MÂİDE
SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.
Mâide sûresi Medîne'de nâzil oldu
(indi). Yüz yirmi âyet-i kerîmedir. 112 ve 114. âyet-i kerîmelerde Îsâ
aleyhisselâm zamânında gökten indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği
için sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın hac, abdest, gusül,
teyemmüm; içki ve kumar yasağı, ictimâî (sosyal) ve ahlâkî münâsebetler, helâl
ve haram yiyecekler anlatılmaktadır. (İbn-i
Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Mâide sûresinde meâlen
buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Rabbinden sana
indirileni, herkese ulaştır. Bunları doğru bildirmezsen, peygamberlik vazîfeni
yapmamış olursun! Allahü teâlâ seni, düşmanlık etmek isteyenlerden korur.
(Âyet: 67)
Kim Mâide
sûresini okursa, dünyâda nefes alan yahûdî ve nasrânî adedinin on katı sevâb
verilir, o kadar günâhı yok edilir ve on derece yükseltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MA'ÎŞET:
Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek,
yaşamak için lüzumlu şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sizi
yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat,
ticâret ve çalışmak gibi) pekçok ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size
verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)
Kim
benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu
kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz). (Tâhâ sûresi: 124)
Kadın
da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı
kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden
isteyene helâl yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Ma'îşet te'mini altı yoldandır:
1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4)
Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm
Arvâsî)
MA'İYYET:
Berâberlik.
Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i
Muhammedî de denir.
Ma'iyyet
yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan
Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi
sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü
kuvvetlendirmektedir. (Muhammed
Bâkî-billah)
Nakşibendiyye
yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese yayan ise,
Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı
Fârûkî)
Yüksek hocamın, lütf ederek,
acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufçuların tevhîd (bir
bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her zerrede
bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bilgilerden
ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı
Rabbânî)
MAKÂM:
1. Yüksek dereceli me'mûriyet,
me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
Bir kimse şu on şeyi, kendine farz
bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan şeylerden sakınan) olamaz:
Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan) etmemeli, kötü
bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru
söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları
(iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli.
Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri
bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet
(Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının bildirdiği doğru yolda giden İslâm)
âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)
Emeli,
arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek
gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Makam
ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin. (Ferîdüddîn Şeker Genç)
Mal için makam için hep uğraştım,
Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık!
Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,
Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken
kazandığı mânevî derecelerden her biri.
Makâmı
kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark
vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin
kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine getirmeden, tamamlamadan,
başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık göstermemesi lâzımdır.
Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olmaz. Tevekkülü tam
olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Makâm-ı İbrâhim:
Kâbe'de
İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken
üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.
Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i
muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm içinde, Kâbe-i muazzama
etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kerre
dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak da tavâf
etmek câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan
yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen, Kâbe'nin duvarına konan kıymetli
siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer bunlara müşriklerin (Allah'a
ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan derd
sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)
Makâm-ı İlliyyîn:
Cennet.
Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk
hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı İlliyyîn, onun makâmı olur.
Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun karşısında dururlar
ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündür ki,
geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı
için Hak teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı
Gazâlî)
Makâm-ı Mahmûd:
Mahşer
(kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın
hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed
aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen
buyurdu ki:
(Ey
Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk
da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile), teheccüd (gece namazı) kıl.
Umulur ki, Rabbin seni, bir makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)
Bu (makâm-ı
Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Allahü
teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek.
Ondan sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte
makâm-ı Mahmûd bu makamdır.
(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
MAKÂMÂT-I
AŞERE:
Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi
unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ makâmına
kavuşmak için lâzım olan on şey.
Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe;
haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya
azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mübâhların çoğunu
terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a
ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde
zarûret miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden,
kitablardan sakınmak, uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni
Allahü teâlâyı anmak, hatırlamaktır. Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden
sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan sakınıp nefsin kötü
arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise, Allahü
teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)
MAKÂMÂT-I
SÜLÛK:
Tasavvuf yolunda ilerlerken
geçilmesi gereken dereceler.
İslâm-ı
hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından
(şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed Ma'sûm)
MAKSAD
(Maksûd):
Niyet, kasd.
Allahü
teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez. (Kâ'bü'l-Ahbâr)
Bid'atler (Peygamber efendimiz ve
dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan şeyler) yayılıp,
sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin
öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın
sünnetini (İslâm dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)
İnsanın
yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu)
hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Dünyâyı
maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir
arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıllı
kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan başka
bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)
MAKTÛL:
Kâtil tarafından öldürülen.
İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de, Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Maktûlün
velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile
uyuşursa, kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)
MA'KÛL
İLİMLER:
His
organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve
hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.
Ma'kûl ilimler, matematik, mantık,
fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları men etmez, emreder.
Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine
yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, artar, değişir,
ilerler. Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni
san'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin,
deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her
ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever
ve fen adamının tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm
Arvâsî)
MÂL:
İnsanın
arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni
madde, cisim.
Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim
verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından hakkı
olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Mal
ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından
daha çoktur. (Hadîs-i
şerîf-Mârifetnâme)
Âhir zamanda dînin korunması, mal
ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)
Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni
kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal, kötülenmemiştir. Çünkü
cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda harcananı
güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığır olmak
üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât
vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mal,
mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı,
hayr için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal,
bir deryâya benzer, çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanın
izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve
mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mal,
para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük
felâket olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Hanım,
çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği
(istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
Senden
daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma! O, malına ve parasına hasretle
ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet
etmeyi iste. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına
özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)
Malı helâlden kazanırsan suâli;
haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Mâl-ı Habîs:
Zor
ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan
mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni
kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan
aldığı mallar.
Mâl-ı
habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri
bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü,
ondan izinsiz kullanmak haramdır. (Abdülganî
Nablüsî)
Mâl-ı Mütekavvim:
Kıymetli
mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün
olan mal.
Müslümanlar
için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mâl-ı
mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da
mütekavvim olması lâzımdır. (İbn-i
Âbidîn)
MÂLÂYA'NÎ:
Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş,
boş söz, lüzumsuz şey.
Allahü
teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit
geçirmesidir. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir
kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri
yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ben
bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk
etmekle ulaştım. (Lokman Hakîm)
Câbir
bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu.
Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor
ki, her müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)
Bir
kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden
kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i
Bağdâdî)
Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce
ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi) öğrenmenin hiç faydası
olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü
birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefsin tezkiyesi
(süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve
tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile
birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir.
Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve faydasızdır.
Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine,
nâfile ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder