22 Mayıs 2023 Pazartesi

ESMA-İ HUSNA-4

 


el-KUDDUS



a-Kuddus isminin lügat anlamı:


Kuddûs ismi “ kds” kelimesinden “fu‟ûl” kalıbında mübâlağa ifade etmesi için türetilmiştir. Bu kalıpta Arap dilinde sadece “Sübbûh” ve “Kuddûs” isimleri kullanılmaktır. Bazen Sebbûh ve Keddûs şeklinde “ fe‟ûl” vezninde kullanılır.

Kds kelimesi, kalıp olarak hangi kipe sokulursa sokulsun temiz, pak, mübarek, kutlu, saf, her türlü kusur, ayıp ve eksiklikten uzak ve son derece münezzeh anlamlarına gelir.

Peygamber (s.a.v)‟in şu hadisinde de bu kelime aynı anlamda kullanılmaktadır.

“Zayıf kimsenin hakkının güçlülerden alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (olunmasın)” Yani Allah o ümmeti arındırmaz veya arındırmasın demektir.

Araplar kendisinden abdest alınıp temizlenilen çukur, kova gibi şeylere “Kades” ismini verirler. Temizlik için su konan su dolabına da “Kâdus” derler.

Hem, hata, gaflet, şaibe ve günah işlemekten uzak olduğu için hem de insanların manevi açıdan temizlenmesini sağlayan ilâhi vahyi getirmesinden dolayı Cebrail‟e “Rûhu‟l-Kudus” denir.

Hz. Musa‟ ya vahiy gelen temiz ve mukaddes kılınmış Tuvâ vadisine “el-Vâdi‟l-Mukaddes” denir.

Filistin topraklarına da temiz ve kutsal kılınmasından dolayı “el-Ardu‟l-Mukaddese” denir.

Kudus‟deki Mescid-i Aksâ‟ya “Beytu‟l-Makdis” adının veriliş sebebi, içi günahlardan takdis olunan yani günahlardan arınılan yer olduğundan dolayıdır.

Meleklerin “Seni takdis edip dururken” demelerinin anlamı: “Seni tazim eder, şanını yüceltir, senin zikrini müşriklerin sana nispet ettikleri ve sana yakışmayan şeylerden arındırarak kulluk yaparız.” demektir.

Cennete pak ve temizliğinden dolayı  “Hazîratü‟l-Kuds” denir.



b- Kur‟an‟da Kuddûs isminin geçtiği ayetler:



Kuddûs ismi, Kur‟an‟da iki ayette marife (elif lamlı) olarak ve Melik isminden sonra zikredilmektedir. Kuddûs ismi Kur‟an‟da iki geçmekle beraber, uluhiyyetin en önemli vasıflarından birini gösterir.

1-Kuddus ismi Cuma suresinde şöyle zikredilmektedir:

“Göklerde ve yerde olan her şey Melik, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan Allah‟ı tesbih eder.” (Cuma 1)

Cuma suresinin ilk ayetleri Yahudilerin bazı ithamlarına cevap vermek için gelmiştir. Onlar peygamberliğin kendilerine verilmesini bekliyorlardı. Risâlet görevi Araplardan ve ümmî olan Hz. Muhammed (s.a.v)‟ e verilince bunu haset ettiler. Böylece örnek ve önder ümmet olma özelliği de kendilerinden alınmış oluyordu. Bundan dolayı Cebrail‟e kendilerine haksızlık yaptı iddiasıyla düşman oldular. Allah bunların asılsız bu iftiralarına cevap verirken yukarıdaki ayette geçen dört ismi zikreder.

Allah, Melik‟tir. Göklerde ve yerde tek söz sahibi O‟dur. Hiçbir kimse O‟nun peygamber gönderme yetkisine karışamaz ve müdahale edemez. İnsanlar ve toplumlar üzerinde yegane egemen ve hakim O‟dur. Peygamberlik görevini isteği kişilere verir.

“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onlar için seçim hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.” (Kasas 68)

“Bu, Allah'ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah, büyük lütuf sahibidir.”(Cuma 4)

Allah, Kuddûs‟tur. Yeryüzünün aciz ve zavallı krallarına ve yöneticilerine asla benzemez. O, kesinlikle hiçbir kimseye ve hiç bir topluma haksızlık yapmaz. O, her türlü eksiklik, kusur ve ayıptan uzaktır. O, Melik özelliğinde hiçbir kimseye muhtaç değildir. Gaflet, cehalet ve zulümden uzaktır. O‟nun katında ayrıcalıklı bir kişi ve toplum yoktur. O, dilediğini dilediği şekilde yaratır. Dilediği kimseye de nübüvvet görevini verir. O, dilediğini yapma hakkına sahiptir. Ayrıca yaptığından da hiçbir güç tarafından hesaba çekilemez. Her sözünde ve işinde bir bereket ve kutsallık vardır.

“Onlara bir ayet geldiği zaman, "Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız" derler. Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azap erişecektir.” (En‟am 124)

Allah, Azîz‟dir. Kimse O‟na karşı galip gelemez. O mutlak galiptir. O‟nun gücü karşısında herkes mahkûmdur. O, hem izzet ve şeref sahibidir hem de izzet ve şerefin kaynağıdır. Dilediğini aziz eder, dilediğini de zelil kılar. Çünkü mutlak egemenlik, hâkimiyet ve otorite O‟na aittir. Herkes O‟na muhtaçtır, ama O hiçbir kimseye muhtaç değildir.

“De ki: "Ey mutlak egemenlik (mülk) sahibi olan Allah'ım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu Sen, dilediğini yapmaya güç yetirensin.” ( Ali İmran,26)

Allah, Hakîmdir. Öncelikle her sözünde ve her işinde hikmet sahibidir. O‟nun hiçbir sözünde ve işinde abes ve saçmalık yoktur. O‟nun kural, yasa ve tercihlerinde hiçbir batıl yoktur.

Ayrıca Allah hükmetme yetkisine de sahiptir. Yaratma ve emretme yetkisi O‟na aittir. İnsanların hayatına dilediği gibi müdahale etme yetkisine sahiptir. Peygamberlik görevini dilediği kimseye verir. O, her hangi bir konuda karar verdiği zaman insanlara tercih ve muhayyerlik hakkı yoktur. O‟nun buyruğuna insanlar kalplerinde bir burukluk hissetmeden gönül huzuru içinde teslim olmadan mü‟min olamazlar.

Bütün bu açıklamalar Allah‟ın, Kuddûs isminin tefsiri mahiyetindedir. Bu ayette Allah‟ın Kuddûs ismi O‟nun peygamber gönderme ve insan hayatına karışma yetkisinin olduğunu ve bu konuda Allah‟ın her türlü haksızlık ve şaibeden uzak olduğunu gösterir.

2-Kuddûs ismi ikinci olarak Haşr suresinde Allah‟ın isimlerinin bir kısmının sıralandığı meşhur ayette geçmektedir:

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan, Allah'tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir.” (Haşr 23)

Bu isimlerin burada sıralanması ilk bakışta manevi bir hakikati resmetmeyi hedeflemektedir. Bu ayetlerde, mü‟minlerin sayı, zenginlik teçhizat bakımından zayıf olsalar da Allah‟ı hakkıyla tanıyıp O‟na karşı görev ve sorumluluklarının bilincinde oldukları sürece düşmanlarına karşı galip gelmelerinin mukadder olduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Çünkü surenin ilk ve son ayetlerinde belirtildiği gibi “Mutlak galip, izzet ve şerefin kaynağı (Azîz) ve hüküm ve hikmet sahibi (Hakîm) ancak O‟dur.”

Haşr suresinin sonundaki ayetler Allah‟ın gerçek ilâh oluşunu farklı açılardan ele almaktadır. Önce Allah‟ın gerçek ilâh oluşu iki kez zikredilir. Sonra da ilahlığının farklı boyutları sıralanır. Rahmân ve Rahîm isimleriyle Allah‟ın rahmet ve merhamet özelliğine dikkat çekiliyor. Sonra da O‟nun hükümranlık ve egemenlik vasfı zikrediliyor. İnsanların yanlış anlamalarını önlemek için de Kuddûs ismi gündeme geliyor. Allah yeryüzünün zavallı melik ve krallarına benzemez. O kusursuzdur. İnsanlarda bulunan zaaf ve acizliklerden berîdir. Allah acizliğinden veya muhtaç olduğundan dolayı kullarına karşı merhametli değildir. Bu özellik O‟nun gerçek ilâh oluşunun en belirgin ifadesidir. O‟nun her türlü eksiklik ve tehlikelerden selamette olması ve kullarına barış, mutluluk, ve esenlik vermesi de gerçek ilâh oluşunun bir göstergesidir. Kullarına güvenlik ve emniyet vermek, onların eksikliklerini giderip, kalplerini bütünleştirmesi de O‟nun gerçek ilâhlığını ifade eder.

Allah aynı zamanda kullarını görüp gözetir. Asla karşı çıkılıp, mağlup edilemez. Kendine gerçek anlamda kulluk yapanlara izzet, şeref ve onur verir. İnsanlar istemese de O‟nun bazı kurallarına teslim olmak zorundadırlar. O, dilediği şeyleri zorla da olsa yaptırma yetkisine sahiptir. O, büyüklenme yetkisine sahiptir.

Allah‟ın bütün bu yetkileri yaratıcı, kusursuz var edici ve şekil, suret verici olmasından kaynaklanmaktadır. Yaratma ve emretme O‟na aittir. Yaratan daha iyi bilmez mi? Yeryüzünün sahte ilâhlarında bu özellikler kesinlikle bir arada bulunmaz.

Allah‟ın isimlerinin bir kısmının bu surenin sonunda sıralanması mü‟minlerin imanlarını artırmakta. O‟na olan güven ve saygılarını yenilenmekte. Kalplere huzur ve yakîn duygusu dolmakta. Allah‟la olan ilişkiler yeniden gözden geçirilmektedir.



c-Kuddûs isminin anlamları:



Kuddûs; her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmayandır.

Kuddûs; hiçbir leke kabul etmeyen ve her türlü ayıptan tertemiz olandır.

Kuddûs; bütün kemal sıfatları taşıyan ve bütün üstün ve mükemmellikleriyle övgüye layık olandır.

Kuddûs; her türlü kötülük, çirkinlik, eksiklikten berî, yaratıklardan herhangi birine benzemekten, kemaline aykırı her şeyden uzaktır.

Kuddûs; idrak edilmekten ve kendisine ulaşılmaktan uzaktır.

Kuddûs; herhangi bir denk, rakip, eş ve alternatife sahip olmaktan üstün ve büyüktür.

Kuddûs; en mükemmel, en muazzam ve en kapsamlı olan sıfatlarından herhangi bir sıfatın eksikliğinden münezzehtir.

Kuddûs; akılların kuşattığı, hayallerin tasavvur ettiği ve bütün fikirlerin etrafında dönüp dolaştığı her şeyden münezzehtir.

Kuddûs; yok olmayı ifade eden her durumdan berîdir.

Kuddûs; celâl, cemâl ve kemâl sıfatlarına layıktır.

Kuddûs; insanların çoğunun kemal ve üstünlük olarak kabul ettikleri her türlü vasıftan uzaktır. Çünkü onlar kendi sınırlı özelliklerine göre değerlendirirler.

Kuddûs; sonradan yaratılmışlara benzemekten uzaktır. (Muhalefetün li‟l-havâdis) Kuddûs; faziletleri ve güzel vasıfları sebebiyle daima övülendir.

Kuddûs; gayet mukaddes, her şaibeden münezzeh, her vasfında ekmel, tahdid ve tasvire sığmaz.

Bütün bu tanımlardan öğrendiğimize göre Allah‟ın Kuddûs isminin iki boyutu vardır:

1-Allah, insanlarda bulunan kin, nefret, düşmanlık, zulüm, haksızlık, cehalet, gaflet, uyku, uyuklama, zaman ve mekan hudutlarıyla sınırlı olmak gibi bütün noksanlık ve acizlik ifade eden özelliklerden uzaktır.

2-Allah, insanların mükemmellik zannettikleri her türlü geçici, göreceli, beşerî ve izâfî üstünlüklerden uzaktır.

Allah yerde ve göklerde, uzayın ve toprağın derinliklerinde olan her şeyin tek yaratıcısıdır. Gördüğümüz ve bildiğimiz her yerde bulunan düzen ve istikrar tamamen Allah‟a aittir.

“Şüphesiz Allah gökleri ve yeri yörüngelerinden sapmamaları için tutar. Eğer onların nizamı bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Muhakkak ki O Halîmdir, bağışlayandır.” (Fatır 41)

Ama insanoğlu hem bedeni hem de ruhi yönden son derece eksiklik ve acziyet içerisindedir. İnsanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için ruhlarına ve bedenlerine özen göstermek, ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Uykusuz ve susuz asla duramazlar. Allah‟ın lutfu ve rahmeti olmadan bir an bile yaşayamazlar. Hem varolmak için hem de yaşamak için O‟na muhtaçtırlar.

“Allah ki O‟ndan başka gerçek ilah yoktur. Her zaman diridir. Bütün varlıklar, var olabilmek için O‟na muhtaçtır. Ne uyuklama tutar O‟nu, ne de uyku. Yerde ve göklerde ne varsa O‟nundur. O‟nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir. Oysa O, dilemedikçe insanlar O‟nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar. O‟nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar. Ve onların korunup desteklenmesi O‟na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan O‟dur.” (Bakara 255)

Allah hem kendisi temizdir, hem de yarattıklarını temizlemek ister. Kullarının kalplerini Kur‟an‟ın rahmet damlaları ile temizler. Allah, peygamberinin ev halkını ve Meryem‟i çirkinliklerden temizlediği gibi bizleri de tertemiz yapmak ister. Zekat ve sadaka vermeyi emrederek bizim mallarımızı temizler. Gusül ve namaz abdesti ile de manevi kirlerden temizler. Tevbe eden ve temizlenenleri sever.

Bizim kirlettiğimiz yeryüzünü ve gökyüzünü yağmurlarla yıkar, güneşle kurutur. Kirlenen suları buhara dönüştürür, havada temizleyip yeniden tertemiz yağmur olarak indirir.



d-Kuddûs isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:




1-Öncelikle Allah‟ı Kur‟an‟da anlatıldığı şekilde tanımak zorundayız. İçinde yaşadığımız toplumda farklı farklı Allah anlayışları mevcuttur. İnsanlar Kur‟an‟ı okumadan, Allah‟ın isimlerini öğrenmeden O‟nu tanıdıklarını, O‟nu sevdiklerini ve O‟na kulluk yaptıklarını iddia ediyorlar. Kur‟an indiği toplumdaki insanları “Onlar Allah‟ı hakkıyla tanıyamadılar.” (En‟am 91) gerçeğiyle uyarıyordu.

Takdis, Allah‟ı en güzel vasıflarıyla tanımaktır. Tesbih ise O‟nu her türlü eksiklikten uzak tutmaktır. Takdis ve tesbihin birleşiminden tevhid inancı ortaya çıkar. Eğer bu iki unsurdan biri eksik olursa tevhid inancı da eksik demektir. Kur‟an‟da melekler bu konuda bize örnek olarak gösterilmektedir.

“Halbuki biz seni hamdin ile tesbih ve takdis ediyoruz.” ( Bakara 30)

Tesbih ve takdis, Kelime-i Tevhid‟in özetidir. Önce “Lâ ilâhe” diyerek bütün ilahlık iddiasında bulunanları reddediyoruz, yani tesbih ediyoruz. Daha sonra da “illallah” kısmını ilave ederek Allah‟ın gerçek ilah olduğunu vurguluyoruz. Böylece takdis görevimizi de özlü bir şekilde yerine getirmiş oluyoruz. Allah‟ı hakkıyla tesbih ve takdis edebilmek büyük bir nimettir. Bu nimeti bize bahşettiği için Rabbimize hamdetmemiz gerekir.

Kur‟an‟ın üçte birine eşit olan İhlâs suresi de tesbih ve takdisin açılımı şeklindedir.

“Deki: O Allah bir tektir. O hiçbir kimseye muhtaç olmayan ama herkesin kendisine muhtaç olduğu Samed‟dir.”

Bu bölüm Allah‟ı takdis kısmıdır. Kur‟an, Rabbimizin ne olduğunu ve özelliklerini açıklıyor. O‟nun azamet ve kibriya sahibi olduğunu belirtiyor. Yaratıklara hiçbir konuda muhtaç olmadığını ve onlara hiçbir şekilde benzemediğini zikrediyor.

“O doğurmadı ve doğrulmadı. O‟nun hiçbir eşi, dengi, benzeri ve alternatifi yoktur.” Bu bölüm ise tesbih bölümüdür. Allah her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih ediliyor. O‟nun ne olmadığı vurgulanıyor.

Peygamberimiz (s.a.v)‟in henüz yeni konuşmaya başlayan çocuklara öğrettiği şu iki ayet de, tevhid inancını en özlü bir şekilde anlatmaktadır:

“O Allah, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyendir.” (Furkan 2)

"Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, aczinden dolayı bir dosta ihtiyaç duymayan Allah'a hamdolsun de ve gerektiği şekilde onu büyükle." (İsra 111)

Bu ayetlerde de tesbih ve takdis iç içe olarak karşımıza çıkmaktadır.

Allah‟a iman tesbih ve takdis ile beraber olmalıdır. Aksi halde iman tam olarak gerçekleşmiş olmaz. Bugün Allah‟a iman ettiğini iddia edenler bazı insanlar O‟na ait bazı özellikleri bazı şahıs, kurum ve kuruluşlara yakıştırmaktadırlar. Allah‟ın hâkimiyet, razzâk, alîm ve egemenlik gibi bazı sıfatını başkalarına da isnat etmektedirler. O‟ndan başkalarından medet umup yardım istemektedirler. Bütün bu durumlar tevhit inancı ile taban tabana çelişmektedir.

Bugün Allah‟ı hayatlarının sadece belirli bölümlerine karıştırıp diğer alanlarda O‟ndan başkasının sözünü dinleyenlerin tevhid inancında problem vardır. Allah‟ın egemenliğini göklere hasredip, yeryüzünde O‟ndan başka mutlak hükümranlar kabul edenler de Allah‟ı hakkıyla tanımamaktadırlar. Camide ve Ramazan ayında Allah‟ı hatırlayan sonra da O‟nu hayatlarından soyutlayanlar Allah inançlarını yeniden gözden geçirmek durumundadırlar.

2-Kutsallık ve mukaddeslik vahiy ile alakalıdır. Vahiy getiren meleğe, vahyin indiği şehre ve vadiye Allah kutsallık izafe etmektedir. Vahiy ile alakası olmayan şeyler kutsal olarak nitelendirilemez. Kutsal ve mukaddes kelimelerini gelişigüzel bir şekilde herkese ve her şeye kullanamayız. Allah‟ın vahyinin hâkim olduğu toprak parçaları kutsaldır. Vahyin yüklediği görevler ve hizmetler de kutsaldır. Vahyin gündemde tutulduğu makam ve mevkiler de kutsaldır.

Mübarek ve bereket kelimeleri de vahiyle alakalıdır. İslam‟ın bu önemli kavramlarını rastgele bir şekilde kullanmamalıyız. Allah‟ın onayı olmayan hususları mübarek ve bereket kelimeleriyle ifade etmemeliyiz. Hayatını vahye göre düzenlemeyen şahısları mübarek olarak isimlendirmemeliyiz. Örneğin; İslam‟a uygun olmayan bir elbiseye, alışverişe, düğüne ve toplantıya “Mübarek olsun” temennisinde bulunmamalıyız.

3-Kuddûs ismi, paklık ve temizlik ifade eder. Biz de hayatımızı, fikirlerimizi, inancımızı ve ibadetlerimizi her türlü kirden ve necasetten temizlememiz gerekir. Kur‟an, kendini arındıran kimselerin kurtuluşa ulaşacaklarını müjdelemektedir.

“Her kim kendini (benliğini) arındırırsa kesinlikle mutluluğa erişecektir.” (Şems 9)

Kur‟an daha ilk gelen mesajlarında Hz. Peygambere (s.a.v) ve bizlere bedenimizi, kişiliğimizi, kalbimizi, ruhî durumumuzu ve davranış tarzımızı temizlememizi emretmektedir. Ayrıca her türlü cahiliye düşüncelerinden ve hayat tarzından da uzaklaşmayı emretmektedir.

“Elbiseni temiz tut, ve bütün pisliklerden kaçın.” (Müddessir 4-5)

Bu ayette geçen “siyâb” kelimesi hem elbise anlamına, hem de beden, kişilik, benlik, kalp, çevre, ruhî durum ve davranış biçimi anlamlarına da gelir. Kalbi ve davranışları temiz olmayanların kullukları da temiz olmaz. Allah ibadetteki temizlikten önce inanç ve düşüncedeki temizliğe itibar eder.

Allah günahlarından ve hatalarından kurtulmak isteyenleri ve düşüncelerini temizleyenleri sever.

“Doğrusu Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever.” (Bakara 222)

Allah müşrikleri fikir ve düşüncelerinden dolayı necis olarak nitelendirmiştir. Bu tür necis insanlardan uzak durmamızı da emretmektedir.

“Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan uygun şekilde uzaklaş.” (Müzzemmil 10)

4-İbadetlerimizin de temiz olması gerekir. Allah şirk ve riyadan uzak olmayan ibadetleri katına yükseltmez.

“Oysa kendilerine yalnızca Allah‟a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O‟na iman ederek batıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve kendilerini arındıracak harcamada bulunmaları emrolunmuştu. İşte bu doğruluğu kesin bir dindir.” (Beyyine 5)

Allah kendisine yapılmayan ibadeti kabul etmez. Şirke bulanmış bir ibadet şeklini de kendisine yapılmış olarak değerlendirmez. İbadet ve itaatlarımızı hem sadece Allah için, O dedi diye yapacağız, hem de O‟nun istediği şekil ve modelde yapma gayreti içerisinde olacağız. “Kulluk yap da nasıl yaparsan yap” mantığı içerisinde olmamalıyız. İbadet hayatımızı her türlü fikri ve ameli bid‟at ve hurafelerden arındırmalıyız. Bu dini Allah göndermiştir. O halde bu din O‟nun istediği ve şerefli elçisinin hayatında uyguladığı şekilde yaşanmalıdır. Bunun gerçekleşmesi için Kur‟an‟ı anlayarak ve ayetler üzerinde düşünerek okumalıyız. Hz. Peygamberin ibadet ve kulluk hayatını O‟nun hadislerinden öğrenmeliyiz.

“ Muhakkak ki Allah temizdir. Ancak temiz olanları kabul eder.”

5-Allah temiz ve hoş bir hayat yaşayanları cennette esenlik ve hoş bir karşılama ile karşılayacaktır. Şehvetlerin esiri, kulu kölesi olmaktan uzak bir hayat yaşayanlar cennette her türlü sıkıntıdan uzak ebedi bir hayat yaşayacaklardır.

“Rablerine karşı takvalı olanlar da bölük bölük cennete gönderileceklerdir. Oraya vardıklarında kapılarının ardına kadar açık olduğunu göreceklerdir. Muhafızlar onlara “ Selam sizlere! Hoş geldiniz! İşte buyurun, içinde temelli kalacağınız bu cennete girin” diyeceklerdir.” ( Zümer 73)

“Oranın neresine baksan, nimet ve büyük bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir.” (İnsan 20-21)

“İnanıp yararlı iş işleyenleri içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.” ( Nisa 57)

6-Bizden önceki toplumlar, Allah‟ın tertemiz sayfalarına ve onları okuyan peygamberlere uydukları için bulundukları kötü durumu değiştirdiler. Allah da onların iyi ve güzel yöndeki değişimlerine yardım etti. Bizler de Kur‟an‟ın tertemiz sayfalarını okur, hayatımızı onlara göre düzenlersek Rabbimiz bizim de, fert ve toplum olarak hoşnut olacağı şekilde değişmemize ve düzelmemize yardım edecektir. Düşmanlarımıza karşı bizim yâr ve yardımcımız olacaktır. Bu dünyada izzet ve şeref içinde bir hayat sürmemiz konusunda bizim dostumuz olacaktır. Tertemiz cennetlere girip orada tertemiz eşlere sahip olmamız ve hoş içeceklerden içmemiz ancak Kur‟an‟ın arınmış sayfalarını hayatımızın her bölümünde rehber edinmemiz ile mümkün olacaktır.

“Kitap ehlinden ve ortak koşanlardan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri okuyan, Allah katından bir Peygamber gelene kadar dinlerinden vazgeçecek değillerdi.” (Beyyine 1,2,3)

“O, kutsal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir.” (Abese 13-14)

7-Allah‟ın bizim şahsiyetimizi arındırması için mazlumların haklarını savunmamız gerekir. Zalimin zulmüne razı olmamalıyız. Zulme razı olmak veya zulmün karşısında seyirci olarak kalmak insan şahsiyetini ve onurunu bozar. Zalimin kim olduğuna ve zulmün çeşidine itibar etmeden karşı koymak zorundayız. Mazlumun da kimliğine bakmadan yardımcısı olmalıyız. Peygamberimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

“Zayıf kimsenin hakkının güçlülerden alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (olunmasın)” Yani Allah o ümmeti arındırmaz veya arındırmasın demektir.


e- Peygamberimizin Kuddûs ismi ile yaptığı dualar:



1- Peygamberimiz (s.a.v), vitir namazını A‟lâ, Kâfirûn ve  İhlas sureleri ile kılardı.

Selam verdiği zaman ise üç defa, üçüncüsünde sesini yükselterek şöyle derdi:

“Melik ve Kuddûs olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.”

2-Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Her sabah Allah‟ın bazı görevli melekleri; “Ey Yaratıklar! Melik ve Kuddûs olan Allah‟ı tesbih edin” diye seslenirler.” 

3-Başka bir rivayette de şöyle geçmektedir:

“Allah her sabah “ Melik ve Kuddus olan Allah her türlü eksiklikten uzaktır” diye seslenen iki melek görevlendirir.”

4-Allah Rasulü ( s.a.v) rukûda: “ 

 “Melik ve Kuddûs, meleklerin ve Cebrail‟in Rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.” şeklinde tesbih yapardı.

5- Peygamber (s.a.v)‟e bir adam vahşi hayvanlardan şikayette bulundu. O da adama şöyle dua etmesini tavsiye etti:

“Melik ve Kuddûs, meleklerin ve Cebrail‟in Rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.” 

6-Hz.Aişe ( r.a) Peygamber ( s.a.v) in gece namaz için kalktığında okuduğu dua ve zikirleri şöyle rivayet eder. Gece kalkınca onar kez “Allahu Ekber”, “Elhamdu lillâh”, “Sübhânallahi ve bihamdihi”, “Sübhânallahi‟l-Meliki‟l-Kuddûs”, “ Estağfirullah” ve “ Lâ ilâhe illallah” der, sonra da on kez şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Dünyadaki ve kıyamet günündeki sıkıntılardan Sana sığınırım.”  



Dr. Ramazan SÖNMEZ

AH, ŞU RADYO OLMASAYDI!


İhtilal Yapmadan Duramayan Albay 22 Şubat 1962 - 21 Mayıs 1963, Ankara



27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren cuntanın ilk örgütleyicilerinden olan Kurmay Albay Talat Aydemir tam bu tarihte Kore'deki Türk birliğinde görevli olduğu için fazla ön plana çıkamamış dolayısıyla Milli Birlik Komitesi (MBK) içinde yer alamamıştı. Ancak MBK üyelerinin birçoğu yakın arkadaşıydı ve darbeden üç ay kadar sonra Türkiye'ye döndüğünde Ankara'daki Harp Okulu Komutanlığı'na atanarak kritik bir göreve getirilmişti.


Harbiyeliler cunta içi iktidar mücadelelerinde ve yeni darbe girişimlerinde son derece önemli bir güçtüler. Böylesi bir kritik mevziyi elinde bulunduran Aydemir, bu güce dayanarak daha sonra iki kez darbe yapmaya kalkışacak ancak ikisinde de başarılı olamayacaktı.


22 Şubat 1962'deki ilk girişiminde affedilen ve emekliye sevk edilen Aydemir, 21 Mayıs 1963'te ikinci bir kez daha darbe yapmaya kalkışacak yine başarılı olamayınca yargılanarak idam edilecekti. İhtilal yapmadan duramayan albay en sonunda darağacında can verecekti.


Kendisini "Kemalist" olarak tanımlayan Talat Aydemir'in siyasi görüşleri o yılların dünyasında Türkiye gibi ülkelerde yaygınca görülen "üçüncü dünya solculuğu"na yakındır. İttihat ve Terakki'ye kadar uzatılabilecek bir askeri-siyasi geleneğin 1960'lı yıllarda ortaya çıkan bir karikatürü gibidir.


Darbe yapmaya kalkıştıklarında askeri harekat sırasında belirledikleri parolanın "Halaskar", işaretinin ise "Fedailer" olması bu hırslı albay ve arkadaşlarının tarihsel bağlantıları ve siyasi tutumları konusunda bir fikir verebilir. Memleketi kurtarmak için son derece azimlidirler ve kötü politikacıları kovalayarak kendileri iktidar olurlarsa çok iyi işler yapacaklardır! Gerçekten siyasi programları da, felsefeleri de bundan ibarettir!


Tabii ki bu kadroyu harekete geçiren siyasal ve toplumsal bir arka plan vardır, ama onların anlayamadığı ve anlamak için hiç uğraşmayacakları da tam bu sınıfsal temeldir. 27 Mayıs'ın nasıl olduğunu ve ne kadar kolay gerçekleştiğini bildiklerine inandıkları için kendi girişimlerinin de başarılı olacağına emindirler. Aslında sahip oldukları silahlı kuvvet ve örgütlenme itibariyle iktidarı ele almaları mümkündür de, ama bunu yapmış olsalar bile sonrasında bir şansları, yaptıkları işin toplumsal bir karşılığı yoktur, olmayacaktır.


Zaten onları başarısızlığa mahkum eden ve sonuçta idam sehpasına götüren de bu toplumsal gerçeklikten başka bir şey değildir. 27 Mayıs'tan sonra MBK içinde duruma egemen olabilseler, belki bir süre için Türkiye'yi bir tür "üçüncü dünya solculuğu" çerçevesinde yönetmeyi deneyebilirlerdi. Ama o dönemin Soğuk Savaş koşullarında Türkiye gibi bir ülkede buna ne kadar izin verilebileceği de ayrı bir konudur.


27 Mayıs darbesi Demokrat Parti iktidarını tasfiye ettikten sonra yeni bir Anayasa ve seçim yasası çerçevesindeki düzenlemelerle rejimi yeniden oluşturmaya yöneldiğinde aslında hareketin içinde de ayrılıklar baş göstermeye başlayacaktı.


13 Kasım 1960'da MBK'dan 14 kişinin tasfiyesi ile orduda faaliyet halindeki cuntalar içinde ayrılıklar ve mücadele sona ermiş olmuyordu. Nitekim 14'lerin tasfiyesine onay veren Aydemir başta olmak üzere, birçok etkili subay ve çeşitli cuntalar düzenin geri dönüş hazırlıklarından memnun değildi ve 27 Mayıs'ın boşuna yapılmış olduğunu düşünmeye başlamışlardı. "Bu çocuk sakat doğdu!" sözleri adeta bir parola gibi ağızdan ağıza yayılıyor ve ordu içinde yeni ilişkiler ve örgütlenmeler uç veriyordu.


Sonuçta MBK'ya da alternatif niteliğinde veya onun üzerinde baskı kurmak amacıyla "Silahlı Kuvvetler Birliği" (SKB) adı altında yeni bir cunta oluştu. Bazı MBK üyelerinin de içinde yer aldığı bu cunta olan-bitenden memnun değildi ve Cemal Gürsel-İsmet İnönü ikilisinin denetiminde ilerleyen sürece ve bu ikilinin emrinde hareket eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay'a karşıydılar.


Seçimlerin yapıldığı 15 Ekim 1961'den bir hafta sonra, 21 Ekim 1961'de İstanbul'da Harp Akademilerinde toplanan SKB yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmadan önce müdahale etmeye ve "İktidarı milletin hakiki ve ehliyetli temsilcilerine tevdi etmeye" karar verdi. Ve bu kararın uygulanmasını "hiçbir şekilde 25 Ekim sonrasına tehir etmemeye" yemin etti.


Ancak gelişmeleri izleyen ordunun yüksek kademesi duruma el koyacak ve 23 Ekim'de yapılan bir toplantı ile SKB'nin harekete geçmesini engelleyeceklerdi. Bununla birlikte cuntalar ve arkalarındaki güçler olduğu gibi duruyordu. Bazı subayların, özellikle de generallerin harekete geçmemeleri konusunda ikna edilmiş olmaları darbe girişiminin ertelenmesini sağlamaktan öte bir şey değildi.


Nitekim Meclis açılmış ve İnönü'nün başkanlığında bir koalisyon kurulmuş olmasına karşın ordu içindeki durumda önemli bir değişiklik yoktu ve bütün gelişmeler yeni bir darbeye doğru ilerliyordu. Meclisteki partilerin bir araya gelerek 27 Mayıs'a sahip çıkan ve parlamenter düzeni savunan açıklamalar yapmaları da darbe hazırlıkları içindeki cuntalar açısından bir şey ifade etmiyor, caydırıcı bir etki yaratmıyordu.


SKB 9 Şubat 1962'de tekrar bir protokol imzalayarak müdahale konusundaki kararlılığını ifade edecek, ancak ordunun yüksek komuta kademesi de yeniden inisiyatif üstlenecek ve 18 Şubat'ta yapılan geniş katılımlı bir toplantıyla SKB'nin yönetime el koymasını bir kez daha engelleyecektir.


Darbeyi ordunun hiyerarşik düzeni içinde, emir-komuta zincirine uygun olarak yapmak için uğraşan SKB cuntasında Talat Aydemir ve arkadaşları ikinci kez yarı yolda bırakılınca artık kendi başlarına harekete geçmeye karar verecekler ve 21 Şubat'ı 22 Şubat'a bağlayan gece düğmeye basacaklardır.


Aydemir ve arkadaşlarının hareketlerini yakından izleyen hükümet ve Genel Kurmay darbecilerin önde gelenlerini tutuklamaya karar verince, başta Harp Okulu olmak üzere Ankara'daki çeşitli birliklere alarm verilerek harekat başlatılmış oldu. Aslında Ankara'daki askeri birlikler açısından Talat Aydemir

daha güçlüydü. Ankara çevresinden gelen birlikler bile emrine giriyorlardı. Ve en önemlisi Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı da darbecilerin safına geçmişti.


Alay komutanını enterne eden Binbaşı Fethi Gürcan Çankaya Köşkü'nde toplantı halinde bulunan Başbakan İsmet İnönü ve kuvvet komutanlarını tutuklamak için Harp Okulu'nda bulunan Talat Aydemir'e telefon edecek, ancak ihtilalci albay buna karşı çıkacaktı. O andan itibaren de "ihtilal" tuhaf bir oyuna dönüşecek ve bir anlamı kalmayacaktı. "İhtilalle oyun oynanmaz" sözü Aydemir'in de kaderini belirleyecek ve eline geçen fırsatı kullanmayan albay hükümetle pazarlık yaparak eylemini durduracaktı.


Başbakan İsmet İnönü kan dökülmemiş olduğu gerekçesiyle 22 Şubat olayına karışanlara ceza verilmeyeceğine yazılı olarak söz verecek ve böylece bir darbe girişimi daha bastırılmış olacaktı. Askeri açıdan duruma egemen olmalarına rağmen darbeciler kalkıştıkları işin mantığına uygun davranmaya cesaret edememiş ve sonuna kadar gidememişlerdi.


Olay bastırıldıktan sonra inisiyatifi ele alan hükümet verilen sözlere rağmen Talat Aydemir ve üç albayı birkaç günlüğüne gözaltına alacak ve ardından da emekliye sevk edecekti. Daha sonraki emekli işlemleriyle birlikte 22 Şubat olayına karışan 69 subay ve 4 astsubayın orduyla ilişkisi kesilecekti.


Oysa bazı generaller de dahil olmak üzere, SKB ile ilişkide olan ve darbe girişiminde yer almaya söz veren subay sayısı çok daha fazlaydı ama önemli bir bölümü son anda taraf değiştirmiş veya ortada gözükmemişti. İstanbul grubu ise hiç harekete geçmemişti.


Kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını ve aldatıldıklarını gören Talat Aydemir emekliye sevk edildiği gün evine geldiğinde eşine şöyle diyordu: "Şadan, ilk önce şu şerefli elbisemi çıkarayım. Bu iş bitmedi, bir gün gelecek muvaffak olacağım. Üzülme, istesem en kısa zamanda hallederim."


Gerçekten de iş bitmemişti. Aydemir cuntası daha da bir hırsla yeni bir darbeye hazırlanmaya başladı. Bu arada yurtdışına sürgüne gönderilen 14'ler de yavaş yavaş dönüyor ve onlarla da ilişkiler kuruluyordu. Ancak 14'ler durumu daha iyi kavramışlar, darbe yolundan yürümenin mümkün olmadığını, bir siyasi partiyle iktidar mücadelesi vermek gerektiğini düşünmeye başlamışlardı.


Aslında bu konuda da aralarında bir fikir birliği yoktu ve ancak Alpaslan Türkeş bu doğrultuda ilerlemeyi başaracak, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni ele geçirerek bu partiyi MHP'ye dönüştürecekti.


Böylece ordu içinde yeniden hız kazanan örgütlenme yine daha çok alt kademelerde taraftar bularak yayılmaya başladı. Bu arada Talat Aydemir 22 Şubat konusunda verdiği bir demeç nedeniyle Temmuz 1962'de dokuz günlüğüne tutuklanarak serbest bırakılacak ama bu olay Harbiyeliler ve genç subaylar üzerindeki etkisini artırmaktan başka bir sonuç getirmeyecekti. Oturduğu evin önünden gruplar halinde geçen Harbiyeliler balkona çıkan emekli albayı selamlayarak gösteri yapıyorlardı.


1963 yılı başından itibaren "27 Mayıs'ı devam ettirmeye" kararlı cuntalar ve subaylar arasındaki görüşmeler sıklaşmaya başladı. "Lale Apartmanı Toplantısı", "Söğütözü Toplantısı", "Dikmen Toplantısı" gibi toplantılarla saflar ve görüşler netleşiyor, harekat tarzları belirleniyordu. "Herkes benim liderliğimi kabul etsin" diyen Türkeş başta olmak üzere 14'lerle Aydemir cuntasının yolları ayrılacaktı.


Mayıs ayında yeniden darbe yapmaya karar veren ihtiraslı albay ve arkadaşları da hükümet ve ordu tarafından adım adım izleniyordu. Ama yine de başta Ankara olmak üzere bazı önemli askeri birliklerde örgütlenmişlerdi. Ordu içindeki tepki Erzurum'da genç subayların Başbakan İnönü'ye arkalarını dönerek yaptıkları protesto ile kendisini ortaya koymuştu.


Bu huzursuzluğu arkasına alan Talat Aydemir ve arkadaşları 20 Mayıs'ı 21 Mayıs'a bağlayan gece bir kez daha harekete geçeceklerdi. Yine ayaklanmanın karargahı ve asıl gücü Harp Okulu idi ve başta tank taburu olmak üzere Ankara'daki kimi birlikler de harekete destek veriyorlardı. Aydemir de dahil olmak üzere emekliye sevk edilmiş 22 Şubatçılar üniformalarını giyerek Harp Okulu'nda toplandılar ve harekete geçtiler.


İlk hedef Ankara radyosu idi, hazırlanan ihtilal bildirisi saat tam 24'de radyodan okunmaya başladığında "Tamam, bu kez başardık" diye darbeciler birbirlerine sarılacaklardı. Ancak durumu yakından izleyen hükümet ve ordunun yüksek komuta kademesi bu kez daha hazırlıklı ve hatta darbenin yapılacağından haberliydi. Daha sonraki mahkeme sürecinde kendisinin de itiraf ettiği gibi Alpaslan Türkeş, Aydemir ve arkadaşlarını ihbar etmişti.


Kısa bir süre sonra Ankara radyosu el değiştirecek ve 28. Tümen Kurmay Başkanı Yarbay Ali Elverdi, hükümetin duruma egemen olduğunu, ordunun da hükümetin emrinde olduğunu ve biraz önce okunan bildirinin üç-beş çapulcunun ve maceracının bir girişimi olduğunu belirten bir konuşma yapacaktı. Aydemir ve arkadaşları şaşkınlık içindeydiler.


Radyo marşlar çalıyor ve zaman zaman Ali Elverdi konuşuyordu. Hemen Ankara radyosuna bir grup Harbiyeli gönderildi ve Ali Elverdi tutuklanarak Harp Okulu'na getirildi. Harbiyelilerin öldürmeye kalkıştıkları Elverdi'nin hayatını Aydemir kurtaracaktı.


Radyo tekrar darbecilerin eline geçmiş, "Büyük Türk Milletine", "Türk Silahlı Kuvvetleri İhtilal Genel Karargahı" adına Talat Aydemir imzalı bildiriler okunuyor, "Büyük Türk Milleti, hiçbir şahıs, zümre ve parti adına hareket etmeyen yalnız milletine karşı borçlu olduğu vazifesini yapan senin Silahlı Kuvvetlerinin zaman zaman yayınlayacağı bildirileri tam bir vakar, huzur ve güvenlik içinde bekle, halaskar fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedir" deniyordu.


Ama hükümet kuvvetleri duruma bir kez daha teknik olarak müdahale ettiler ve Ankara radyosunun yayınını keserek, susturdular. Ardından hava kuvvetlerinin bulunduğu Etimesgut'tan yayın başladı. Bu kez konuşan Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'dı. Sunay şöyle diyordu: "Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin emrindedir. Kara, deniz, hava ve jandarma komutanlıkları hükümeti desteklemektedir. Talat'ın 3-5 adamı hüsrana uğrayacaktır. Maceraperestler muvaffak olamayacaklardır ve cezalarını göreceklerdir. Bunlar toplanmaktadırlar."


Genelkurmay Başkanının bu konuşmasıyla birlikte hükümet yavaş yavaş duruma egemen olacaktı. Ordunun hiyerarşisi içinde bir harekete yatkın olan birlikler yüksek komuta kademesinin tavrını öğrenince çözülmeye başlayacaklardı. Oysa Sunay'ın konuşmasına kadar hükümetin emrinde doğru dürüst bir askeri birlik yoktu. Hükümet savaşı radyo ile kazanıyordu.


Daha sonraki anılarında Talat Aydemir de bu durumu kabullenecek ve şöyle yazacaktı: "Sunay'ın konuşmasından itibaren subaylarda, kıta kumandanlarında bir çözülme başladı. Halbuki karşımızda hiçbir kıta yoktu. Subaylar tankları, bölükleri bırakıp kaçmasaydı hiçbir şey olmayacaktı. Tek bir radyonun bu kadar tesirli bir silah olduğunu o zaman anladım. Mağlubiyetimizin tek sebebi radyodur."


Bu arada Ankara'da meydana gelen bazı küçük çatışmalarda ölenler ve yaralananlar olacak, Ankara'nın üzerinde iki tarafın da jetleri uçarak karşı tarafın bilinen mevzilerine makineli tüfek ateşi bile yapacaktı. Bu kez kan da dökülmüş, 22 Şubat'tan daha kararlı davranılmış ama yine başarılı olunamamıştı.


Sabah Harp Okulu'ndan ayrılan Talat Aydemir ailesinin kalmakta olduğu bir arkadaşının evine giderek vedalaşacak ve daha sonra subaylara değil polise teslim olacaktı. Silah arkadaşlarına teslim olursa kendisini hemen öldüreceklerine inanıyordu.


Bir yıl kadar süren mahkeme sonucunda ihtilal yapamadan duramayan ama bir türlü de başaramayan emekli albay ve üç arkadaşı idama mahkum edilirken, diğer yüzlerce subay ve Harp Okulu öğrencisi de çeşitli cezalara çarptırılacak ve ordudan atılacaklardı.


TBMM Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın cezalarını onaylarken diğer iki idam hükümlüsünün cezasını müebbede çevirdi. Gürcan 27 Haziran 1964'de idam edilirken, avukatının son anda yaptığı bir itiraz nedeniyle infazı bir hafta geciken Aydemir ise 5 Temmuz 1964'de hırsının ve aynı zamanda ideallerinin bedelini canıyla ödeyecekti.


27Mayıs da dahil olduğunda ihtilalle üç kez oynamıştı; ilkinde Türkiye'de olmadığı için elde edilen başarıdan payını alamamış, ikincisinde başarısız olmasına rağmen arkasındaki güçler dolayısıyla kellesini kurtarmış, ama üçüncüsünde baş koyduğu yolda başını vermişti.


İhtilal, kendisiyle bu kadar çok oynanmayacak kadar ciddi ve tehlikeli bir işti. Ve bir ihtilal, ancak toplumsal ve siyasal açıdan "şartlar tamam olunca" gerçekleşebilirdi!


Talat Aydemir ve arkadaşları ise tam da bu "şartlardan" habersizdiler!


Alıntıdır.

ANADOLU BEYLİKLERİ


Anadolu Selçuklu Sultanlığı yıkılmaya yüz tutarken Türkmen beyleri Batı Anadolu'da beylikler kurmaya başladılar. Kurulan beylikler şunlardır:


Karaman oğulları, Aydın oğulları, Saruhan beyliği, Menteşe beyliği, Karesi beyliği, Germiyan beyliği, Teke beyliği, Hamit beyliği, Candar oğulları, Eşref oğulları, Kadı Burhanettin beyliği, Pervane oğulları, Çoban oğulları, İsfendiyar oğulları, Ankara Ahiler Cumhuriyeti, Dulkadir oğulları, Ramazan oğulları, Akkoyunlular, Osmanlı beylikleri kurularak, Anadolu'nun birliği bozuldu.



Karaman Oğulları:


Karaman beyliğini kuran (Nure-sofu) beydir. 1250 den 1487 yılına kadar 237 yıl yaşamıştır. Bu beylik (Kapadokya, Likaonya, Kilikya) bölgesine kuruldu. Başkenti (Larende), sonra da Konya idi. Karamanlılar Selçuklular ve Osmanlılarla uğraşmışlardır. Bunları (İkinci Beyazıt) 1487 de ortadan kaldırmıştır.


Aydın Beyliği:


Bu beyliği Mehmet bey kurmuştur. Yerine Aydın bey geçmiştir. Bu devlet 1300 den 1425 tarihine kadar devam etmiştir. Aydın oğulları Ege bölgesinde kurulmuştur. İzmir merkezleri idi. En meşhur beyleri (Umur bey) ile (İsa bey) dir. İkinci Murat 1425 de bu devleti yıktı.



Saruhan Beyliği:


Selçukluların uç beylerinden Saruhan bey kurmuştur. Bu beylik (Lidyada) kurulup başkenti Manisa idi. 1300 den 1410 tarihine kadar devam etmiştir. Bu beyliği de 1410 da Çelebi Mehmet Osmanlı mülküne katmıştır.



Germiyan Beyliği:


Bu beyliği, Türkmenlerin (Avşar beyleri)nden Dündar ailesine mensup (Kerimüddin) Alişar bey kurmuştur. (Frikya) bölgesinde kurulup başkentleri Kütahya idi. 1260 dan 1428 tarihine kadar sürmüştür. En meşhur beyleri Yakub beydir. İkinci Murat zamanında Germiyan beyliği Osmanlılara geçti - 1428.



Karasi Beyliği:


Bu beyliği kuran Danışment oğullarına mensup Türkmen beylerinden Karasi beydir. Karasi beyliği (Mişya) bölgesinde kurulmuştur. Başkentleri Balıkesirdir. Bergama da onlarındı. 1303 den 1345 yılına kadar devam etmiştir. Bu beyliği de 1345 de Orhan Gazi aldı.  



Menteşe Beyliği:


Bu beyliği de Selçuk beylerinden Menteşe bey kurmuştur. Bu beylik (Karya) bölgesinde kurulup Başkentleri (Muğla) idi, toprakları Muğla, Milas, Tavas, Fethiye, Köyceğiz idi. Beylikleri 1330 dan 1426 ya kadar sürdü. İkinci Murat zamanında Osmanlılara katıldı.



Candar Oğulları:


Candar oğulları Oğuzların Kayı boyuna mensubdurlar. Bu beyliği kuran Candar Mehmet beydir. İlk başkentleri Eflani iken sonradan Kastamonu olmuştur. Osmanlılar bunlara (İsfendiyar oğulları) demişlerdir. 1291 den 1461 tarihine kadar devam etmişlerdir.

Fatih Mehmet'in annesi (Hüma Hatun) İsfendiyar oğullarına mensubdur. 170 yıl süren bir Türkmen beyliği idi. Değerli hükümdarlar yetiştirmiştir. Candar oğulları beyliğini 1461 tarihinde Fatih Mehmet kaldırmıştır. Sinop da bunlardan alınmıştır.



Dulkadir Oğulları:


Bu beyliğin kurucusu Karaca Ahmet beydir. Babası Hasan Dulkadir'dir. Bu beylik 1337 den 1522 yılına kadar 185 yıl devam etmiştir. Başkentleri Elbistan'dı. Bunlardan Osmanlı padişahları çok kız almışlardır. Bunlar da Türkmenlerdendir. Yavuz Selim bu ülkeyi 1515 de zaptetti.



Hamit Oğulları:


Bu beyliği Hamit oğlu İlyas bey kurmuştur. Bunlar biri İsparta, diğeri de Antalya olmak üzere iki koldur. Bu beylik te 1280 den 1391 yılına kadar 108 yıl devam etmiştir. Bu ülkeyi 1391 de Yıldırım Beyazıt zaptetti.



Teke Oğulları:


Bu beyliği Hamit oğullarından Mahmut ve Hızır beyler kurmuştur. Başkentleri Antalya idi. 1300 den 1423 yılına kadar 113 yıl yaşamıştır. Bu beyliği de Yıldırım Beyazıt almış, son beyleri Osman bey 1423 de öldürülerek beylik Osmanlılara geçmiştir.


İnanç Oğulları:


Bu beyliği Germiyan oğullarından İnanç bey Denizli'de kurmuştur. 1276 dan 1368 yılına kadar sürmüş ve Osmanlılara geçmiştir.



Ramazan Oğulları:


Bu beyliği de Oğuzların Yüreğir boyu beylerinden Ramazan bey kurmuştur. Başkentleri Adana idi. 1358 den 1608 yılına kadar sürmüştür. 1516 da Yavuz Selim bu beyliği Osmanlı mülküne kattı.


Ankara Ahi Cumhuriyeti:


Selçuklu Devletinin yıkılış sıralarında Anadolu'nun her şehrinde teşkilat kurmuş olan Ahiler, Moğollara karşı mallarını ve canlarını korumak için Ankara'da bir devlet kurmuşlardır. Devlet şekilleri cumhuriyet idi. Yiğit alayları denilen orduları vardı. Devletleri 1290 dan 1354 yılına kadar 64 yıl devam etmiştir. Devlet Başkanlarına (Melik) derlerdi. Meşhur melikler (Ahi Hüsamettin) ve (Ahi Şerafettin), (Ahi Yusuf) du. Ahiler Osmanlılara yardım ettiler. Bu devleti 1354 de Orhan Gazinin oğlu (Süleyman paşa) aldı. Muradı Hüdaverdiger da şehre asker yerleştirdi.



Sahip Ata Oğulları:


Selçuk veziri Sahip Ata Fahreddin Ali ve oğulları kurmuşlardır. Başkentleri Afyon Karahisar'dı. Sonradan Germiyan beyliğine katılmış, nihayet Osmanlılar almıştır.

Bu tanınmış beyliklerden başka 1327 den 1380 yılına kadar devam eden (Erdana oğulları ve Kadı Burhanettin) devleti vardır. Sivas ve Kayseri önemli şehirleri idi. Kastamonu'da (Çoban oğulları), Beyşehir'de (Eşref oğulları), Kelkit'de (Tacettin oğulları), Amasya'da (Kutlu şahlar), Sivas'da (Rahat oğulları) gibi küçük beylikler de kurulmuştur.



Osman Oğulları:


Birinci Alaeddin Keykubat zamanında Moğol tehlikesi üzerine Horasan elinde yaşamakta olan Oğuz Türkmenlerinden (Kayıhanlılar) aşireti, Anadoluya geldi. Başbuğları (Süleyman şah) öldükten sonra oğlu (Ertuğrul Gazi) Söğüt yöresine yerleştirildi. Ölümü üzerine oğlu (Osman Gazi) bir beylik, sonradan kendi adına (Osmanlı devletini) kurdu. Anadolunun idaresi ve egemenliği (Kınık) boyundan (Kayı) boyuna geçti. Selçukluların yıkılmasıyla kurulan beylikleri de idaresine alan Osmanlılar Türkiye tarihini devam ettirdiler.





SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

21 Mayıs 2023 Pazar

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -16 ” Japonya”


Kotan Utunnai: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Aynu halkı, Taş Devri Asya topluluklarından gelmekteydi ve Japonları oluşturan Moğol halkı adaları işgal etmeden önce orada yaşıyorlardı. Yüzyıllar boyunca uygarlıktan hiç etkilenmediler; çünkü az nüfusa sahip bu topluluğu besleyecek yiyecek stoğu hep vardı ve bu topluluklar birbirinden ayrı nehir vadilerinde yaşıyorlardı. Yazıyı bilmiyorlardı, küçük köy yapısı dışında siyasal bir örgütlenmeye sahip değildiler. Evcilleşmiş hayvanları yoktu, bir tanrı sistemleri ya da kendilerine ait bronz veya demir işlemeciliği oluşmamıştı.

Aynu yaşamı, Japonlarla daha yakın ilişkiye geçmeye başladıkları 1670 yılına kadar eski zamanlardaki yapısını korudu. İki yüz yıl kadar sonra Japonlar, Aynuların çoğunluğunun yaşadığı Hokkaido adasını yerleşime açmak için bilinçli bir çaba gösterdiler. Ormanları ve vahşi hayvanların yaşadığı alanları temizlediler, kalıcı balık ağları yerleştirdiler ve böylece Aynu'nun geleneksel yaşam biçimi yok oldu. Aynu erkekleri geçici tarım işçisi olurken, alkolizm ve hastalıklar toplumu tahrip etti.

20.Yüzyılın başında on beş bin-on altı bin civarında Aynu, hâlâ Hokkaido'da yaşıyordu. Toplumun sözlü anlatıma büyük önem vermesinden dolayı, gelenekleri sözlü olarak usta bir şekilde aktarabilen bir Aynu bulmak kolaydı. Bugün sahip olduğumuz edebi metinlerin çoğu 1920 ve 1930'larda toplanıp kaydedildi. 1940'lara gelindiğinde Aynu yetişkinleri, hem Japoncayı hem de kendi yerel dillerini konuşurlarken Aynu çocukları yalnızca Japonca biliyorlardı. 1955'te, Hokkaido'da yaşayan Aynulardan yirmi kadarı kendi dillerini akıcı bir şekilde konuşabiliyorlardı. Aynuların kötü durumu 1970'lerde ortak bir sorun haline geldi ve Aynu geleneğini korumak için bir ilgi oluştu.

Kotan Utunnai destanı Aynulardan toplanan edebi eserler arasında özellikle önemli bir yer tutar. Bu destan Aynu geleneğinin hâlâ canlı olduğu bir dönemde, bir İngiliz misyoner olan John Batchelor tarafından, 1880-1888 yılları arasında kaydedilmişir. Destan ilk olarak, hem Aynu hem İngiliz dilinde, Transactions of the Asiatic Society of japan'm (Asyatik Japon Toplumu Hakkında Bilgiler) bir bölümü olarak 1890 yılında yayımlanmıştır.


Destanın bazı yönleri o kadar eskidir ki, anlatanlara bile yabancı gelmekteydi. 1880'lerde ve sonrasında repunkıır'un (deniz insanları) kim olduğu bilinmiyordu. Yıllar sonra, arkeologlar bu terimin Hokkaido'nun kuzey kıyısında yaşayan Okhotsk'ları kastettiğini keşfettiler. Yaunkur (kara insanları) Aynular, Okhotsk'ları (repunkur) 10. ve 16. yüzyıllar arasında bir dizi savaş sonucu yendiler. Kotan Utunnai de, Aynulara ait diğer kahramanlık destanları gibi, bu savaşları yansıtmaktadır.


Çekiciliği ve Değeri


Kotan Utunnai destanı, sık rastlanmayan bir serüven öyküsü olduğu için çekici bulunmaktadır. Kahraman, tuhaf düşmanlara karşı savaşmaktadır. Tanrısal ve insani Özelliklerin kaynaşması sihirli bir hava yaratır. Kahramanların kendilerinde de bu karışım şaşkınlık, sihir ve gizem oluşturmaktadır. Kahraman bir insandır, ancak öyle tanrısal özelliklere sahiptir ki, tanrılar bile onun insan olduğundan emin olamamaktadır. Benzer biçimde, kahraman da kendiyle savaşanların tanrı mı, insan mı olduğundan emin değildir.


Destanın bir başka ilgi çekici yönüyse, insanların birbirlerinden yüzlerce yıl arayla yaşamış ve değişik kültürlerden olmalarına karşın, ne kadar benzer olduklarını göstermesidir. Kahramanları anlayabilir ve kendimizi onların yerine koyabiliriz. Çünkü pek çok diğer önemli destandaki karakterler ve bizler gibi, bu destandaki kahramanlar da mükemmelliğe ulaşmaya ve ün kazanmaya çalışmaktadırlar.


Başka destanlarda olduğu gibi, her iki taraftaki insanların en iyileri destansı özelliklere sahiptirler. En önemli karakterler, ister dost, ister düşman olsunlar cesaret, sevgi, sadakat ve sabır gibi duygulara sahiptir, örneğin, kahramanın ablası onun gerçek ablası değildir; düşman topluluklardan birinin üyesidir. Ana babası öldüğünde kahramanı kurtarır ve onu büyütür. Onunla omuz omuza çarpışır ve kahraman da onun sadakatine karşılık verir. Şipış hükümdarı da, anlatan kişi kadar kahramandır. Kahraman savaşmak için ısrar edince onunla savaşır. Şipiş hükümdarının kız kardeşi, onu bırakıp kahramana katılınca, yazar ona bu kararı için büyük destek verir.


Kotan Utunnai'nin, bozulmamış sadeliği nedeniyle de çekici olduğunu söyleyebiliriz. Karakterler, sorgulamadıkları bir dünyada yaşamaktadırlar. Kendi güçlerini ve sınırlarını bilirler, böylece kendilerini ve kaderlerini kabullenirler. Ölümü yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak kabul ederler ve düzgün bir yaşamın kurallarını bilirler. İyi bir yaşam sürenler, ölümden sonra yeniden doğacaklar, ama bunu yapamayanlar ölü kalacaklardır.


Tanrıların dünyası insanların dünyasının daimi bir parçasını oluşturur. Tanrıların ruhları gürüldemekte, insanları da onların varlıklarını hissetmektedirler. Her insan, tanrısal özelliklere sahiptir; her tanrının insani özelliklere sahip olduğu gibi. Dolayısıyla evrende bir birlik ruhu ve düzen vardır ve Kotan Utunnai de bunun bir parçasıdır.


Bu özel nitelikler, destanın biçemiyle de iletilmektedir. Diğer Aynu destaları gibi, Kotan Utunnai de şarkı olarak söylencesinden kaydedilmiştir ve birinci tekil kişi tarafından anlatılır. Birinci tekil kişi anlatımı en gerçekçi ve en somut anlatım biçimidir. Anlatan kişi destanın kahramanıdır ve kendi deneyimini olduğu gibi aktarır. Onun gördüğünü, duyduğunu aynı biçimiyle biz de görür ve duyarız. Sadece onun bildiği kadarını biliriz, başka bir şey bilmeyiz. Onun bize söylediğine dayanmak zorundayızdır. Ona başkaları bir şeyler söylediğinde ya da yaptığında biz de öğreniriz. Onunla hep aynı zamandayızdır. Onun geçmişiyle ilgili bir şeyi, o öğrendiğinde öğreniriz ve gelecekle ilgili bir şeyi, ancak gerçekleştiğinde bilebiliriz. Dolayısıyla, kahramanın düşüncelerine ve davranışlarına, başka hiçbir anlatımda olmadığı kadar katılır, tümüyle onun dün¬ yasına karışırız.


Kotan Utunnai destanı, bütün önemli kişilerin aristokrasinin bir üyesi olması nedeniyle eski tarzdadır; bütün diğer kültürlere ait önemli destanlarda da aynı durum görülür. Konu, dinleyicilerin değerlerini ve ilgi alanlarını yansıtır; dinleyiciler de soyludurlar. Bu nedenle, en Önemli konu savaştır; öne çıkan değerler cesaret, güç ve savaş becerisi olmaktadır. Kahramanın ve erkek kardeşinin düşman tarafın prensesleriyle evlendirilmesi, Yaunkur'un Repunkur üzerindeki egemenliğini gerekçelendirmek ve halka benimsetmek amacıyla kullanılmış olabilir.


Ancak Kotan Utunnai destanı, kadın karakterlerin büyük bir güce ve beceriye sahip olması ve erkeklerle eşit kabul edilmesi açısından modern özelliklere de sahiptir. Aristokrat kadınlar babaları, kocaları ve erkek kardeşleriyle yan yana savaşırlar. Kahramanın annesi bir savaşta kocasıyla birlikte ölür ve onun bütün yaşamı boyunca savaşçı olduğu anlatılmaktadır. Kahraman, ablasını ve Şipifunmat'ı takdir etmektedir, çünkü onların savaş alanında gösterdikleri cesaret, güç ve beceri, benzersiz güzellikleriyle eş değerdedir.


Başlıca Kahramanlar


Adsız anlatıcı: Kahraman bir yaunkur genci; Şinutapka kralının oğlu.


Abla: Bir Repunkur kadını; halkına karşı yapılan savaşta annesini ve babasını kaybeden anlatıcıyı kurtarır ve büyütür.


Kamui-otopuş: Anlatıcının ağabeyi; büyük Yaunkur savaşçısı.


Şipiş-un-kur: Şipiş'in destansı hükümdarı; Şipiş-un-mat'ın ağabeyi; ünlü ve saygıdeğer Repunkur savaşçısı.


Şipiş-un-mat: Şipiş-un-kur'un destansı kız kardeşi; anlatıcının dostu.


Sarkık Burun:  Ünlü Repunkur savaşçısı; kötü varlık.


Kotan Utunnai


I. Bölüm


(Öyküyü anlatan kahraman, annesinin ve babasının repunkurlar tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Babasının savaş elbiselerini kuşanarak, annesinin ve babasının öcünü almak için yola çıkar. Ağabeyinin de Repunkur ülkesinde tutsak olduğunu görür. Kız kardeşinin yardımıyla onu kurtarır ve tutsak edenleri öldürür.)


Ben, Repunkur ülkesinde ablam tarafından büyütüldüm. Uzun yıllar boyunca küçük bir ot kulübede yaşadık. Sık sık bütün ülkeye yayılan bir gümbürtü duyardım. Ablam, bunun savaşan tanrıların sesi olduğunu söylerdi. Çok sayıda tanrı öldüğünden, bu ses hiç kesilmeden sürüp giderdi.


Büyüdüğümde Yaunkur ruhlarının sık sık ot kulübemizin çatısında, buna benzer sesler çıkardıklarını duyardım. Bunu anlayamazdım; ablama şöyle dedim: "Ablacığım, beni çok iyi yetiştirdin. Şimdi bunun nasıl olduğunu bana anlatmanın zamanı geldi."


Ablam bana bakarken gözleri korkuyla titredi ve parlak gözyaşları yanaklarından akmaya başladı. Şöyle yanıtladı: "Bu öyküyü sana daha büyüyünce anlatmak istiyordum. İstediğine göre şimdi anlatmam gerekiyor, ama duyunca aceleci davranmaman için seni uyarmak zorundayım."


"Seni ben büyütmeme rağmen, seninle ben farklı halklardan geliyoruz" diye söze başladı. "Benimki Repunkur, deniz insanları. Seninki ise Yaunkur, kara insanları. Çok zaman önce senin baban, Şinutapka'nın yukarı ve aşağı bölgelerini yönetiyordu. Çok büyük bir savaşçı ve kahramandı. Bir gün denizde ticari bir sefere çıkmaya karar verdi. İkinci oğlu Kamui-otopuş ile annenin de ona katılmasını istedi. Sen bebek olduğun için annen seni sırtına bağlayıp yanında götürdü."

"Karapto adasının kıyısından geçerken insanlar onları davet ettiler. Repunkur olmalarına karşın, barış selamı ve içmek için şarap sundular. Günler ve gecelerce, adadaki insanlar bu zehiri içmeleri için aileni teşvik ettiler. Baban sarhoş oldu ve zihni bulandı. Onun ve ailesinin, Karapto halkının en önemli hâzinesini satın alıp götürmek niyetinde olduğunu söyledi."


"Babanın bu sözleri, bir savaşın patlak vermesine neden oldu ve savaş, benimki de dahil olmak üzere komşu bölgelere de sıçradı. Benim ülkemde çok büyük savaşçılar vardı ve repunkur ile yaptığı çarpışmaların birinde baban öldürüldü."


"O öldüğünde ben oradaydım" diye konuşmasını sürdürdü ablam. "Babanın savaş başlığını ve elbiselerini çıkarıp aldım. Annene yardım etmek için, seni onun sırtından aldım ve bebek taşıma bağlarımla seni kendime emin bir şekilde bağladım. Kılıcımla anneni korumak için elimden geleni yaptım. Ama o yaşamı boyunca savaşmıştı ve savaşmakta ısrar etti. Baban gibi o da o çarpışmada öldürüldü."


"Annenin ve babanın öldüğünü, senin de erkek kardeşine yardım etmek ya da kendi başına yaşayabilmek için daha çok küçük olduğunu görünce, seni yıllardır yaşadığımız bu ülkeye getirdim. Burası güvenli ve terk edilmiş bir yerdir; ne tanrılar ne de insanlar buraya uğrarlar.


Ablam, "Annenin ve babanın ölümünden beri" diye konuşmasını tamamladı, "ağabeyin Kamui-otopuş repunkur’dan öcünü alabilmek için tek başına savaşıyor. Madem öykünün tümünü duymak istedin, bunu da sana söylemek zorundayım. Ancak unutma ki aceleci davranmak senin için hiç akıllıca olmaz."


Büyük bir şaşkınlıkla ablamın sözlerini dinledim. Yüreğim öfkeyle kabardı. O benim düşmanım değil miydi? Onun halkı benim annemi ve babamı öldürmüştü. Kendimi sakinleştirmek ve onu öldürmemek için büyük bir çaba harcadım!


Hayatımı kurtardığı için ona teşekkür etmek içimden gelmedi, ama nazik olmaya gayret ettim. "Beni iyi yetiştirdin ablacığım " dedim. "Şimdi senden babamın elbiselerini bulup bana vermeni istiyorum."

Hemen kulübeye girdi, hazine çantasının bağlarını çözdü ve içinden altı harika giysi, metal tokalı bir kemer, küçük metal bir miğfer ve olağanüstü bir kılıç çıkardı. Bütün bunları bana uzattı.


Büyük bir gurur ve mutlulukla babamın giysilerini giydim, kemerini belime taktım, başlığı başıma bağladım ve kılıcı da kemerden içeri soktum. Babamın kahraman ruhu onun savaş giysileri yoluyla vücuduma nüfuz etti. Ocağın önünde omuzlarımı gerip ayaklarımı vurarak bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Biraz sonra vücudumu, küçük kulübemizin baca deliğinden yukarı güçlü bir rüzgâr tarafından itilirken buldum.


Güçlü rüzgâr beni muhteşem dağlardan oluşan bir ülkeye uçurdu. Dağların yakınında deniz kenarına kondum. Ablam da rüzgârın uğultusuyla yanıma düştü. Bir dizi metal ladin ormanının üstünde yol aldık; rüzgâr dallarına çarptıkça takırtılar çıkarıyordu; böyle bir ülkede ancak büyük tanrılar yaşayabilirlerdi!


Birdenbire bir duman kokusu aldım. Ormanın aşağı bölgelerine doğru alçaldığımda bunun kaynağını buldum. Büyük bir açık hava ateşiydi. Ateşin bir kıyısında, taştan savaş elbiseleri giymiş altı adam oturuyordu. Onların hemen yanında altı kadın oturmuştu. Ateşin karşı kıyısında ise metal savaş elbisesi giymiş altı adam ve yanlarında altı kadın oturmuştu.


Ateşin uzak ucunda, iki grup savaşçının arasında, daha önce hiç görmediğim çok tuhaf görünüşlü bir varlık vardı. Bunun bir insan olup olmadığını merak ettim; çünkü daha çok, üzerinde kol ve bacak çıkmış küçük bir dağa benziyordu. Yüzü bir toprak kaymasıyla düzleşmiş bir uçuruma benziyordu. İri burnu dışarı doğru sarkan bir kaya gibiydi. Yan tarafında bir sandalın küreği büyüklüğünde bir kılıç sarkıyordu. Bunun ünlü bir repunkur savaşçısı olan Sarkık Burun olduğunu anladım.


Orada durup bu tuhaf gruba bakarken ayaklarımın altındaki yer bir öne bir arkaya hareket ediyor ve ladin ağaçlarının metal dalları birbirine çarptıkça takırtılar ve şangırtılar çıkarıyordu. Gözlerimi ateşin yanındaki gruptan ayırıp ağaçlara çevirince çok şaşırtıcı bir manzarayla karşılaştım. Ciddi biçimde yaralanmış bir adam, iri bir ladin ağacının tepesine bağlanmıştı. Arada bir bağlı bacaklarının yerini değiştiriyordu ve ayaklarımın altındaki yeri öne arkaya hareket ettiren onun bu hareketleriydi. Daha önce görmemiş olmama karşın onun ağabeyim Kamui-otopuş olduğunu anladım.


Ablam şöyle dedi: "Kardeşim, bu adam bize savaşta yardım edemeyecek kadar yaralı. Onun varlığı bize yalnızca zarar verir. Sen bu insanlarla yalnız başına savaşırken ben de onu buradan taşıyıp götüreyim."


Ablamın sesi kulağımda yankılandığında metal savaş elbiseli altı savaşçı da şöyle dediler: "Biz Metal Nehri'nin insanlarıyız; altı erkek ve altı kız kardeş. Bugün Kamui-otopuş'a rastladığımızda dağlarda avlanıyorduk. O ise savaşmaya son verdiğinden ülkesine dönüyordu. Çok yavaş ilerliyordu, çünkü pek çok çarpışma sonucu ciddi bir şekilde yaralanmıştı. Eğer güçlü amcamız ve hükümdarımız Şipiş-un-kur'un öfkesinden korkmasak onu o anda orada öldürürdük. Bu nedenle onu büyük bir ladin ağacına bağladık."


Şöyle devam ettiler: "Kısa bir süre sonra Taş Nehri'nin altı savaşçısı, kız kardeşleriyle birlikte geldi ve bizimle burada kaldılar. Şimdi de siz geldiniz. Siz tanrımısınız, insan mı? Hep beraber Kamui-otopuş'u Şipiş-un-kur'a armağan olarak götürelim. Bu ganimeti görünce eminim bizi ödüllendirecektir."


Ateşin başında duran adam şöyle dedi: "Ünlü savaşçı Sarkık Burun da derin sesiyle buna katılmaktadır."


O konuşurken ablam ladin ağacının tepesine çıkıp ağabeyimi serbest bıraktı. Metal dalların üstüne düşen gevşemiş iplerin sesi bütün cinlerin gözlerini o yöne çevirdi.

Onların beni insan biçimimle görmemeleri için elimden geleni yaptım. Hafif bir rüzgâr gibi kılıcımla ortalarına doğru uçtum. Ateşin bir yanından başlayarak babamın olağanüstü kılıcını kaldırdım ve tek bir vuruşla taş giysili savaşçıların üçünü, kadınlarından üçüyle birlikte doğradım. Ateşin diğer yanına döndüm ve metal giysili savaşçılardan üçünü daha kadınlarından üçüyle birlikte doğradım.


Kılıcımı geriye doğru sallayarak Sarkık Burun'u öldürmeye niyetlendim. Ancak o, kılıcın ağzının üzerinden hafif bir rüzgâr gibi uçtu ve şöyle dedi: "Kamui-otopuş'un ladin ağacının tepesine bağlı olduğunu sanıyordum, ama insanlarımızı öldürecek kadar gücü varmış. Böyle bir adamı savaşta öldürebileceğimizden emin değilim. Onu savaş kanyonuna götürelim; orada öldürmek daha kolay olur."


Bu arada biz birbirimizle vahşice savaşırken kılıçlarımız parlıyordu. Çarpışmanın ortasında ablam rüzgârın gürüldemesiyle birlikte yanıma düştü. "Ağabeyini ülkene geri götürdüm" diye haber verdi. "Orada ülkeni yöneten en büyük erkek kardeşini ve en büyük kız kardeşini buldum. Çok şükür ki annenle baban yıllar önce deniz yoluyla ticaret seferine çıkarlarken onları yanlarına almamışlar. Ayrılmadan önce Kamui-otopuş'u hayata döndürmeyi başardık. Onunla ilgili kaygın yüzünden savaşmaktan geri kalmayasın."


Ablam konuşurken, geriye kalan altı kadın ona kılıçlarıyla saldırdılar. Kötü kalpli kadınlar, cesur ve güçlü savaşçılar olabiliyorlar! Ablam kılıcını kaldırdı, kılıcı onlarınkinin karşısında parlıyordu. Onlara denk durumdaydı, ama onları kolaylıkla öldüremeyecekti.


Kadınlar çarpışarak uzak dağlara doğru ilerlerken, kalan altı savaşçının ve Sarkık Burun'un saldırısı dikkatimi yine adamlara çevirdi. Kılıcımı kaldırdım; kılıcım onlarınkinin karşısında parlıyordu. Onlara denktim, ama onları kolaylıkla öldüremeyecektim. Beni insan biçimimle görmelerini engellemek için elimden geleni yaptım. Hafif bir esinti gibi kılıçlarının ağızlarının üzerinden kılıcımla uçtum.

Savaşırken, bir grup dağdan diğerine doğru akan bir nehir fark ettim. Onların arasından derin bir kanyona iniyordu. Zehirli suyun içinden bir sürü keskin kılıç ağzının ve taştan mızrak ucunun çıktığını görünce buranın Sarkık Burun'un söz ettiği savaş kanyonu olduğunu anladım.

Savaşçılar bir araya gelerek beni kanyona doğru sürdüler. Zaman zaman beni neredeyse öldürüyorlardı, ama beni insan biçimimle fark etmemeleri için elimden geleni yaptım. Hafif bir esinti gibi kılıçlarının ağızlarının üzerinden kılıcımla uçtum.


Bu arada şarkı söylüyordum. "Duyun beni kanyonun tanrıları, vadinin tanrıları. Bir sürü repunkur'un karşısında tek bir yaunkurum. Eğer burada ölürsem, kanım size içecek azıcık bir şarap olur. Bu savaşçıların karşısında benim tarafımı tutun ki onların kanlarıyla tıka basa doyun."


Bu sözler sayesinde yüreğim yeni bir ruh ve güçle dolup taştı. Babamın olağanüstü kılıcıyla repunkur'ları savaş kanyonuna doğru sürdüm, ilk önce taş giysili en yaşlı savaşçı kanyonun dibine düştü ve parçalanarak öbek öbek et haline geldi. Ruhu büyük bir gümbürtüyle bedeninden ayrıldı ve gürültüyle batıya doğru uçtu.


İkinci olarak metal giysili en büyük savaşçı, kanyonun dibine yuvarlandı ve etleri paramparça oldu. Ruhu büyük bir gümbürtüyle bedeninden ayrıldı ve gürültüyle batıya doğru uçtu.


Bu süre içinde Sarkık Burun dışında hepsini öldürmüştüm. Ruhları birer birer bedenlerini terk etti ve büyük bir gümbürtüyle batıya doğru uçtu, ölülerden hiçbiri yeniden yaşama dönemeyecekti.


Sonra Sarkık Burun ile ben ölümüne savaştık. Zaman zaman beni neredeyse öldürüyordu, ama onun kılıç darbesine her seferinde kılıcımla karşılık verdim. Sonunda şöyle dedi: "Büyük savaşçılar çeşitli yollarla savaşırlar. Seni güç yarışına davet ediyorum."


Yanıtımı beklemeden üzerime saldırdı. Boğuşurken beni güçlü elleriyle kavradı ve boğazımı sıkmaya başladı. Yüreğim acıyla titredi, ama hızlı bir dönüşle tıpkı açık parmakların arasından akan su gibi etlerinden kurtuldum.


Sonunda Sarkık Burun'u derin vadinin dibine fırlatmayı başardım. Bedeni yere çarptığında taş kılıçların ve taş mızrakların keskin ağızları etlerini parçalara ayırdı. Ruhu büyük bir gümbürtüyle bedeninden ayrıldı ve gürültüyle batıya doğru uçtu. O da bir daha yaşama dönemeyecekti.



II. Bölüm


(Kahraman, korkunç repunkur hükümdarıyla savaşmak için Şipiş'e doğru yola çıkar. Hükümdarın kız kardeşi kahramana yardım eder. Birlikte kahramanın ablasını kurtarır, onun repunkur düşmanlarını öldürürler. Daha sonra iki fırtına şeytanıyla savaşırlar. Kahramanın ağabeyi ve kız kardeşiyle buluşurlar. Bu iki yaunkur erkeği iki repunkur kadınıyla evlenirler ve huzur içinde yaşarlar.)


Bütün bu olaylardan sonra sakin bir biçimde nehir boyunca yürürken kendi kendime şöyle dedim. Ağabeyimi ganimet olarak almak isteyen bu korkunç hükümdar acaba kim? Şipiş-un-kur'u görmeden ülkeme dönersem halkım bana korkak gözüyle bakar. Beni öldürebilir, ama yine de hangimizin savaşçı olarak daha üstün olduğunu görmek isterim.


Hafif bir yel, derine doğru akan nehir üzerinden beni uçurdu. Nehrin ağzında, ıssız, görkemli bir dağı ve dağın eteğindeki büyük Şipiş köyünü buldum. Dağın doruğu göklere doğru öyle yükseliyordu ki sis bulutlarıyla kaplanmıştı. Dönemeçli yolu izleyerek tepedeki etrafı çevrili alana doğru çıkmaya başladım. Korkunç ruhlar, tepeden gürültüler çıkararak beni uyarıyorlardı, ama buna karşın oraya girdim.


Büyük evin pencerelerinden içeri bakınca ülkenin korkunç hükümdarını gördüm. Şipiş-un-kur'un görünüşü yüreğimi dehşetle doldurdu; muhteşem giysiler giymiş, olağanüstü kılıçlar kuşanmıştı. Ama yine de yalnızca genç bir adamdı. Çenesindeki tüyler henüz yeni bitiyordu.


Yanan ocağın yanında oturuyordu, yanında da şimdiye kadar gördüğüm en güzel kadın vardı. Benim ablam bile bu kadar güzel değildi. Yüzünden bir kâhinin büyülü güçlerine sahip olduğu okunuyordu ve aralarındaki konuşma bu yargımda yanılmadığımı gösterdi.

"Şipiş-un-mat, benim sevgili küçük kız kardeşim" dediğini duydum, "çocukluğundan beri geleceği görürsün. Söyle o zaman, neden bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu hissediyorum?"


Şipiş-un-mat, bir kâhin bandıyla saçlarını topladı ve sihirli değneğini eline aldı. Ağzından hemen bir kehanet çıkıverdi. "Nehrimizin savaş-kanyonu yanında" diye söze başladı, "insanların bir yaunkur ile savaşmak için buluştuklarını görüyorum. Kan, zaman zaman gözlerimin önündeki sahneyi kapatıyor, bazen de savaşta kılıçlarının birbirine girdiğini görüyorum. Sonra repunkur’un kırılmış kılıçlarının batıya doğru yok olup gittiğini görüyorum. Bu arada yaunkur'un kılıcı doğuda pırıl pırıl parlıyor."


"Sonra" diye devam etti, "yaunkur'u görüyorum, benekli kanatları olan muhteşem bir kuş görünümünde nehrimizin üzerinde aşağı doğru uçuyor. Ülkemizde şiddetli bir savaş başlıyor ve köylerimizi tümüyle yıkıyor. Senin kılıcını yaunkur'un kılıcına dolanmış görüyorum. Zaman zaman kan gözlerimin önündeki sahneyi kapatıyor, bazen de savaşta kılıçlarının birbirine dolandığını görüyorum. Sonra korkunç bir sahne görüyorum; senin kırık kılıcın kan gölünün içinde kayboluyor. Bu arada yaunkur' un kılıcı doğuda pırıl pırıl parlıyor. Sonra bütün görüntü kayboluyor."


"Çok korkunç ve kötü sözler söyledin!" diye bağırdı Şipiş-un-kur, gözlerinden ve sesinden ateş fışkırıyordu. "Tanrılar senin aracılığınla konuşuyor olabilir, ama onların sözleri beni öfkelendiriyor. Ben yalnızca tanrılarla savaşırım, insanlarla barış içinde yaşarım. Kötü repunkur, bütün yaşamı boyunca genç yaunkur ile savaşmış olabilir, ama ben onunla savaşmayacağım. Eğer buraya gelirse onu kalbimde iyilik ve barışla selamlayacağım."


Pencereden uçtum ve büyük evin çatı kirişlerine kondum. Kirişlerde bir aşağı bir yukarı ayaklarımı vurarak yürüdüm. Kirişler çatırdadı ve ev tanrıları korkuyla homurdandılar. Sonra rüzgârın esmesiyle genç hükümdarın yanına atladım. Onu saçlarından yakaladım ve başını bir o yana bir bu yana çevirdim.


Onu fırlatarak şöyle dedim: "Söyle bana Şipiş-un-kur, neden Kamui-otopuş tutsak alındı ve ladin ağacının tepesine bağlandı? Repunkurla savaşarak onun öcünü aldım. Senden erkek kardeşimi ganimet olarak kabul edecek dehşetli bir hükümdar olarak söz ediyorlardı. Eğer ülkeme seni görmeden dönseydim, halkım benim korkak olduğumu düşünürdü. Bunun için geldim. Eğer beni kalbinde iyilik ve barışla karşılarsan bunu kabul edemem. İki savaşçı olarak hangimizin üstün olduğunu görmeleri gerekiyor. Birbirimizi öldürsek bile yüreğimiz rahatlamış olacak. Bana cesaretini, gücünü ve hünerini göster."


Bu sözleri söyledikten sonra büyük savaşçının kız kardeşini yakaladım ve o yardım isterken onu baca deliğine doğru sürükledim. Şipiş-un-kur hızla kılıcını çekti ve baca deliğinden çıkmama engel oldu. Ben pencereye doğru fırladım, ama kılıcını yine aşamadım. İkimiz yan yana bir çift kuş gibi çatının altında uçtuk. Kız kardeşinin kehanetine öfkelenen hükümdar beni öldürmeye kararlıydı.


Şipiş-un-mat'ı bir kalkan gibi önümde taşıyordum; kardeşine olan bağlılığı nedeniyle ikimizin de canını bağışlayacağını sanıyordum. Ama yanılmışım. Şipiş-un-kur'un sürekli kılıç darbeleri, sonunda Şipiş-un-mat'ı öfkelendirdi ve onu öldürmeye karar verdi. Onu serbest bırakır bırakmaz giysilerinin arasından bir hançer çıkardı ve ona saldırmaya başladı; gücünü yüreğindeki hiddetten alıyordu.


Gürültüyü duyan silahlı birçok adam içeri doldu ve bize saldırdı. Benim yandaşım ruhlar, etrafı çevrili alanın üzerinde yerel ruhlara katıldı ve tek bir ulu ruh gibi kükredi. Tanrılar evin içine dehşetli bir rüzgâr yolladılar; ocaktaki alevler körüklenerek evi sarmaya başladı. Bina çökmeden hemen önce kaçmayı başardık.


Mızraklı adamlardan oluşan orduların bana doğru geldiklerini görünce, onları Şipiş-un-mat'a doğru kovaladım. Şaşkınlıkla onun güzel olduğu kadar cesur ve becerikli de olduğunu fark ettim. Yerinde duruyor ve onları geri püskürtüyordu, sanki yüzlercesiyle değil de, yalnızca birkaç savaşçıyla karşı karşıyaymış gibi kılıcıyla saldırıyordu. Kılıcının pırıltısı diğer bütün kılıçları görünmez kılıyordu. Savaşçıları ot keser gibi kesiyordu. Kısa bir zaman sonra cesetler yeri bir örtü gibi kapladı.


Ne kadar güçlü olursak olalım, eğer bir bulut kümesi bir ok hızıyla bize doğru gelmeseydi yüzlercesini öldüremezdik.

Güçlü bir tanrı, gürültüyle uyarılar yollarken, ağabeyim rüzgârın kükremesiyle birlikte yanıma düştü. Birbirimizi kılıçlarımızla selamladık ve sonra Kamui-otopuş saldırıya başladı.


Babamın olağanüstü kılıcını savaşçılara doğru savurmama rağmen, benim hünerim Kamui-otopuş'unkinin yanında çok silik kalıyordu. Kılıcının pınltısı diğer bütün kılıçları örtüyordu. Savaşçıları ot keser gibi kesiyordu ve kısa zaman sonra cesetler yeri bir örtü gibi kapladı.


Şipiş-un-mat ansızın bağırdı. "Yiğit yaunkur savaşçısı! Ablan uzak bir ülkede güçlü cinlerle savaşıyor. Onun yardımına koşmazsak onu öldürebilirler ve onu bir daha hiç göremezsin. Kamui-otopuş bütün bu savaşçılarla baş edebilecek güce ve hünere sahip. Haydi hemen buradan ayrılalım ."


Şipiş-un-mat göklere doğru uçtu. Kılıcımı kınına koydum ve hemen arkasından uçtum. Şipiş-un-mat'ın gözünün önünde canlanan ülkeye geldiğimizde, pek çok tanrının öldüğünü haber veren gümbürtüler ve sesler duyduk. Aşağımızdaki savaşın dumanları dünyayı örtüyordu. Gürültüler arasından ablamın yoldaş ruhlarının üzgün homurtularını duyabiliyorduk.


Ablamın ruhlarının homurtuları, beni, onu kurtarmak için harekete geçirdi. Onun kılıcını bir iki kez daha salladıktan sonra yorulup bayıldığını üzüntüyle gördüm. Kendine geldiğinde kılıcını yeniden kullanabilecekti. Rüzgârın kükremesiyle birlikte onun yanına düştüm.


Babamın olağanüstü kılıcını çektim ve savaşçılara doğru savurdum, ama benim hünerim Şipiş-un-mat'inki yanında çok sönüktü. Saldırıya başlar başlamaz, kılıcının pırıltısı diğer bütün kılıçları bastırdı. Savaşçıları ot keser gibi kesiyordu ve kısa zaman sonra cesetler yeri bir örtü gibi kapladı.


Pek çok mızrak üzerine gelince ablam yere yıkıldı. Onu kendime doğru çektim ve bedenini göklere doğru yukarı kaldırdım. "Babamın dua ettiği tanrılar" dedim, "ablam beni sevgiyle yetiştirdi. Bana gösterdiği özen için onu ödüllendirin. Benim düşmanımın kızı olmasına karşın onu yaşama döndürmeniz için size yalvarıyorum."


Tanrılar sözlerimi duydu ve yürekleri yumuşadı. Ablamın ruhu ellerimdeki bedenden yeni, canlı bir ruh olarak ayrıldı.

Büyük bir kükremeyle yukarı doğru uçtu ve doğuya, ülkemize, yaunkur diyarına doğru yolculuk ederken gümbürdemeye devam etti.


Şipiş-un-mat ile ben tazelenmiş bir ruhla savaşmaya devam ettik. Ablama saldıranları tümüyle yok edip onun öcünü alana kadar durmadık. Savaş bitip her yer sessizleşince, Şipiş-un-mat'ın gözleri birdenbire yaşlarla doldu. Bana şöyle dedi: "Bu ülkenin batısında fırtına cini ve onun kız kardeşinin bize saldırmaya hazırlandığını görüyorum. Bu, kadın kadına, erkek erkeğe bir savaş olacak!"


Çok geçmeden batıda bir bulut kümesi havalandı ve beraberinde fırtına getirdi. İki yaratığın bize doğru gelmekte olduğunu gördüm, ilk olarak daha önce hiç görmediğim tuhaf bir yaratık yaklaştı. Onun insan olup olmadığını merak ettim. Çünkü daha çok üzerinde kol ve bacak çıkmış küçük bir dağa benziyordu. Belinde bir sandalın küreği büyüklüğünde bir kılıç asılıydı. Onun arkasından ise kara ve deniz hayvanlarının derilerinden dikilmiş savaş giysisi giymiş bir kadın geliyordu. Elinde kırmızı bir bıçakla Şipiş-un-mat'a doğru yürüdü. Şipiş-un-mat' ın daha önce söylediği gibi fırtına cini bana, küçük kız kardeşi ise ona şiddetle saldırdı.


Canımı kurtarmak için elimden geleni yaptım. Fırtına cininin kılıç darbelerinden korunmak için hafif bir yel gibi oradan oraya uçtum. Daha sonra onun savaş elbisesini nasıl bağladığını fark ettim. Babamın olağanüstü kılıcını mızrak gibi tutarak bağların olduğu yere kılıcımı sapladım. Talih yüzüme güldü, kılıcın ucu doğrudan etine saplandı ve cin dosdoğru yere devrildi. "Eninde sonunda o da insan olmalı" diye düşündüm.


Şaşkınlıkla fırtına tanrısının savaş giysisinin içinden genç, yakışıklı bir oğlanın fırlayıp çıktığını gördüm. Bana bakıp şöyle dedi: "Beni şaşırttın genç yaunkur. En büyük tanrılar bile, benim giysimi parçalayamadılar, ama sen bunu başardın. Ancak büyük savaşçıların, bu savaş giysileri olmadan savaşmaları gerekir ki, hangimizin daha üstün olduğunu görelim. Birbirimizi öldürsek bile yüreklerimiz rahatlayacak. Çünkü herkes bizden söz edecek. Bana şimdi cesaretini, gücünü ve hünerini göster."

Kılcını çekti ve bana doğru savurdu. Onun kılıç darbelerinden kurtulmak için yine hafif bir yel gibi oradan oraya uçtum. Sonunda talih yüzüme güldü, kılıcımın ucu doğrudan etine girdi ve ruhunun bedenini terk edip büyük bir kükremeyle yukarı uçtuğunu duydum.


Bu arada Şipiş-un-mat ile fırtına cininin kız kardeşi de şiddetli bir biçimde savaşıyorlardı. Cinin savaş giysisinin nasıl bağlandığını fark ettim. Babamın olağanüstü kılıcını mızrak gibi tutarak, tanrıçaya bu bağların olduğu yerden vurdum. Talih yüzüme güldü, kılıcımın ucu doğrudan etine saplandı ve dosdoğru yere devrildi. "Eninde sonunda o da insan olmalı" diye düşündüm.


Şaşkınlıkla, deri savaş giysisinin içinden güzel genç bir kadının fırlayıp çıktığını gördüm. Bana bakıp şöyle dedi. "Beni şaşırttın genç yaunkur. En büyük tanrılar bile benim savaş giysimi parçalayamadılar. Ama sen bunu başardın. Şipiş-un-mat'ın bana zarar vermesine izin verme."


Şipiş-un-mat öfkeyle, "Hangimizin daha üstün olduğunu görmeliyim. Birbirimizi öldürsek bile yüreklerimiz rahatlayacak. Çünkü herkes bizden söz edecek. Bana şimdi cesaretini, gücünü ve hünerini göster" dedi.


Şipiş-un-mat kılıcını çekti ve cine doğru savurdu. Talih yüzüne güldü, kılıcının ucu doğrudan tanrıçanın etine saplandı ve onun ruhunun bedeninden ayrılıp büyük bir kükremeyle yukarı uçtuğunu duydum. Onun canlı ruhu doğuya doğru uçarken gürlüyordu.


Şipiş-un-mat bana şöyle dedi: "Biz ayrıldıktan sonra Kamui-otopuş ve benim erkek kardeşim savaştılar ve senin kardeşin benimkini öldürdü. Benim erkek kardeşim senin düşmanın olduğu için, benim de senin düşmanın olduğumu düşünebilirsin. Eğer beni şimdi öldürmeye karar verirsen yüreğim rahat eder. Ya da bana acır ve beni kendi ülkene götürürsün. Her iki durumda da artık savaşmaya son vermenin zamanı geldi."


Şipiş-un-mat'ı birlikte götürmeye karar verdim. Çünkü hiçbir kadının onunla kıyaslanamayacağını biliyordum. Şimdiye kadar hiç görmediğim yaunkur ülkesine, benim ülkeme birlikte yolculuk ettik. Babamın muhteşem evine indiğimizde, haberciye seslendim. "Ağabeyim ve beni büyüten ablam döndüler mi? Eğer dönmedilerse, repunkur ile savaşmak için hemen buradan ayrılayım."


Haberci yanıt verdi: "Kamui-otopuş savaşı bitirip döndü. Tanrılar ablanızı hayata döndürdüler ve o da burada."

Söyledikleri doğruydu. Ablam hayata dönmüştü ve her zamankinden çok daha güzeldi. Hayatımı kurtarmasına şükran duyan ağabeyim, kız kardeşimi Kamui-otopuş ile evlendirdi. Hayatımı kurtardığı için Şipiş-un-mat'ı da benimle evlendirdi.

O zamandan beri huzurlu bir yaşam sürüyoruz. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 1077 – 1308


İZZEDDİN KEYKAVUS II.


Gıyaseddin Keyhüsrev'in üç oğlu vardı. Bunlar da: Keykavus, Kılıçaslan, Keykubad idi. Keykavus'un anası Türk, Kılıçaslan'ın Rum, Keykubadın ki Gürcü idi. Keyhüsrev 1246 yılında ölünce vezirleri toplanarak hangi şehzadeyi tahta çıkaralım diye görüştüler. Bu toplantıda Başvezir Sahip Şemseddin Mehmet, C'elaleddin Karatay, Has Oğuz bulundular. İzzeddin Keyhüsrev'in anasının Türk olması bakımından onu layık gördüler. İkinci Keykavus'u (Burgulu) kalesinden Konya'nın Akşehir'inin (Altıntaş) kasabasına getirdiler. Burada bir taht kurdular. Bunun sağ ve sol tarafına gayet süslü iki kürsü kurdular. Sağa Kılıçaslan, sola Alaeddin Keykubadı oturttular. Bundan sonra ikinci Keyhüsrev'in bir koltuğuna Şemseddin, diğer koltuğuna Has Oğuz girerek tahta oturttular. Başından paralar serptiler. Vezirler sıra ile biat ettiler. Sonra bir alayla Konya'ya getirip sarayın tahtına oturttular. Vezirlik Şemseddin Mehmet'e, Naiplik Celalettin Karatay'a verildi. Bu sıralarda Moğol Oktay Han'ın oğlu Kiyuk Han tahta çıkarılacaktı. Bütün sultanlara davetnameler gönderildi. İkinci Keykavus da davet edildi. Fakat Keykavus korkarak gitmedi. Yerine kardeşi Kılıçaslan'ı gönderdi. Buna kızan Kiyuk Han Kılıçaslan'ı sultan ilan etti. Bu Selçuk devletinin egemenliğine karışmaktı. Bundan anlaşıldığına göre Selçuklular Moğol hanına tabi olmuşlardı. Kılıçaslan bir atlı ile Sivas'a gelip saltanatını ilan etti. Adana'da para bastırdı. İkinci Alaeddin Keykubad Antalya'da çıkan bir isyanı bastırmağa gitmişti. Bu sırada dördüncü Kılıçaslan, atabeylerinden birini göndererek vezir Şemseddin Mehmet'i tevkif ettirip Konya kalesine gönderdi. Yolda kendisini götürene sordu:

Nereye gidiyoruz? Muhafız da:  

Diğer vezirlerin gönderildiği yere!. dedi. Şemseddin hapiste bir şiir yazdı:

Servetimden şimdi ayaklarıma iki zincir kaldı

Geri kalan varlığım dağların beline kemer oldu

Vazgeç ey perişan gönül, felaketten ne şikayet ediyorsun?

Bu kötülük senin gafletinden doğmuştur.

Üç gün sonra bu koca vezirin başını vurdurdular. Başını da Sivas'ta bulunan dördüncü Kılıçaslan'a götürdüler.

Bu olaydan sonra iki kardeş arasında saltanat kavgası başladı. Fakat İkinci Keykavus'un Atabeyi (Celalettin Karatay) bu işi kolaylıkla halletti. Selçuklu İmparatorluğu ikiye ayrılacak, batı tarafı İkinci Keykavus'a, Doğu tarafı da Dördüncü Kılıçaslan'a verilecekti. Bu anlaşma uzun sürmedi. Kılıçaslan kardeşinin üzerine yürüdü. İkinci Keykavus onu yendi. Fakat ona acıyarak affetti. Devleti üç kardeşin idare etmesine razı oldu. Bu suretle (Üç kardeşler saltanatı) kuruldu. Bu devir 1249 dan 1254 tarihine kadar beş yıl sürdü. Paralara üçünün adı yazıldı. Fakat büyük hükümdar İkinci Keykavus tanındı. Kardeş kavgalarından devlet zayıf düşmüştü. Bundan Moğollar faydalanarak, Anadolu halkından ağır vergiler toplayıp, halkı fakir düşürdüler.



CELALETTİN KARATAY


Selçuklu büyüklerinin en ünlülerinden birisi ( Celalettin Karatay) dır. Babası, (Abdullah). Bu zat, Birinci Alaeddin Keykubad zamanın da Selçuk sarayına girmişti. Zeki ve bilgili idi. Zamanla Devlet idaresini de öğrenmişti. İyi huylarından dolayı onu herkes severdi. Selçuklu Devleti üç kardeşler tarafından idare edilirken, devlet işleri Karatay'a bırakıldı 1249. O, devlet işlerine naip seçilmişti. Kardeşler arasındaki geçimsizliğin önüne o geçiyordu. Karatay'ın unvanı fermanlarda, «Yeryüzünde Allah'ın Velisi» diye yazılırdı. Hakikaten yüksek ahlaklı, temiz, imanlı idi. Hayırseverliği, cömertliği, alçak gönüllülüğü son derece idi.

Karatay, Elbistan yolu üzerinde bir büyük Kervansaray yaptırmıştı. Kervansaray'ın açılma töreninde bulunmak üzere yola çıktı. Kervansaraya yaklaştığı sırada birdenbire geri döndü. Kendisine:

Niçin geri döndünüz? dedikleri zaman O:

Bu muazzam yapıyı gezerken belki gurur duyarım. İçime bir büyüklük duygusu gelir. Bu yüzden kazanmış olduğum sevaptan mahrum olurum korkusuyla geri döndüm dedi.

Türk Kervansaraylarının en büyüğü olan bu hayır müessesesini tamamladıktan sonra gidip görmedi. Bu Kervansaraya pek çok para sarfedilmişti. Bunun defterini de yaktırdı.

Devlet işleri bozuk gittiğinden kimse Başvezir olamıyordu. Karatay bir vezir arayıp buldu. Bu zat Nahcivanlı bilgin (Necmüddin) idi. Ona vezirliği teklif ettiği zaman bu büyük adam dedi ki:

Bu ödevi şu şartlarda kabul ederim. Bana bu ödev için gündek iki akçe yevmiye verilecek. Diğer memurlar da ancak geçimlerini sağlayabilecek para alacaklardır. Hazine gelirini israf etmemek, muhaliflere kin beslemernek şartlarımdır, bu şartlarla vezir oldu. Bu teklif diğer vezirlerin hoşuna gitmedi. Çünkü hepsi paraya düşkündüler. Diğer vezirlerin aylıkları yarıya indirildi. Karatay bu ruhtaki adamlarla devleti idare etti. Çünkü bu zamanlar devletin maliyesi bozuktu. Moğollara verilmesi lazımgelen para bulunamıyordu. Moğollar devleti sıkıştırıyorlardı. Moğol dağlarından gelen aç ve sefil bu insanlar, çapulculuk ve bu gibi gelirlerle geçiniyorlardı. Anadolu'yu soyuyorlardı. Karatay mali ve siyasi işleri yüksek zekası sayesinde idare ediyordu. Uç taraflarda isyanlar olmuştu. Bunların üzerine beylerbeyi (Yutaş) ile (Aslan Doğmuş) u gönderip onları yola getirdi. Karatay bayındırlık işleriyle çok meşgul oluyordu. Antalya ve Konya'da medreseler yaptırdı. Sivas'taki (Karatay Hanı) ölmez eserlerden biridir. Karatayın büyük ve tarihi bir eseri de Konya'daki (Karatay Medresesi) dir. Bu medreseyi 1251 yılında yaptırmıştır. Karatay Medresesi Selçuk mimarisinin şahaserlerinden biridir. Karatay, Selçuk Devletine İkinci Keyhüsrev zamanında hizmetler etmiş bir vezirdi. Büyük kardeşi (Kemalettin) devrinin vezirlerinden ve hakimlerinden idi. Bir de (Kara Sungur) adlı küçük kardeşi vardı. Bu esnada Celalettin Karatay öldü 1254.



KARDEŞ KAVGALARI


Moğol Hakanı İkinci Keykavus'u yanına çağırdı. Gitmek için yola çıktığı zaman kardeşi Dördüncü Kılıçaslan yalnız başına saltanat sürmek sevdasına düştü. Esasen üç kardeşin bir devlette hükümdar olması, devletin birliğini zayıf düşürmüş. Selçuk Devleti Moğolların egemenliği altına girmişti. Bir devlette bir tek baş olabilirdi. Eskidenberi Türk devleti şehzadelerin birbiriyle kavgaları yüzünden yıkılmıştı. Yine bu yüzden Selçuk Devleti yıkılmağa yüz tutmuştu. İkinci Keykavus kardeşinin bu teşebbüsünü haber alınca geri dönerek Konya'ya geldi. Yerine kardeşi İkinci Keykubat'ı Moğol Hanına gönderdi. Fakat Keykubad yolda öldü 1254. Kendisi henüz on dört yaşında idi. Hükümdarlığı bir unvandan ibaret kalmıştı. Keykubad, Moğollardan yardım görerek tek başına saltanat sürmek istemişti. Fakat müstakil hükümdarlık nasip olmamıştı. 1249 dan 1254 tarihine kadar kardeşleriyle birlikte hükümdarlık etmişlerdi.

İkinci Keykavus kardeşi Kılıçaslan'ı hapsettirmek istedi. KıIıçaslan'ı yakalayamadılar. O Kayseri'de saltanatını ilan etti. Bu ayrılığa mani olmak isteyen Keykavus (Şeyh Sadrettin Kunevi) yi arabulucu gönderdi. Fakat söz dinletemedi. Keykavus yalnız başına hükümdar kaldı.

1256 tarihinde Moğol'lar Anadolu'da harekata geçtiler. Bayçu ordusu ile Konya'ya gelerek kalelerin burçlarını yıktırdı. Dördüncü Kılıçaslan'ı tahta çıkarıp geri döndü. Keykavus İznik'e kaçıp, Bizanslılara sığındı. İmparator'dan yardım görerek bir ordu ile Konya üzerine yürüyüp Kılıçaslan'ı korudu. Kılıçaslan bu defa saltanatını Sivas'ta ilan etti. Moğollar iki kardeşe Kızılırmağı sınır çizdiler. Bu zamana kadar Kafkasya'da hüküm süren Moğollar bu defa İran'da (İlhan'lılar) adıyle bir devlet kurdular. Bu devleti (Hülagü Han) kurdu. Bir ordu ile 1258 de Bağdat'a yürüyerek Abbasi Halifesi (Muttasım) ı bir çuval içine koyarak suvarilerin ayakları altına attı, halifeyi öldürdü. Bağdat'ı Hülagü Han yakıp yıktı. Bütün kitapları da yaktı. İslam alemi dehşet içinde kaldı. Bu zalim kuvvet gözünü Anadolu'ya dikti.

1259 tarihinde Hülagü Han Kılıçaslan ile Keykavus'u yanına çağırdı. Onlara iyi geçinmelerini tavsiye etti. İkisi de geri döndüler. Artık Anadolu'da sözde bir Selçuklu Devleti vardı.

İkinci Keykavus bu duruma bir son vermeyi düşündü. Moğolları Anadolu'dan kovmaya karar verdi. Moğollarla çarpıştı, lakin yenildi 1261 de Selçuk tahtını kardeşi Dördüncü Kılıçaslan'a bırakarak Antalya'ya kaçtı. Buradan da İstanbul'a gitti. Fakat ikinci Keykavus İstanbul'da bir isyan hazırlayıp Bizans tahtına geçmek için hazırlandı. Bunu imparator (Mihail Paleolog) haber alarak onu Rum elinde bir kaleye hapsetti. 1270 tarihinde Altın Ordu Han'ı onu hapisten kurtardı. Keykavus'u Kırım'da misafir etti. İkinci Keykavus 1278 tarihinde Kırım'da öldü. Kırım'ın Suğdak şehrine gömüldü. Keykavus kuvvetli bir hükümdar değildi. Moğolların elinden Anadolu'yu da kurtaramadı. Zamanı kardeş kavgalariyle geçti. Bu yüzden devlet zayıf düştü.


RÜKNEDDİN KILIÇASLAN IV.


İkinci Keykavus Moğollara yenilip Bizans'a kaçınca, yerine Rükneddin Dördüncü Kılıçaslan geçti. 1261 tarihinde Selçuk tahtına tek başına hakim oldu. Tahta çıktığı gün hükümdarlara mahsus beş nöbet mehter çalındı. Tahta çıkış müjdeleri taşıyan fermanlar yazıldı. Ulaklar her yöne fermanlar götürdüler. Kılıçaslan çok Yakışıklı, orta boylu, yiğit bir zat idi. Çok güzel ata binerdi. Atıyla sarayın merdivenlerinden çıkar ve inerdi. Zevke düşkün olup çok -içki içerdi. Aşırı sinirli olup, bütün devlet büyüklerini darıltmıştı.

Bu zamanlar devlet moğolların egemenliği altında idi. Anadolu'da daimi askerleri bile vardı. Moğol Hanı ile Konya sarayı arasında devlet büyükleri bir bağlantı kurmuşlardı. Kılıçaslan Hülagü Han'dan izin almadan bir şey yapamazdı. Selçuk hükümdarı bir gölge haline gelmişti. Kılıçaslan Moğol Hanının daveti üzerine Karakurum'a kadar gitmişti. Kılıçaslan memleketin düştüğü bu durumdan çok müteessirdi. Bir gün odasında düşünüyordu. Huzura kilercibaşı Kemal geldi. Bu adamı çok severdi. Kilercibaşı kederinin sebebini sordu. Kılıçaslan da:

Geçen her akşam, beni gamlı gördü; Gülümseyen her sabah beni ağlar buldu! ..

diye bu şiiri söyledi. O, Moğollardan ve vezirlerinin ihtiraslanndan usanmıştı. Selçuk Devleti en zayıf günlerini yaşıyordu.


SÜLEYMAN PERVANE


Dördüncü Kılıçaslan tek başına tahta geçince Başveziri (Muinüddin Süleyman Pervane) idi. Devlet idaresini Süleyman ele aldı. Çok muhteris ve zeki bir adamdı. Süleyman Pervane Deylemli Alinin oğlu idi. Alimleri severdi. Şeyh Fahreddin'in müridi olduğu için kendisine Konya'da bir dergah yaptırmıştı. Mevlana Celaleddin Rumi (Fihimafih) adlı meşhur eserini onun adına ithaf eylemişti. Bu Selçuk veziri Hülagu Hanın emirlerinden dışarı çıkmıyordu. Hülagu Han Bağdat'ı zaptettikten sonra Anadolu Selçuklu Sultanlığını kardeşi Mengü Hana haraç memleketi olarak vermiş, Kılıçaslan'a vasi olmak üzere de Süleyman Pervaneyi Konya'ya göndermişti. Pervane Moğolların adamı idi. Kılıçaslan Pervanenin emri altına girmişti. Sultanlığı bir bölge mahiyetinde idi. Kılıçaslan bu durumdan dolayı çok acı duymakta idi. Fakat elinden bir şey gelmiyordu. Bu zamanda Anadolu'ya (Karatatarlar) yerleştiler. Türkmen oymakları, gölge olan Selçuk saltanatından ümitlerini tamamen kesmişler, yer yer ayaklanıyorlardı. Süleyman Pervane bunların üzerine kuvvetler gönderiyordu.

Sinop şehri, Trabzon Rum imparatorunun eline geçmişti. Bu ticaret şehrinin geri alınması lazımgeliyordu. Vezir Süleyman Pervane oğlunu bir ordu ile Sinop'a gönderdi. O da Sinop'u fethetti. Fakat Süleyman Pervane, Sinop ve yöresini ailesine malikane olarak aldı. Bundan dolayı Sinop'da (Pervane Oğulları) beyliği doğmuştur. Buna Kılıçaslan'ın canı sıkıldı. Bir gün adamlariyle görüşürken Pervanenin Sinop'a sahip olmasından şikayet ederek dedi ki:

Sultanların hizmetini gören herkes bir şehir isterse, memleketimizden hiç bir nasibimiz kalmıyacaktır. Bizim için yapılacak bir iş var; o da, Moğol hükümdarının huzuruna giderek, memleketin başına musallat olan zalimlerin yok edilmesi için ferman istemektir.

Bu sözleri Pervanenin adamlarından Hatun oğluna söylediler. O da bunu Pervane'ye anlattı. Hain ruhlu olan Süleyman Pervane Kılıçaslan'ın vücudunu ortadan kaldırmak planlarını hazırladı. Hatun oğlu ile Moğol beylerine şu haberi gönderdi:

Sultan Kılıçaslan, Şam'lılarla birleşip Moğol Hanı'na karşı bir isyan hazırlamaktadır. Ben bu düşünceye mani olduğumdan beni öldürmeyi tasarlarnıştır. Bir an önce bir çare bulun.

Moğol beyleriyle, söz birliği ederek Kılıçaslan'ı öldürmeye karar verdi. Pervane (Hocaoğlu) adında birinin adamlarını alarak Aksaray'a gitti. Moğollar vasıtasiyle Kılıçaslan Aksaray'a gönderildi. Kılıçaslan hiç bir şeyden haberi olmadan bu tuzağa düşmüştü.

Kılıçaslan Süleyman Pervane ile karşılaştı. Pervane Sultana kaba sözler söylemeye başladı.

Kılıçaslan Pervane'ye:

Sen sarhoş musun, yoksa esrar mı çektin? Pervane:

Senin hakkımdaki düşüncelerinden dolayı sarhoş oldum. Seni Burdur kalesindeki hapisten kurtaran ben olmuştum. Saltanatının işlerini de düzene koydum. Şimdi de yok etmek istiyorsun. dedi..

Aksaray şehri Moğol ve Pervane'nin toplanmış olduğu cani kılıklı adamlariyle dolmuştu.

Ertesi gün Moğol beyi (Nabşi) Kılıçaslan'a bir ziyafet verdi.

Yemek yenilirken Moğol beyi:

Pervane'nin öldürülmesi için ne sebep gösteriyorsunuz? Ne kusur işledi, öldürülmeye layık mı?

Kılıçaslan:

Onu öldürttürmeyi düşünmedim. Bu sadece bir fitnedir. Diye cevap verdi. Dördüncü Kılıçaslan pek sinirli idi. önüne konulan şarap bardaklarını ardı ardına içiyordu. Verilen son kadehin içinde zehir vardı. Onu da içti. Bu ecel şarabının acılarını damarlarında duydu. Acıları çoğaldı. Bu anda cellatlar içeri girip Kılıçaslan'ı alaşağı ederek üzerine atıldılar. Başına bir kaftan örttüler. Kılıçaslan feryat edip yalvardıysa da para etmedi. Onu yay kirişi ile boğdular. Kirişle boğmak eski bir gelenekti. Hükümdar kanı kutlu sayıldığından yere akıtılmaz. Yalnız boğulurdu.

Kılıçaslan'ın ölümünü halka, çok içki içtiğinden dolayı öldüğü şeklinde ilan ettiler (1266). Öldürüldüğü zaman 27 yaşında yakışıklı delikanlı idi. Cesedi, Aksaray'dan Konya'ya getirilip Atalarının yanına gömüldü. Moğolların Kölesi olan Süleyman Pervane, Kılıçaslan'ın başını yedi. Halk onun için inci gibi gözyaşları döktü. Hem ona, hem de Anadolu'nun kötü giden kaderine ağladılar.



GIYASEDDİN KEYHUSREV III.



Dördüncü Kılıçaslan öldürüldükten sonra, Süleyman Pervane kalabalık bir alayla Konya'ya geldi. Altı yaşında olan Kılıçaslan'ın oğlu (Gıyaseddin Keyhusrev III.) tahta geçirildi (1266): Memleketin her bucağına, tahta çıkış fermanları gönderildi.

Süleyman Pervane çocuk sultanın eğitimiyle meşgul oldu. (Kadı Nureddin) gibi en büyük alimi ona öğretmen tuttu. Kendisine her türlü bilgiler öğretildL Erginlik çağına vardığı zaman orta boylu yakışıklı bir genç oldu. Çok iyi ata biniyordu. Süleyman Pervane ile Sahip Ata Fahreddin Ali elele vererek devlet işlerini çevirmeye çaba gösterdiler. Sahip Ata büyük işler görüyordu. Genç Sultan ağaç kalıplarla fermanlara imza koyuyordu.

Memleketin düzenini sağlamak için yeni vergiler koydular. Bunlar (Kazanç, Askeri masraflara yardım, bina vergisi, toprak ürünleri) vergileri idi. Ata töresine göre Cuma günleri halka ziyafetler verilerek, Devlet büyükleri halkın dert ve dileklerini dinlemeğe başladılar. Adalet işlerine önem verildi. Memlekete bir huzur verilmek istenildi. Bütün bunlara rağmen Moğol baskısı devam ediyordu. Kösedağı yenilgesinden beri Anadolu belini doğrultamamıştı. Delikanlı çağına giren üçüncü Keyhusrev Devlet idaresini ele aldı. İlhanlı hükümdarı (Gazan Mahmut) Han müslümanlığı kabul etti.

Anadolu Selçuklarını Moğolların elinden kurtaracak bir hükümdar vardı. O da Mısır Sultanı (Beybars) idi. Beybars, ordularıyla harekete geçti ve Selçuklulardan yardım istedi.

Fakat Süleyman Pervane Moğollar tarafını tuttu. Beybars ordusuyla Suriye'ye yürüdü. Moğlları yenerek ilerleyip Kayseri'ye kadar geldi. Süleyman Pervane'yi davet etti. O gelmedi. Beybars Mısır'a döndü.

Moğol Han'ı Abakahan bu yenilgeyi haber alınca ordusuyla Kayseri'ye geldi. Savaşdan kaçanları cezalandırdı. Moğol Han'ı bu savaşın çıkmasında Süleyman Pervaneyi suçlandırdı. Pervaneyi göz hapisine aldılar. Ona dostları çok süratli koşan bir arap atıyla kaçmasını teklif ettiler. O kendi yüzünden başkalarının zarar görebileceğini söyleyerek kaçmadı. Pervanenin Mısırlılarla mektuplaştığı söylenildi. Pervaneden bıkmış usanmış kimseler onun aleyhinde bulundular. Kılıçaslan'ı onun öldürttüğünü söylediler. Halk Kılıçaslan öldürüldüğü günlerde:

- Allah unutmaz belki geciktirir.

Demişlerdi. Şimdi de Pervanenin Tanrı sillesini yeme anı gelmişti. Pervaneye artık talih yardım etmiyordu, bahtının yıldızı kararmıştı. Kulluk ettiği efendileri olan Moğollar onu yok edeceklerdi. Abakahan Pervaneyi alarak yola çıktı. Erzincan'dan (Aladağ) a geldikleri zaman cellatlar, onun boynunu vurdular. O ettiklerinin cezasını gördü 1278. Selçuklular Pervaneden kurtuldular. Fakat Moğollardan kurtulamadılar. Bu zaman Devletin en büyük vezirlerinden (Sahip Ata) hizmet yoluna katıldı.



SAHİP ATA


Selçukluların büyük vezirlerinden biri (Sahip Ata) idi. Onu vezirliğe getiren İkinci Keykavus olmuştu. Fakat onun en büyük rakibi ise Süleyman Pervane idi. Hatta onu hapis bile ettirmişti. Moğol Han'ı suçu olmadığını anladığından onu hapisten çıkarıp ödevine devam ettirmişti.

Sahip Ata'nın adı (Ali) Mahlası (Fahrettin) dir. Dostları ona (Hoca Ali) derlerdi. Fakat tarihe (Sahip Ata) olarak geçmiştir. 1181 tarihinde Konya'da doğmuştur. Babasının adı, Hüseyin, dedesininki ise Ebubekir'dir.

Fahrettin Ali, okumasını Konya medreselerinde yaptı. Sonra Devlet hizmetine girdi. Yüksek kabiliyat ve zekası dolayısiyle önce Pervanecilik, sonra da Adliye vekili oldu. Bir aralık da Dışişleri Bakanlığı ödevini gördü. Nihayet onu İkinci Keykavus vezirliğe getirdi. Selçuklularda Vekiller Hey'etine (Divan-ı Sultan) denilirdi. Bu büyük divanın başkanına (Sahib'i Divan'ı Devlet) ünvanı verilirdi. O devirde vezirlik alameti altın bir divit ve başa sarılan bir destardı. Aynı zamanda vezirlere hil'at da giydirilirdi. Anadolu Selçukluları devrinde vezirlere (Sahip) veya (Hoca) denilirdi. Sahip, devlet işlerine sahip olan, el koyup idare eden anlamına gelmektedir. Ata, soyda ise büyük anlamına gelmektedir. Selçuklular şehzadeleri memleket işlerinde yetiştiren zata (Atabey) derlerdi. Fahrettin Ali'ye de şehzadeleri yetiştirmek ödevi verilmişti. Bu sebeple (Sahip Ata) ünvanı ile ün aldı.

Süleyman Pervane onu, herkesin gözünden düşürmek istiyordu. Bir gün konağına devrin bilginlerini davet etti. Hatta o günkü davette Mevlana Celaleddin Rumi, Sadettin Kunevi de vardı. Pervane, Sahip Ata'yı da çağırdı. Maksadı bu alimlere onu alt ettirip, gözden düşürmekti. Toplantıdaki bilginler ona çeşitli sorular yağdırdılar, O ne sordularsa altından kalktı. Herkes onun derin bilgisine hayran kaldı. O gün Süleyman Pervane onu yenemedi. Sahip Ata çok okumuş büyük hocaların derslerine devam etmişti. Bir gün de Sahip Ata Mevlanadan Türk tasavvufunu sordu. Mevlana ona güneş batana kadar bildiklerini anlattı. O da sabırla dinledi. Mevlana ölünce oğulları Sultan Veled ile Hüsamettin Çelebi'ye yardımdan geri kalmadı.

Sahip Ata Anadolunun soyca yüksek bir ailesine mensup, aynı zamanda çok zengindi. Bütün varını yoğunu memleketine sarfetti. Moğolllar halkdan ağır vergiler alıyorlardı. Sahip Ata bir hey'etle Moğol Hanına giderek vergileri hafiflettirdi; Moğollarla iyi geçindi.

Sahip Ata Anadolunun bayındırlığına çok önem verdi. Birçok san'at eserleri ve hayır müesseseleri kurdu. Sahip Ata'nın Konya'da yaptırdığı en değerli eser (Sahip Ata) mescididir. Cephesindeki süsleri, çinili çifte minaresi herkesin takdirini kazanmıştır. Bu mescidin içini süsleyen renkli mozayik çiniler bir şaheserdir. Ayrıca bir de Dergah yaptırmıştır. Sahip Ata'nın türbesi de ayrıca güzeldir. Kendisi mumyalanarak gömülmüştür. İki oğlu da yanında yatmaktadır. Sahip Ata'nın Konya'da yaptırdığı en büyük san'at eseri ince minareli mescididir. Kapısının süsleri eşsiz güzelliktedir. Bunlardan başka Nalıncı Baba Türbesi, Sultan Hamamı ile Buzhaneler yaptırmıştır. Ayrıca, Dört te çeşme ve Ilgında bir han ile bir de kaplıca yaptırdı. Akşehir'de Taş medrese mescidi ile imareti, İshaklı'daki han ve hamamı, Kayseri'de yaptırdığı Sahibiyye mescidi ve çeşmesi, Sivas'daki meşhur Gök Medresesi Selçuk abidelerinin ölmez eserleridir. Sahip Ata'nın eserlerini yapan Konya'lı meşhur mimar (Keluk oğlu Abdullah)tır. Oğulları da bir çok eserler yaptırmışlardır. Anadolu'yu san'at eserleriyle süslemiştir. Mevlana Anadolunun fikri, Sahip Ata da, kesesi idi.

Sahip Ata, beş Selçuk hükümdarına yirmi seneden fazla vezirlik etti. İhtiyarlayınca Akhisar'ın Nadir köyündeki çiftliğine çekilmiş, burada 1288 tarihinde 104 yaşında hayata göz yummuştur.

Türkiye tarihinin büyük devlet adamlarından biridir. En fırtınalı devirlerde devlete en hayırlı işleri görmüştür. Sadettin Köpek, Süleyman Pervane gibi devleti yıkmak istiyenler arasında, Sahip Ata gibi vatanseverler de yetişmiştir. Sahip Ata'nın oğulları (Emir Tacettin) ile (Emir Sadettin) babası gibi devlete hizmet ettiler. Karaman oğluna karşı durdular. Bu yolda da öldüler. Sahip Ata'nın yerine (Kazvinli Fahrüddin) vezirliğe getirildi. Halktan ağır vergiler aldı. Memleketi iyi idare edemedi. Halkın nefretini kazandı.

Bu yıllarda Selçuk büyüklerine adeta kıran girmişti. Atabey Mecdüddin Sivas'da öldü. Beylerbeyi Tacüddin Erzincan'da göçtü, Mevlana Celaleddin ve Sadreddin Kunevi de hakkın rahmetine kavuştu. Bu uluların ölümleri devletin zayıflamasına sebep oldu.


CİMRİ İSYANI


Anadolu Selçuklu Devleti, Moğol baskısından ve Moğolların emellerine hizmet eden vezirler yüzünden yıkılmağa yüz tutmuştu. Selçuklu'lara İran Kültürü tamamen tesir etmiş Türklüklerini kaybetmişlerdi. Dağlarda oturan türkmenler ise yabancı kültürüne girmiş olan aydınlardan nefret ediyorlardı. Selçuk hanedanı ve onlara bağlı kimseler eserlerini acemce yazıyorlardı.

Türk töresine bağlı türkmenler, artık Selçuk Devletine boyun eğmemeye başladılar. Ayaklandılar. Esasen Selçuk Sultanları Moğolların oyuncağı olmuş, şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. Devlet otoritesi kalmamıştı. Anadolunun birliği bozulmuş, yeni beylikler doğmaya başlamıştı.

Devletin bu zayıf ve perişan halini gören Karamanoğlu (Mehmet Bey) Türkmenleri başına topladı. Bu zaman Moğollar üçüncü Keyhusrevi İran'a götürmüşlerdi. Karamanoğlu Mehmet bey, İkinci Keykavus'un oğlu olduğunu iddia eden Siyavuş adlı birisini (Cimri) adıyla sultan tanıdı. Başına topladığı adamlarla Konya'ya gelip Selçuk tahtına oturdu. Mehmet Bey de Cimri'ye vezir oldu 1277.

Kasabaları ve şehirleri yağma ettiler. Cimri kuvvetleriyle Sahip Ata'nın oğulları savaştılar ve bu savaşta öldüler. Üçüncü Keyhusrev Moğol Hanı'nın yanından dönüp Tokat'a geldiği zaman olup bitenden haberi oldu. Moğol Hanından yardım istedi. Moğollar bir ordu gönderdiler. Bunu duyan Cimri veziri Mehmet Beyle Konya'dan kaçtılar. Üzerlerine asker gönderildi. Mehmet bey bir yerde pusuya düşürülüp öldürüldü. Cimri de kaçtı. Bir yıl sonra Cimri ile Karahisar ovasında yapılan bir savaşta Cimri esir edilerek Üçüncü Keyhusreve getirildi. Cimri'nin derisi yüzülüp içine saman dolduruldu. İsyan eden Cimri korkunç şekilde cezalandırıldı 1278.

Karamanoğlu Mehmet Bey milliyetçi bir Türktü. Selçukluların elinde Türk dilinin mahvolmasından acı duyarak, acemce yerine Türkçeyi resmi dil yapmıştı. Şu bildiriyi yayınlamıştı:


«Bugünden Sonra: Divanda, Dergahta, Barigahta, Mecliste, meydanda Türkçeden başka, dil kullanılmayacaktır.

«Karamanoğlu Mehmet»


Karamanoğlu Mehmet Bey bu bildiriyi 1277 tarihinde yapmak suretiyle dil devriminin piri olmuştu. Cimri'den sonra Aksaray'da (Kızıl Ahmet) adında birisi başına dört bin kişi toplayarak isyan etti. Üzerlerine Moğollar asker göndererek bozguna uğrattılar.

Üçüncü Keyhusrev Bizans sınırını teftiş ederken Söğüde uğradı. Buraya gelince Kayıhanlı Türkmenlerinin başbuğu Süleyman Şah oğlu (Ertuğrul Gazi) ve diğer oymak beyleri sultanın yanına geldiler. Ertuğrul Gazi Sultan'a hediyeler sundu. Ertuğrul torunlarından birini Keyhusreve verdi. Artık, her tarafta Türkmenler başlarına buyruk olmuşlardı, 1281.

Moğol Hanı Abaka ölmüş, yerine Hülağu Hanın oğlu Ahmet Han geçmişti. Hanı tebrik için Üçüncü Keyhüsrev İran'a gitti. Han Anadolu'yu Gıyaseddin Mesut ile birlikte idare etmesini bildirdi. Buna Üçüncü Keyhusrev razı olmadı. Bunun üzerine, 1281 de İkinci Mesut yerine geçirildi.

Han'dan izin almadan ayrılıp gitti. Han onu Azerbeycan'a çağırdı, başına gelecekten fena halde korktu. Tasasından ağır bir hastalığa tutulup yatağa düştü, Moğol Hanı ona kızdığından bir cellat gönderdi. Keyhusrevi ölüm döşeğinde gören cellat, buyruk yerine gelsin diye zehir içirtip öldürdü 1281.

15 yıl hükümdarlık yaptı. Zamanında Moğollar Selçuklulara hakim olmuşlardı. Sultanların hiç bir hükmü kalmamış, düşman elinde öldürülüyordu. Bu ne acı bir devirdi.


GIYASEDDİN MESUT II.


Üçüncü Keyhusrevin yerine, İkinci Keykavusun oğlu İkinci Giyaseddin Mesut Onbeşinci Sultan olarak 14-Ağustos-1281 de tahta geçti. İkinci Mesut yalnız başına saltanat sürmeye başladı. Onun devri doğrudan doğruya, Anadoluda Moğol idaresi idi. Alpaslan, Kılıçaslan, Sultan Alaeddin oğulları Konya'da esaret hayatı yaşıyorlardı. Moğollar dilediklerini tahtından indiriyorlar, hoş görmediklerini de öldürüyorlardı. Bu ne acınacak durumdu. Kahramanlıklarla dolu Kınık hanedanı bu hale düşmüştü. Devleti idare edecek büyük vezirler de kalmamıştı. Memuriyet isteyenler Moğol Hanın huzuruna giderek, hediyeler takdim edip, memuriyet alıyorlardı. Onlarda halkı soyuyorlardı. Halk Moğol beylerini doyuramaz oldu. Evlatlarını, cariyelerini satmak suretiyle vergilerini veriyorlardı. Sefalet alıp yürümüştü. Bu büyük ulusun koruyucusu, bir hakanları yoktu. Türkmenler yer yer isyan ediyorlar, bu yüzden de Moğol kılıncı altında can veriyorlardı. Selçuk egemenliği bir gölgeden ibaret olmuştu. Sultanlar, zevke düşmüşler, içki alemleri yapıyorlardı. Anadolu'da en kuvvetli halk teşkilatı Türk işçilerinin kurduğu (Ahilik) teşkilatı idi. Sultanlar bunlardan da faydalanamadılar. Artık bölge, bölge Anadolu beylikleri kurulmaya başladı.

İkinci Mesudun kardeşi (Beşinci Kılıçaslan) Kastamonu'da istiklalini ilan etti. Kastamonu'lular onunla birlik oldular. Kastamonu Başbuğu (Alp Yörük) Kılıçaslan'la çarpışırken öldü. İkinci Mesud bir kuvvetle asilerin üzerine gitti. Bu savaşda kan döküldü. İkinci Mesut kuvvetleri zaferi kazandı.

Bu olaydan sonra (Balto) adlı bir komutan İlhanlılara karşı isyan etti. Anadolunun içinde kanlar döküldü. Halkın huzuru kaçtı. İkinci Mesut da Balto'ya uymak zorunda kaldı. Bu sebeble İkinci Mesud'u Moğol Hanına gönderdiler. Balto ile birlikte olmadığını söylemesine rağmen onu (Hemedan) da alakoydular 1297. yerine Üçüncü Alaeddin Keykubat ikinci defa tahta geçti ( 1302) . Kayseri'yi başkent yaparak altı sene hiç bir hareket yapmadan yoksulluk için de yaşamıştır. 1308 tarihinde Kayseri'de inme inerek öldü. İlk hükümdarlığı 16 yıl sürmüştü. Bu suretle 22 yıl Sultanlık yaptı. İkinci Mesut 1253 de doğmuş, 55 yaşında ölmüştür.


ALAEDDİN KEYKUBAT III.


İkinci Mesudun yerine, Onaltıncı ve son sultan olarak Üçüncü Alaeddin Keykubat, 1297 de tahta geçti. Babası Melik (Ferimuz) dur. O da İkinci Keykavusun oğludur. Keykubat 1277 tarihinde doğmuştur. Babası Ferimuz Bizans'da hapis iken Keykubat'ı bir elçi ile Moğol hanına göndermişti. Üçüncü Alaeddin Keykubatı tahta çıkaran Moğol Hanı (Gazan Mahmut) olmuştu. Bu zamanlar Anadolu soyguncuların elinde idi. Anadoluya gönderilmiş Moğol beyleri de Selçuk tahtına göz dikmişlerdi. Bunlardan birisi ( Sülemiş) adında bir zat idi. Sülemiş 1299 tarihinde isyan etti. Moğol beyleri Sülemeş'in kuvvetlerine yenildi. Bu isyandan korkan Alaeddin Keykubat Moğol Hanından yardım istedi. Asi Sülemiş'in üzerine (Emir Çoban) gönderildi. Yapılan savaşta Sülemiş'in ordusu dağıldı. Kendisi de Şam'a kaçtı. Fakat Moğol zulmüne karşı Türkmenler yer yer isyana başladılar. Niğde ve Seferihisar'da, Samsun Türkleri ayaklandılar. Fakat hepsi bastırıldı. Moğol beyleri durmadan halkı soyuyorlardı. Halk mağaralara sığınıyor, dağ başlarına kaçıyorlardı. Anadolu halkının başına gelmedik felaket kalmıyordu. Onların haklarını, canlarını koruyacak sultanları yoktu. Devlet namına birşey kalmamış, yalnız Moğol kölesi bir sultan vardı. Sülemiş Şam'dan gelerek tekrar soygunculuğa başladı. Alaeddin . Keykubat korkusundan Diyarbakır'a kaçtı. Nihayet Sülemiş yakalanarak öldürüldü.

Sülemiş'in öldürülmesinden sonra Gazan Han kardeşinin birini Keykubat'a verdi. Alaeddin beceriksiz, zekaca da zayıftı. Devlet idaresini beceremiyordu. Halk sultanı Moğol beylerine şikayet etti.

Bunun üzerine kaçmak istedi fakat yakalanarak İsfahana gönderildi. Burada birisine ağır sözler söyledi. O da Keykubatı hançerliyerek öldürdü 1308. Öldüğü zaman 25 yaşında idi. Beş yıl hükümdarlık edebilmişti. Yerine ikinci defa İkinci Mesut geçti. O da 1308 de ölünce Anadolu Selçuk Devleti yıkıldı.


SELÇUKLU DEVLETİNİN YIKILIŞI


Gazan Mahmut, İkinci Mesud'un oğlu (Gazi Çelebi) ye Sivas, Kastamonu ve Sinop'u vermişti. Fakat, Moğollar ona da rahat vermediler. Selçuk hanedanının son evladı da Sinop'da söndü. Selçuklu İmparatorluğunun yıkıldığı 1308 yılında Anadolunun durumunu o devrin tarihçisi Aksaray'lı Kerimüddin şöyle anlatıyor:


«Gökyüzünden bir damla yağmur düşmedi. Semanın bekçileri, halkın erzak kapısını kapamıslardı. Bir batman buğday bir altına çıktığı halde bulunmuyordu. Açlık öyle bir kerteye dayandı ve Tanrı'nın öfkesi her tarafı öyle sardı ki, bağlardaki su kuyuları ölülerin kemikleriyle doldu. Devlet büyüklerinin zulüm ve cefaları semadan inen bu belalarla elele vermişti. Bu zalimler yüzünden bütün mal ve mülk yağma edildi. Ülke açlarla doldu. Böylece devlet harmanını zeval rüzgarı savurup gitti.»


Selçuk Devletinin yıkılışını, başsız kalan halkın sefaletini anlatmıştır. Anadolu uzun zamandanberi İlhanlı Moğolların askeri komutanları tarafından idare edilmekte olduğundan, Selçuk Sultanlığının yıkılışı pek sessiz oldu. İlhanlılar 1303 tarihinden beri Anadolu'yu doğrudan doğruya kendilerine tabi bir vilayet gibi genel bir vali ile idare ediyorlardı. Bunların idaresi orta Anadolu'ya kadardı. Batı Anadolu Türkmen beylerinin elinde idi. Anadolu valilerinden (Emir Çoban oğlu Demirtaş bey) uçlara kadar hakimdi. Emir Çoban Mısır'a kaçınca Moğol egemenliği de zayıfladı. İlhanlı (Ebu Sait) ölünce, 1335 den itibaren Anadolu Türkmen beylikleri istiklallerini ilan ettiler.

Anadolu Selçuklu Sultanlığının yıkılışı sebebleri şu noktalarda toplanmaktadır: Birinci sebep, şehzadelerin birbirleri ile saltanat kavgaları, ikincisi Birinci Alaeddin Keykubat'dan sonra gelen sultanların sefahata düşmeleri, üçüncüsü ise, Kösedağında Moğollara yenilmesi, dördüncüsü, Sadettin Köpek ve Süleyman Pervane gibi hain ve entrikacı vezirlerin gelişi, beşincisi küçük yaştaki hükümdarlar ve şahsiyetlerinin zayıflığı, altıncısı doğu sınırlarının açık oluşu, her türlü insanın yurda girişi, yedincisi ekonomi ve ticaretin zayıflaması sekizincisi halkın zulüm görmesi, dokuzuncusu, Acem kültürünün girişi, aydın sınıfının yabancı hayranlığı, milli benliğin ihmali, milli birliğin bozuluşu, alim ve ediplerin eserlerini farsça ve arapça yazmaları, (Mevlana bile şiirlerini acemce yazmıştı.) Onuncu sebep Moğol soygunculuğu, Selçuk valilerinin müstakil hareket etmeleri bu devletin yıkılmasına sebep oldu. Tuğrul, Alpaslan, Kılıçaslan, Alaeddinleri yetiştiren bu ulus Moğollar elinde eridi. Anadolu'da Türkmenler bütün öz varlığını, milli benliğini, töre ve geleneklerini, arı dilini muhafaza ediyorlardı. Nitekim, Türkmenlerin en enerjiği olan Kayı aşireti “Osmanlı Devleti”ni kurarak, Türkiye tarihini devam ettirdi. Osmanlılar, Selçukluların devamıdır. Selçuklular Anadolu Türklerinin atalarıdır.

Anadolu Selçuklularından 16 hükümdar gelmiştir :

1- Kutalmış oğlu Süleyman Şah       1077 - 1086

2- Kılıçaslan I.                       1092 - 1107

3 - Mesut I.                        1116 - 1155

4 - Kılıçaslan II.                1155 - 1192

5 - Rükniddin Süleyman II.         1192 - 1204

6- Kılıçaslan III.                        1204 - 1205

7 - Gıyaseddin Keyhusrev I.                 1205 – 1211

8 - İzzeddin Keykavus I.                                  1211 - 1220

9 - Alaeddin Keybubat I.                                        1220 - 1237

10 - Gıyaseddin Keyhusrev II.                               1237 - 1246

11- İzzettin Keykavus II.                                       1246 - 1256

12- Alaeddin Keykubat II.                                 1254 - 1261

13- Kılıçaslan IV.                                              1261 - 1266

14 - Gıyaseddin Keyhusrev III.                            1266 - 1281

15 - Mesut II.                                                          1281 - 1279

16 - Alaeddin Keybubat III.                                  1297 - 1308


Anadolu Selçuklu Sultanlığı (231) yıl yaşamıştır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu da (172) yaşadığına göre Selçuklu Devleti (403) yıl Cihan tarihinde yer almıştır. Osmanlı İmparatorluğu da (624) yıl sürdüğüne göre 1071 Malazgirt Savaşından 1971 yılına kadar Anadolu'da (900) yıl yaşamaktayız. Aynı tarihe aynı dile, aynı dine, kültür ve gelenekte ve bir ülkeye sahip bir ulus olarak yaşadık. Bu uzun ömürlülük, ancak Türk oğluna nasip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu ulu ve şerefli tarihin devamıdır. 





SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

20 Mayıs 2023 Cumartesi

İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-3

 


Cahiliye Döneminde Tıp


Tıb bilimi, Keldaniler tarafından temelleri atılan bilimler arasındadır. Hastalıklara ilaç bulmakla ilk meşgul olanlar Keldanili kahinlerdi. Keldaniler, gelenek olarak hastalarını sokaklarda ve halkın geçtiği yerlerde teşhir ederlerdi. Öyle ki oralardan geçenlerden böyle bir hastalığa yakalanmış birisi geçerse nasıl tedavi olduğunu öğrenip ona göre davransınlar ve tedavi etsinler. Keldaniler bu alanda topladıkları bilgi ve deneyimi levhalara yazarak ibadethanelerinin duvarlarına asarlardı. lşte bu yüzden tıp bilimi onlarda kahinlerin uğraştığı sanatlardan sayılıyordu. Diğer eski milletler ve özellikle Araplar tıbbı Keldanilerden öğrenmişlerdir. Eski tababetin Mısır, Fenike ve Asurlularda birbirine benzemesi de buradan kaynaklanıyor. Daha sonra tıp bilimini Yunanlılar daha da geliştirmişler ve düzenlemişlerdir. Romalılar ve İranlılara da Yunanlılar aracılığıyla geçmiştir. Araplar söz konusu devletlerle çağdaş olduklarından onların tıp konusundaki bilgilerini aldıktan başka, daha önce Keldanilerden aktardıkları bilgi ve deneyimlerle, kendilerinin doğrudan doğruya buldukları tedavileri ve bilgileri de eklemişlerdir. Bu şekilde toplanan bilgilerle Cahiliye dönemindeki tıp bilgileri ortaya çıkmıştır. Bu bilgilerden birçok şey hala çöl kabileleri arasında bilinmekte ve kullanılmaktadır. Araplarda tıp iki metoda bağlıydı. Biri kahin ve muskaların metoduydu. Diğeri ise gerçek ilaç kullanma metoduydu. Kahinler; hastaları önce de belirttiğimiz üzere okuyup üfürmek, sihir yapmak veya Kabe'de kurban kesmek, duada bulunmak veya muska (nüsha) yazmak vs. metodlarla tedavi ederlerdi.


Okumak ve üfürmek yoluyla tedavi bütün eski milletlerde yaygın olan yöntemlerdendir. Eski Mısırlıların kalıntıları arasında hastaların tedavisi için önerilen birçok muska bulunmuştur. Onlardan bize gelen bilgilerden anlaşıldığına göre, o zamanlarda bir kahin bir hastanın tedavisi için davet olunduğu zaman kahinin yanında, biri muska ve dua kitabını, diğeri ilaçları taşıyan iki adam bulunurdu. Eski Mısırlılar hem muska ve dua hem de ilaçlarla hastaları tedavi ederlerdi. Gerek muska yazmakta gerek okumakta sözü ma'büdlarından birine ve özellikle eski Mısır ma'büdlarından lsiz, Osiriz ve Ra'ya yönlendirirlerdi. İlacı yaparken veya onu hastaya içirirken birtakım özel dualar okurlardı. Bunlara örnek olmak üzere aşağıdaki duayı gösterebiliriz ki, bu dua hasta ilaç içerken okunurdu: "Bütün hastalar için şifa kitabı budur. Ey lsiz! Horus'u erkek kardeşi Set tarafından, babası Osiriz öldürüldüğü zaman onun yüzünden karşılaştığı elemler ve sıkıntılardan şifaya kavuşturduğun gibi beni de şifaya kavuşturur musun? Ey lsiz ! Ey büyük sihirbaz! Oğlun Horus'u nasıl kurtardıysan beni de acı çektiğim üzüldüğüm kötü ve şeytani şeylerden, bana bulaşacak bulaşıcı ve öldürücü ve kötü hastalıkların hepsinden şifaya kavuştur ve kurtar. " Onların inancına göre insanın içine girerek hastalıkları doğuran kötü ruhları çıkarmak için özel dualar vardı. Eski Mısırlılarda bu gibi şeyler insanlık düşüncesinde nasıl yayılmışsa Araplarda da aynı durumlar gerçekleşmiştir. Araplar hastalandıkları zaman, kendi putlarına bu gibi dualarla hitap ederlerdi. lnsanların içlerine girdiklerine inandıkları şeytanları da okumakla, muska yazmakla çıkarmak isterlerdi. Bu inançlardan biri olarak; bir vebadan kurtuldukları zaman eşek gibi anırırlardı. lnsan eşek gibi anırırsa vebadan kurtulurmuş. Yine o inanca göre padişahların kanı felç ve sakatlığı tedavi edermiş.


Arapların ilaçlarla tedavi yöntemine gelince; bu yöntem Eski Mısırlılarda ve diğer eski milletlerde ne haldeyse Araplarda da aynı durumdaydı. Araplar basit tıbbi ilaçlar, şerbetler ve özellikle bal gibi maddelerle hastalıkları tedavi ederlerdi. Onlara göre bal, iç hastalıkları için en etkili ilaç sayılırdı. Bununla beraber hastalıkları tedavide en büyük önem hacamat (kan almak), demirle dağlamak gibi yöntemlere verilirdi. "Her hastalık sonunda dağlamakla kesilmiştir. Şu halde doktorlukta en son çare yarayı dağlamaktır" cümleleri Arapların ünlü sözlerindendir. Çoğu kez bir organı keserek tedavi ederler. Ve bu kesme işini ateşle yaparlardı. Çünkü ateş o devirlerde bugün bizdeki çürümeyi ve kokmayı giderici maddeler yerine kullanılırdı. İnsanın organından birini kesmek istediklerinde ateşte büyük bir bıçak kızdırarak onunla o organı keserlerdi. Örneğin ünlü şairlerden Hansa'nın erkek kardeşi Sahr ibn Amr'ın aldığı bir yaranın etkisiyle karnında ciğer gibi bir şiş oluşunca bir bıçak kızdırarak onunla o şişi kesmişlerdi.


Araplar göz şaşılığını, gözü; dönen değirmen taşını takip etmekle tedavi ederler ve gözün değirmen taşına baka baka doğrulacağına inanırlardı. O dönemdeki düşünce ve inançlardan olup günümüzde hurafe kabul ettiğimiz şeylerden biri de bir yaralının su içtiğinde öleceğine inanmalarıdır. Bir kadın bir şeyden korkupta yüreği soğursa ona sıcak su içirirlerdi.


Tabipler


Tabipler önceleri kahinlerden ibaretti. Daha sonra Araplar Rum ve lranlılarla karşılaşıp kaynaşınca tıp ilmini onlardan alarak tabipliği yani hekimliği öğrenmiş ve bu bilimde ün sahibi olmuşlardı. Bunların çoğu miladi 6. yüzyıl sırasında lslam'dan önceki Arap uyanışını başlatan kişilerdi. Bununla birlikte o hekimlerden bazıları daha önceki devirlere de yetiştiler. Lokman, Arapların en eski hekimlerinden biridir. Aynı zamanda Arapların hakim ve filozofudur. Lokman'ın kişiliğiyle bulunduğu zaman hakkında anlaşmazlık vardır. Lokman'dan sonra Teymur Rebab'dan lbn Huzeym gelir ki bu zat hekimlikteki ustalık ve uzmanlığı ile Araplar arasında efsane halini almıştır. Araplar bir hekimin ustalığını belirtmek istedikleri zaman lbn Huzeym'den daha hazır derlerdi.


Haris ibn Kelede, Cahiliye devrinin en son hekimlerindendi. H. 13. yüzyılda öldü. Sakaf oğullarından ve Taif halkından olan bu zat lran ülkesine giderek Cündişapur'da (Cündisabur) tıp ilmini öğrendikten ve oralarda bu sanatı uygulayarak para kazandıktan sonra kendi ülkesine dönmüş ve Taif'te yerleşmiş ve hekimlikte büyük bir ün kazanmıştı. lslamiyet'in doğuşuna yetişti. Hz. Peygamber her kimde hastalık olursa bu kişiye gidip kendini tedavi ettirmesini önerirdi. lbn Ebi Rumiyye el-Temimi, Nadr b. Hars b. Kilde de Cahiliye devri tabiplerindendi.

Sözü edilen tabiplerden çoğu, tabipliği Iran ve Rum ülkelerinde öğrenmişlerdi. Manastırlarda ve ibadethaneler vs.'de bulunan kahin ve hahamlardan tıbbı öğrenenler de vardı. Bunlar tıp ilmini öğrenirken bazan eski felsefeden de bilgiler aktarırlardı. Durumdan anlaşıldığına göre tabiplikle uğraşanlardan bazıları cerrahlık alanında da uzmanlaşır ve tabip isminden çok cerrah lakabıyla ünlenirlerdi. Cahiliye devrinin en ünlü cerrahı yukarıda sözü geçen lbn Ebi Rümiyye'dir.


Bundan başka Araplar at ve develere çok fazla önem verdiklerinden tabiplerden bazıları bugünkü veterinerler gibi hayvanların tedavisinde uzmanlaşmışlardı. As b. Vail Cahiliye devrinin veterinerlerindendi. 





Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak