11 Haziran 2022 Cumartesi

Ch’in Hükümdarlığının Yıkılışı

 Ch’in Shih-huang-ti, M.Ö. 210’da öldü. İki oğlu vardı. Fu Su adındaki büyüğü, ordunun ana kısmının bulunduğu Ordos’ta başkumandan Meng T’ien’in karargahındaydı. Kanunen yönetimi ele alan baş vezir Li Sih (Li Sı okunur) ve saray kliklerinin iplerini elinde tutan mabeyinci Chao Kao, Fu Su’dan çekindikleri için, imparatorun küçük oğlu Hu Hai’dan yana tavır takınmışlardı. Hu Hai, zekî biri değildi. İradesizdi ve Chao Kao’nun tesiri altındaydı. Kanunî veliahttan kurtulmak isteyen Chao Kao, güya imparator babası, büyük oğlunun intihar ederek hayatına son vermesi yönünde bir ferman imzalamış gibi sahte bir buyruk gönderdi Fu Su’ya. Meng T’ien’in ikna etmeye çalışmasına rağmen prens, Çin geleneklerine göre, oğulluk vazifesini yerine getirmeye karar vererek, kendi boğazını kesti. Böylece imparatorun ikinci soyu anlamındaki Erh- Shih ünvanı alan küçük kardeş Hu Hai, tahta geçti. Düşmanlarından ve rakiplerinden kurtulmak için genç monarşisti bir maşa olarak kullanan Chao Kao, bütün ipleri ele geçirdi. Kısa süre sonra, Meng T’ien ve Li Sih’in kellesi vuruldu. Chao Kao, geniş halk kitlelerinin nazarında Ch’in yönetiminin en nahoş kişisiydi. Kendisine bağlı zırhlı süvari birliklerine ve savaş arabalarına güvendiği için, kendi rejimini haklı çıkaracak hiçbir ideolojik uygulamaya girmeyen Chao, açıktan açığa halkına zulmetmeye başladı. Fakat çok geçmeden, uyguladığı despotizm, halkın tepkisini çekti. Önce Ch’eng Sheng ve Wu Huan isyan ettiler. Gerçi isyan düzenli ordular tarafından bastırılmıştı, ama ülke de barut fıçısına dönmüştü. Bütün eyaletlerde ardarda isyanlar patlak verdi. Bunların en şiddetlisi ise, Hsien Yü’nün elebaşılığını yaptığı Ho-pei isyanıydı. Hsien, sıradan bir aileden geliyordu, ama biyoğrafisine bakıldığında çocukluğundan beri ikbalperest olduğu ve taht hayaliyle yanıp kavrulduğu görülüyor. Kargaşa günlerinde el atacağı unsurları iyi tesbit etmişti. Ch’oo Prensliği’nin eski bağımsız ve mutlu günlerinin yeniden yaşatılması gerektiğini ileri sürüyordu. Eski prenslerin koyun gütmekte olan torunlarını aramış ve onlardan Huai-wang’ı bulup başa geçirmişti. Daha sonraları Han hanedanını kuracak olan Liu Pang (Lü Ban okunur) da ona Ch’in yönetimi, müdafaaya çekilmeyi uygun bulmuştu. Yeni başkumandan Wang Chien, Shan-si’deki Chao Prensliği’ne saldırıya geçince, Ch’oo savaşçıları Chao’nun yardımına geldi ve Hsien Yü, Wang Chien’le amansız bir mücadeleye girişti. Bu esnada Liu Pang, Ch’in başkenti Hsien-yang’a saldırıp, ordunun büyük kısmının cephede olmasından faydalanarak, şehri ele geçirdi. Çarpışmalar sırasında halkın nefret ettiği saray klikleri imha edilmiş, böylece onlarla birlikte Ch’in hanedanı da tarihe karışmıştı (206. yıl). Liu Pang, şehre hakim olmak istiyordu, fakat Hsien Yü şehre gelince, onun ortadan kaldırılmasını emretti. Bu durum karşısında Liu Pang, ona boyun büküp, geniş Sih-ch’uan eyaletinin kendisine verilmesine razı oldu ve orada Han-wang ünvanını aldı. Hsien Yü ise, bütün Çin’in hakimi olarak, Pa-wang titülünü aldı.


Hsien Yü, kabiliyetli bir kumandan ve cesur biri değildi. Bunun yanında, politik yönden de uzak görüşlü biri olmadığı için, halkı mennun edecek herhangi bir reform gerçekleştirememişti. Bu durum, Liu Pang’ın işine yaradı. Gözden uzak Sih-ch’uan’da kendisini iktidarda görmek isteyen rejim muhalifi taraftarlarını çevresine toplamaya başladı. Bu muhaliflerden Chang Liang, onun için siyasî bir proğram hazırladı. Kabiliyetli bir yönetici olan Hsiao Ho, yönetimi tanzim ederken, başkumandan Han Hsin de bir takım askerî başarılar kazandı. Liu Pang’ın çevresindeki ikbalperestler, Hsien Yü’den çekinmediklerini belli edince, o da Sih-ch’uan’a saldırmaya karar verdi. Liu Pang, savunma amacıyla dağ yollarındaki bütün köprüleri yıktırarak, bölge‐ sini giriş ve çıkışı olmayan bir kale duruma getirdi. Böylece Hsien Yü’nün teyakkuz durumunu boşa çıkarmış oldu. Fakat aynı günlerde Han orduları, Han Hsin kumandasında birleşik dağ hükümdarlığının başına geçti. Han Hsin, önce başarılı seferlerde Ch’ang Seng’i ele geçirerek, Shan-si’deki Chin ve Shan-tung’daki Ch’i (Ts’i) ülüşlerini zapteddi. Sonra da Han hanedanını ve politik proğramını ilan etti. Buna göre vergilerek azaltılarak, bazı katı kanunlar değiştirildi. Yargıla‐ ma usullerinde değişlikler yapıldı. Bütün ekol ve mezheplerin temsilcileri olan üstad ve filozoflara serbesti getirildi. Han ordusu öylesine genişleyip güçlendi ki, sonunda Hsien Yü’nün ordusu eriyip giderken, komşu halkların tamamı, Han sancağı altında birleşti. Han Hsin’in izinden yürüyen Liu Pang, Hai-shui nehri sahillerinde Hsien-Yü’nün birliklerine saldırdı. Fakat Hsien Yü, Han ordularını geri çekilmeye mecbur ederek, nehrin öte tarafına attı. Kaçıp kurtulmayı başaran Liu Pang, yeniden ordu toplayarak Hsien Yü’yü kuşattı. Artık savaştan ümidini kesmiş olan Hsien Yü, intihar etti ve böylece Han hanedanı bütün Çin’i ele geçirdi.


Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


SONBAHAR RENKLERİ

  

 

Sonbahar gelince ilginç bir olaya şahit oluruz. Ağaçların yeşil yaprakları birkaç gün içinde renklerini değiştirir, kısa bir süre sonra da bütün yapraklar dökülür ve ağaç dalları çıplak kalır. İlkbaharda yeniden dirilene kadar ağaç artık ölmüş sayılır. Çünkü bütün yaşamsal fonksiyonlarını minimuma indirmiştir

 

Yaprak tamamen ölüp ağaçtan düşmeden önce çeşitli aşamalardan geçer. Çok sayıda kimyasal bileşik biraraya gelip farklı sistemleri devreye sokarak yaprağı gövdeden ayırır. Bunu yaparken de hiçbir maddeyi israf etmeden, dökülme işlemini hem bitki hem de çevre için çok faydalı bir süreç haline getirir.

 

Yaprakların Renklenmesi

 

Yazın yaprakların rengine pek dikkat etmeyiz; ama sonbahar gelince aniden renk değişiminin farkına varırız. Çünkü yaprakların renklerinin değişmesi ve dökülmesiyle karşımıza rengarenk manzaralar çıkar. Yemyeşil ağaçlar birkaç günde sarı, kırmızı, kahverengi renklere dönüşür. Peki ama yapraklar neden renk değiştirir ve neden dökülürler?

İster sarı, kırmızı, ister mor ya da yeşil olsun bütün yapraklar ihtiva ettikleri çeşitli pigmentler tarafından renklenirler. Bitki pigmentleri arasında en çok bilinen hiç kuşkusuz yapraklara yeşil rengini veren ve fotosentezde önemli bir rol oynayan, klorofildir. Ilıman iklimlerde sonbahar geldiğinde yaprakların rengi değişmeye başlar. Yapraklarda ortaya çıkan ve yeşilin yerini alan sarı, turuncu, kırmızı ve en sonunda kahverengi renkler, sarı ve turuncu pigment olan 'karoten'in eseridir. Bunun yanında "antosiyanin" adlı pigment de bu işle görevlidir. Bu üç pigment, bildiğimiz yaz çiçekleri de dahil olmak üzere yapraklara renklerini kazandıran maddelerdir.

Yeşil yapraklardaki klorofilin yeşilliği o kadar güçlüdür ki, yapraklarda bulunan karotenlerin sarı ve turuncu renklerini tamamen gölgeler. Sonbaharda yaprakları dökülen bitkiler yapraklarını dökmeden önce yapraklarındaki yararlı malzemeleri geri alırlar. Bu geri alma işleminin sonuçlarından biri olarak klorofil bozulmaya başlar. Bu aşamada klorofil baskın olduğu için renkleri ortaya çıkmayan sarı ve turuncu pigmentlerin etkisi ortaya çıkar.

Yaprakların ömrü dolunca, antosiyanin pigmenti çoğalmaya başlar; normal yeşili hafifçe kırmızı-mora doğru boyar. Antosiyanin pigmentleri renk olarak kırmızıdan mora değişim gösterirler ve kırmızı, mavi ve mor renkli bitki bölümlerinden tamamen onlar sorumludur. Isı düşük olduğunda bitki aşırı parlaklığa maruz kalınca bitkilerin büyük bir bölümünde antosiyanin seviyesi artmaya eğilimlidir. Sonbaharda bazı bitkilerde kırmızının artmasının sebebi budur. Bu pigmentler genellikle sarıdan turuncu ve kırmızıya doğru renk değiştirirler. Sonbahar hava koşullarına ek olarak renk gelişimi büyük ölçüde bitkinin türüne bağlıdır. İşte sonbahar manzaraları dediğimiz çarpıcı güzellikteki görüntüler bu pigmentlerin eseridir. 

 

 

Yaprakların Dökülmesi

Yaprakların dökülmesinin bir faydası var mıdır?

 

Her sene milyonlarca yaprak dökülmekte, ilkbahar gelince yeniden çıkmaktadır. İlk bakışta milyonlarca yaprak boşuna dökülüyor gibi gözükebilir. Ancak bu bir yanılgıdır, çünkü yaprakların dökülmesi ekolojik sistemde önemli yere sahip bir değişimdir. Dökülen yaprakların en büyükleri toprağı besinle doldurur. Ayrıca düşen yapraklar orman tabanında bir humus tabakası oluşturarak yağmuru tutmaya ve emmeye yardımcı olurlar, birçok canlı dış etkenlerden kurtulmak için yaprakların altına saklanırlar. Son olarak, düşen yapraklar ormandaki birçok organizma için besin kaynağı haline gelir.

Her yıl, yaprak dökümü ile birlikte, Dünya yüzeyinde 300 milyon ton klorofil toprağa karışır. Klorofil taşıyan deniz yosunlarının ömrünün kısa olduğu okyanuslarda yılda 900 milyon ton klorofil parçalanır. Her sene bu miktarda klorofil kaybı olmasaydı ortaya çok vahim sonuçlar çıkardı. Gittikçe artan klorofil miktarı canlı hücrelerin daha az, serbest klorofillerin ise daha çok güneş ışığı kullanmasına yol açacaktı. Sonuçta yetersiz miktarda ışık alan canlı hücreler daha az fotosentez yapacak, bu olayın sonucunda da okyanusta ve buna bağlı olarak bütün dünyada canlılık sona erecekti.

Dökülecek olan yapraklarda meydana gelen en ilginç olaylardan biri, bu yapraklarda son derece bilinçli bir sökme-ayırma işleminin gerçekleşmesidir. Yaprak dökülmeden önce protein ve karbonhidrat gibi kullanılabilir maddeler bitkinin gövdesine depolanır. Böylece dökülecek olan yaprak bu maddeleri boş yere harcamamış ve gelecekteki yapraklar için gerekli malzemenin önemli bir bölümünü temin etmiş olur. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi klorofilin gerektiği anda elimine edilmesi veya bitkinin ihtiyaç duyduğu maddeleri gövdesinde toplaması yeryüzünde hayatın devamı için ekolojik bir zorunluluktur. Yapraklardaki yaşlanmanın ilk işaretlerinden biri, yaprak ayası hücrelerinde etilen gazının üretiminin başlamasıdır. Bir süre sonra etilen gazı yaprağın her tarafına yayılır ve yaprak sapına geldiğinde burada bulunan küçük hücreler şişmeye başlayıp, sapta bir gerginleşmeye neden olurlar. Yaprak sapının gövdeye bağlandığı bölümde bulunan hücrelerin miktarı artar ve özel enzimler üretmeye başlarlar. İlk olarak selüloz enzimleri selülozdan oluşan çeperleri parçalar. Daha sonra pektinaz enzimleri hücreleri birbirine bağlayan pektin tabakasını parçalar. Giderek artan bu gerginliğe yaprak dayanamaz ve sapın dış tarafından içeriye doğru yarılmaya başlar.

Yaprak sapının gövdeye bitiştiği yerde yani yaprak tabanında bir ayırma bölgesi meydana gelir. Bu tabaka yaprak düşmeden çok önce oluşur. Sonra bu tabakadaki "parankima" adı verilen ve değişim geçirebilen özel doku hücrelerinin çeperleri yumuşamaya başlar ve kimyasal değişim geçirerek jelimsi bir durum alır. Bu, hücrelerin birbirinden ayrılmasına neden olur ve yaprak yalnız sıvı maddelerin geçişini sağlayan tüpe benzer yapılarla gövdeye bağlı kalır. Genişlemeye devam eden yarığın etrafında çok hızlı değişimler yaşanır ve hücreler hemen mantar özü üretmeye başlarlar. Bu madde, selüloz çepere yavaş yavaş yerleşerek onun güçlenmesini sağlar. Bütün bu hücreler, arkalarında büyük bir boşluk bırakarak ölürler. Hafif bir rüzgarla yapraklar kopar. Ancak bu sırada mantar hücrelerinden ibaret koruyucu bir tabaka gelişerek açılan yarayı kapatır. Bu fiziksel ve kimyasal değişimler sadece bir yaprakta değil, dökülen bütün yapraklarda meydana gelen ve çok ince planlanmış bir süreçtir. Bu sistem zamanı geldiğinde yaprağın kopmasını sağlamak için yaratılmıştır.

 

Alıntıdır.

Mem-U Zin / Cizre

 


10 Haziran 2022 Cuma

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Saçlarımız niçin beyazlaşıyor?

 Aslında bir saç teli, ortası boş olan ve içinde melanin denilen boya pigmentleri bulunan bir tüpten başka bir şey değildir. Genç yaşlarda bu boşlukta saça renk veren melanini bir arada tutan bir sıvı vardır. Yaşlandıkça derimiz saçlarımızı ve vücudumuzdaki diğer kılları eskisi gibi sağlıklı olarak üretemez. Kılların ortasındaki sıvı kaybolur, boya hücreleri de tutunamadığından sadece hava kalır. Saçlar boyasız hale gelir, beyaz renge yani asıl rengine dönüşür.

Bütün saçlarımızın beyaza dönüşme süreci on ila yirmi yıl sürebilir. Aslında her bir saç telinin rengi ya siyahtır (sarı, kırmızı, kumral vs.) ya da beyaz. Yani her bir saç teli yavaş yavaş grileşip beyazlaşmaz. Ancak bu süreç içinde hepsi aynı anda beyazlaşmadığından, beyazların sayısı arttıkça bütün saç gittikçe açılan gri renkte görülür. İşin ilginç tarafı boya hücreleri bazen üretime hız verirler. Gittikçe beyazlaşan saçlar geçici bir süre tekrar biraz koyulaşmış gibi görünebilirler.

İnsanlar arasında bir şok veya aşırı gerilim geçiren birinin saçlarının bir gecede beyazlaştığı, bir süre sonra da tekrar eski rengine döndüğü söylenir. Hatta bazı tarihçiler Kraliçe Marie Antoinette'nin giyotine gideceği günün gecesinde saçlarının hepsinin bembeyaz olduğunu yazarlar.

Saçların devamlı uzadığı, belirli bir süre sonra dökülüp alttan yeni saç geldiği hatırlanacak olursa, mevcut saçın değil, ancak yeni gelecek saçın beyaz olabileceği, dolayısıyla saçların bir gecede beyazlaşmasının mümkün olmadığı görülüyor. Ancak bilim insanları bu olayın birkaç haftalık bir süreçte olabileceğini söylüyorlar.

Troid bezi, şeker gibi hastalıklarda ve aşırı stres veya şok gibi durumlarda kişinin renkli saçları bu süreçte tamamen dökülebilir ve geriye sadece daha önceden beyazlaşmış saçlar kalabilir. Diğer saçlarla birlikte beyazların yerine de daha gür ve siyah saçlar çıkabilir.

Saçların beyazlaşması insanlık tarihinde nedense hep sorun olmuştur. Kimileri onu olgunluğun ve bilgeliğin simgesi olarak görürken, tarih boyu savaş kahramanları, yaşlılığın ve güçsüzlüğün belirtisi olarak görmüşler ve bir şekilde saçlarını boyamışlardır.

Bu arada bir şeyi daha belirtelim; saçlarımızın kıvırcık, dalgalı veya düz olmasını da ebeveynlerimizden aldığımız genler belirliyor. Kıvırcık bir saçı kestiğimizde kesitinin dikdörtgene yakın olduğunu, dalgalı saçın elips, düz saçın kesitinin ise daire olduğunu görebilirsiniz. İşte bu saç kesitlerinden dolayı bazı saçlar dümdüz uzarken bazıları hemen kıvrılmaya başlar. Kıvırcık saçlılar, saçlarınızı boşuna ütülemeyin, saçın yapısını yani kesitinin şeklini değiştirmeden kalıcı bir düz saça sahip olmanız mümkün değil.


Alıntıdır.


9 Haziran 2022 Perşembe

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 22

 


BARAN


Ev tanrısı. Evleri koruyan tanrıdır. Çok güçlü olarak betimlenir. Türklerde ev kavramı çadır ve otağları da ifade ettiğinden dolayı içerisinde barınılan her mekan ev olarak algılanabilir. Bu bağlamda barınak tanrısı demek daha doğru olacaktır.



BASAMAN


Deniz tanrısı. Denizlerden sorumludur. Korkusuz bir alp olarak nitelenir. Elinde üç çatallı kargısı vardır. Fakat bu üç çatallı kargı motifinin Hint kökenli olma ihtimali yüksektir. Çünkü Batı (özelikle Yunan ve Roma) mitolojilerindeki okyanus ve deniz tanrılarının taşıdığı "Üçdiş" (Yunanca; "Trident") adı verilen bu savaş ve avlanma aracı eski çağlarda Hint-Ari kültürünün ayrışma döneminde Avrupa kıtasına kadar ulaşarak bu kültürlere geçmiştir. Daha özgün olarak Basaman Han'ın yanında taşıdığı dokuz kollu tuğuysa, yırtıcı hayvan kuyruklarından oluşturulmuştur. İyilik yapan bir tanrı olarak görünür ve su ruhlarıyla da yakından bağlantılıdır. Moğollarda Basalgan adlı bir nehir tanrısı vardır.


BASAT


Dede Korkut öykülerinde adı geçer. Tepegöz'ü öldürmüştür. Çocukken ormanda yapılan bir av sırasında yitirilmiş ve .bulunamamıştır. Onu aslanlar yetiştirmiştir. Bu yüzden diğer Oğuz beylerinin aksine toplumdan olabildiğince uzakta yaşar, hatta insanlara karşı ön yargılı durur. Diğer savaşçılar arasındaki dayanışma ruhu Basat'ta yoktur. O hep tek başına savaşır, tek başına Tepegöz'ün peşine düşer. Onu bulduğundaysa savaşarak kör eder, sonra da başını keser.



BAYANAY


Geçim tanrısı. Avcıları, balıkçıları ve ormanı korur. Avcılar ateş yakıp dua ederek avlarının bereketli ve kazasız geçmesini dilerler. Kimi kültürlerde çocukları korur. Soyun koruyucusu olduğu düşünülür. May Ana'nın (Pay Ana) farklı bir söyleyişi ve aslında onunla aynı tanrı (veya tanrıça) olduğunu ileri süren görüşler de mevcuttur. Fakat Bayanay çoğunlukla eril olarak tanımlanır. Bir görüşe göre Bayanay Han aslında üç veya yedi kişidir. En bilinenleri şunlardır:

1.Bay Bayanay: Avcı Tanrısı.

2. Tağ Bayanay: Ormancı Tanrısı

3. Uğu Bayanay: Balıkçı Tanrısı.



BAYÇOMARD


Av tanrısı. Avcıları korur. Avın bereketli olmasını sağlar. Bedeni beyaz tüylerle kaplı bir yaşlı adam görünümündedir. Avcılara yabani hayvan kılığında görünür. Bütün hayvanların dilini bilir. Hiçbir hayvan ondan korkmaz ve kaçmaz. Hayvanları zevk için canlı olarak yakalar ve tekrar bırakır. Asla öldürmez. Yaralı olanlarını tedavi eder. Dağların üstündeki bir kayanın içinde yer alan mağarasında yaşar. Bu kayaların dibinden şifalı bir su kaynar.



BAYRIM ANA


"Bayrım Biyçe" olarak da adlandırılır (Biyçe, Kafkas dillerinde prenses demektir). İlk önceleri kadın evliya ve hatta daha geniş olarak "pir" anlamına gelirken, sonraları Karaçay-Balkar bölgesinde Meryem Ana'yı nitelemekte kullanılmıştır. Bazen kadın ve çocuk tanrıçası olarak da görünür. Nartlarda Umay Biyçe ve Bayrım Biyçe üzerine kurulu ikili tanrıça inancı oluşturulmuştur. Bayrım Ana (Meryem Ana) anlayışı Hristiyanlığın etkisiyle yerleşmiş olmakla birlikte eski inançların da etkisiyle yarı tanrıça konumundadır. Erkek eli değmeden, Baş Meleğin (Cebrail'in) Tanrıdan aldığı emirle rahmine koyduğu ruh sonucu gebe kalmıştır ve babasız olarak çocuk doğurmuştur (Moğolların soy anası Alankova da benzer bir biçimde ay ışığından gebe kalmıştır) . Bayrım Öy kavramı Bayrım Ana'dan dilek dilenen yerleri anlatmak için kullanılır. Baynın Gün ise kendisinden dilek dilenen günleri ifade eder ve bazen cuma gününe bu ad verilir. Bayrım Ay ise Navruz (yani Mart) ayıdır.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


8 Haziran 2022 Çarşamba

Çin'in Kuzeybatısından Hazar Denizi'ne Kadar İskitler

 Behistun kitabesi 6'da en eski ülkeler listesinde yalnız Saka adı bulunuyor. Persopolis'in Darius kitabesi ülkeler listesinde de ilk defa Hinduş adı meydana çıkıyor. Bu liste İndus bölgesinin zaptından sonra, keza Tell el Maskautah, Kabret ve Mısır'da Süveyş'ten Darius stellerinde olduğu gibi yapılmıştır. Bu liste Sakaların Asya sınırındaki bataklık arazide yaşayan Sakalar ve ovalıkta yaşayan Sakalar olmak üzere iki gruba ayrıldığını göstermektedir. Artık, Saka haumavarga ve Saka tigrakhauda'nın arka arkaya sıralandığını daha sonraki kitabe örnekleri açıklıkla gösteriyor. Düzlükteki Sakalar şüphesiz Saka tigrakhauda'dır. İlk grup olarak ise, Saka haumavarga gösteriliyor. Hamadan'dan I. Darius'un altın levha kitabesinde Saka haumavarga, adı geçen yerin sonunda kuzeydoğu sınır halkı olarak tespit edilebiliyor. Burada imparatorluğun kuzeydoğu-güneybatı sınırı boyunca Sogd'dun yanından Put'a kadar Sakaların bulunduğu belirtiliyor (Junge 1939: 67). İran'a arkeolojik kazılar yapmak üzere giden Ernest Herzfeld'in Hamadan'da bulduğu bu altın kitabede Pers İmparatorluğu kayıtlarına göre, Darius zamanında en kalabalık sınır halkı olarak Sugda'nın ötesinde kuzeydoğuda bulunan Sakalar gösterilmektedir. Herzfeld bu bilgilerden şimdiye kadar kabul edilenin aksine, Sakaların vatanının Pamir silsilesi olmadığı ve adı geçen yerin kuzeyindeki Fergana ovasının olduğu sonucunu çıkarmaktadır (Herrmann 1933: 157).


Strabon ise, Hazar Denizi civarında hüküm süren İskitlerin daha çok Dahalar, daha doğudakilerin ise Massaget ve Sakalar olduklarını (Strabon XI, 8: 2) belirtmektedir. Hekataios ise Karadeniz İskitleri, Hazar Denizi'nin doğusunda geniş düzlükte yaşayan Massagetler ve onların doğusunda bulunan Sakai Amyrgioi olmak üzere üç grup tanıyor. Pers takviminde Hekataios'un anlattıklarının doğru olduğunu artık yazılı listeler gösteriyor. Yalnız Massaget tasviri orada meydana çıkmıyor. Her iki ad Saka tigrakhauda ve Massaget tamamen maksada uygun olarak aynı şekilde görülüyor. Bununla her iki tasvirin birbirini tuttuğu ve özellikle "Massagetai" olarak ifade edilebildiğine karar verilebiliyor. Keza, her iki adla tamamen açık bir şekilde Saka kavimlerinin Batı Türkistan düzlük sahasındaki grupları belirtiliyor. Mısır Darius stelinin ifadesiyle "Düzlük Sakaları", Hekataios'taki gibi, Hazar Denizi'nin doğusundaki bölgede yaşayan "Düzlük Massagetleri" olarak belirtilmiştir (Junge 1939: 70).

 

Hamadan'da bulunan altın kitabede Sogdiana'nın ötesinde oturan Sakalar, yani "Saka tiay para Sugdam" söz konusudur. Sugda'nın doğal sınırı Zarafşan'ın kuzeyindeki dağlardır. Bunların arkasında Jaxartes sahası başlamaktadır. Yalnız Sakaların oturduğu "Para Sugdam" günümüzde Fergana'dır. Ptolemaios'a göre, ilk olarak Sogdiana dağlarının arkasında Sakaların ülkesi başlıyor. Burası Surcab ve Vachş nehir bölgeleri üzerinde güneye doğru genişlemiştir. Böylece aşağı yukarı Karategin'de Saka ülkesine dahil olmaktadır. Herhalde bu hat daha iyi olarak altın kitabedeki "Para Sugdam"a uyuyor (Herrmann 1933: 159-160).


Çin kaynaklarının verdiği bilgilerden olduğu gibi, Pers ve Grek kaynaklarındaki bilgilerden de Doğu Sakaları'nın ağırlık noktası meydana çıkarılabiliyor. Bunların yerleşim sahasının Fergana ve bunun doğusunda aranması gerekiyor. Çin kaynaklarına göre, doğu tarafı için Tiyen-Şan'da, Yukarı İli, Çu ve Narin'de oturdukları açıktır. Şüphesiz daha sonra, Hoten ve Maralbaşı'nda bulunmuş olan Sakaca el yazıları, günümüz Doğu Türkistan'ında Sakaların yayılmış olduklarına işaret ediyor. Bu yayılmanın ne zaman olduğunu belirleyemiyoruz (Junge 1939: 86).



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Yeni Fransa

 Kuzey Amerika'daki Kanada esas olarak  Amerikan  yerlilerinin yerleşim yeriydi. Daha kuzeyde ise  inuitler  yaşıyordu.  Kıtaya  ilk gelen Avrupalılar Vikinglerdi. 1000 yılında kısa bir süre için Newfoundland'in kuzey ucunda kalmışlardı. Bundan yaklaşık olarak 500 yıl sonra , 1497 yılında, adaya italyan denizci John Cabot geldi (ingiliz bayrağı altında yolculuk ediyordu).

1534 yılında Fransız Kaşif Jacques Cartier, St. Lawrence Nehri'nin olduğu bölgede Fransız kolonisi kurmak için başarısız bir girişimde bulundu. 1583 yılında ingiliz Maceracı Sir Humphrey Gilbert, Newfoundland'deki St. John's'ta, ingiltere'nin ilk Kuzey Amerika kolonisini kurdu. 1604 yılının sonunda Fransız tüccarlar Acadia'da yerleşmeye başladılar. 1608 yılında Fransız Kaşif Samuel de Champlain, St. Lawrance Nehri'nde bir ticaret merkezi kurdu. Burası daha sonra Quebec şehri olacaktı. Kürk tüccarları   ve   Katolik misyonerler, Great Lakes ve Hudson Korfezi'ni keşfettiler. 1682 yılında Fransız Kaşif La Salle,  Mississippi  Nehri'ni  ağzına  kadar takip etti. Bütün vadinin hakimiyetini ele geçirdi  ve  burayı Fransa Kralı XIV. Louis' nin onuruna Louisiana olarak adlandırdı.

Kanada adı " Yeni Fransa" ismine  bir  alternatif  olarak  ortaya atılmıştı. Bolgede 17. yüzyıl ortalarında, Beaver Savaşları (ya da irokua Savaşları) olarak bilinen bir dizi çatışma çıktı. Savaş kürk ticaretinde tekel olmak isteyen yerli irokualar ile Fransa destekli Algonquian konuşan kabileler arasındaydı. Yüzyılın sonlarına doğru, ingiltere ile Fransa arasındaki gerilim koloniler  arası savaşa  neden oldu (1688-1763). Yeni Fransa ve Yeni ingiltere, yerli müttefikleri ile birlikte birbirlerine karşı savaştılar. 1713 yılında Fransa, Acadia'nın, Newfoundland'in ve Hudson Körfezi'nin büyük bölümünü ingilizlere bırakmak zorunda kaldı. Yeni Fransa'nın kalan kısmı 1763 yılındaki Yedi Yıl Savaşı'nın ardından ingiltere ve ispanya 'ya devred ildi.


Alıntıdır.


Silopi Barajı

 


DÎNİ SÖZLÜK “A”

 ALİYY (El-Aliyy):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

"O(Allah) Aliyy'dir. Hakîm (her işinde hikmet sâhibi) dir. (Şûrâ sûresi: 51)

 

El-Aliyy ism-i şerîfini söyleyen, işlerinde muvaffak olup ilerler. (Yûsuf Nebhânî)

 

ALLAH (Celle Celâlühü):

 

Esmâ-i hüsnâdan. Varlığı  muhakkak lâzım olan, îmân ve ibâdet edilecek hakîkî mâbûd.

 

Her şeyi yoktan var eden yüce yaratıcı.

 

Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü onun varlığı lâzımdır. (Teftezânî)

 

Allahü teâlâ madde değildir. Cisim değildir (element değildir. Karışım, bileşik değildir). Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesab edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekanlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı-üstü, sağı-solu yoktur. İnsan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O'nun hiçbir şeyini anlıyamaz. (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)

 

Bütün varlıkların her organının her hücresinin yaratıcısı, yoktan var edicisi yalnız Allahü teâlâdır. O, akla hayâle gelenlerin hepsinden uzaktır. Hiçbiri O değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîmde, bizzat kendisinin açıkladığı sıfatlarını, isimlerini ezberleyip, ulûhiyetini (ilâhlığını), büyüklüğünü bunlarla tasdik ve ikrâr etmeli, söylemelidir. Akıllı ve büluğ çağına ermiş erkek ve kadın her müslümanın, Allahü teâlânın Zâtî ve Subûtî sıfatlarını doğru olarak öğrenmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günâhtır. (Kemahlı Feyzullah Efendi)


Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Hıristiyanlar Allahü teâlâya baba demektedirler. Allahü teâlâya "baba", "Allah baba" diyenin îmânı gider. Müslümanlıktan çıkar. (Kemahlı Feyzullah Efendi)

 

Allahü teâlâyı İslâmiyetin bildirdiği isimler ile anmak söylemek lâzımdır. Allah adı yerine tanrı kelimesi kullanılamaz. Çünkü tanrı, ilâh, mâbûd demektir. (Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de ilâh, mâbûd mânâsına kullanılabilir.) Allah adı yerine kullanılamaz. (Seyyid Şerîf)

 

Cumâ günü namazdan önce abdestli, elbisesi temiz ve kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkarmış olarak iki yüz kerre "Yâ Allahü el-mahmûdü fî fiâlihi" derse, Allahü teâlâ onun hastalığına şifâ verir. (Yûsuf Nebhânî)

 

Allah adın zikredelim evvelâ

 

Vâcib oldur cümle işte her kula

 

Allah adın her kim ol evvel ana

 

Her işi âsân (kolay) eder Allah ana

 

........

 

Bir kez Allah dise aşk ile lisân

 

Dökülür cümle günah misli hazan.

 

(Süleymân Çelebi)

 

Allah Râzı Olsun:

 

Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği) hâle getirsin, mânâsında duâ.

 

ALLÂME:

 

İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir.

 

Allâme Molla Fenârîler, Molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbn-i Kemâller, Ebüssüûdlar, Birgivîler, İbn-i Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Abdülhakîm-i Arvâsîler, Mustafa Sabri Efendiler ve daha nice fıkıh ve kelâm âlimleri, hattatlar, Mîmâr Sinanlar, Sokullular, Köprülüler hep Osmanlı Devletinde yetişmiş ve yüzbinlerce ilim kitapları her vilâyetteki millî kütüphâneleri doldurmuştur. (Fâideli Bilgiler)

 

Allâme İmâm-ı Birgivî buyuruyor ki:

 

Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamağı istemek Tûl-i emel (uzun emel) olur. İbâdet yapmak için çok yaşamayı istemek tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar, sonra tövbe ederim diyerek tövbeyi terk ederler, kalbleri katı olur, ölümü hatırlamazlar, va'z ve nasîhat kendilerine fayda vermez. Dünyâlık toplamaya çok hırslı olurlar, âhireti unuturlar.

 

Kibirli olmak, Allahü teâlâyı unutmanın alâmetidir.

 

ALLÂM-UL-GUYÛB:

 

Gâibleri (görünmeyen ve bilinmeyen gizli şeyleri) çok iyi bilen mânâsına, Allahü teâlânın isimlerinden.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:


 

Münâfıklar bilmezler mi ki, Allahü teâlâ, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor ve muhakkak ki Allahü teâlâ Allâm-ul-guyûb'dur. (Tevbe sûresi: 78)


A'MÂL-İ ŞER'İYYE:

 

İslâm dîninde yapılması emredilen ibâdetler ve işler.

 

AMDEN:

 

Kasten, bilerek, bile bile yapmak.

 

Hadîs imâmları söz birliği ile bildiriyorlar ki: Bir namazı vaktinde amden kılmayanın, namaz vakti geçerken, namaz kılmadığı için üzülmeyenin îmânı gider veya ölürken îmânsız gider. Ya namazı hâtırına bile getirmeyenlerin, namazı vazîfe tanımayanların hâli nasıl olur? (Muhammed Rebhâmî)

 

Bir kimse birine amden ok atıp başka birini de yaralasa ve her ikisi de ölse okun önce vurduğu kimse için kısas olunur. Çünkü oku amden atmıştır. (Molla Hüsrev)

 

AMEL:

 

İş, ibâdet.

 

Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)


 

Allahü teâlâ sûretlerinize ve amellerinize yâni iyi niyetle olan amellerinize kıymet verir.


bakmaz, kalblerinize ve niyetlerinize bakar, (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr)


 

Bildiği ile amel eden kimseye Allahü teâlâ bilmediğini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Allahü teâlânın affı ile Cehennemden kurtulursunuz. Rahmeti ile Cennete girersiniz. Amellerinize göre mertebeniz ve dereceniz olur. (Avn bin Abdullah)

 

Amellerin en kıymetlisi, mü'minin kalbine sürûr (sevinç) vermektir (mü'mini sevindirmektir). (Muhammed bin Sûka)

 

Amellerin kabûl olması ihlâsa, yâni bütün işleri yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmağa bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Amel Defteri:

 

İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât meydanında herkese verilecek olan defter.

 

Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra herbirinin büyüklüğü, gözün görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır... (Hadîs-i şerîf-Eş-Şerîa)

 

İnsanlar kıyâmet günü bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyâh bir bulut gelir. O bulut, insanlar üzerine amel defterlerini yağdırır. Mü'minin amelleri, sanki gül yaprağı üzerine yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Amel-i Kalîl:

 

Namaz kılarken bir rükünde bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir veya iki hareket.

 

Namazda amel-i kalîl mekrûhtur. Zararlı haşerâtı namazda iken amel-i kalîl ile öldürmek câiz, ısırmayanı tutmak ve öldürmek mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

 

Amel-i Kesîr:

 

Namaz kılarken, bir rükünde namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç veya iki elin bir hareketi.

 

Amel-i kesîr namazı bozar. (Alâüddîn Haskefî)

 

İmâm, amel-i kesîr olacak kadar tegannî ederse, yâni sesi boğazında tekrarlayıp, türlü sesler çıkarırsa, yâhut üç harften fazla ilâve ederse namazı bozulur. (İbn-i Âbidîn)


Amel-i Sâlih:

 

İyi amel, yararlı iş. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iş, ibâdet.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Erkek ve kadından her kim mü'min (îmânlı) olarak amel-i sâlih işlerse, işte onlar Cennet'e girerler, orada hesâbsız olarak, rızıklandırılırlar.(Mü'min sûresi: 40)

 

Bir kimse, zulm yâni günah işleyip, sonra tövbe eder amel-i sâlih işlerse, Allahü teâlâ tövbesini elbette kabûl eder. (Mâide sûresi: 39)

 

Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i sâlih, işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın. (Kehf sûresi: 110)

 

Amel-i sâlih, İslâm'ın beş rüknü, direğidir. İslâm'ın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile kusûrsuz yaparsa, Cehennem'den kurtulması kuvvetle umulur. Çünkü bunlar aslında sâlih işler olup, insanı günahlardan ve çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim, Kur'ân-ı kerîmde Ankebût sûresi kırk beşinci âyetinde meâlen; "Kusursuz kılınan bir namaz, insanı kötü, çirkin işleri işlemekten korur" buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî).

 

İnsan kabre konulduğunda dünyâda iken yaptığı amel-i sâlihleri güzel sûrette, güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak yanına gelir. "Beni bilmez misin?" der. O da der ki: "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim şu garîb olduğum zamanda bana ihsân eyledi." O da der ki: "Ben senin sâlih amelinim (işlerinim). Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekîr melekleri gelirler ve sana süâl ederler. Onlardan korkma!" der. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Amelde Mezheb:

 

Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi.

 

Amelde mezheblerin hak olanı dörttür. Bunlar: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu dört mezheb, îtikat (inanç) bakımından birbirlerinden ayrı değildir. Hepsi Ehl-i sünnet olup, îmânları, inanışları, birdir. Yalnız amel bakımından bâzı ufak şeylerde ayrılmışlardır. Böyle ayrılmaları Allahü teâlânın rahmeti olup, müslümanlar için kolaylıktır. (Ahmed Cevdet Paşa ve Şehristânî)

 

ÂMENTÜ:

 

İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esas.

 

Âmentü ve mânâsı: Âmentü billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî vel yevmilâhiri ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minellahi teâlâ vel-ba'sü ba'delmevti hakkun eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlühü (Allahü teâlâya, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaderin, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îmân ettim. Öldükten sonra dirilmek haktır. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim).

 

Âmentü'de bildirilen altı şeyin mânâlarını bilip, beğenip, kabûl eden kimseye mü'min denir. (Kemahlı Feyzullah Efendi)

 

Müslüman olmayan bir kimse, kelîme-i tevhîdi söyleyip mânâsına kısaca inanınca, o anda müslüman olur. Fakat her müslüman gibi, bunun da imkân bulunca Âmentü'nün esaslarını ezberlemesi ve mânâsını iyice öğrenmesi lâzımdır. (Damâd)

 

Bir çocuk küçük iken anasının babasının dînine tâbi olarak müslümandır. Bâliğ olunca anasının babasının dînine tâbi olması devâm etmez. İslâmiyet'i bilmiyerek bâliğ olunca, mürted olur, müslümanlıktan çıkar. Bu sebeble âkıl-bâliğ olmadan önce çocuğa kelime-i tevhîdi Âmentü'yü ve bunların mânâlarını öğretmelidir. Çocuk bunlara ve İslâmiyet'e uymak


lâzım olduğuna inanmalıdır. (İbn-i Âbidîn)

 

ÂMÎ:

 

İlmi olmayan kimse. Mukallid. Çoğulu avâm'dır.

 

ÂMİL:

 

İş yapan.

 

1. İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.

 

Allahü teâlâ sizden ilmi almak için, ilmiyle âmil olan âlimleri kaldırır, câhiller kalır. (Bunlar) dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevâp verip insanları doğru yoldan

 

ayırırlar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Kıyâmet gününde, Resûller minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün minberi kendi mertebesi miktârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olan ve bildikleri ile amel eden âlimler dahi nûrdan kürsîler üzerinde olurlar. (İmâm-ı Gazâlî)

 

2.    Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.

 

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Sadakalar(zekâtlar), Allahü teâlâdan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinlere, âmillere kalbleri müslümanlığa ısındırılmak istenilenlere, (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd olacak) kölelere, borçlulara, cihâd ve hac yolunda olup, muhtaç kalanlara, (kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış ve çok alacağı varsa da alamayıp muhtaç düşen) yolda kalmışlara mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60)

 

Halka zulmeden âmiller Cennet'e giremez. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Emvâl)

 

Hazret-i Ömer, bir gün cemâate şöyle hitâb etti: "Ey mü'minler! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, âmilleri sâdece zekâtlarınızı toplamaları için göndermiyorum. Onları size; dîninizi öğretmeleri, rehberlik etmeleri için gönderiyorum. Allahü teâlâ şâhid, kime bunun hâricinde muâmele yapılırsa bana haber versin. Onun hakkını alıp, gerekeni yaparım. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir âmil halktan birisini dövse, ondan dövdüğü kimsenin hakkını alırım..." (Ebû Ubeyd bin Sellâm)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak