20 Aralık 2022 Salı

TARİH DEVRELERİNE GEÇİŞ YAZININ BULUNMASI ve MEZOPOTAMYA BİLİMİ

 


SÜMERLER ve YAZI


Hiç şüphesiz yazının bulunması insanlık tarihinin en önemli hadiseleri arasında yer alır. Tarih çağlarını başlatan bu gelişmenin başlangıcını M.Ö. 8000'lere kadar indirenler olsa da, genel kabul gören teze göre yazı M.Ô. 3500 yılında Aşağı Mezopotamya'da yaşayan Sümerler tarafından bulunmuştur. Yazının bulunması ile ilk siyasi oluşumlar kabul edilen şehir devletlerinin kurulması arasında eş zamanlılık dikkat çekmektedir. Bilgileri insan hafızasının zaaf ve yetersizliğinden koruma aracı olarak geliştirilen yazı, muhtemelen o dönemdeki ilk devletlerin bürokratik kayıtlarını tutma ihtiyaçlarından doğmuştur. Nitekim Denise SCHMEND ve Pierre AMIETe göre yazının ilk kullanımı defter tutma-muhasebe amaçlı olmuştur. Din adamları mabedlere getirilen hediyelerin kayda geçirilmesi sırasında bazı ürün ve hayvan adlarını çağrıştıran şekiller çizerek yazının oluşumuna ön ayak olmuşlardır. Zamanla Sümer yazısı, insan ve eşya isimlerini içeren 1200 logo-grafik (resim benzeri) sembollerden oluşan bir iletişim aracı haline gelmiştir. Bu sembolik yazılar giderek bir çizgi formu kazanmış, daha sonra da alfabe benzeri şekillere dönüşmüştür. Yazı, diğer Mezopotamya medeniyetlerini etkilediği gibi, göçler yoluyla da Mısır hiyeroglif yazısının oluşmasına ve gelişmesine sebep olmuştur.


Kil tabletlere çivilerle şekil verme biçiminde başlayan yazının kağıtla buluşması oldukça uzun bir dönemi gerektirmiştir. Kil tabletlerden papirüse, mumlu levhalara, parşömene, nihayet kağıda geçen harfler her malzemede ayrı bir şekil almıştır.


Eski bir medeniyet merkezi ve Asurluların başkenti olan Ninova'nın harabeleri arasında Asur hükümdarı Banibal'a ait bir kitaplık bulunmuş, içindeki kitapların tümünün lüleci çamurundan yapıldığı tespit edilmiştir. Katipler bu sistemde yazılarını oldukça büyük ve kalın hazırlanan levhalara üç köşeli sivri çomakla yazardı. Çomak çamurun içine batırılıp hızla çekilince, kalın başlayıp incecik kuyruk halinde biten bir iz meydana gelirdi. Böylece levhalar düzgün ve incecik satırlar halinde çivi yazısıyla çabucak doldurulmuş olurdu. Bu iş bittikten sonra tabletler dayanaklı olmaları için çömlekçilere verilir, pişirilmeleri sağlanarak taş gibi dayanıklı kitaplar elde edilirdi. Kil üzerinde çok başarılı olamayan Babilliler uzun anlatımdan vazgeçerek kelimenin ilk hecesini göstermekle yetindiler.


Fenikeliler M.Ö. 2000'lerde Sümerlerin çivi yazısı ile Mısır'ın hiyeroglif yazısını geliştirerek yirmi iki işaretten oluşan ilk alfabeyi buldular. Fenikeliler daha sonra deniz koloniciliği yoluyla Ege Bölgesi'nde bulunan Yunan ve İyon medeniyetlerini etkileyerek alfabenin bu bölgeye de yayılmasını sağladılar. Böylece alfabe, ilkçağın en gelişmiş bu iki medeniyetinden Roma'ya geçmiş ve günümüz Latin alfabesi ortaya çıkmıştır.


DİGER MEZOPOTAMYA MEDENİYETLERİ


AKATLAR (M.Ö. 2725-2545)


Sümerlerin devamı kabul edilen Akatlar, Sami topluluğundandırlar. Akatlar tarihte ilk düzenli orduyu kurarak ilk imparatorluk örneğini oluşturmuşlardır. Sümer Medeniyetini bütün Mezopotamya'ya yayan Akatların kurucusu Sargon'dur. Efsaneye göre Sargon, doğduğunda annesi onu bir sepetin içine koyarak Dicle Nehri'ne bırakır. Sular onu bir bahçıvanın bahçesine kadar sürükleyerek kıyıya atar. Bahçıvan onu alır, büyütür, mabede hizmetçi olarak verir. Sargon büyür, başrahip olur. Ve zalim kral Lugal Zagizi'yi öldürerek yerine geçer. Hükümdar olduktan sonra devletin sınırlarını Ön Asyaya doğru genişletir. Sargon'un efsanesi ve şahsiyeti bize mukaddes kitaplardaki Hz. Musa kıssasını hatırlatmaktadır.


Sargon'un torunu Naramsin dönemi Akatların en parlak dönemidir (M.ü. 2645-2604). Bu kral, tabletlerdeki bilgilere göre: "On yedi kralla savaştım. Yedi kralı kesin olarak yendim. Onların birliğini dağıttım ve hakimiyetimi yürüttüm:' demektedir. Dönemin belgelerinden anlaşıldığına göre komşuları Elamlılar, özellikle İran dağları bölgesinde yaşamakta olan Gutilerle savaşmıştır. Daha sonraları batıya yönelerek Suriye ve Filistin topraklarını ele geçirmiş, hakimiyetini kendi ifadesiyle dört iklime yaymıştır. Bu devlet bir iç isyan sonucu tarih sahnesinden çekilmiştir.


BABİL MEDENİYETİ (M.Ö. 2100-539)


Sami kavimlerinin hakimiyetini Mezopotamyada pekiştiren Babillilerin en ünlü hükümdarı «Adaletin Kralı» unvanını alan Hammurabidir.


Hammurabi, Sümerlerin fidye esasına dayalı Urgakina Kanunları'nı geliştirerek kısas esasına dayalı yeni bir hukuk sistemini yürürlüğe koymuştur. Böylece hukukun gelişimine çok önemli katkı sağlamıştır.


Hammurabi Kanunları'na şunlar örnek verilebilir:


"Birini itham eden ispata mecburdur, yoksa ölür:'

"Bir hırsız duvar delerek bir eve girerse, hırsızlık yaptığı evin önünde idam edilir."

"Birinin gözünü çıkaranın gözü çıkarılır:'

"Babasını dövenin iki eli kesilir:'

"Karısını boşayan bir adam, kadının evlenirken verdiği parayı geri ödemekle ve çocukların geçimini sağlamakla mes'uldür."


Ünlü Babil Kulesi (Ziggurat), bu medeniyetin astronomide açtığı çığırın büyüklüğünü göstermektedir. Bulunan astronomi ile ilgili tabletlerden Babillilerin matematikteki fonksiyon kavramını bildikleri anlaşılmaktadır.

Rahipler yıldızlara ve yeni kesilen hayvanların ciğerlerine bakarak kehanette bulunmaktaydılar.


Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Babil'in Asma Bahçeleri, Medyadan gelen prensesin vatan hasreti çekmemesi için yapılmıştı.


ASURLULAR (M.Ö. 2000-612)


Asur Devleti Mezopotamya'da kurulan en etkili devlettir. Doğuşunda ve büyümesinde askeri özellikleri ön plana çıkmıştır. Demirden silahlarla donanmış Asur Ordusu atlı-arabalı birliklerden oluşmaktaydı. Bu sayede hakimiyetlerini Mezopotamya'dan Mısır ve Anadolu içlerine kadar uzanan geniş bir alana yaymışlardı. Sert karakterli askeri yönetimlerin ilk örneğini oluşturan Asurlular, kara koloniciliği yaparak ticareti geliştirdiler. Kayseri-Kültepede bıraktıkları çivi yazısıyla yazılmış kil tabletlerden anlaşıldığına göre, Anadolu medeniyetleriyle ticari ilişkilerde bulunmuşlar, böylece bu medeniyetlerin yazılı tarih dönemlerine geçmelerine ön ayak olmuşlardır.


Dünyanın ilk kütüphanelerini Ninova'da oluşturarak dünya kültürünün gelişmesine çok önemli katkı sağlamışlardır. Ninova'da Asurbanipal'ın kitaplığında çeşitli devletlere gönderilen mektup suretleri korunmaktaydı. Bu da diplomasiye ne kadar önem verdiklerini göstermektedir.


Asurlular, Babil'i ele geçirdikleri gibi İsrail Devleti'ne de son vermiş, Yahuda Devleti'ni vergiye bağlamışlardır.


Med askerleri güneyden gelen müttefikleri Babil askerleriyle birlikte Asur ülkesini yağmaladılar, Ninova şehrini yerle bir ettiler.


Asurlular Mezopotamya'nın en güçlü devletiydi.


İLKÇAG MEZOPOTAMYA MEDENİYETLERİNE TOPLU BİR BAKIŞ


Tevrat ve Kur'an-ı Kerim'de adı geçen birçok peygamberin bu bölgede yaşadığı göz önünde tutulduğunda, adı geçen peygamberlerin tebliğ ettiği ilahi değer ve emirlerin bu bölge medeniyetlerine etkide bulunduğu kolayca anlaşılır. Bu sebeple, Hz. İbrahim'siz Ur'u, Hz. Yunus'suz Ninova'yı düşünmek mümkün değildir. Özellikle Hammurabi Kanunları, ilahi dinlerin öğrettiği adalet anlayışından etkilenildiği izlenimini vermektedir. Hz. Yunus'un Ninovada yaşadığı ve mukaddes metinlere göre kavmini topluca imana yönelttiği düşünülürse, bu etkilerin Asur kültürüne ilham kaynağı olmuş olabileceği de ihtimal dışı sayılamaz. Peygamberlerin getirdiği vahiy ve insanlığın deneye-yanıla geliştirdiği birikimlerin ilk laboratuvarı Mezopotamya olmuştur. Peygamber etkilerini görmezden gelen bir Mezopotamya tarihi sadece eksik değil, insanlığın başlangıç dönemini ve bu dönemde oluşan inanılması güç bilim damlalarını da yanlış bir temele oturtmak anlamına gelir.



Ahmet MERAL’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

19 Aralık 2022 Pazartesi

Sanayi Toplumu, Marksizm ve Başkaldırı

 


Sanayi Devrimi sırasında sanayiciler ve orta sınıf işadamları refaha ermiş olsalar da sıradan çalışanlar için hayat halen son derece zordu.

Çalışanların fabrikalarda ve kentsel alanlarda toplanması bir dayanışma duygusunun gelişmesini mümkün kıldı. Bu insanların taleplerini    dile    getirmek    amacıyla    sendikalar    ortaya    çıktı.  ingiltere'deki ilk gerçek işçi hareketi Chartistlerdi. 1838'den itibaren genel oy hakkı için mücadele ediyorlardı (1832 tarihli reform ingiltere'de oy hakkının kapsamını genişletmiş , ama genel oy hakkını getirmemişti). 1848 yılında Chartistler bölündü. Bunda kısmen hükümetin baskıları kısmen de güç eksikliği rol oynamıştı.

Kıta Avrupası'nda çalışan sınıflar arasındaki hoşnutsuzluk ve  işsizlik, milliyetçiliğin yükselişi ve liberal orta sınıflar arasında anayasal ve sosyal reformların yapılması yönünde yükselen talepler 1848'de bir dizi isyana neden oldu. Devrimci dalga Fransa'da başlamış ve Avrupa'nın büyük bölümüne yayılmıştı. Bu süreçten etkilenen  ülkeler  arasında  Macaristan,  Avusturya,  irlanda,  isviçre, Danimarka, çeşitli Alman ve italyan devletleri bulunuyordu. 1849'un sonlarına doğru bütün isyanlar bastırılmıştı. Buna rağmen hükümetler halkın sesini dinlemek zorunda kalmış, demokrasi, liberalizm, milliyetçilik ve sosyalizm gibi idealler popülarite kazanmıştı.

işçilerin siyasetini yansıtan iki önemli kalem Alman yazarlar Karl Marx ve Friedrich Engels oldu. Düşüncelerini 1848 yılında yayınlanan Komünist Manifesto'da ortaya koymuşlardı. Ekonomik güçlerin tüm tarihi şekillendirdiğine inanıyorlardı. Genel mülkiyet ve üretime dayanan sınıfsız sosyalist devlet ancak şiddetli bir devrim yoluyla kurulabilirdi. Bu düşünce büyük bölümü ingiliz parlamentarizmine hayran olan Avrupa orta sınıflarını alarma geçirdi. Kendilerine parlamentoda temsil hakkı verilen eski rejimlerin çatısı altında çalışmayı kabullendiler.


Alıntıdır.

İnsanların anlaşmalarını sağlayan dil Nedir.

 

DİL NEDİR ?


İnsanların anlaşmalarını sağlayan dilin bir geniş bir de dar anlamı vardır:


a)Geniş anlamıyla dil, insanların anlaşmalarını çeşitli işaretlerle sağlayan bir sistemdir: jest dili, mimik dili, pandomim dili, flama ya da bayrak dili, borazan ya da düdük dili, gonk dili, mors dili, trafik dili...


Geniş anlamlı dilin her işaretinde iki yön vardır : biri görülen, işitilen, koklanan dış yön; öbürü de görülen, işitilen, koklanan nesnenin anlamı demek olan iç yön. Geniş anlamlı bir dilde bu işaretlerden her birinin dış yönü ile iç yönü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Her işaretin -belirli bir toplumda- kalıplaşmış, katılaşmış, donmuş bir tek anlamı vardır.


b)Dar anlamıyla dil, bir toplumdaki insanların anlaşmalarını konuşma ya da yazı ile sağlayan işaretler sistemidir.


Dar anlamıyla dilde de iki yön vardır: biri sesler ya da seslerin görülen işaretleri; öbürü, bu sesler ya da ses işaretlerinden çıkan anlamlardır. Dar anlamlı dilde sesler ya da ses işaretleri olsun, bunlardan çıkan anlamlar olsun zamanla değişirler, yenilenirler. Eski metinlerimizde görülen bigi bugün gibi diye, kangı bugün hangi diye söylenip yazılmaktadır. Bağır sözcüğü eskiden karaciğer ; havacılar, eskiden, Ok Meydanı’nda ok atanların hakemlerine verilen ad idi.


Dil, bireyin duygu ve düşüncelerini açıklamaya yarayan en doğal ve sürekli bir araç olmanın ötesinde, kişinin içinde yaşadığı toplumla ve giderek dünya ile anlaşmasını sağlayan önemli bir bağdır. Yine dil, toplumu birarada tutan ve kültürü oluşturan ana öğelerden biri olarak da kültürel yaşam açısından son derece belirleyici bir önem taşımaktadır.



DİLLERİN DOĞUŞU


Dillerin doğuşu konusunda dilciler ikiye ayrılmışlardır:


1-Monojenistler, yeryüzündeki bütün dillerin bir tek kaynaktan, yani bir tek dilden doğmuş olduğunu düşünenler.


2- Polijenistler, dillerin ayrı ayrı kaynaklardan doğup geliştiklerini ileri sürenler.


Dillerin doğuşu demek eninde sonunda sözcüğün doğuşu demektir. İşte dil bilginleri ilk dilin yani ilk sözcüğün doğuşu konusunda ortaya çeşitli kuramlar koymuşlardır :


a)Yansıma Kuramı : Bu kurama göre dil, ses veren bütün yaratıkların sesleri yansılanarak doğmuştur. Bundan başka bu kuram, dillerin ilk akrabalıklarını da yansımalara dayamaktadır.


b) Aha ya da Puh Puh Kuramı : Bu kuram, dilin, duyguları belirten seslerden, ünlemlerden doğduğu düşüncesindedir. İlk insanın kimi yaratıklar ya da olaylar karşısında şaşkınlık, hayranlık sesleri çıkardığını; sonra da bu sesleri yineleyerek kelimeleri oluşturduğunu ileri sürer.


c) İş Kuramı : Bu kuram, dilin doğuşunu iş’te bulur. İlk insanın kesmek, kazmak, vurmak gibi bir işle uğraşırken birtakım sesler çıkardığını; dildeki ilk kelimenin de bu seslerden doğduğunu ileri sürer.


d) Ruhbilimsel Kuram : Bu kuram, dilin doğuşunu sesli mimiklere ve jestlere bağlar.





DİLİN NİTELİKLERİ


Her dilin ruhbilimsel, doğal ve toplumsal nitelikleri vardır :


a) Dilin ruhbilimsel nitelikleri : Dil,


1- İnsanlara ve insanlığa özgü bir araçtır. Hayvanların dili miyavlama, havlama, ötme, vızlama, kişneme gibi içgüdü sınırı içinde kalan, yeryüzünün her yerinde aynı türden hayvanlarda hemen hemen ortak olan bir dildir. İnsan dili ise somuttan soyuta kadar genişleyen ve yeryüzünde insan topluluklarının her birinde ayrı ayrı işaretlere bürünen bir dildir.


2- Dileği anlatmaya yarar


b) Dilin doğal nitelikleri : Doğal olaylar gibi dil olaylarının da yasaları vardır. Doğal olayları zorlamaya, değiştirmeye, bozmaya kalkıştığımız zaman nasıl bir tepkiyle kalkışırsak dili de- kendi yasa ve kurallarına yani geleneğine aykırı olarak- zorlamak, değiştirmek ya da bozmak istediğimiz zaman yine bir tepki ile karşılaşırız. Dil, kendi yasa ve kurallarına yani geleneğine aykırı olmayan değiştirmelere karşı uysaldır, hoşgörülüdür.


c) Dilin toplumsal nitelikleri : Dil, bir toplumdaki insanların anlaşmalarını sağlayan işaretler sistemi olduğuna göre, toplumsal bir kurumdur. Oluşumu, gelişimi, değişimi, ölümü - kendi yasa ve kuralları, yani geleneği çerçevesi içinde - toplumun koşullarına bağlıdır.


Alıntıdır.


SULTAN TUĞRUL DEVRİNDE ANADOLUYA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-1

 Türkmen Akınları


Azerbaycan'a gelip bura  hakimi  Vehsudan ile işbirliği  yaparak Bizans'a karşı Anadolu'ya akınlarda bulunan Türkmenler, 30 kadar başbuğlarını öldürmesi sebebiyle onunla savaşa giriştilerse de başarılı olamadılar (1041). Bu yüzden Azerbaycan'dan ayrılmak zorunda kalan bu Türkmenler, Urmiye'ye gidip oradaki soydaşları diğer Türkmenlerle birlikte Hakkari yörelerine başarılı akınlar yaptılar. Bununla beraber kendilerini takip için harekete geçtiğini  sandıkları  sultan  Tuğrul'un  kardeşi İbrahim Yınal'ın batı yönünde fetihler yapmak amacıyla Rey kentine ulaşması sonucunda,  buradan  hareketle Azerbaycan'a gitmekte  olan diğer bazı kalabalık  Türkmen zümreleriyle birleşip  güneybatı yönüne hareket ettiler. Böylece çok kalabalık bir hale gelen bu  Türkmen kitlesi,  Buhtan ırmağı taraflarındaki  sarp  ve yüksek  dağları  geçip,  Erzen ve  Batman sularını  besleyen dağlık yörelere eriştiler ve buraları yağma akınlarına uğrattılar. Bu kalabalık kitlenin bir bölüğü, Anasıoğlu ve Boğa adlı beylerin kumandasında, daha güneye Diyarbakır, Silvan, Erzen ve Mardin arasındaki yörelerde harekatta bulunarak kontrolleri altına aldılar; diğer bir bölüğü ise Cizre yörelerine erişip buraları akınlara tabi tuttular. Cizre valisi Mervanlı Süleyman, bu yörelerde konaklayan Türkmenlerin beyi Oğuzoğlu Mansur'a bir ulak göndererek "Kışı burada geçirmelerini, ilkbaharda da diğer Türkmenlerle birlikte Suriye'ye gitmelerini" teklif etti. Süleyman, Mansur Bey'in bu teklifi kabulü dolayısıyla düzenlediği bir şölen sırasında, onu tutuklatıp hapsettirdi. Bunun üzerine Mansur'un buyruğu altındaki Türkmenler, oraya buraya dağıldı, önemli bir kısmı da Musul yönüne hareket etti. Bunun üzerine harekete geçen Musul emiri Ukayloğlu Karvaş, Mervanlı emiri Nasruddevle Ahmed'den de yardım ve destek alarak bu Türkmenlere saldırıya geçti; yapılan savaşta, müttefiklerin ağır bir yenilgi ve bozguna uğramaları (1042) sonucunda Türkmenler, Sincar ve Nusaybin yörelerini yağmaladıktan başka Cizre'yi de başarısız bir kuşatma teşebbüsünde bulundular. Daha sonra, onların Diyarbakır ve yörelerine yayılmaları üzerine, bura emiri Nasruddevle Ahmed, Cizre'de tutsak bulunan Mansur Bey'i Silvan'a yanına getirttikten başka  bölgede  bulunan diğer  Türkmen beylerine ulaklar gönderip "Mansur Bey'i serbest bırakacağını, topraklardan çekildikleri takdirde kendilerine pek çok mal ve para vereceğini " bildirdi. Onun bu teklifinin kabulü üzerine, Mansur Bey, tutsaklıktan kurtulup Türkmenlerine kavuştu. Bununla beraber kendilerine gönderilen mal ve paraların azlığı sebebiyle Türkmenler, yeniden harekete geçerek Nusaybin, Sincar ve Hapur yörelerini yağma akınlarına uğrattılar. Diğer taraftan Musul'a yürüyen başka bir Türkmen gurubu, 1043 yılında, şehir hakimi Karvaş'ı yenilgiye uğrattıktan sonra Musul'u işgal ve yörelerine yağma akınlarında bulundular; feodal bağları sebebiyle, işgal ettikleri yerlerde, Bağdad Abbasi halifesi ve Selçuklu sultanı (Tuğrul Bey) adlarına hutbe okutmaya başlattılar. Özellikle İslam memleketlerine yöneltilen bu Türkmen hareketleri sebebiyle, başta Abbasi halifesi olmak üzere, Irak Büveyhoğulları hükümdarı Celalüddevle, Musul emiri Karvaş ve Diyarbakır emiri Nasruddevle, bu sıralarda başkent Nişabur'da bulunan Tuğrul Bey'e şikayetlerde bulunarak "Bu akınların durdurulmasını" talep ettiler; Tuğrul Bey de onları haklı bulmuş, şikayetlerini dikkate alarak teselli etmiştir. Sultan özellikle Selçuklu vasalı Mervanlı emirine "Kullarımdan (tabilerimden) bazı zümrelerin (Türkmenlerin) senin memleketlerine girip birtakım yağma akınlarında bulunduklarını haber aldım. Sen bizim uç emirimizsin; onlara para, mal v .s. gibi istedikleri şeyleri vermelisin, böylece küffarla (Bizans) mücadelede, onlardan faydalanabilirsin" dedikten başka ona, "Türkmenlerin, Diyarbakır ve yörelerinden çekilmelerini sağlıyacağı hususunda" söz verdi. Esasen Tuğrul Bey, Türkmenlerin daha Azerbaycan'da bulundukları sırada, onların ilerigelen beylerine ulaklar gönderip "Katına gelmelerini" istediyse de onlar, sultanın elçisini bir süre alıkoyduktan sonra, onunla sultana şu mesajı gönderdiler : "Bizleri hep birlikte huzurunda toplayıp, yapmış olduğumuz hareketlerin cezası olarak tutuklamak niyetindesiniz, bu sebeple bizler, korku ve endişe duyduğumuz için katınıza gelmekten çekiniyoruz. Siz, bizim hükümdarımız olarak bizlerin mutlaka huzurunuza gelmesini isteyecek olursanız biz buna razı olmayacağız ve Anadolu ve Suriye'ye çekilerek kendimizi kurtaracağız". Öte yandan Musul'u ele geçirdiğini gördüğümüz bir kısım Türkmenler, hakimiyet sahalarını sürekli olarak genişletmekte idiler. Bunun üzerine Musul emiri Karvaş, komşu Arap emirlerinden de geniş yardım sağladıktan sonra, bu sırada Diyarbakır yörelerinde bulunan Boğa ve Anasıoğlu Beylerden yardım alan bu Türkmenleri 1044 yılında ağır bir yenilgiye uğrattı; böylece Musul'dan çekilmek zorunda kalan Türkmenler, diğer soydaşlarının bulunduğu Diyarbakır taraflarına gittiler. Bu olayı haber alan ve bu sıralarda, devletin başkenti yaptığı Tahran yakınlarındaki Rey kentinde bulunan sultan Tuğrul, Türkmenlere yeniden ulaklar göndererek "İslam memleketlerine akınlar yapmamalarını, Azerbaycan'a dönüp bu ülkede yaylak ve kışlalar kurduktan sonra Selçuklu emir ve kumandanlarıyla birlikte Bizans'a gazalara girişmelerini" bildirdi. Sultanın buyruğunu alan Oğuzoğlu Mansur, Göktaş, Anasıoğlu, Boğa vs. gibi Türkmen beyleri, beraberlerindeki Türkmen zümreleriyle birlikte Diyarbakır yörelerinden ayrılarak daha kuzeye yönelip Bizans'a ait il, ilçe, bucak ve köyleri yağmaladıktan sonra Erciş'e ulaştılar; daha sonra onlar, buradan Azerbaycan'a geçebilmek için, birçok armağanlar gönderdikleri Van Gölü bölgesi Bizans valisi Stephanos'tan izin istedilerse de o, bunu kabul etmeyip Türkmenlere saldırdı. Yapılan savaşta Bizans kuvvetleri yenilgiye uğradığı gibi, Stephanos da tutsak alındı (1045). Bunun üzerine Türkmenler, hiç bir engelle karşılaşmaksızın Azarbeycan'a döndüler. Böylece sultanın buyruğunu yerine getiren ve dolayısıyla affına mazhar olan Anasıoğlu ve Boğa, sultandan, Diyarbakır ve yörelerinin kendilerine verilmesi (ıkta) menşurunu aldıktan sonra yeniden, fakat bu kez sultan adına, bu bölgeye gelerek başta Amid olmak üzere, diğer il ve ilçelere kuvvetler yerleştirdiler; daha sonra da Silvan'a giderek Mervanlı emiri Nasruddevle Ahmet ile bölgenin yönetimi hususunda müzakerelerde bulundular. Fakat bu sırada, bu iki Türkmen beyi, yaptıkları bir kavga sırasında birbirlerini öldürdüler. Bunu fırsat bilen Mervanlı emiri, tabi olduğu sultana "karşı koyma" gibi bir duruma düşmemek için, Büveyhoğulları hükümdarı Ebu Kalicar Fenahüsrev'i harekete geçirterek memleketlerindeki bu Türkmenleri buralardan uzaklaştırmayı başardı.


Görüldüğü üzere, kısmen Bizans, kısmen de islam memleketlerine karşı yapılmış olan bu Türkmen hareketleri, federal bünye gereği, Selçuklu devletine tabi olmalarına rağmen, devletin fetih planlarına uygun olarak yapılmamış ve dolayısıyla da devletin kontrol ve denetiminden uzak kalmıştır.



ANADOLU'NUN FETHİ

SELÇUKLULAR DÖNEMİ

(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM

ANADOLU İNANÇLARI-7

 




YILAN





Yılanla ilgili bütün inançların kaynağı eskiçağ Anadolu dinleridir. Eskiçağ dinlerinde yılan kutsal bir varlıktı. Ona karşı korku ile karışık bir saygı gösterilirdi. Hititlerde illuyanka adı verilen büyük yılan ayrı bir özellik taşırdı. Zamanla bu inanç bütün yılanlara uygulandı. Yılanların kimi uğurlu, kimi uğursuz sayılır. Genellikle angona adı verilen ev yılanı uğursuz sayılmaz. Evlerde, duvar deliklerinde görüldüğü zaman ona kimse dokunmaz. Evin koruyucusu sayılır. Öyleki bu yılan öteki yılanlar (ondan biraz daha büyük olanları) yutar.


Kara yılan, engerek yılanı, sarı yılan, alacalı yılan, boz yılan gibi değişik türde yılanlar uğursuz, korkulu sayılır. Onları görüldüğü yerde öldürmek bile iyilik olarak nitelenir.



Bir yılanı öldürüp ağaca asınca yağmur yağar. Bu, Anadolu'da çok yaygın bir inançtır. Yağmur duasına çıkan köylüler buna büyük bir önem verirler. Yağmur yağsın diye yılanı öldürüp ağaca asarlar. Öldürülen yılan suya atılır da yitip giderse yağmur durmaz, gittikçe artar, ortalığı seller sular kaplarmış. Bu yüzden öldürülen yılanı (yağmur yağdırmak için) bir ipe bağlar öyle suya salarlar. İstenildiği ölçüde yağmur yağınca sudan çıkarır toprağa gömerler. Yılanı öldürüp söylenen yapılırsa yağmur yağar mı, yağmaz mı o da ayrı. Bu, hoş bir inanç olmaktan öteye geçmez besbelli. 

 

Köylerde, küçük kasabalarda yılanla ilgili büyüler yapılır. Özellikle birtakım hastalıkların giderilmesinde, çarpılmalarda, sinir bozukluklarında yılanın yararlı olduğu inancı yaygındır. Yılan gömleği denen kalıntı, yılanın değiştirdiği ince deri büyücülükte önemli bir yer tutar. Yılanın gözleri nazar değmelerinde yararlıymış. Karı-koca anlaşmazlıklarında, geçimsizlikte, sevgiyi elde etmede, kendine çekmede yılandan yararlanma geleneği vardır.


Yılanı canlı tutup iplik geçmiş bir iğneyi gözünün birinden sokup ötekinden çıkardıktan sonra ipliği sevdiği kimsenin giysisinin bir yerine gizlice takma yoluyla sevgili elde edilir, o iplik giysisinde durduğu sürece yanar tutuşur, sevgilisinin ardınca koşar, onu unutamazmış.


Kızdığı, sevmediği bir kimsenin evinin kapısının eşiği altına yılan gömleği, yılan kemiği gizlenir, büyü yapılan kimse o gömlek, ya da kemik üzerinden yedi kez geçerse, büyü yapanın dileği olur, büyü yapılan kimse istenen duruma sokulurmuş.


Ölen bir düşmanın ruhu yılanın gövdesine girer, insana kötülük edermiş. Bu yüzden yılanı öldürmek gerekirmiş. Yılan, insanları kandırmak, onlara suç işletmek için, insan kılığına da girermiş. Bu inancın Havva-Adem masalı ile yakın bir ilgisi olsa gerek. Ancak çok eski, çok tanrıcı dinlerde de buna benzer inançlar yaygındır. Sümerlerde, Urartularda, Kafkas uluslarında böyle inançlar vardır.


Yılanın kutsal bir varlık olduğuna inanan, ona dokunmayı suç sayan topluluklar da görülür (birtakım Hindistan ulusu).


Başka bir inanca göre yılanın dili çatallı olduğu için dedikodu, arabozuculuk, geçimsizlik olaylarına yolaçarmış. Çatal dil bozgunculuk belirtisi sayılır. Bu yüzden dedikoduyu, arabozuculuğu seven, boşboğaz kimselere genellikle yılan dilli denir. Anadolu'nun kimi yörelerinde yılan anlayışlı, kavrayışlı kimseleri yansıtan bir örnek niteliğindedir. Onda yılan zekası var sözü bu tür insanları anlatmak için söylenir. Halk arasında yaramaz., ancak kavrayışlı, anlayışlı (zeki) çocuklar da yılan diye nitelenir.


Eski ev yıkıntılarının arasında yılan görülünce oralara sokulmak, oralarda gezinmek, öteberi almak uğursuz  sayılır.  Yılan  o  evin  bekçisidir,  derler.  Böyle yıkıntılardan, yeni yapılan evlerde kullanmak için, taş almak bile doğru sayılmaz. Evin başına bir uğursuzluk gelir, eninde sonunda yıkılır, ıssız, kimsesiz kalırmış.


Karadeniz kıyılarında soyguncu, şunun bunun hakkını yiyici, çalıcı kimselere de yılan kırkan denir. Yılanın derisini yüzen, tüyünü kazıyıp alan. (gerçi yılanın tüyü yoktur) kimse anlamına gelir. Yılan süt kokusunu çok severmiş. Yaylalarda, yaylıma çıkan inekleri yılanın emdiği bir gerçektir. Yılan sütünü emdiği ineği sahiplenirmiş, onun yanına başkalarını yaklaştırmazmış.


Bu yüzden öyle ineklere sahipli denir.


Karadeniz kıyılarında söylenen türkülerin çoğunda yılan kavramı vardır. Yılan türkülerin, daha çok, giriş bölümlerinde geçer, konu ile doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur.


Yaşmatınun istinde

Yılan alacaları

Güzel güzel kızlarun

Ağ'lasun gocaları


(Yaşmağının oyası yılan gibi alacalı

 Güzel güzel kızların

Kocaları ağlasın).


*

 

Derenun gıyısında

Gara yılanun folu

Geldi geçti garşimdan

Gözleri doli doli


(Derenin kıyısında

Kara yılanın yuvası

Geldi geçti karşımdan

Gözleri dolu dolu)


*


Yilana bak yılana

Alaca sariluyi

Böyle idi yazilar

Nenen ne dariluyi


(Yılana bak yılana

Ağaca sarılıyor

Alın yazıları böyleydi

Annen neden darılıyor?)

*


irmsiun giyisinda

Yilanun gömukleri

Geldi geçti garşima

Köpetun enukleri


(Irmağın kıyısında

Yılanın kemikleri

Geldi geçti karşıma

Köpeğin yavruları)


Yılanla ilgili inançlar Anadolu'nun bütün yörelerinde değişiktir. Bu da çevrelerin değişik dönemlerden gelen ayrı ayrı gelenekleri benimsemeleri sonucudur. Gene Anadolu'da yılanın saygı gördüğü, ona dokunulmadığı yerler de vardır.


Yılanın atasözlerinde de önemli bir yeri vardır. Bu da onun, ne denli geniş bir alana yayıldığını, etkili olduğunu gösterir. Burada o tür atasözlerinden örnekler verelim:

 


 

Yılan adamın topuğunu gözler adam yılan başını.

Yılan bile toprağını katık eder.

Yılan deliği bin altına.

Yılan hikayesi kırka sürer.

Yılan kendi eğrilirse eğrilir, ini kapısında doğrulur.

Yılan kendi eğrisin bilmez deveye boynun eğri der.

Yılan küçükken boğulur.

Yılan sokan uyumuş aç yatan uyumamış.

Yılan · yarpuzdan kaçar nereye gitse yarpuz karşı gelir.

Yılan yıldız görmeyince ölmez.

Yılan yiyen hekim bulamaz.

Yılana yavrusu düşman olur.

Yılanı ben tutayım ki gözüne sen bakasın.

Yılanı tüyünce.

Yılanı yumuşak diye el sunma.

Yılanın akına da lanet karasına da.

Yılanın ayağını karıncanın gözünü mollanın ekmeği­ ni gören olmamış.

Yılanın başı ağrıyınca yolun ortasına çıkar.

Yılanın başı küçükken ezilir.

Yılanın sevmediği ot deliğinin ağzında biter.




İSMET ZEKİ EYUBOĞLU’nun ANADOLU İNANÇLARI ANADOLU MİTOLOGİSİ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/İslam Rönesansına ev sahipliği yapan Tü...

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak