adına nizam ve intizam yeniden tesis edildi. Tuğrul Bey bir süre Bağdat'ta kaldıktan sonra Arslan Besasiri'nin üzerine Rahle yolunda sefere çıktıysa da Arslan Besasiri'nin kaçması üzerine Cizre ve Sincar'ı hakimiyeti altına aldı. Musul'u da Selçuklu beylerinden İbrahim Yınal'a bırakarak tekrar Bağdat'a döndü.
Selçuklu sultanının bu yardımı halifeyi oldukça rahatlatmıştı. Tuğrul Bey şerefine Bağdat'ta büyük bir merasim düzenledi ve onu; «Doğunun ve Batının Sultanı» ilan ederek taltif etti. Böylece halife; İslam aleminin dünyevi otoritesini, Tuğrul Beye devretmiş oluyordu. Bu durum bazı aydınlar tarafından abartılı bir biçimde din ve devlet ayrımının, yani laikliğin Türk ve İslam dünyasındaki ilginç bir örneği olarak nitelendirilmiştir. Oysa laiklik çok daha kapsamlı ve girift bir konudur. Devlet idaresinin dayandığı temellerin dinden arındırılmasından, yönetici kadroların dinlere karşı tarafsız tutum almalarına kadar varan konularda, ne Selçuklularda ne de onların izinden giden diğer Türk İslam devletlerinde böyle bir ayrışmadan bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Ancak başta Selçuklular olmak üzere Türk-İslam tarihinin bütün devirlerinde samimi bir hoşgörünün hakim olduğu görülmektedir.
Tuğrul Bey batıda ve İslam dünyasının merkezi bölgelerinde Selçukluların güç ve otoritesini artırırken kardeşi Çağrı Bey de doğuda Maveraünnehir ve Afganistan içlerine kadar seferler düzenleyerek Karahanlıları Selçuklulara bağımlı hale getirmiştir.
Çağrı Bey son derece cesur ve eşine ender rastlanan bir komutandı. İsteseydi kendisi sultan olabilirdi, ancak kendi elleriyle bilge bir kişi kabul edilen kardeşi Tuğrul'u tahta oturtmuştur. Kaynaklar 1060 yılında Serahs kentinde vefat ettiğini bildirmektedir.
Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtup sınırlarını doğuda Ceyhun ırmağından batıda Fırat'a kadar genişletmiş ve 1063 yılında Başkent Rey'de yetmiş yaşında iken vefat etmiştir.
Sultan Tuğrul; dirayetli, adaletli, dindar ve zeki kişiliğiyle tanınan bir hükümdardı. Yaklaşık yirmi beş yıllık saltanatı döneminde, temelini attığı Büyük Selçuklu İmparatorluğunun yakın doğuda dini anlaşmazlıkları giderici, asayişi yerleştirici vasfı ile de sarsılmaz bir siyasi teşekkül olarak gelişmesini temin etmiştir. Bu itibarla Tuğrul Bey, Türk-İslam tarihinde seçkin bir yer tutmaktadır.
ANADOLU FATİHİ ALPARSLAN
"Padişahın, bütün fenalık isteyenlerden gam çekmeyecek ve endişe duymayacak kadar akıllı ve dirayetli olması lazımdır."
Nizamülmülk; Siyasetname
ALPARSLAN DÖNEMİ (1064-1072)
Tuğrul Bey'in çocuğu yoktu. Vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına kardeşi Çağrı'nın oğlu Süleyman geçtiyse de, Çağrı Bey'in diğer oğlu Alparslan ve yine Selçuklu ailesinden Kutalmış bu durumu kabul etmeyerek taht mücadelesine giriştiler. Alparslan kısa zamanda bu mücadeleyi kazanarak rakiplerini saf dışı bırakmayı başardı. İçte düzeni ve birlik-beraberliği sağlayıp vezirliğe ünlü Nizamülmülk'ü getirdikten sonra, batı istikametinde fetihlere yöneldi. Alparslan'ın ilk yöneldiği bölge Kafkaslardı. Azerbaycan üzerinden Ermenistan ve Gürcistan'da fetihler gerçekleştirdi.
Türkmenlerle takviye edilen Selçuklu kuvvetleri kısa zamanda Anadolu önlerine kadar gelerek Bizanslı generallerce çok iyi korunan ve asla fethedilemez kabul edilen müstahkem «Ani» kalesini ele geçirdi. Alparslan, Kars'a girmekle sonuçlanan bu başarılı harekatla güney Kafkasyayı denetim altına aldığı gibi, Anadolu'ya olan ilgisini de açıkça ortaya koymuş oldu. Özellikle Ani'deki en büyük kiliselerden biri olan katedrale hilal diktirmesi, tarihi kayıtlara, müthiş askeri başarılarının arkasındaki mukaddes amaca işaret eden sembolik bir hareket olarak geçti. Zamanla bu hilal Osmanlı İmparatorluğu'nun ve İslam dünyasının sembolü haline geldi.
Alparslan, devlet otoritesini pekiştirmek ve devletin sınırlarını doğu yönünde genişletmek amacıyla Türkistan Seferi'ne çıktı.
Hazar Denizi ile Aral Gölü arasında yaşayan ve henüz İslam'la şereflenmemiş olan Şamanlar ile Kıpçakları itaat altına alarak bu iki etkili Türk topluluğunu Selçuklu kültür ve medeniyetinin nüfuz alanına soktu. Alparslan, Maveraünnehire yakın bazı bölgeleri de ülkesine katıp doğu sınırlarını teminat altına aldıktan sonra tekrar batıya yöneldi.
MALAZGİRT ZAFERİ (AĞUSTOS 1071)
Alparslan, Anadolu önlerine gelmeden önce Türkmenleri planlı bir biçimde Marmara Bölgesi'ne doğru keşif amaçlı ve yıpratıcı seferlere yönlendirdi.
Bu arada Kafkasları tam itaat altına almak amacıyla Gürcistan üzerine yürüdü.
Tiflis'in fethiyle sonuçlanan bu başarılı seferle Gürcü ve Ermeni krallarını da kendisine bağımlı hale getirdi.
Bu arada Mekke Emiri de huzuruna gelerek Alparslan'a bağlılığını bildirip Cuma hutbelerinde adının Abbasi Halifesi'nden sonra okunduğunu ifade etti.
Anadolu sınırlarında bu hareketlilik yaşanırken Bizans İmparatoru Konstantin Dukas'ın ölümü (Mayıs 1067) üzerine ülke yönetimi, eşi Eudokia'nın ellerinde kalmıştı. Bizans İmparatorluğu, içine düştüğü bu siyasi çalkantılar yüzünden doğuda ve batıda topraklarını koruyamayacak kadar zorlu ve sarsıntılı bir dönem geçirmekteydi.
Nitekim Güney İtalya'da Normanlar büyük askeri başarılar kazanarak Bizans sınırlarını zorlamaya başlamışlardı.
Macarlar kuvvetli saldırılarının ardından Tuna'nın askeri bakımdan kilit noktası sayılan Belgrat'ı ele geçirmişlerdi.
Güney Rusya ovalarından çıkarak Bizans'a ait Balkan topraklarına doğru ardı ardına gelen Peçenek, Oğuz ve Kuman saldırıları yaşanmış, bu kitle saldırıları sonucunda bölgede yağmalama ve büyük yıkım meydana gelmişti.
Bizans'ın; ülkenin her tarafında artan istikrarsızlığa bir son vermesi, askeri önlemlerle imparatorluğu içine düştüğü bunalımdan kurtarması ve bilhassa Büyük Selçuklu ilerleyişini durdurması gerekiyordu.
Güçlü bir idareciyi ve kuvvetli bir askeri gücü gerektiren bu siyasi tablo, Romanos Diogenes'i Bizans tahtının yeni sahibi yaptı. İmparatoriçe Eudoika, aile içi muhalefete rağmen Roman Diogenes'le evlenerek, Peçeneklere karşı yapılan savaşlarda öne çıkmış olan bu kıymetli ve karizmatik kumandanı imparatorluk makamına getirmişti.
Diogenes, tahta geçer geçmez ilk iş olarak Selçuklu tehlikesine karşı, içerisinde çok sayıda paralı askerin de yer aldığı bir orduyla Anadolu'ya bir sefer düzenledi. Amacı, bozulan Bizans otoritesini yeniden tesis ederek sınır güvenliğini sağlamaktı. Nitekim Kayseri ve Sivas üzerinden Toroslara ve Halep'e kadar uzanan askeri harekat sonucunda kısmi bir başarı elde ederek Bizans varlığını o bölgede yeniden hissettirdi.
Ancak Türk akınları durmuyordu. Niksar ve Eskişehir yakınlarına kadar uzanan rahatsız edici ve yıpratıcı seferlerin artması üzerine, yeni imparator iki ayrı orduyu bu akınları önlemek ve bozulan istikrarı yeniden temin etmek üzere doğu sınırında görevlendirdi.
Öte yandan Alparslan mukadder bir Bizans-Selçuklu çatışmasının öncesinde Mısırdaki Fatımi Devleti'ni de etkisiz hale getirmek amacıyla önce Suriye'ye yönelmişti.
Bu durumdan yararlanmak isteyen Bizans'ın mağrur imparatoru, içerisinde Uz ve Peçeneklerden paralı askerlerin de bulunduğu 200 bin kişilik bir orduyla Anadolu seferine çıktı. Hedefi kesin olarak Müslüman-Türklerin ilerleyişine bir son vermekti. Diogenes, Selçuklu başkentine kadar ilerlemeyi hedeflemekteydi. Nitekim kendisine iletilen barış çağrısını;
"Barış, Selçuklu başkenti Reyde olacaktır." diyerek kesin bir dille reddetmişti.
Alparslan, Diogenes'in ordusunun Malazgirt Ovası'na indiği haberini aldığında Suriyede bulunmaktaydı. 50 bin kişilik bir orduyla derhal Malazgirt Ovası'na intikal ederek hazırlıksız yakalandığı bu hamleyi savuşturmak üzere bazı askeri tedbirler aldı. Bir taraftan da Bizans ordusundaki henüz müslüman olmamış Peçenek ve Uzlarla irtibata geçti.
Ayrıca akıllıca hareket ederek bu büyük Bizans askeri gücüne karşı Abbasi halifesinin ve İslam dünyasının desteğini almayı da ihmal etmedi. Nitekim Halife Kaim bi-emrillah, Selçuklular adına Bizans'la barış girişimlerinde bulundu ve diplomatik yollarla bu büyük tehlikeyi atlatma yollarını aradı.
Ancak bu girişimler herhangi bir sonuç vermedi. Bunun üzerine halife, Cuma günü bütün camilerde savaşı Selçukluların kazanması için dualar ettirdi. Tarihi kayıtlara göre bu dua şöyledir:
"Allah'ım! İslam sancağını yücelt ve İslama yardım et! Şirki, başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle yok et!
Sana itaat için canlarını feda edip; kanlarını Sana tabi olma hususunda akıtan; Sen' in yolunun mücahidlerini, onları kuvvetlendirerek yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum kılma! Mü'minlerin Emiri'nin Burhanı olan Şahinşahu'l-Azam (Alparslan)'ın Senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütür, şanını yayılır kılsın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin.
Sen'in dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu, lütufkar ve her zaman etkili olan desteğinden mahrum kılma! Çünkü o, Sen'in ulu rızan için rahatını terk etti; malı ve canıyla buyruklarına uymak amacıyla Sen'in yoluna düştü."
Halifenin bu desteği kısa zamanda etkisini gösterdi ve civardaki bütün müslüman unsurlar derhal Selçuklu saflarına katıldılar. Güneydoğu Anadoludaki Kürt beyleri de 10 bin kişilik bir kuvvetle Malazgirt'te Alparslan'ın yanında saf tuttular.
İki taraf da karşılıklı olarak 26 Ağustos'ta ordularını savaş düzenine soktular. İmparator Diogenes, ordusunu düz bir hat boyunca sağ kol, sol kol ve merkezden oluşan üç kısımdan ibaret klasik savaş tertibine göre hazırlamıştı.
Alparslan ise askerlerinin bir kısmını meydanda tutarken önemli bir bölümünü de düşman ordusunu arkadan çevirecek şekilde yerleştirmişti.
Sultan Alparslan, ordusunun maneviyatını güçlendirmek ve girdikleri mücadelenin mukaddesliğini hatırlatmak amacıyla Cuma namazını ovanın ortasında ordusuyla beraber kıldı.
Gözü pek ve kahraman Selçuklu hakanı, üzerine şehidliği hatırlatan beyaz bir elbise giymişti. Beyaz atına kuyruğunu kendi eliyle bağlayarak bindi.
Ordusunun önüne geçerek kısa ve son derece etkileyici bir konuşma yaptı.
Askerlerini coşturan bu nutkunda Alparslan; "Şehid düşerse vurulduğu yere gömülmesini, kendisinden sonra oğlu Melikşah'a itaat edilmesini vasiyet ederek bir hükümdar gibi değil, din ve devlet yolunda bir er gibi savaşacağını dile getirdi. Ayrıca savaştan korkanların çekip gitmekte serbest olduklarını belirterek askerlerinden şehid olanların cennete gireceklerini, kalanların da dünya nimetlerine kavuşacaklarını hatırlattı.”
Savaş, beklendiği gibi kalabalık Bizans ordusunun hücumuyla başladı. Alparslan bu hücuma; «sahte ric'at» diye bilinen taktikle cevap verdi. Bizans ordusunun ağırlık merkezinden uzaklaştırılarak tuzağa düşürülmesiyle gerçekleşen bu taktik, Selçuklulara kesin bir zafer getirdi.
Bu muazzam zaferde Uz ve Peçenek askerlerinin saf değiştirerek kendileri gibi Türkçe konuşan Müslüman-Selçukluların tarafına geçmesinin de payı vardı.
Muhteşem bir zaferle Bizans ordusu tamamen etkisiz hale getirildiği gibi, İmparator Diogenes de esir düşmüş, İslam tarihinde ilk kez bir «Basileus» müslümanların tutsağı olmuştu.
MALAZGİRT ZAFERİ'NİN SONUÇLARI
Kaynaklar, Sultan Alparslan'ın esir hükümdara karşı çok iyi davrandığı konusunda birleşmektedir. Alparslan; esirine çok iyi davranmakla kalmamış, kendisiyle bir anlaşma yaparak ülkesine geri dönmesine de yardımcı olmuştu. İki taraf arasında yapılan bu anlaşmayla Bizans İmparatorluğu Türklere bağlı hale geliyordu. Bizans; Doğu ve Güney Anadoluda bazı şehirleri Selçuklulara bıraktığı gibi, imparatorun serbest bırakılması karşılığında Selçuklulara fidye ödemeyi de kabul ediyordu.
Ancak bu anlaşma Romanos Diogenes'in İstanbul'a dönerken yeni imparatorun adamları tarafından öldürülmesi yüzünden uygulanamadı.
Ne var ki, Malazgirt zaferi Türkmenlerin Anadolu'ya olan ilgilerinin daha da artmasına yol açmıştı. Bu yakın ilgi, Anadolu'nun kesin bir müslüman yurdu olma sürecinin de başlangıcı oldu.
Romanos Diogenes'in Bizans tahtından uzaklaştırılıp öldürülmesi, Selçukluların savaşın sonuçlarından daha fazla yararlanmasına yol açtı. Nitekim bu gelişme üzerine Alparslan; Selçuklu şehzade ve emirlerine, Türkmen beylerine bütün Anadolu'nun fethini emretti.
Gayeleri cihad ve gazadan başka bir şey olmayan alperenler ile güneyde dağlık bölgelerde yaşayan ve Hz. Ömer zamanından beri İslamiyet'e yürekten bağlılık gösteren Kürtler, birlik ve beraberlik içerisinde Anadolu'yu iskan ve inşa etmeye koyuldular. Türkmenlerin bizzat Alparslan'ın teşvikiyle Anadolu'ya yönelen ilgileri, Batı Anadolu yönünde Selçuklu ilerleyişini daha da hızlandırdı.
Türkler tarafından on asırdır kutlanan Malazgirt Zaferi, Anadolu nüfusunun yüce değerler etrafında kaynaşmasına ve Anadolu'nun müslüman yurdu yapılmasına temel teşkil etti. Bu zaferle beraber Bizans'ın İslam dünyası üzerindeki tehditleri ortadan kalkmış, İslam dünyasında cihad ve gaza ruhu yeniden canlanmıştır. Bu tarihi rolün Malazgirt'i yeni Türkiye tarihinin başlangıç noktası yaptığı herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Öte yandan, gerek Selçukluların bu zaferi ve Bizans'ı sıkıştırmaları, gerekse Sicilya müslümanlarının Papalığı vergi vermeye mecbur etmeleri ve Endülüs'te gelişen olaylar, uzun süreden beri uyumakta olan hıristiyan aleminin uyanarak Papalığın buyruğu altında toplanmasına sebep oldu. 1073 yılında Kastilya kralı Vl. Alfonso, Bourgogne dükü 1. Hugue'nin de desteğiyle Tuleytule (Toledo)'ya bir sefer düzenledi. Papa VII. Gregorius bu sefere katılanları kutsadı ve böylece batı literatürüne «Reconquista» diye geçen «İspanyanın Yeniden Zaptı» harekatı başlamış oldu. 1085 yılında Toledo, VI. Alfonso tarafından ele geçirildi. 1091 yılında Sicilyadaki son müslüman yerleşim merkezi ortadan kaldırıldı. 1096 yılında ise umumi Haçlı Seferleri başladı.
Bu dönem aynı zamanda Batı Avrupa hıristiyan dünyasında manastır yapımına hız verildiği bir dönem oldu. Yine bu yıllarda, resmi kilise yapılanması dışında, Türklerdeki alperenlerin yetiştiği gönül mekteplerine benzer bir hıristiyan derviş sistemi yaygın bir uygulama alanı buldu.
Malazgirt Zaferi'nden sonra özellikle İspanyada yaşayan müslümanlar acı ve zor günlerle karşılaştılar. Papalığın doğrudan himaye ettiği Tapınak Şövalyeleri tarikatının müslümanlara yönelttiği saldırılar ise dayanılmaz boyutlara ulaştı.
ALPARSLAN'IN VEFATI
Elde edilen başarıların ardından Alparslan tekrar doğuya yöneldi ve 200 bin kişilik ordusuyla Karahanlılar üzerine büyük bir sefer düzenledi. Bölgedeki otoritesini pekiştirmek ve Karahanlıları kendisine bağımlı hale getirmek amacıyla düzenlediği bu sefer sırasında esir alınan bir mahalli komutanın suikastıyla yaralandı. Bu yaralardan dolayı Kasım 1072de vefat ettiğinde 45 yaşındaydı. Na'şı Merve defnedildi.
Türk tarihinin en büyük ve efsane komutanlarından biri olan Alparslan'ın ölümü bütün İslam dünyasını yasa boğdu. Alparslan; yiğitliği, disiplini, bitmez-tükenmez enerjisi ve adaletiyle tanınmıştı. Merhametli, dindar ve alçakgönüllü bir hükümdardı. Ülkesindeki fakir ve düşkünlere yardım eder, onlara maaş verirdi. Açları doyurmak üzere sarayından koyun etinden yapılmış yemekler dağıtılırdı. En önemli özelliklerinden biri de İslamiyet'in cihad ve gaza anlayışına olan sarsılmaz bağlılığı idi.
Sultan Alparslan, bütün bu nitelikleriyle bugün bile Anadolu ve Türkler için büyük bir anlam ifade etmektedir.
SELÇUKLULARIN ZİRVE YILLARI MELİKŞAH
Alparslan'ın genç yaşta vefatının ardından oğlu Melikşah, vezir Nizamülmülk'ün desteği ve ulemanın onayıyla Büyük Selçuklu tahtına oturarak devletin yeni hakanı oldu. (25 Kasım 1072) Melikşah, saltanatının ilk iki senesini devletin mevcut sınırlarını koruma ve iç karışıklıkları önleme çabalarıyla geçirdi. Bu amaçla Gazneli ve Karahanlı devletlerinin ülkenin doğu sınırlarına yaptığı hücumları başarı ile göğüsledi. Batıda ise amcası Kirman Meliki Kavurd'un tehlike arz eden isyanını bastırdı.
Melikşah, yaşanan iç karışıklıklara son vererek birliği sağladıktan sonra devlet merkezini İsfahan'a nakletti ve merkeziyetçi politikalar izleyerek devletin daha güçlü hale gelmesini sağladı. Selçuklular; Nizamülmülk'ün de üstün gayretleriyle onun yirmi yıllık iktidarında en parlak dönemini yaşamış, ülke sınırları Horasan'dan Marmara Denizi'ne kadar genişleyerek imparatorluk boyutuna ulaşmıştır.
Bu süreçte; Mısır hariç İslam dünyası bütünüyle Selçukluların siyasi nüfuz alanına girmiş, doğuda sınırlar Çine dayanmıştır. Türk yurtları olan Buhara, Semerkant, Kaşgar Selçukluların hakimiyetini kabul ettiği gibi, Karahanlılar da bağlılıklarını bildirmek zorunda kalmıştır. Öte yandan Çağrı Bey'in oğullarından Kavurd'un zaptettiği Kirman, Fars, Umman bölgeleri kesin olarak Selçuklu denetiminde bulunmaktaydı.
Melikşah; Abbasi halifesine bağlılık göstermiş, yükselen bu Türk devletinin manevi adresi olan hilafet makamına gerekli saygı ve ihtimamı göstermekten hiçbir zaman kaçınmamıştır. Bu dönemde Bağdat, İslam imparatorluğunun manevi merkezi olma özelliğini hala korumakta idi. Ayrıca Selçuklu sultanı, kızını halifeyle evlendirerek bu samimi ilişkiyi daha da pekiştirmişti.
Suriyede Sultan Alparslan zamanından beri faaliyet gösteren Atsız Bey; emrindeki Türkmenlerle Kudüs'ü zapt etmiş, daha sonra da Şam'ı ele geçirmişti. Fakat Mısır'ı Fatımi'lerin elinden almak için giriştiği sefer sonrasında Kahire önünde Fatımi ordusuna yenilmişti. Onun bu mağlubiyeti ve başarısızlıkları üzerine Melikşah, kardeşi Tutuş'u Suriye'ye gönderdi. Böylece Şam ve civarında Selçuklu otoritesi yeniden tesis edildi. Tutuş'un bu teşebbüsü, Suriye Selçukluları devletinin kurulmasının da ilk adımı oldu. Ancak mahalli yöneticilerin başıbozuk tutumlarına, merkezi yöneticilerin keyfi yönetim arzularına son vermek amacıyla harekete geçen Melikşah, 1086da Suriye'ye giderek önce Halep Emiri'ni itaat altına aldı, ardından da yeni bir hamleyle Antakya şehrini teslim aldı. Suriye'nin Akdeniz sahillerini şerefle temaşa ettikten sonra iki rekat şükür namazı kıldı. Atıyla denizin dalgalarına girerek kılıcını suya çarptı ve devletin hudutlarını babasından ileriye götürdüğü için Allah'a olan şükürlerini tekrarladı.
Tarihi kaynaklar, Melikşah'ın denizden götürdüğü kumları babasının mezarına serperken;
"Ey babam, sana müjdeler olsun! Küçük yaşta bıraktığın oğlun, devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdü!" dediğini nakleder. Bu sözler, Melikşah'ın kendi dönemindeki zafer ve ihtişamı göstermesi bakımından önemlidir.
Malazgirt zaferinden sonra Sultan Alparslan'ın buyruğu ile Anadolu içlerine akınlar yapan Türk beyleri, Sultan Melikşah zamanında da bu faaliyetlerine devam ettiler. Türk beyleri Anadolu içlerinde ilerleyişlerinde Bizans'ın iç karışıklıklarından yararlanmış, bazen bizzat imparatorlarla bazen de asilerle işbirliği yaparak hakimiyet alanlarını İzmit'e kadar genişletmişlerdi. Selçuklu ailesinin bir kolu olan Kutalmış oğulları da Anadoluda etkili olmaya başlamış, başta Urfa ve Birecik olmak üzere Anadoluda ağırlıklarını artırmayı ve kendilerine yer edinmeyi başarmıştı. Kutalmış oğullarının rakip bir güç olarak Anadolu'da boy göstermelerine izin vermek istemeyen Melikşah, idari birliği sağlamak ve Anadoludaki inisiyatifi elden kaçırmamak için Emir Porsuk'u Anadolu topraklarını gözetmekle görevlendirdi. Harekete geçen Emir Porsuk, Kutalmış oğlu Mansur'la giriştiği mücadeleyi kazanarak onu ortadan kaldırmayı başardı. Ancak bu durum Mansur'un kardeşi Süleyman Şah'ı daha güçlü hale getirdi. Nitekim Süleyman Şah, Bizans'ın iç karışıklıklarından da yararlanarak İznik ve etrafındaki kaleleri ele geçirdi ve Türkiye Selçuklu Sultanlığı'nın temellerini attı.
Batıda olduğu kadar doğuda da fetihlerini sürdürüp Antakyayı yeniden Ermenilerin elinden alan Süleyman Şah, bir süre sonra Halep'i de kuşattı. Onun bu hamlesi Selçuklularla karşı karşıya gelmesiyle ve iki güç arasında bir çatışma ortamının doğmasıyla sonuçlandı. Melik Tutuş ve Artuk Bey, Selçuklular adına duruma müdahale ederek Halep yakınlarında Süleyman Şah ile savaşa tutuştular. Yenilen Süleyman Şah üzüntüsünden atını nehre sürerek intihar etti. (Haziran 1086)
Melikşah döneminin önemli gelişmelerinden biri de Diyarbekir, Meyyafarıkin (Silvan) ve Mardin vilayetlerini içine alan Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde hüküm süren Mervaniler Devleti'nin ortadan kaldırılmasıdır. Nitekim Vezir Nizamülmülk'ün damadı olan Fahrüddevle Muhammed bin Cübeyr, Mervani Devleti'nin zenginliğini ileri sürerek bölgeye yapılacak bir sefer için Sultan Melikşah'ı teşvik ve ikna etmişti. Melikşah, Diyarbekir emirliğini Fahrüddevle'ye vererek içerisinde Artuk Bey ve Arap emiri Seyfüddevle'nin de bulunduğu bir orduyu Diyarbekire gönderdi. Selçuklu ordusu kısa zamanda Diyarbekir ve Meyyafarıkin şehirlerini zapt ederek Mervani Devleti'ni ortadan kaldırdı.
Melikşah döneminde; yıkıcı etkileri gittikçe artan, aşırılıklarıyla tanınan ve terör yöntemiyle esrarlı davalarına hizmet etmekte olan İsmaili hareketlerle de mücadele edildi. İsmaili propagandasının en renkli simalarından biri olan Hasan Sabbah, yürüttüğü gizli faaliyetler neticesinde Kazvin yakınlarındaki Elburz dağlarında Alamut Kalesi'ni ele geçirmişti (1090). Sultan Melikşah, Alamut ve Kuhistan'daki lsmaililere karşı Yorun Taş, Aslan Taş ve Kızıl Sarık gibi kumandanlar göndererek bu mezhep taraftarlarıyla çetin bir mücadeleye girişti. Müridlerine haşhaş içirip Selçuklu devlet adamlarına karşı amansız yıpratma ve terör faaliyetlerini sürdüren bu İsmaili akımlarla mücadele, sultanın ölümüyle durdu. Nitekim esrarı bugün bile tam olarak çözülemeyen İsmaili Batıniler, ünlü vezir Nizamülmülk'ü İsfahan-Bağdat yolu üzerinde Sıhne mevkiinde öldürecek kadar etkili olmuşlardı
Melikşah; Bahreyn, Yemen ve körfezde etkisi görülen Karmatilerle de başarılı mücadelelerde bulundu. Karmatiler, Bağdat'taki Sünni-İslam halifeliğinin temsil ettiği İslam anlayışından uzak, sertlikleri, aşırılıkları ve Batıni anlayışlarıyla öne çıkan bir gruptu. Melikşah, daha önce birçok seferde yararlandığı Artuk Bey'i el-Ahsa ve Bahreyn'e göndererek bölgede devlet otoritesini ve halifeliğin etkisini yeniden tesis etmeye muvaffak oldu. Böylece Doğu Arabistanda Selçuklunun maddi hakimiyeti, Bağdat'ın da manevi hakimiyeti kabul edilmiş oldu.
Melikşah'ın, ölümünden kısa bir süre önce Selçuklu Devleti'nin en önemli simalarından ve başarılı devlet adamlarından biri olan vezir Nizamülmülk'le arası açılmıştı. Bu talihsiz gelişmeye; gerek bir türlü harareti düşürülemeyen iç çekişmelerin ve gerekse bürokratlar arasındaki kıskançlığın yol açtığı kabul edilmektedir. Nitekim Selçuklu Devleti'ne otuz yıl aralıksız vezirlik yapan Nizamülmülk'ün katledilmesinin ardından Melikşah da bir ay sonra Kasım 1092'de Bağdat'ta zehirlenme sonucu vefat etti. Bu büyük ve adil sultan öldüğünde sadece otuz sekiz yaşında idi. Onun vefatıyla birlikte Selçuklu Devleti de yoğun taht mücadeleleriyle dolu bir fetret ve parçalanma sürecine girmiştir.
BERKYARUK (1094-1104)
Melikşah'ın ani ve şaibeli ölümünün ardından, hanımı Terken Hatun; Abbasi halifesi el-Muktedi'nin açık desteğiyle daha dört-beş yaşında bulunan oğlu Mahmud'u Selçuklu tahtına çıkarmayı başardı. Ancak bu durum iktidar meselesini çözmediği gibi, uzun süreli taht mücadelelerinin daha da kızışmasına yol açtı. Çok sayıda hanedan üyesi ve yüksek rütbeli komutan; iktidarı ele geçirme, devletin dizginlerine kısmen ya da tamamen sahip olma sevdasına kapılarak harekete geçmişti. Başrollerde Berkyaruk, Muhammed Tapar, Mahmud ve Sencer'in yer aldığı bu mücadeleler devleti yıprattığı gibi birliği ve dirliği yok etmiş, devletin sürekli güç kaybetmesine, toprak kayıpları ve parçalanmaya varan olumsuzluklara yol açmıştı.
Bu durumun oluşturduğu zaafları çok iyi değerlenmek isteyen hıristiyan devletleri, papanın teşvikiyle Haçlı Seferleri'ne başladılar. Bu durum İslam dünyası için uzun süreli bir felaket döneminin başlangıcı oldu.
Berkyaruk; kardeşi Mahmud ve amcazadesi Tutuş'la giriştiği iktidar mücadelesinin ardından tahtın yeni sahibi olmuşsa da, on bir yıllık saltanatı iç çekişmenin doğurduğu çalkantılarla geçti. Bu karmaşadan yararlanan Hasan Sabbah ve adamları Batıni faaliyetlerine hız verdiler. İdealleri uğruna gizlice yürüttükleri örgüt çalışmalarıyla başta saray olmak üzere devlet mekanizmalarına sızmayı başardılar. Bu Batıni terör örgütü, sarp kayalıklarda oluşturdukları kalelerden ticari kervanlara ve hac yolcularına açıktan saldırmakta, baskın ve yağmalama faaliyetleriyle toplumda huzur ve güveni yok etmekteydi. Berkyaruk bu tehlikeli akımlara karşı harekete geçti ve birçok Batıni'yi öldürdüyse de zararlı faaliyetlerinin önünü alamadı.
Papa Il. Urbanus'un çağrısıyla başlayan Haçlı saldırıları sırasında Berkyaruk, Gence valisi olan kardeşi Muhammed Tapar'ın isyanıyla karşılaştı. İki kardeş taht mücadelesi için değişik aralıklarla beş kez karşı karşıya geldi. Nihayet Halife Mustazhir Billah ve ulemanın araya girmesiyle bu kardeş çekişmesine son verildi. Varılan anlaşmaya göre Berkyaruk sultan olarak tanınacak; Muhammed Tapar ise Azerbaycan, Diyarbekir, Cezire ve Musul'un hakimi olarak meliklikle yetinecekti. Ancak kısa süre sonra Muhammed Tapar tekrar ağabeyine başkaldırdı fakat bu girişimi yenilgiyle sonuçlandı. İktidar mücadelesinden yorulan Berkyaruk, kardeşiyle ülke topraklarını bölüştü ve böylece devlet fiilen parçalanmış oldu. Kardeşlerden Sencer, Horasanda hüküm sürerken Azerbaycan, Diyarbekir ve Suriye; Muhammed Tapar'ın idaresine bırakıldı. Berkyaruk ise hakimiyetini bunların dışında kalan diğer Selçuklu topraklarında sürdürecekti.
Devleti kardeşleriyle paylaşan Berkyaruk, Aralık 1104'te henüz yirmi beş yaşında iken vefat etti. Onun vefatının ardından Muhammed Tapar harekete geçerek Selçuklu sultanlığını kolayca ele geçirdi. 1105-1118 yılları arasında hükümdarlık yapan Muhammed Tapar, gerek Batıniler ve gerekse Haçlılar ile başarılı mücadeleler yaparak devletin dağılmasını bir süre için de olsa geciktirdi.
SULTAN SENCER ve SELÇUKLU DEVLETİ'NİN DAĞILMASI
Muhammed Tapar'dan sonra Selçuklu Devleti'nin başına daha önce de yirmi bir yıl boyunca bu devlete bağlı olarak Horasan'da meliklik yapmış olan Sultan Sencer geçti. (1119)
Sultan Sencer, 1141 yılında Semerkant yakınlarında Katvan'da Moğolların bir kolu olan Karahıtaylarla karşı karşıya geldi. Bu savaşta hem şahsi itibarını hem de devletin kaderini son derece menfi etkileyen ağır bir yenilgi aldı. İslam dünyası için de olumsuz gelişmelere yol açan bu yenilgiden sonra Sencer'in ordusu dağılmış, Maveraünnehir Vadisi bütünüyle acımasız ve putperest bir kavmin eline geçmişti. Yenilginin Sencer için daha acı olan bir başka sonucu ise eşi Terken Hatun'un da Moğolların eline esir düşmüş olmasıydı.
Büyük sultan, ağır Katvan mağlubiyetine rağmen bütünüyle yok olan ordusunun yerine bir yıl içerisinde yeni bir ordu toparlamaya muvaffak oldu. Ancak bu kez de karşısına kendilerini devletin asli kurucu unsuru kabul eden ve devletten dışlandıkları hissine kapılan Oğuzlar çıktı. Sultan ister istemez onlarla da mücadele etmek zorunda kaldı. Küskün Oğuzlar sultanı mağlup edip esir aldılar. Sultanın esareti üç yıl sürdü. 1156 yılında esaretten kurtulduysa da artık yorgun düşmüş, ruhen çökmüştü. 1157 yılında Merv'de vefat etti. Vefatı bir büyük Türk-İslam devletinin de sonunu getirdi.
Sencer, Büyük Selçuklu Devleti'nin son büyük sultanıdır. Otuz dokuz yıl süren uzun saltanatı boyunca devletin varlığının, birlik ve bütünlüğünün korunması uğrunda üstün bir gayret gösterdi. Ancak gerçekleştirdiği başarılara ve gösterdiği bütün çabalara rağmen ölümüyle birlikte Büyük Selçuklu Devleti'nin tarih sahnesinden silinmesine engel olamadı. Onun ölümünden sonra Selçuklular siyasi varlıklarını bu kökten çıkan değişik dallarla devam ettirdiler.
Sultan Sencer'in iktidar yıllarındaki talihsizlikler sadece iç çekişmelerle sınırlı kalmamıştı. Nitekim bastığı yerde ot bitmeyen Moğolların büyük bir afet olarak ortaya çıktığı ve yeryüzünü doğudan batıya şiddetle kavurduğu yıllar da onun iktidar dönemine tesadüf etmişti.
SELÇUKLU DEVLETİ'NİN PARÇALANMA ve YIKILIŞ SEBEPLERİ
Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılma sebepleri incelendiğinde, müzmin iktidar çekişmelerinin başta geldiği, hanedan üyelerinin taht ve baht kaygısıyla giriştiği bu mücadelelerin devletin güç kaybında en önemli amil olduğu anlaşılmaktadır. Devletin adeta hanedanın malı kabul edildiği yanlış iktidar telakkisi; beraberinde iç çekişmeleri, devletin zaafa uğramasını ve parçalanmayı doğurmuştur. Hanedan içi iktidar mücadelelerine Abbasi hilafetinin eski gücüne kavuşmak için giriştiği siyasi manevralar da eklenmiş; Selçuklu şehzadelerini yetiştirmekle görevli atabeylerin, şehzadeleri merkezi hükumete karşı kışkırtmaları ise zaten başlamış olan dağılma ve yıkılma sürecini hızlandıran bir başka amil olmuştur.
Dağılma ve parçalanmayı kolaylaştıran ve hızlandıran sebepler arasında içte Batıni-İsmaili grupların yıpratıcı ve yıkıcı terör faaliyetlerini saymak mümkündür. Nitekim başta büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk olmak üzere birçok komutan ve devlet adamı bu terör faaliyetleri sonucunda hayatını kaybetmiştir. Son olarak Haçlı Seferleri'nin başlaması ve hıristiyan dünyasının dört bir koldan İslam dünyasına saldırıya geçmesi de devletin iç çekişmelerle sarsılan dengelerini büsbütün bozmuş, dağılmayı ve parçalanmayı mukadder kılmıştır.
Büyük Selçuklu'nun hakim olduğu geniş topraklarda mahalli olarak kurulan beş Selçuklu Devleti, beş de atabeylik ortaya çıkmıştır. Irak, Kirman, Horasan, Suriye ve Türkiye Selçukluları kendi bölgelerinde hakimiyetlerini uzun süre devam ettirmişlerdir.
Nizamülmülk, Gazali ve SÜNNİ-İSLAM GELENEĞİNİN MÜESSES HALE GELİŞİ
Selçuklu döneminin en önemli siyasi şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz Nizamülmülk'tür. Horasan'ın Tus şehrinde doğan Fars asıllı ünlü vezir; sadece siyasi şahsiyeti ve devlet adamlığı ile değil, aynı zamanda kurduğu eğitim kurumlarıyla da döneme damgasını vurmayı başaran önemli bir ilim adamıdır. Yaklaşık bin yıllık Sünni-İslam geleneğinin oluşmasında, bu geleneğin şekillenmesinde, kritik aşamalarında ve günümüze kadar ulaşmasında etkili olmuş ve belirleyici bir rol üstlenmiştir.
«Siyasetname» adlı ünlü eseriyle padişahlara, üst düzey bürokratlara doğru yolu göstermiş; askeri erkana adil bir yönetim oluşturmaları konusunda tavsiye ve öğütlerde bulunmuştur. Medreselere çekidüzen vermiş, mevcutları yenileriyle takviye etmiş; eğitim programlarını gözden geçirerek bütün medreseleri belli bir formatta nizam ve intizam altına almıştır. İlmin ve alimlerin himayesini bilginin yayılması için şart olarak gören büyük vezir, Siyasetname adlı eserinde eğitimin kolay ve parasız olması ilkesini gündeme getirerek bu alanda da öncü bir rol üstlenmiştir.
Ona göre, eski hükümdarlar alimlere maaş ve vazife vermedikleri için onların devlete karşı soğuk durmalarına ve zaman zaman devlete ve hükümdarlara cephe almalarına zemin hazırlamışlardır. Nizamülmülk bu sosyolojik durumu göz önüne alarak Nizamiye Medreselerini kurmuş, bu kurumları devlet sathında yaygınlaştırarak çevre ve ailesiyle uyumlu, mevcut halden şikayetçi olmayan, devlete ve yöneticilerine itaatkar, ehl-i sünnet anlayışına bağlı, düzgün nesiller yetiştirmeye çalışmıştır. Böylece devlet-millet kaynaşmasını gerçekleştirip devlet ve toplum yapısını sağlam temeller üzerine oturtmayı amaçlamıştır.
XI. yüzyıl İslam dünyasında fikir ve düşünce hareketlerine göz atıldığında, artık kesin çizgilerle birbirinden ayırt edilebilen mezheplerin, taraftarlarını daha da artırmak ve müesses hale gelmek için çabalarını iyice yoğunlaştırdıkları bir tablo gözükmekteydi. Selçukluların ve Abbasi halifeliğinin himayesini arkalarına alan ve referansını asr-ı saadete kadar çıkarmayı başaran Sünni¬ İslam çizgisi; daha çok iktidarlara tesir etmeye çalışan, yararcı ve yapıcı yöntemleri benimseyen bir çizgi tutturmuştu. Bu çizgi; halkın genelinde var olan cehaleti ortadan kaldırmak, kitlelere ulaşmak, İslam'ın mesajını anlaşılabilir bir çerçevede halka ulaştırmak ve benimsetmek gayesini taşıyordu. Bu yüce idealler uğrunda iktidarlarla doğrudan çatışma yerine, sultayı elinde tutanlarla olabildiğince iyi ve güzelce geçinmeyi; iktidarları, olduğu gibi kabul edip onları yönlendirmeye çalışmakla yetinmeyi tercih ediyordu.
Bu yöntem bizzat bilge vezir tarafından ustaca uygulandığı gibi, belli bir siyaset diline çevrilerek kendisinden sonra gelen alimlerce de devam ettirilmiştir. Böylece bu dini-siyasi yaklaşım Sünni-İslam anlayışında din-siyaset ilişkisinin oturtulduğu temel perspektif haline gelmiştir. Nitekim Maverdi'nin «el-Ahkamu's-Sultaniye», Yusuf Has Hacib'in «Kutadgu Bilig» ve değişik alimlerce kaleme alınan «Siyaset-i Şer'iyye» adlı eserler, Sünni-İslam anlayışının bu perspektifini doktrinleştiren ve geniş kitlelere yayan eserlerdir. Din ile siyaset arasındaki ilişkileri tanzim eden bu bakış açısı, Osmanlı Devleti dahil hemen hemen bütün İslam devletlerinde sünni ulemanın devlet yöneticilerine olan temel bakış açısı olarak kabul edilmiştir.
Öte yandan İran ve Hindistandaki eski din ve mezheplerin tesirindeki aşırı akımları bir kenara bırakacak olursak; mutedil şiiler de bu dönemde muhalefete dayalı bir İslam anlayışını benimsemiş, toplumda bir diğer büyük güç olarak daima varlığını korumuşlardır. Esasen gerek Selçuklularda ve gerekse daha sonraki dönemlerde İslam dünyasının ana gövdesini ve fikri hamilesini, halkın hayat pratiklerini bu iki ana İslam okulu teşkil etmiştir. İktidara yakın duran ve çoğunluğu oluşturan dengeli sünni anlayış ile referanslarını asr-ı saadete çıkaran fakat muhalefeti esas alan ılımlı şiiler genel kitleleri etkilemeyi ve her dönemde harekete geçirmeyi başarmıştır.
Bu iki çizginin dışında; halk arasında, ana motiflerini İslam'dan almakla beraber Hint ve eski İran merkezli mahalli din ve mezheplerden de etkilendiği kabul edilen İsmaililik, Karmatilik, Hurufilik ve Batınilik gibi akımlar da görülmekteydi. Ancak bu gruplar kitle desteğinden mahrum marjinal gruplardı. Üstelik bu akımlar terörü benimseyen nitelikleriyle içte birliği sarsmakta, karışıklıklar çıkararak iktidarları yıpratmakta ve güç durumda bırakmaktaydı. Bu akımların gizliliğe, elastiki ve karışık inançlara dayalı sırlı dünyalarının esrar perdesi bugün bile tam olarak aralanamamış, dolayısıyla tam olarak neyi hedefledikleri anlaşılamamıştır. Bilinen en önemli özellikleri, inanç ve anlayışlarının belli başlı İslami sabitelerden mahrum olmasıdır. Esasen günümüzdeki Batıni-İsmaili akımlarla ilgili çalışmalar da çelişkilerle doludur. Çoğu ansiklopedik ve bütünlükten mahrum bu bilgilerde güven duygusunu zedeleyen çelişkilere rastlanmaktadır. Mesela; bir akım hakkında bazı notlarda ahiret inançlarının olmadığı belirtilirken bir başka notta aynı akım için bazı dini ritüelleri nasıl icra ettiklerine dair bilgilere rastlanmaktadır.
O dönemlerde eğitim kurumları günümüzdeki kadar yaygın olmadığı için bu zararlı ve tehlikeli akımlar, bazı kesimlerin fikrini çelebilmiş ve birçok insanın ifrat ve tefrit içeren bu fanatik ve tehlikeli görüşlere itibar göstermesine yol açmıştır.
Nizamülmülk, devleti ve toplumu bu akımlardan ve onları siyasi amaçlarına malzeme yapan Batıni-Fatımi üslup ve iddialarının yıkıcı etkilerinden korumak amacıyla «Nizamiye Medreseleri»ni yaygınlaştırmaya ve bu medreseler aracılığı ile halka ehl-i sünnet anlayışının temel yaklaşımlarını öğretmeye çalışmıştır. Bu medreseler başta Bağdat olmak üzere Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra ve Musul gibi büyük şehirlerde faaliyete geçirilmişti. Şüphesiz Nizamülmülk'ün bu medreseler hakkındaki kurucu ve yaygınlaştırıcı rolü çok büyük olmuştu.
Ancak büyük İslam alimi Gazali'nin bu medreselerde tedrisatın nasıl yapılacağı konusundaki biçimlendirici rolü Nizamülmülk'ten de öndedir. Bu durum başlangıçta çok belirgin olmamakla birlikte zaman içinde çok daha netlik kazanmıştır. Sünni Nizamiye Medreseleri; Sünnet'in korunması, zühd ve takvanın yaygınlaştırılması, asr-ı saadetin aşırılıklardan uzak İslam anlayışının muhafazası gibi önemli görevler üstlenmişti. Öte yandan Kum, Meşhet ve Kaşan'daki ılımlı ve yapıcı şii medreselerinin faaliyetlerine de izin verilmiş, bu medreseler de dinin temel değerlerinin korunmasında, aşırı akımların halka olumsuz tesirlerinin önlenmesinde önemli hizmetler ifa etmiştir. Gerek Selçuklu döneminde yaygın hale getirilen ve Sünniliğin esas alındığı Nizamiye Medreseleri, gerekse diğer mutedil şii medreseleri, İslam toplumlarının ölçülü ve dengeli bir dindarlık anlayışı geliştirebilmesindeki en önemli etkenlerdir.
Bu medreseler olmasaydı; Ortadoğu ve Güney Asya'da yaşayan milyonlarca müslümanın başta Allah, Peygamber, Kur'an, cennet, cehennem, ehlibeyt, sahabe anlayışı olmak üzere, temel asgari müşterekleri oluşamaz; miras olarak bugüne çarpık, eksik, hatta İslam esaslarından tamamen uzak, birbirine yabancı topluluklar kalırdı. Bugün Türkiyeden Endonezya'ya uzanan İslam toplumlarında bütün mezhep ve anlayışlarca ortak kabul edilen temel asgari müşterekler varsa, bunda hiç şüphesiz bu medreselerin ve ulemanın bütünleştirici rolü olmuştur. Kısacası bu sebeple sapık akımlar geçmişte arızi ve mevzii konumda kalmış, mutedil akımlar daima esas olmuştur.
GAZALİ ve İBN-İ RÜŞD KARŞILAŞTIRMASI
Nizamiye Medreseleri denildiğinde ilk akla gelen sembol isimlerden ikincisi Ebi'l Hamid el-Gazali'dir. 1058'de Horasanda doğan Gazali sadece İslam dünyasında değil, batıda da tanınmış büyük bir bilgin ve filozoftur.
Büyük Türk hükümdarı Sultan Alparslan'ın ünlü veziri Nizamülmülk kendi adına nisbet edilen Nizamiye Medreselerini kurar kurmaz Nişabur Medresesinin başına İmamü'l-Haremeyn el-Cüveyni'yi; Bağdat Medresesinin başına da Ebu İshak eş-Şirazi'yi getirir. Gazali, Nizamülmülk'ün huzurunda yapılan bir fikri tartışmada büyük başarı gösterince, vezir de onu 1091 yılın¬ da Şiraziden boşalan göreve tayin eder. Dersleri Bağdat'ta çok ilgi görür. İçine düştüğü fikir krizi sonucu, devam ettiği derslerini ve Bağdat'ı terk ederek 1095 yılında Şam'a gider. İki yıla yakın burada inziva hayatı yaşayan Gazali, daha sonra Kudüs'e ve hac için Kabe'ye gider. 1097 yılında Bağdat'a geri döner ve inzivası esnasında yazmış olduğu «İhyau Ulumid-Din» isimli eserini takrir eder.
Gazali bu ünlü eserinde İslami pratiklerin nasıl olması gerektiğini açıklamış ve İslam ahlakına vurgu yapmıştır.
«Tehafütü'l-Felasife» adlı bir diğer eserinde ise filozofların İslam akidelerine saldırı niteliğindeki görüş ve düşüncelerine cevaplar vermiştir. Bu noktada Selçuklular Gazali'ye ve onun ihya edici gayretlerine tam destek vermiştir. Gazali'nin, tasavvufi akımların Batıni etkilerden uzaklaştırılmasındaki ve fıkıh anlayışına dayalı şeriat ilkeleri dışına taşmalarının önlenmesindeki hayati öneme sahip çabaları böylece mümkün olabilmiştir.
Nitekim Sultan Sencer; Horasan ve Irak alimlerinin hazır bulunup Gazali'yi dinlemelerini arzu ettiğini; bunun mümkün olmaması halinde büyük alime bu konuşmaları yazmasını, bir nüshasını da o memleketlere gönderip alimlere ulaştırmasını rica etmiş, bu yaptığı ile de alimlere son derece hürmet ettiğini göstermiştir. Ayrıca Gazali; Sultan Sencer'in, Nişabur'a gidip medresede derslere yeniden başlamasını emrettiğini nakletmektedir. Bununla onu zihin yapısında yaşadığı fırtınalardan kurtarmak ve yaşadığı inzivadan çıkarmayı hedeflemişti.
Gazali kendisinden sonra gelen ulemaya din, şeriat ve akıl üzerinde sağlam bir metodoloji bırakmış; Adeta Sünni-İslam düşüncesinin koordinatlarını belirlemiştir. Gazaliden nakledilen şu satırlar onun derin zihni birikimini gösterir niteliktedir:
"Düşünme ve araştırma metotlarını inkar ederek sadece nakil ve haberle yetinen kimse için doğru yolu bulmak nasıl mümkün olur? Bu kimse şeriatın mesnedinin İnsanlığın Efendisi'nin sözünden ibaret olduğunu bilmiyor mu? Haber verdiği hususlarda Peygamber'i tasdik eden, akli burhandır. Salt akla tabi olup onunla yetinerek şeriatın nuruyla aydınlanıp görmeyen kimse doğruyu nasıl bulabilir? Kendisine tutukluk ve güçsüzlük arız olabildiği halde, akla nasıl sığınır, bilemiyorum. Aklın adımlarının kısa, alanının ise dar ve sınırlı olduğu bilinmez mi? İyi bilinmelidir ki, akıl ile şeriatı birleştirerek dağınıklığı yok edemeyen kimse, kesinlikle başarıya ulaşamaz ve yolunu şaşırır. Aklın misali, afet ve hastalıklardan beri olan sağlam gözdür. Kuran'ın misali ise ışık saçan güneştir. Akıl ve şeriatın birini diğeri için terk eden, ahmaklar topluluğuna katılır. Kuran'ın nuruyla yetinerek akıldan yüz çeviren kimse, gözlerini kapatarak güneş ışığına yönelen kimse gibidir. Onun körden bir farkı yoktur. Şeriatla birlikte akıl, nur üzerine nurdur.»
Her büyük alim gibi Gazali'yi de yaşadığı çağda veya günümüzde beğenmeyenler, görüşlerini eksik ve tehlikeli bulanlar olmuştur. Endülüs'te yetişen ve Gazali'nin vefatından on beş yıl sonra dünyaya gelen, Maliki fakihi, hekim ve meşşfil ekolünün son temsilcisi bir filozof olan İbn-i Rüşd, Gazali'nin Tehafütü'l-Felasife adlı eserine; «Tehafütü't-Tehafüt / TehMüt'ün yere serilmesi» şeklinde bir cevap yazmış ve Gazali'nin tenkit ettiği müslüman filozofları savunmuştur.
Son asırlarda ise, Gazali'ye ilmi olmayan bir saldırı başlamıştır. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi onu acımasızca eleştirenler olmuştur:
"Müslüman dünyasını boğmak planını hazırlamak üzere Clermont'ta toplanan Haçlılar Konsili'nin toplanmasından (1095) birkaç ay evvel İslam aleminde felsefe ve laik ilimleri söndürmek, fikirlerinde irtibatsızlık bulunduğunu ispat etmek suretiyle Farabi ve İbn-i Sina gibi şöhretleri yıkmak gayesiyle yazılan bu esere; «Tehafütü'l-Felasife», yani «Filozofların Yere Serilmesi» gibi bir ad verilmiş olması, müellifinin ruhunu göstermek itibarıyla şayan-ı dikkattir.
Gazali aynı eserinde (el-Munkız'da) yalnız felsefeyi men etmekle kalmıyor, insanları müsbet düşünmeye alıştıran riyaziyatı da din hesabına bir afet sayıyor ve gitgide bilhassa Şam'da geçirdiği on senelik çilekeşlik devresinden sonra adeta bir engizisyon reisi kesiliyor:
Meselenin ardında Tanzimat'tan bu yana bitmeyen; «Niçin geri kaldık?» sorusuna cevap aramak vardır. Ünlü Türk bilim tarihçisi Aydın SAYILI da, müsteşrik Sachau'nun bu konuda İmam-ı Gazali'yi suçlayıcı fikirlerinden etkilenmiştir.
Gazali'yi akli bilimlerin gelişimini önleyen bir kişi ve İslam dünyasının son birkaç asırdır yaşadığı mali ve kültürel krizlerin kaynağı olarak görmek en basitinden insafla bağdaşmadığı gibi sosyolojik değişim kanunlarıyla da açıklanamaz.
İslam dünyasında alemin işleyiş kanunlarını tespit etmeye yönelik dünyevi bilimlere ilginin bir dereceye kadar ihmal edilmiş olduğu bir gerçektir. Fakat bunun sebebi olarak Gazali'nin gösterilmeye çalışılması haksızlıktır. Gazali, filozofların dünyevi ilimlerdeki çalışmalarına sataşmamış, ilahiyat bahislerinde ileri sürdükleri, temiz İslam itikadına zarar verecek görüşlerini çürütmüştür. Gazali-İbn-i Rüşd arasında başlayan Tehafüt geleneği devam etmiş, mesela Osmanlı zamanında, bizzat ilmin hamisi Fatih Sultan Mehmed'in emriyle devrin alimlerinden Hocazade de bir Tehafüt kaleme almıştır. Gazali'den sonra da asırlarca medreselerde matematik, astronomi gibi ilimler okutulmaya devam edilmiştir. İslam dünyasındaki gerilemeyi; müslümanların sembol isimlerine çamur atmak isteyen oryantalistlerin ağzına bakarak, şu veya bu lslam alimi olarak değil, müslümanlar arasında, ahlak ve şahsiyet alanındaki zaaf ve gevşeklik olarak tespit etmek en doğrusudur.
Nitekim, günümüz İslam dünyası bütünüyle akli bilimlere açık olduğunu iddia eden yönetimlere sahip olduğu halde; gerek fen ve sosyal bilimlerde, gerekse uygulamalı bilimler ve teknolojide ciddi atılımlar gerçekleştirilememiştir. Bu da İslam toplumlarındaki bu iddiaları taşıyan anlayış sahiplerinin ellerini, Gazali'nin tutmadığını göstermektedir. Batıyı derinden etkileyen ve Avrupa Birliği'nin fikri mimarları arasında kabul ettiği İbn Rüşd'ün (Averroes) İslam dünyasında felsefe, bilim ve fen sahasında niçin aynı tesiri gerçekleştiremediği, ayrı bir bahis konusudur.
Gazali; yukarıda belirtilen ana işleviyle kendi kulvarında bir değer, aklın çalışma prensipleriyle ilgilenen fakat Yunan malzemeleriyle yaptığı zihin işçiliğinin handikaplarını aşamayan İbn-i Rüşd ise başka bir değerdir.
Kısacası bu iki büyük alim birbirlerinin alternatifi değildir. Gazali, hem felsefenin sınır tanımaz algı ve tefekkürüne balans ayarı yapmış büyük bir bilge, hem de tasavvuf akımlarının şeriat dışı yönelimlerini sınırlayan, onları tekrar ehl-i sünnet sınırları içine sokan uyarıcı bir gönül adamıdır.
İbn-i Rüşd ise İslam toplumlarındaki bilgi açlığının giderilmesi için alemin işleyiş düzenini kavrama ve «Sünnetullah»ın bu dünyaya müteallik kanunlarına nüfuz etme yönündeki çabalarıyla yüzyılların ötesinden günümüze ulaşan parlak bir yıldızdır.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
26 Eylül 2023 Salı
25 Eylül 2023 Pazartesi
RUSYA TARİHİ -12
MOSKOVA-VELİKORUS (BÜYÜK RUS) DEVLETİNİN KURULUŞU
III.İvan devri ve Rusya'nın moğol-Türk hâkimiyetinden çıkışı
III. ivan'ın gençliği
Vasili Temnıy (kör) 1462 yılında öldükten sonra, Moskova Knezliği, oğulları arasında bölündü. Büyük kardeş olan Ivan'a Moskova Knezliğinin en mühim 14 şehri ve kasabası isabet ettiği halde, kalan dört biradere ancak 11-12 şehir ve kasaba düştü. Büyük kardeş, babadan kalan yurdun en büyük kısmına yegâne varis oldu.
Moskova Knezliğinde tahtın babadan oğula geçmesi nizamının kabul edildiği bir daha teyid edilmiş oldu. Vasili Vasil'yeviç, 1446 da gözlerine mil çekildikten sonra (ki bundan ötürü "Kör Temnı,, denmiştir) büyük oğlu İvan'ı devlet işleri ile yakından ilgilendirmeğe başlamıştı; sekiz yaşında iken seferlere götürdü. İvan, 7 – 8 yaşında iken, Tver knezi Boris Aleksandroviç'in kızı ile nişanlanmıştı; bu münasebetle, Moskova ile Tver arasında, ötedenberi devam edip gelen düşmanlık bir müddet için durduruldu.
Vasili Vasil'yeviç, 1449 yılında oğlu Ivan'a "Büyük Knez,, lâkabını verdi ve — Bizans İmparatorluğunda olduğu gibi kendine "şerik hükümdar,, yaptı. İvan, 12 yaşında iken Tver knezinin kızı ile evlenip, 18 yaşında bir oğlu oldu. Babası öldüğü zaman İvan, 22 yaşında idi; kendisinin gayet iri yapılı ve güzel bir adam olduğu bildirilmektedir.
III. ivan tahta çıktığı zaman rus knezliklerinin durumu
İvan tahta çıktığında Moskova Knezliğinin işgal ettiği saha 15.0002 mil kadardı, Bunun büyük bir kısmı Ivan'a ait olmakla beraber, kalan dört kardeş te, "udel,, (yurt) knezleri sıfatiyle Moskova Knezliği sahasında hâkimiyet sürüyorlardı. Moskova Knezliği her taraftan diğer knezliklerle kuşatılmıştı. Bunlardan bir çoğu, hem saha, hem de nüfus ve servet bakımından, daha yüksek bir durumda idiler. Rusya'nın kuzey mıntakaları, Fin körfezine sokulan, Novgorod Knezliğine (Cumhuriyeti) aitti. Novgorod'un hâkimiyeti veya nüfuzu altında bulunan yerler, Sukhona ve Vıçegda nehrini geçerek, Kama'nın baş kısmına ve Ural dağlarına kadar varmıştı. Mamafih, Dûna (Kuzey Dvina), Sukhona ve Vıçegda nehirleri boyunca bazı yerlerin Galiç ve Rostov knezlerine bağlı olduğu biliniyor. Novgorod'un güney-batısında küçük bir Pskov Knezliği (Novgorod gibi ticaret şehri ve Cumhuriyeti) bulunuyordu. Fin körfezinin güney sahilleri Estonya ve Letonya, alman şövalyelerinin elinde idi. Bugünkü Beyaz Rusya (Belorussya) tamamiyle, Smolensk çevresi ve Ukrayna'nın büyük bir kısmı, Kursk, Orel, Tula ve Kaluga çevrelerinin bis kısmı, Litvanya (Lehistan) devletine giriyordu. Tula ve Ryazan çevrelerinin güneyinde, Karadeniz, Azak denizi ve Hazar denizine kadar uzanan bozkırlar, Kırım ve Nogay uruğlarının göç ve hâkimiyet sahasını teşkil ediyordu. Ryazan Knezliğinin doğusunda, Suru (Sura) ırmağı ve Oka'nın aşağı kısmında, Kazan Hanlığı arazisi başlıyordu. XV. yüzyılın yarısından az sonra Vyatka ve Kama ile Prem nehirleri sahası Moskova hâkimiyeti altına alınmış idi ise de, buralardaki rus nüfuzu sağlam değildi.
Moskova Knezliğine gelince, kuzey - batısında, en kuvvetli ve amansız bir düşmanı olan Tver Knezliği vardı. Sukhona ile Yug nehrinin birleştiği saha da Moskova'ya ait olmakla, Moskova nüfuzu ve hâkimiyeti Volga'nın kuzeyinde geniş bir sahaya yayıldığını görüyoruz. Batı hududunda, Litvanya Devleti bulunuyor, Oka ve Uğra ırmağı sınır teşkil ediyordu. Güneyde ve doğuda, Orta Oka boyunca, Rayzan Knezliği vardı. Volga' nın güneyinde, Suru (Sura) boyunca, Mordva'lar ve Çuvaşlar, kuzeyde, Vetluga boyunca, Çirmişler bulunuyorlardı. Mordva ve Çirmişler, fin aslından, Çuvaşlar da Türk menşeli idiler. Moskova şehri, üç yabancı devlet sınırına çok yakındı; 80 km. Tver Knezliği hududu, 100 km. mesafede Kazancılarının hücumlarına karşı, Oka boyunca yapılan karakollar, ve batı tarafında 100 km. bir yerde - Litvanya Devleti başlıyordu.
Rus yurdu, bu suretle, XV. yüzyıl ortalarında birçok büyük ve küçük knezliklere parçalanmış bir halde idi. Vakıa aynı dilde konuşan, aynı dinde olan ve knezleri aynı sülâleden gelen bir rus milleti vardı. Fakat siyasî ayrılık, ayrı knezliklerdeki rus ahalisini birbirine düşman etmişti. Rus knezlikieri arasında Moskova Knezliği en büyüğü ve en kuvvetlisi değildi. Bunlar, siyasî nüfuz bakımından, ikiye bölünmüşlerdi: Kuzey ve Batı Rusyası, Moğol'lara tâbi ve hanlara vergi ödemekte iken, Batı - Güney Rusyası, Lehistan ( Litvanya) hâkimiyeti ve nüfuzu dairesinde idi. Vakıa Altın Orda Devleti sarsılmış, parçalanmış ve Rusya üzerinde hükmünü yürütecek bir halde değildi, fakat doğudaki Kazan ve güneydeki Kırım Hanlıkları büyük bir tehlike teşkil ediyorlardı. Rus yurdunun bu sıralardaki umumî durumu, tek bir cümle ile ifade edilecek olursa, "dıştan siyasî baskı, içten siyasî ayrılık hüküm sürüyordu,,.
Moskova Knezliğinin tek bir sadık dostu vardı, o da, Kasım Hanlığı idi. Moskova şehrinin 160 km. mesafede Oka nehri üzerindeki Kasım (eski Gorodets) şehri, Kasım Hanlığının merkezi idi. Bura moğol-Türk hanları, tâ baştan Moskova knezleriyle iş birliği yapmışlar ve Moskova'nın büyümesine yardım etmişlerdi.
Novgorod şehrinin Moskova hâkimiyeti altına alınması (1471-1478)
III. ivan, 1462 de Moskova büyük knezi olunca, ihtiyatlı hareket eden ve gayet ince hesaplıyan bir hükümdar olduğunu göstermekte gecikmedi. Elinde olduğu halde Ryazan Knezliğini Moskova'ya ilhak etmek istemedi. Bir müddettenberi Moskova'da büyüyen genç Ryazan knezini kendi memleketine gönderdi ve knezliğini tanıdı. Fakat Ryazan, haddi zatında tamamiyle Moskova'nın nüfuzu ve hâkimiyeti altına girmiş bulunuyordu, ivan, Tver knezinin damadı sıfatiyle, kayınpederine karşı dostça bir tavır aldı ve "iyi komşuluk,, münasebetleri tesis etti. Moskova ile Tver arasındaki dostluk, "udel,, (yurt) knezlerinin birbirleriyle münasebetlerini tesbit ve tayin eden ve umumiyetle kabul edilen "uzlaşma,, (dogovor) ile teyit edildi.
III. İvan bu suretle, Moskova'ya sınırdaş knezliklerin arazisinde gözü olmadığını açıkça göstermiş gibiydi. Moskova knezi, hâkimiyetinin ilk yıllarında kendisi hücuma uğradı. 1465 te Altın Orda hanı Seyyit Ahmet, Ruslara karşı bir sefer açmıştı. Fakat knezin şansına, hiç umulmayan bir taraftan yardım geldi. Kırım hanı Hacıgerey, Altın Orda kuvvetlerine arkadan hücum etti ve Seyyit Ahmet hanı rus seferinden vazgeçmeğe mecbur kıldı. Kırım hanının bu hareketi, III. İvan'ı büyük bir tehlikeden kurtardığı gibi, ilerisi için Altın Orda'ya karşı plânlı bir hareket tasarlanmasına yol açmış, ve aynı zamanda Moskova knezine Altın Orda tarafından tehlike olmadığını açığa vurmuş ve diğer düşmanlara karşı harekete geçmek imkânını vermişti. III. İvan'ın tasarladığı işlerin başında Novgorod Cumhuriyetinin istiklâline son vermek, bu şehri ve bütün ülkelerini Moskova hâkimiyeti altına almak geliyordu.
Moskova kuvvetleri, Novgorod'a ait bazı yerleri ve şehirleri ele geçirmişlerdi. Bu suretle Novgorod şehrinin hem istiklâli, hem arazi bütünlüğü, Moskova tarafından tehdit edilmişti. Şehrin hâkim tabakaları, yani boyarlar, tüccarlar ve ruhaniler, Moskova hâkimiyetine düşmenin, Novgorod'un istiklâline ve zenginliğine son vermek olduğunu bildiklerinden, buna mani olmak istediler. Halbuki aşağı tabaka, yani ahalinin çoğunluğu, boyarların tahakkümünden kurtuluş yolunun, Moskova knezine tâbi olmakta görüyordu. Boyarlar, tüccarlar ve ruhaniler, Novgorod'un istiklâlini tanıması şartiyle, Litvanya ile bir anlaşma yapmak için teşebbüse geçtiler. Bu hareketin başında, Novgorod'un en kibar boyar ailelerinden sayılan Boretski'ler bulunuyordu. Litvanya, Lehistan kralı Kazimir ( Yagaylaoğlu ) ile, 1471 de yapılan bir uzlaşmayı müteakib Novgorod, Litvanya devletinin himayesi altına girmiş oldu. Bu uzlaşmaya göre: şehrin istiklâli ve boyarların bütün imtiyazları eskisi gibi olacaktı.
Novgorod'luların bu hareketleri Moskova'da duyulunca, büyük bir hiddeti mucip oldu. Novgorod'luların bir katolik kralın himayesine girmesi, "ortodoksluğa,, ve rusluğa karşı işlenen büyük bir ihanet diye vasıflandırıldı ve "hainlerin,, hemen cezalandırılmasına karar verildi. III. İvan büyük bir ordu topladı ; bu sefere, "dinsizlere,, karşı yapılan bir savaş süsü verildi. Moskova knezinin kuvvetleri Novgorod arazisinde müthiş tahribat yapmağa başladılar, köyler ve şehirler yıkıldı ve yakıldı. Ahalisi (kadınlar ve çocuklar dahil olduğu halde) öldürüldü. Novgorodlular, Boretski'ler ailesinden Marfa kadının heyecanlı teşviklerinin tesiriyle, mukavemete hazırlandılar. Litvanya'dan vâdedilen askerî yardım gelmedi. Novgorod'luların ise, kendi başlarına Moskova knezinin ve müttefiklerinin müthiş ve vahşiyane saldırışlarına dayanamıyacakları aşikârdı. Biri İlmen gölü boyunda, diğeri Selon nehri yanında yapılan çarpışmada Novgorod'luların küçük kuvvetleri yenildi. Bunun üzerine, III. İvan'a elçiler gönderip, merhamet dilemeğe karar verildi. Moskova knezi müzakerelere girişmeği kabul etti. Yapılan uzlaşmaya göre, Novgorodlular, İvan'a 15.000 ruble harp tazminatı ödeyecekler, Kazimir ile yaptıkları anlaşmayı bozacaklardı. Bunu müteakip, İvan, kuvvetlerini geri çekti. Bir müddet sonra İvan ile Novgorod'luların arası yeniden açıldı ve İvan yeni bir sefer açtı. Novgorod mukavemet edecek bir durumda değildi. Moskova knezi, gönderdiği bir ültimatomla: "Novgorod'da, Moskova'da olduğu gibi, hâkimiyet sürmek istediğini,, bildirdikten sonra, "veçe,, (şehir ahalisinin umumî toplantısı) ve "posadnik,, (umumî vali) müesseselerinin kaldırılmasını talep etti. Novgorod'lular, uzun boylu görüştükten sonra, 1478 yılında, İvan'ın şartlarını kabule mecbur kaldılar. Şehir, Moskova knezinin askerleri tarafından işgal edildi. Novgorod serbestisinin timsali olan "veçe çanı,, (toplantıya çağıran çan) Moskova'ya gönderildi. Şehrin istiklâlini koruyan zümreler, yani boyarlar ve büyük tüccarlar ve ruhaniler başta Boretski ailesinden Marfa kadın olmak üzere, Moskova'ya götürüldüler. Novgorod Cumhuriyetinin, "Bay Büyük Novgorod,, un istiklâli böylelikle sona erdi. Burası alelâde bir Moskova eyaleti haline getirildi.
Moskova knezinin kurduğu rejim, Novgorod'lulara çok ağır geldiğinden, 1479 da bir isyan patlak verdi. İvan, bunu bahane ederek, ahali arasından istiklâl taraftarı kimselerin imhasını emretti. Buna tevfikan, Novgorod'un başpapası (Vladıka) Moskova'ya sürgün edildi. Yerine, Moskova knezinin güvendiği biri getirildi; boyarların, veya tanınmış kimseler, hepsi de ya idam edildiler, veya Moskova'ya tâbi yerlere sürüldüler. Bunların malikâneleri İvan'ın hizmetinde bulunanlara dağıtıldı. Mamafih, Novgorod halkının aşağı tabakası, yeni durumdan faydalanır gibi oldu. Novgorod'dan alman tüccarları da koğuldular. Bu suretle, Hansa şehirleriyle yapılan ticaret te sona erdi. Pskov şehri kendi muhtariyetini muhafaza etti ise de, her hususta Moskova knezine tâbi idi. Novgorod şehrinin ve geniş kolonilerinin, III. ivan'ın hâkimiyeti ve idaresi altına alınması ile Moskova Knezliğinin durumu kökünden değişti. Moskova, bu defa, rus knezliklerinden hem saha, hem nüfus ve servet bakımından en büyüğü oldu; artık, Moskova ile boy ölçüşecek hiçbir rus knezliği kalmamıştı.
Rusya'nın Altın Orda hâkimiyetinden çıkışı (1480)
Avrupa'daki siyasi muvazenenin Moskova Knezliği lehine dönüşü, 1472 yılına tesadüf eder. III. ivan, Novgorod gibi geniş ve zengin bir ülkeyi hâkimiyeti altına aldığı zaman, buna ne Lehistan-Litvanya ve ne de Türk - tatar hanlıkları mâni olabildiler. Altın Orda hanı Seyyit Ahmed, 1472 de Moskova üzerine bir sefer açtı; daha önce Lehistan kralı Kazimir ile anlaşmış ve birlikte hareket edilmesi kararlaştırılmıştı. Ahmet hanın kuvvetleri, Kaluga'nın doğusundaki Aleksin şehrine kadar ilerledikleri halde, Kazimir'den yardım gelmedi. Leh kralı, macar kralı Mathias Korvinus (1457-1490) ile savaştığından, Moskova işlerini ihmal etti. Rus hizmetindeki Kasım hanzadelerinden Daniyar'ın kuvvetleri Seyyit Ahmet hana hücum ettiler; Altın Orda askerleri arasında sari bir hastalık da başgöstermiş olduğundan, Ahmet han, hiçbir netice alamadan çekilip gitmek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren Moskova Knezliğinin durumu büsbütün sağlamlaştı ve Doğu Avrupa'nın en kuvvetli ve en büyük bir devleti oluverdi. Fakat Moskova Knezliği de Altın Orda'ya tâbi bir devlet sayılıyordu. Bu vak'adan az sonra Kazan Hanlığının tamamiyle Moskova'ya tâbi bir devlet haline geldiğini görüyoruz; Kazan'da Ruslarla işbirliği yapmak isteyen parti galebe çaldı. Moskova Knezliği, Orta İdil sahasında hâkimiyeti ele almak istidadını açıkça göstermişti. Halbuki iki büyük komşu devlet, Altın Orda ve Lehistan, Moskova Knezliğine karşı olan düşmanca durumlarını değiştirmemişlerdi; bu iki devlet, Moskova'nın büyümesi ve genişlemesi yolunda en mühim engel teşkil ediyorlardı. III. İvan, Altın Orda ile Litvanya-Lehistan'a karşı, Kırım Hanlığında gayet kıymetli bir müttefik buldu. Mengligerey han, Moskova knezinin vefakâr bir dostu idi. Kırım hanları, Altın Orda'ya ait bütün saha üzerinde hâkimiyet iddia ettiklerinden ve Seyyit Ahmet hanı amansız bir düşman bildiklerinden, Seyyit Ahmet hanı kuvvetten düşürmek ve büsbütün ortadan kaldırmak için, Moskova knezi ile dost olmayı, ona yardım etmeyi prensip olarak kabul ettiler. Kazimir'in Kırım'a karşı takibettiği anlayışsız siyaseti, Mengligerey'in III. ivan ile dostluğuna hizmet etti. Buna mukabil Seyyit Ahmet han ile Kazimir, Moskova knezine karşı müşterek bir hareket düzenlemek ihtiyacını hissettiler. Bu suretle Doğu Avrupa'da iki siyasi blok teşekkül etmiş oldu: Moskova - Kırım, Altın Orda - Litvanya (Lehistan).
Seyyit Ahmet han, Moskova Knezliğinin kuvvetlenmesine mani olmak istiyor ve Rusların Altın Orda'ya tâbi bir durumda kalmalarına gayret ediyordu. 1474 te han tarafından Moskova'ya bir elçi gönderildi ve vergi talep edildi. 1476 da gönderilen yeni bir elçi ivan'ın bizzat "Taht ili,, ne, Seyyit Ahmet han yanına gelmesini talep etti. Moskova knezi bir elçi hey'eti ve bir miktar hediye yollamakla iktifa etti. Bu vaziyet karşısında, 1477 de, Altın Orda kuvvetleri harekete geçtiler. Kazimir de bu seferi destekleyeceğini bildirdi. Buna rağmen, seferin Rusya hudutlarına kadar yapılamadığı anlaşılıyor. 1479 yılında Mengligerey hanın Litvanya-Lehistan'a karşı düşmanca durumu tamamiyle açığa vuruldu ve İvan ile dostluğu da o nisbette arttı. Altın Orda hanı ile Moskova knezi arasındaki ihtilâfın, artık silâh kuvvetiyle hallinden başka bir çare kalmamıştı. III. İvan, Seyyit Ahmet hanın isteklerini yerine getirmek niyetinde değildi. Tam o sıralarda, Kazimir'in elçileri Seyyit Ahmet hanı buldular ve Moskova'ya karşı birlikte harekete teşvik ettiler. Lehistan ordusu ile Altın Orda kuvvetlerinin birleşme yeri olarak Uğra nehri kıyısı tesbit edildi. Moskova knezine kat'î bir darbe indirmek için iki büyük devlet anlaşmış bulunuyorlardı.
Seyyit Ahmet han, Kazimir ile yaptığı uzlaşmaya göre, harekete geçti. 1480 yılının ilkbaharında İvan'a karşı sefer açtı; Saray kuvvetleri yavaş yavaş yürüyerek, Moskova Knezliği ile Litvanya - Lehistan sınırı olan Uğra nehri yanına geldiler. Kazimir'in askerleri de buraya gelerek, moğol kuvvetleriyle birleşecek ve iki müttefik ordu Moskova üzerine yürüyeceklerdi.
Hanın harekete geçtiğinden haber alınınca Moskova şehrinde panik başgösterdi; knezin maiyetinden birçoğu, bilhassa yüksek tabakalar, şehirden kaçmağa başladılar. Knez, Altın Orda hanına karşı kuvvetlerini yürüttü ve bir müddet ordu yanında kaldı, fakat düşmandan korktuğu için Moskova'ya döndü. Şehir ahalisi ve ruhanîler kendisini gayet fena karşıladılar ve azarladılar; ahaliden bazıları, "Knez, Çar'a (yani hana) vergi vermeyerek, onu kızdırdı, rus yurdu üzerine bu felâketin gelmesine sebep oldu,, diye bağırıştılar, bazı ağızlardan da "korkak, kaçak,, sesleri duyuldu. İvan, ailesini ve yakınlarını, icabederse, emniyet altına koymak için tedbirler aldıktan sonra, hiç istemediği halde, Oka nehri boyundaki rus ordugâhına geri dönmek zorunda kaldı.
Seyyit Ahmet hanın kuvvetleri ekim başlarında Uğra nehri yanında mevki almışlardı. Rusların öncü kıtaları bunları görünce nehri geçmeğe cesaret edemediler. Han, Leh kralının gelmesini beklediğinden, hücuma geçemedi. Seyyit Ahmet han kıtaları ve Rusların öncü kuvvetleri arasında birkaç gün atış yapıldıktan sonra, çarpışmalara son verildi; her iki ordu, aralarında Uğra nehri olduğu halde, hareketsiz kaldılar. Moskova knezi Türk askerinin çokluğunu görünce elçiler gönderip uzlaşmak teklifinde bulundu ise de, Seyyit Ahmet han bunu kabul etmedi; İvan'dan mutlak bir itaat ve dokuz yıldanberi ödenmeyen vergilerin hemen yollanmasını istedi. Bu yüzden müzakereler kesildi. Türk ve rus orduları, Uğra boyunda, karşılıklı mevzi aldılar ve böylece iki hafta hareketsiz kaldılar. İki taraf ta hücuma geçmekten çekiniyordu. Ahmet hanın Kazimir'i bekleyişi Moğolları hareketsiz bırakmıştı. Halbuki Kazimir bu defa da sözünde durmadı. Bunun sebepleri açıkça bilinmiyor. Mengligerey, Moskova ile yaptığı uzlaşmağa sadık kalarak, Podolya'ya hücum etti ise de, Kırımlıların hücumları Litvanya-Lehistan kuvvetlerinin hepsini bağlamadığı muhakkaktır. Kazimir, 1472 ve 1477 yıllarında olduğu gibi, Altın Orda ile işbirliğini ihmal etti ve, yeter derecede sebep olmadan, bu mühim fırsattan istifade etmedi. Leh kralının bu hareketinin, sonraki Lehistan tarihinde büyük tesiri olacağını göreceğiz. Sonbaharın yaklaşması üzerine hem rus, hem han ordularının durumu fenalaştı.
Mengligerey hanın asker gönderip Saray çevresine hücum ettirdiği haberi de alınmıştı. Bununla Altın Orda kuvvetlerinin durumları müşkülleşti. Hanın, rus ve Kırım orduları arasında sıkışıp kalması tehlikesi vardı. Seyyit Ahmet han buna bakmaksızın, bir müddet daha beklemek isterken, netice kendiliğinden hallediliverdi.
Uğra nehrinin buz tutması üzerine, İvan, Moğolların kolayca nehri geçebileceklerini düşünerek, 7 kasım 1480 tarihinde, rus ordusunun kuzey istikametinde, Kremeneç şehrine doğru çekilmesini emretti. Rus boyarları ve askerleri knezin emrini, Hanın hücumu karşısında, umumî bir çekiliş diye anladılar. Bunun üzerine rus ordusunda panik başgösterir gibi oldu. Halbuki Seyyit Ahmet hanın askerleri, Rusların çekilişlerini askerî bir hile sandılar; Han ordusuna güneye doğru çekilmek emrini verdi; Saray kuvvetleri rus hücumuna maruz kalmamak için, sür'atle uzaklaşmağa başladılar. Bu suretle iki ordu, biri ötekinin saldırmasından çekinerek, hızla birbirinden kaçıyordu. İvan, nihayet Tatarların kendini takip etmediklerini görünce, birdenbire tavrını değiştirdi. Korkaklığı baturluğa ve kahramanlığa döndü. Büyük bir meydan muharebesini kazanmış bir kumandan gibi şenlikler içinde Moskova'ya girdi. Seyyit Ahmet hanın yüreksizliği ve muktedir bir kumandan olmayışı, bu suretle, Moskova Ruslarını muhakkak bir felâketten kurtarmıştı. Han, Kazimir'in sözünde durmadığına kızmış ve Litvanya-Lehistan sahasına girerek bazı köy ve kasabaları yağma etti. Sonra, kışı geçirmek için, Don boyuna gitti.
Seyyit Ahmed'in "ili,, dağınık bir vaziyette iken, 1481 yılı başında, Sibir hanı İvak (Aybek) ve Kırım hanı Mengligerey'in gönderdiği adamlar, hanı çadırında bastılar ve öldürdüler. Seyyit Ahmet hanın ölümünden sonra, oğulları arasında çıkan mücadeleler, Kırım hanının müdahaleleri, Altın Orda'nın artık bir kuvvet olmaktan çıkmasına sebep oldu. Bunun en mühim neticesi de: Moskova Knezliği ve ona bağlı diğer rus ülkelerinin Altın Orda tabiiyetinden çıkması oldu. Bu suretle, 1480 yılının savaş olmadan biten sefer, Rusya'nın kendiliğinden, "moğol-Türk hâkimiyetinden kurtulmasına imkân verdi; bunun içindir ki, tarihçiler, Rusya'da "Moğol-Türk devrinin,, bitimini 1480 yılı olarak almışlardır. III. İvan da, sefer esnasında korkakça ve küçültücü hareketlerde bulunmasına rağmen, bu vak'anın en büyük kahramanı sayılmaktadır. Moskova Büyük Knezliğinin önderliği altında bulunan Rusya, artık hanlara tâbi bir knezlik değil, Lehistan-Litvanya, Macaristan veya (Roma) imparatoru (Avusturya) devleti gibi, tamamiyle müstakil bir hıristiyan devleti olmuştu.
Kazan Hanlığının Rus nüfuzu altına girmesi
Kazan şehrinin Ruslar tarafından işgali 1487
Bütün Vyatka mıntakasının kat'î olarak Moskova Knezliğinin hâkimiyeti altına alınması ile, Kazan Hanlığının stratejik durumu ve birdenbire fenalaşmıştı. Ruslar, daha o sene, Volga boyunca Kazan'a bir baskın yapmak teşebbüsünde bulundularsa da, "fırtına ve yağmur yüzünden „ geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. Tam o sıralarda Kazan'da " han „ dâvası patlak vermiş ve Hanlığı içten çöktürecek bir mahiyet almıştı. İki parti teşekkül etmiş ve birbiriyle boğuşmağa başlamışlardı. Biri Moskova Knezliği ile uzlaşmak prensibini öne süren "Rus partisi,, , diğeri, buna karşı gelen " Millî parti „ idi.
1482 de, ilk defa olmak üzere, barutla atan toplar bir batarya halinde, Kazan'a karşı sefere iştirak edeceklerdi. Vladimir şehrinde toplanan rus kuvvetleri, nedense o yıl harekete geçmediler. 1485 senesinde Kazan tahtına, Ruslara düşmanlığı ile tanınan Ali hanın geçmesiyle, III. ivan, Kazanlıları cezalandırmağa karar verdi. 1487 de büyük rus kuvvetleri Kazan şehrini kuşattılar. Kazanlılar, fazla mukavemet edemiyeceklerini anlayınca, teslim oldular. 9 temmuz 1487 tarihinde rus kuvvetleri, ilk defa olmak üzere, Kazan şehrini işgal ettiler. Mamafih III. İvan, Kazan Hanlığını tamamiyle ortadan kaldırmak niyetinde değildi, daha doğrusu bunun henüz sırası gelmemişti. Moskova knezi, burayı, Kasım Hanlığı gibi, kendisine tâbi, Ruslara hizmet edecek, rus ordusuna atlı kıtalar temim edecek bir devlet halinde muhafazasını istiyordu. Kazan tahtına rus taraftarı geçirildi, rus düşmanlığı ile tanınanlar birer birer idam edildiler. Ali Han, karıları ve çocuklariyle birlikte çok soğuk bir yer olan Vologda şehrine sürüldü. Evvelki Kazan hanı İbrahim de, rus düşmanı olan karısı Fatma-Sultan, çocukları ve maiyetiyle, Ladoga gölü kıyısındaki Keksholm'e sürüldü. Ruslara karşı gelen veya gelmeleri muhtemel olan unsurlar, bu suretle, ortadan kaldırıldılar.
III. ivan ile Kazan Hanlığı arasında karşılıklı münasebetleri tayin eden bir uzlaşma yapıldı. Buna göre: 1. Kazanlılar, Ruslara karşı savaşmayacaklardı.
2. Moskova büyük knezinin muvafakati olmaksızın kendilerine han seçemeyeceklerdi.
3.Kazan Hanlığı içinde Rusların menfaatleri korunacaktı. En mühim maddelerini naklettiğimiz bu uzlaşma ile Kazan Hanlığının artık müstakil bir devlet olmaktan çıktığı ve tamamiyle Moskova'nın nüfuzu altına girdiği görülmektedir. III. ivan, elde ettiği bu başarıyı, Moskova'ya döndüğü zaman, çanlar çalmak suretiyle tes'itten başka lâkabına " Bulgar beyi „ sözünü de ilâve etti.
Kazan'daki bu rus nüfuzu, millî partinin kalıntıları arasında bir reaksiyon uyandırdı ve Moskova'ya düşman hanların tahta geçmelerine yol açtı ise de, III. İvan'ın kuvvetli şahsiyeti ve kurnazca siyaseti devam ettiği müddetçe, Kazan Hanlığı rahatça nefes alamadı, rus isteklerine boyun eğmek mecburiyetinde kaldı.
Türk (Osmanlı) -Rus münasebetinin başlangıcı (1492) ve İstanbul'da ilk rus elçisi (1497)
Rusyanın Osmanlı Devleti ile ilk diplomatik münasebetinin başlangıcı III. ivan zamanına rastlar. Diplomatik münasebetlere, rus tüccarlarının, 1475 ten sonra Osmanlı Devletinin elinde bulunan Kırım'daki ceneviz kolonilerinde ve şehrinde alış verişleri tekaddüm eder. Diplomatik münasebetlerin başlanması ise, Kırım hanı Mengligerey'in tavassutu ile olmuştur. Moskova'nın Altın Orda hâkimiyetinden çıkması hususunda bu hanın Ruslara yaptığı büyük hizmetlerini görmüştük. Kırım hanı, bu defa, dostu III. ivan ile Osmanlı padişahı II. Beyazit arasında münasebetin tesisine de hizmet etti. Bu vak'a şöyle oldu: Macar kralı Mathias Korvinus'a Moskova'dan gönderilen rus elçisi Fedor Kuritsın, dönüşünde Türkler tarafından Belgrad'da durdurulmuştu. Elçi, macar kralı ve Mengligerey hanın tavassutları sayesinde, serbest bırakıldı.
Kuritsın Moskova'ya dönünce, Türk paşalarının, Moskova beyinin padişah ile münasebet tesis etmesi ve istanbul'a elçi göndermesi lâzım geldiği hakkındaki telmihlerini ivan'a bildirdi; Moskova knezi Kırım hanına bir mektup yazarak, bu hususta fikrini sordu ve Mengligerey de istanbul'dan aldığı cevabı ivan'a gönderdi; alınan cevaptan: Osmanlı padişahının, Moskova kneziyle münasebet tesisine karşı gelmeyeceği anlaşılır gibi oldu. Rus tüccarlarının bir müddettenberi Azak şehrinde ve Kefe'de bazı tazyiklere maruz kaldıkları Moskova'da öğrenilmişti. İvan bunu, siyasi münasebet tesisi için bir vesile ittihaz etti ve bu mesele üzerine padişaha bir mektup yazdı; bunun istanbul'a gönderilmesi için Mengligerey'e ricada bulundu; mektubun tarihi 1492 dir. Moskova knezinin mektubunda, rus tüccarlarının Azak ve Kefe şehirlerinde, oradaki paşa tarafından, birçok haksızlıklara maruz bırakıldıkları uzun uzadıya anlatılmıştı. Bu mektubun İstanbul'da yaptığı tesir bilinmiyor. Yalnız bir Türk elçisinin Moskova'ya gitmek için yola çıkarıldığı, fakat Litvanya arazisinde durdurulduğu ve geri dönmeğe mecbur kaldığı malûmdur.
III.İvan, rus elçilerinin İstanbul'da kabul edileceklerini öğrenince, 1497 de Michail Pleşçeyev adlı birini İstanbul'a elçi olarak gönderdi. Pleşçeyev, verilen talimatnamede, elçinin gerek vali sıfatiyle Kefe'de bulunan padişahın oğlu ve gerek padişahın kendisinin huzurunda, diz üstüne çökerek değil, eğilerek "selâm vermesi,, ayrıca tenbih edilmişti. İlk rus elçisinin İstanbul'a gelişi ve huzura kabulüne dair bizim kaynaklarda (Osmanlı kroniklerinde) herhangi bir kayıda rastlanmıyor, Pleşçeyev'in, kendisine verilen talimatnameye uyarak, İstanbuldaki diğer yabancı elçilerden kimseye kendisinden önde durmasına meydan vermemek, padişahtan başka kimseye hitap etmemek isteyişi, İstanbul'da umumî hayreti uyandırmış ve Rusların çok kaba ve kültürsüz kimseler olduğu hükmünün verilmesini mucip olmuştu. II. Bayazit tarafından III. ivan'a gönderilen cevabta, ilk rus elçisinin kaba hareketlerine de temas edilmişti. Osmanlı padişahı, Kefe ve Azak'taki rus tüccarlarına iyi muamele yapılacağına söz veriyordu. Diplomatik münasebetlerin başlamasından sonra Azak ve Kefe'deki rus ticaret faaliyeti arttı. Moskova ile İstanbul arasındaki münasebet de devam ettirildi; mamafih "Moskov kralı'nın doğrudan doğruya İstanbul ile teması uygun görülmemiş, bu işe Kefe valisi, Sultan Bayazid'in oğlu Mehmet memur edilmişti.
1501 de, Kefe'ye Andrey Kutuzov adlı bir rus elçisi geldi, Moskova knezi yeniden rus tüccarlarına yapılan tazyiklerden şikâyet ediyordu. Buna karşılık olarak Kefe'den Alagöz adlı bir Türk elçisi Moskova'ya gitti. Bu zat, galiba, rus payitahtına giden ilk Türk elçisidir. Şu cihet enterasandır, ki III. İvan, kendisini tâ baştan Osmanlı padişahı ile eşit (müsavi) bir duruma koymak istemişti. Knez, Osmanlı padişahından gelen namede, padişahın kendi ismini önce, İvan'ın adını sonra yazdı diye gücenmişti. 1501 de II. Bayazid'e gönderdiği mektubunda, evvelâ kendi adını, sonra sultanın ismini koymuştu. Bunun sebebi sorulduğu takdirde, elçiye bu hususta lâzım gelen talimat da verilmişti. Mamafih İstanbul'da bu gibi küçük şeyler üzerinde durulduğu bilinmiyor; zaten İstanbul'da o sıralarda Moskova Rusyası'na hiç ehemmiyet verilmediği anlaşılıyor. Osmanlı Devletini idare edenler nazarında Moskova Rusyası'nın varlığı ile yokluğu arasında fark gözetilmediği seziliyor. Ruslarla münasebete Kefe valisi, ve sonraları Kırım hanlarının memur edilmeleri, Osmanlı padişahının doğrudan doğruya Moskova kneziyle temasa gelmek istemeyişi bu görüşün bir ifadesi idi.
Osmanlı Devletinin süratle genişlediği ve dünyanın en kuvvetli bir imparatorluğu derecesine çıktığı bir sırada, Karadeniz'in kuzeyinin yukarı bölgelerinde genişlemekte olan yeni siyasî durum İstanbul'da, rum patriğinden başka, kimsenin dikkat nazarını çekmemişti. Küçük bir Moskova Knezliğinin kısa bir zaman içinde Doğu Avrupa'nın en büyük bir devleti haline gelmesi, eski rus beylikleri yerine bu defa "millî bir rus devleti,, nin kurulması keyfiyeti, gerek Sultan Fatih Mehmed'in ve gerek II. Bayazid'in yeter derecede alâkalarını mucip olmadı. Akdeniz'de ve Balkanlar'da hâkimiyeti ele almak ve devam ettirmek siyasetini esas prensip ittihaz eden Osmanlı devlet adamlarından hiçbirinin Doğu Avrupa'daki siyasî değişikliklerle ilgi ve anlayışları olmadığı açıkça görülüyor. XV. yüzyıl sonlarındaki Osmanlı (Türk) kaynaklarında "Moskova Knezliği,, nin adı bile geçmemesi, İstanbul'da Ruslara olan ilgisizliği göstermeğe kâfidir.
III. İvan'ın Litvanya ve Livonya harpleri
Litvanya-Lehistan Devletinin kralı Kazimir ( Sraylaoğlu) Moskova Rusyası'nın büyümesine mani olmak istiyordu. Kazimir, Rusya'nın ileride Litvanya-Lehistan ve umumiyetle Avrupa için tehlikeli olabileceğini, yani komşu milletler için "rus tehlikesini,, sezen ilk devlet adamıdır. Kazimir'in ölümünden sonra (1492), Lehistan'da ayrı, Litvanya'da ayrı birer kral seçildi. Kazimir'in oğlu Yan Albrecht — Lehistan, ve kardeşi Aleksandr — Litvanya kralı oldular. III. İvan bu durumdan faydalanarak Litvanya'ya karşı bir sefer açtı. Kral Aleksandr, o sıralarda Moskova knezinin hizmetine geçen beş rus "knezinin malikânelerini ve yerlerini Rusya'ya bırakmak zorunda kaldı. İki devlet arasında yapılan barış, İvan'ın kızkardeşi Elena'nın kıral Aleksandr'a verilmesi ile sağlamlaştırıldı. Mamafih bu durum çok sürmedi. Litvanya sahasında yaşayan birçok rus "knezi,, ve büyükleri, İvan tarafına geçmekte devam ettiler. Bunun neticesi olarak, Dnepr ve Desna boyundaki geniş saha İvan'ın hâkimiyeti altına girmiş oldu. Bu yüzden Moskova Knezliği ile Litvanya arasında yeniden harp başladı ve 1500— 1503 e kadar devam etti. Kırım hanı bu defa da Moskova knezinin müttefiki idi. Livonya'daki alman şövalyeleri ise Litvanya'ya yardım ettiler, onlar da asıl tehlikenin nereden gelmekte olduğunu anlamışlardı. İvan, ele geçirdiği yerleri muhafaza etmek şartiyle, barış akdine muvafakat etti. Bununla, Moskova Rusyası'nın, artık Litvanya'dan daha kuvvetli olduğu anlaşılmıştı.
İtalya ile ilk münasebet ve bunun neticeleri
O sıralarda Rusya'da en iyi yapı ustaları olarak Alman ustalarından öğrenen Pskovlu Ruslar tandırdı; fakat İvan, İtalyanların bu sanatta çok ileri gittiklerini öğrenmiş, ve Venedik'ten bir mimar getirmeğe karar vermişti. Moskovada yapılacak büyük Uspenski Katedral'inin bir italyan mimarı tarafından inşası arzu ediliyordu. Rus elçisi Tolbuzin, Venedik'te, o devrin tanınmış mimarı olan Fioraventi Aristotel'i buldu ve Moskova'ya gelmeğe ikna etti. Fioraventi, dört yıl içinde Moskova'nın en güzel binalarından biri olan Uspenski Katedralini ve bazı diğer binaları yaptı (1479). Moskova'nın İtalya ile münasebete girişmesi, bu suretle, hemen pratik neticesini vermiş ve Rusya'da, yeni uyanmakta olan İtalyan Rönesansı hemen tatbik sahasını bulmuştu. İtalya ile münasebet tesisi sayesinde top dökme san'atını bilen İtalyan ustalardan Pavlino Debosis 1488 de Moskova'ya getirildi. 1494 te Milano'dan Petro adlı ikinci bir top ustası davet edildi. Aristotel, yalnız bir mimar değil, aynı zamanda hem top dökmesini, hem de para kesmesini bilen bir teknisyen idi. Onun Moskova'da kalması, Ruslara Avrupa tekniğinden faydalanmak imkânını vermişti.
Venedik'ten Uzun Hasan'a gönderilen Kontarini adlı elçinin Moskova'ya uğraması, Moskova ile Venedik arasındaki münasebetin kuvvetlenmesine hizmet etti. Kontarini, Uzun Hasan yanında III. İvan tarafından gönderilen Lark Ruf adlı bir İtalyanı bulmuş ve birlikte 1476 eylülünde Moskova'ya gelmiş, ve 1477 başına kadar orada kalmıştı.
Alman İmparatorluğu ile münasebet (1486-1489) ve ittifak (1490)
Lehistan, Macaristan ve Baltık'taki alman şövalyeleri sahası, Rusya ile Alman İmparatorluğu arasında bir duvar teşkil ediyordu. Moskova Rusyası'nın varlığını Batı Avrupa'da ç0k az kimse (Hansa ticaret şehirleri ahalisi hariç) biliyordu. Avrupalılar, Rusya'yı, ya Lehistan kıratlarına veya Moğollara vergi veren küçük bir beylik zannediyorlardı. 1486 yılında, Nıkolas Poppel adlı bir alman asilzadesi, elinde alman imparatoru III. Friedrich'in bir mektubu olduğu halde, Moskova'ya geldi. Poppel'in hiçbir resmî sıfatı yoktu, sadece bir seyyah gibi, Rusya'yı görmek ve tanımak arzusu ile gelmişti. Ruslar, başta, ondan leh kralının casusu diye şüphelendilerse de, bunun aslı olmadığı anlaşılınca kendisini serbest bıraktılar. Poppel, geri dönünce, gördüklerini ve duyduklarını Alman İmparatoruna anlattı. Almanya'da, Lehistan'ın doğusunda büyük ve müstakil bir Rus Devleti olduğu hayretle öğrenildi. İmparator Friedrich ve oğlu Maksimilian, Poppel'i İvan'a elçi olarak gönderdiler. Alman elçisi 1489 başında Moskova'ya vardı ve İvan tarafından kabul edildi; kendisinin, knezin kızlarını alman prenslerine istediği anlaşıldı. Poppel üçüncü defa kabulü esnasında, 'Alman İmparatorunun Moskova knezine "kral,, lâkabını vereceğini ve bu makamın İmparatordan başka kimsenin tevdi etmediğini ve herhangi bir hükümdarın bunu tasdike hakkı olmadığını' İvan'a söylemesi üzerine, Moskova knezi bu teklifi reddetti. İvan, 'rus yurdundaki hâkimiyetinin babadan ve dedelerinden veraset tarikiyle geldiğini, bu nizamın Tanrı tarafından konmuş olduğunu ve böyle bir lâkabı kimsenin elinden almak istemediği' cevabını verdi. III. ivan bu sözleri ile kendisini Alman imparatoru gibi bir hükümdar addettiğini alman elçisine anlatmak istemişti. Poppel bir daha bu konu üzerinde durmadı.
Alman İmparatoruna mukabil elçilikle, rum Trachonit gönderildi; ona verilen talimatnamede şu maddeler vardı:
1.ivan'ın Alman İmparatoruna dostluk hisleri beslediği bildirilmesi,
2. Karşılıklı elçilerin gidip gelmesinin kararlaştırılması,
3.İvan'ın kızını ancak İmparatorun oğlu Maksimilian'a verebileceği,
4. Almanya'da teknisyenler, ustalar ve mimarların araştırılması ve bunların rus hizmetine alınmaları. Trachonit Viyana'da gayet iyi karşılandı. 1490 yılında yeni bir alman elçisi, Georg Delator, Moskova'ya geldi,
Rusya ile Almanya arasında sıkı bir münasebet tesis edildi. Siyasî sahada bunun amelî neticeleri görünmedi ise de, bunun Moskova için çok faydalı olduğuna şüphe edilemez. Bir kere alman ve rus elçilerinin gidiş ve gelişleri sayesinde Batı Avrupa'da Rusya'yı, Rusya'da ise Avrupa'yı tanımak mümkün oldu. Rusya için en mühim netice de, Almanya'dan teknisyenlerin gelmesi idi. 1491 de Johann ve Viktor adlı, maden aramasını ve işlemesini bilen iki alman Moskova'ya geldiler ve Kuzey Rusya'da Peçora ırmağı yanında zengin gümüş madeni ocakları buldular; bundan sonradır, ki Rusya'da maden işletme faaliyetine girişildi. Almanya ile münasebet tesisinden Moskova Rusyası hemen amelî istifadeler teminine imkân buldu.
III. ivan zamanında, bu suretle, Rusya hem Batı Avrupa Devletleri, hem de Osmanlı İmparatorluğu ve bazı müslüman Türk Devletleriyle siyasî münasebetlerini kurmuş ve geliştirmiş oldu. Bu sayede Rusya'ya, Venedik'ten ve Almanya'dan fen adamları, teknisyenler gelmeğe başladı; bu cihet Rusya'nın askerlik sahasında kuvvetlenmesine ve doğudaki Türk devletleri zararına genişlemesine yol açtı.
III. İvan'ın ailevî durumu ve karakteri
Bizans prensesi Sofya (Zoya) Paieolog ile evlenmesi (1472)
İvan'ın henüz 12 yaşında iken, Tver knezinin kızı ile evlendiğini söylemiştik. 1467 de karısı öldü; İvan o zaman 30 yaşında idi ve bir oğlu vardı ( Genç İvan ). Moskova knezi yeniden evlenmek isteyince, kendisine lâyık, Moskova Knezliğinin büyüklüğüne mütenasip, bir bayan aradı. Roma Papa'sı, İvan'ın evlenmek niyetinde olduğundan haberdar edilmişti. Papanın yanında Moskova knezine lâyık bir kız da bulunuyordu: Son Bizans İmparatoru XIII. Konstantin'in biraderi Mora despotu Thomas'ın kızı Sofya (Zoya). İstanbul, Türklerin eline düştükten sonra, Thomas, ailesiyle birlikte İtalya'ya kaçmış ve orada ölmüştü. Çocukları, Floransa Ünyonu ruhunda terbiye edilmişlerdi. Papa, bundan ötürü, bu Bizanslı prensesi Moskova knezi ile evlendirirse, Rusların da Papalığın hâkimiyetini tanıyacaklarını umuyordu. 1469 da ivan'a, Sofya ile evlenmesi için teklif yapıldı. Moskova knezi bunu kabul etti ve 1472 de Sofya (Zoya), refakatinde birçok rum akrabaları olduğu halde, Moskova'ya geldi. Hakkı olmadığı halde kendisine " Bizans prensesi „ (daha doğrusu "İstanbul prensesi,,) adını veren Zoya ( Sofya ) , zamanının en şişman kadınlarından biri idi; fakat, zekâsı ve hele kurnazlığı yerinde idi. Bizans'ın son devir hayatını gören, İtalya'da büyüyen bu rum bayanı, zamanın en "ince,, ve kibar muhitlerinde bulunmakla, Moskova'nın gayet kaba ve lâübali muhitini beğenemezdi. Sofya, kocasını ve muhitini "inceleştirmek,,, İstanbul'da ve İtalya'da gördüğü daha kibar bir hayata alıştırmak vazifesi karşısında kaldı. "Bizans prensesi„nin bu işi kısmen başardığını görüyoruz. Sofya, Papanın umduğunun hilâfına olarak, Rusları "katolikliğe döndürmek,, hususunda hiç ilgi göstermedi. Buna mukabil Sofya'nın Kremlin sarayına gelişi, ivan'ın hususî hayatı üzerinde tesirlerini göstermeğe başladı. Knezin evvelki sadeliğinde, boyarlarla teklifsizce görüşmelerinde ve umumiyetle yaşayış tarzında değişiklik görüldü ve bir "hükümdara lâyık,, bir şekil aldı. Sofya ve yanındaki Rumlar, İvan'a "hükümdarlığın ne olduğunu, nasıl yaşaması lâzım geldiğini, hükümdarın diğer teb'adan farklı ve çok üstün bir mevkide bulunduğunu,,, Bizans'ta ve İtalya'da mevcut telâkkilere göre, aşılamağa başladılar. Moskova Knezliğinin siyasi durumunun sür'atle gelişerek gittikçe büyümesi, İvan'a, şahsı ve işgal ettiği makamı hakkında yepyeni bir görüş beslemesini mucip olduğundan, "İstanbul prensesi,, nin telkinleri İvan'ın işine yaradı. İvan, Sofya'nın Moskova'ya gelişinden az sonra, İtalya'dan Aristotel adlı bir mimar getirtti. Bu İtalyan mimarı Moskova'da büyük inşaat plânını yaptı ve işe başladı: Bunlar arasında Uspenski Katedral'dan başka, knez'in yaşamasına mahsus "Granovitaya palata,, (saray) da yapıldı. Moskova knezi, şimdiye kadar yaşadığı ahşap konak (chorom) - tan çıkıp, daha geniş ve süslü taş binaya taşındı. Moskova Knezliğinin durumunda büyük gelişmeler olurken, İvan'ın hususî hayatında da — hiç olmazsa zahiren — esaslı değişiklikler hasıl olmuştu.
Sofya'nın ve onunla gelen Rumların ve İtalyanların tesiri ile, İvan, müstebit bir hükümdar zihniyetini benimsedi. Kendisine Sofya ile evlenmekle, "Bizans imparatorlarının meşru halefi ve ortodoksluğun yegâne hamisi,, olduğu fikri aşılandı. Aile hayatında ve kendi muhitinde gayet haşin olan İvan bu defa cibilîyetindeki bütün kötü huylarını meydana koymağa başladı; bir müddet sonra Sofya Paleoloğ'u büsbütün kendisinden uzaklaştırdı, onunla hiç temas etmez oldu; mamafih "İstanbul prensesi,, Kremlin'deki rahat hayat yüzünden büsbütün şişmanlaşmıştı. İvan'dan uzak kalmasına fazla üzülmüyor ve vaktini nakış yapmakla geçiriyordu. Kremlin sarayındaki bu rum prensesinin Moskova'da "millî bir rus devleti,, telâkkisinin meydana gelmesinde ve Moskova hegemonya fikrinin gelişmesinde mühim hissesi olması itibariyle, rus tarihinde ehemmiyeti vardır. İvan'ın Sofya'dan, Vasili adlı bir oğlu oldu.
III. İvan'ın ilk karısından İvan (Molodoy-Genç) adlı bir oğlu vardı; fakat o, 1490 da ölmüş, Dımıtrı adlı bir oğul bırakmıştı. Bu defa, III. İvan'dan sonra kimin tahta çıkması lâzım geleceği meselesi hasıl oldu. III. İvan'dan sonra Moskova tahtına, İvan'ın torunu Dimitri mi, yoksa Sofya'dan doğan oğlu Vasili mi "Büyük Knez,, olacaktı ? İvan, önce Dimitri lehine karar vermiş ve onu "çar,, olarak tasdik etmişti. Bu münasebetle — galiba rus tarihinde ilk defa olmak üzere — " Çarlığa taç giyme,, merasimi yapıldı. Sofya ile Vasili menkûp bir durumda idiler. Fakat az sonra İvan kararını bozdu; herhalde Sofya'nın menşeini nazarı itibare aldı ve Vasili'yi kendine varis ilân etti; Vasili, "Büyük Knez,, lâkabiyle babasına "şerik,, oldu. Bu değişiklikler esnasında, önce Sofya'nın yakınlarından birkaç kişi idam edildiği veya sürgüne gönderildiği gibi, sonra da Dimitri'ye taraftar olanlar takibata uğradılar ; bunlardan, hatta bir boyar idam edildi. III. ivan, hiçbir rus hükümdarının saltanat sürmediği, 43 yıl gibi uzun bir zaman tahtta kaldıktan sonra, 1505 te öldü; bu sırada 65 yaşında idi. Kültürü kıt, tabiatı haşin, askerlik liyakati az olan bu Moskova knezi, birkaç nesildenberi Moskova knezlerinin karakteristik vasıfları olan, " ev - barkını mükemmel tanzim etmesini ve mâlikânesini büyütmesini bilen» bir aile babası, rusca tabirle bir "skopidom,, idi. Sofya ile Moskova'ya gelen Rumlar ve İtalyanların tesiriyle de —zaten Moskova knezlerinin damarlarında olan— "diplomatik,, vasfı kendisinde çok inkişaf etmişti. Orta derecedeki kabiliyeti, fakat çok şanslı oluşu, bu devirde komşu devletlerin birbirleriyle uğraşmaları sayesinde III. İvan, tahta çıktığı zaman küçük bir Moskova Knezliğinin prensi iken, öldüğü zaman— geniş bir Rusya'nın "Büyük Knezi,,, müstakil bir hükümdarı idi. III. İvan'ı, muasırı Buğdan voyvodası Büyük Stefan şu sözlerle karakterize etmişti: 'Ben bütün hayatımı meydan muharebelerinde geçirdiğim halde, sınırlarımı bir karış genişletemedim; halbuki İvan, evinde oturuyor, yiyor, içiyor ve uyuyor, fakat devletini boyuna genişletiyor'; Stefan, yalnız şu ciheti unutmuştu: Buğdan'ın yanı başında Osmanlı devleti veya Macaristan gibi kuvvetli komşuları vardı, halbuki İvan'ın komşuları, zâfa uğrayan Altın Orda ve Kazan Hanlığı, Litvanya ve Livonya devletleri idi; hele moğol hanlarının birbirlerine düşmanlıkları, İvan'ın işini çok kolaylaştırmıştı.
III. Vasili'nin saltanatı (1505-1533)
III. Vasili (İvanoviç)
İvan'ın vasiyetnamesi, Moskova Rusyasında artık "otokratya,, nın tamamiyle yerleştiğini açıkça göstermektedir, ivan, büyük oğlu Vasili'ye, Rusya'daki şehirlerden 66 sını bıraktığı halde, kalan dört biradere küçük 30 şehir vasiyet edilmişti. Sikke kestirmek, yabancı devletlerle münasebette bulunmak hakkı yalnız Vasili'-ye ait olacaktı, çocukları olmayarak ölecek knezlerin varisi, yine Vasili idi; "Büyük Knez,, olmak hakkı yalnız Vasili'nin oğullarına verilecekti. III. İvan'ın vasiyetnamesi, Rusya'da artık bir "devlet,, mefhumunun esaslı bir şekilde yerleştiğini ve Vasili'in bir "hükümdar,, sıfatiyle diğer knezlerden ayrıldığını, knezlerin ise ancak birer "teb'a,, olduklarını tebarüz ettiriyordu.
III.Vasili, babasının başladığı işe devam ettirdi ve III. İvan gibi—hatta bazı hususlarda ondan daha fazla—mutlak ve müstebit bir hükümdar olmağa çalıştı. Moskova'nın hâkimiyetine henüz alınmıyan iki knezlik vardı: Biri müstakil bir "şehir Cumhuriyeti,, olan Pskov, diğeri de Ryazan Knezliği. Pskov, ötedenderi Moskova knezlerinin nüfuzları altında idi; orada, knez yerine Moskova'dan gönderilen bir vali bulunuyorsa da, yine müstakil sayılıyordu ve muhtar idarenin timsali olan "Veçe,, teşkilâtı kaldırılmamıştı. 1510 yılında, Vasili, Pskov şehrini de alelade bir Moskova eyaleti haline getirmeğe karar verdi ve mesele çıkmadan bu iş te halledildi. Pskov'un „Veçe çanı,,, ve 300 aile Moskova'ya nakledildiler; Moskova'dan da o kadar aile oraya gönderildi. 1517 senesinde Ryazan Knezliğine de son verildi: ahaliden bir kısmı Moskova'ya yakın yerlere dağıtıldı. Nihayet, son olarak, Litvanya kralına tâbi Çernigov-Seversk mıntıkasındaki idare de kaldırıldı ve 1523 te Moskova'ya ilhak edildi; bununla "Udel„ (yurt) knezlikleri artık büsbütün ortadan kaldırılmış oldular.
Bütün rus şehirleri ve knezlikleri, bu suretle, Moskova Büyük Knezinin hâkimiyeti altında birleştirildi; Moskova Rusyası bir "Velikoross„ (Büyükrus, veya sadece rus) devleti haline gelmiş oldu. Kiyef çevresi ve Dnepr ile Karpatlar arasında yaşayan "Ruten„ler (Ukraynalılar), zaten, hem dil, hem kültür bakımından Moskova Ruslarından epey farklı idiler; Smolensk eyaletinden itibaren Dnepr ve Berezina nehirleri arasındaki ahali de, bugünkü Beyaz Ruslar (Beloruslar), kuvvetli bir leh-katolik tesirine maruz kaldıklarından, " Velikoross „lardan epey farklı idiler. Kiyef ve Galiç sahası ile Beyaz Rusya mıntıkaları uzun zamandan beri Moskova ile değil, Lehistan-Litvanya devleti çerçevesine aittiler. Bu suretle, III. Vasili zamanında Rusya kendi etnik ve tabii hudutlarını bulmuş ve " millî „ bir " Rus Devleti „ meydana gelmişti. Bununla, Rus Devleti, tarihinin ilk merhalesini bitirmiş oluyordu.
III.Vasili, Sabulovlar (yani Türk) ailesinden bir kızla evliydi, fakat çocuğu olmadığı için ondan ayrıldı. Yine bir Türk soyundan olan knez Glinski'lerden Helene (Elena) adında bir bayan aldı. Bu defa ivan ve Yuri adlı iki oğlu oldu. Vasili 60 yaşında iken, 1533 ün ağustosunda, âni olarak hastalandı ve öldü. Büyük oğlu ivan (sonraki Korkunç ivan) henüz 3 yaşında idi. Gayet sert ve kaba bir kimse olan Vasili, yakın muhitinde bulunanlar tarafından hiç sevilmiyordu. Hele müstebit bir hükümdar olmak isteyişi, boyarların hiç te hoşuna gitmiyordu. Bundan ötürü ölümü birçok kimseyi, bilhassa boyarları, memnun etti.
RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR
Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...