17 Ekim 2024 Perşembe

Birinci Arap Devri (İslamiyet'in Doğuşundan Hicri 132/Miladi 749 Yılına Kadar)

 


Bu devir İslam devletinin yalnızca Arap ırkının yönetiminde bulunduğu süreyle sınırlıdır. Bu dönemde devletin siyasi yapısı, idarecileri ve ordu komutanları yalnızca Araplardan oluştuğu gibi tüm egemen sınıf da Arap'tır. İslamiyet'in doğuşundan Emevilerin yıkılışına kadar süren dönemin biri Raşid Halifeler, diğeri Emeviler olmak üzere iki safhası vardır. Bu devletlerden her birinin siyasi ve idari yapılanmasında kendine özgü özellikleri olup, bu özellikler ileride ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Konuya girmeden önce Arapların İslam'dan önceki durumlarının konumuzla ilgili kısmına ana hatlarıyla bir giriş yapmak gerekir.


lslam'dan Önce Arap Toplumları - Bedeviler ve Şehirliler


Bedeviler çöl, medeniler ise şehirde yaşayan insanlardan oluşuyordu. Bedevilik insanın fıtratına, doğasına daha yakın yaşam tarzı olduğundan, şehir hayatından daha eski çağlara kadar uzanmaktadır. İnsanlık yaratıldığı ilk dönemlerde kuşkusuz, oldukça sade ve basit bir hayat yaşayan bedevi bir toplumdu. Günlük yaşamı sürdürmek, soyu devam ettirebilmek için çiftçilik veya hayvancılık yegane geçim kaynaklarıydı. Bunun için de doğal olarak, geniş kır ve meralar gerekiyordu. Belli meslek gruplarının toplandığı şehirlerde tarım ve hayvancılıkla uğraşmak mümkün olmadığından, ilk insanlar ova ve bozkırlara dağılmışlardı. Tüm çabaları yaşamı sürdürebilecek kadar yiyecek, içecek, geceleyecek yer ve yakacak bulmakla sınırlıydı. İnsanlar zamanla medeniyet yoluna girip, lüks yaşamın gereği çeşitli araçlara malik olunca, daha güzel şeyler yemek, daha güzel giyinmek ve daha rahat yaşamak demek olan refah seviyesini artırma amacına yönelmiş ve bu amaç için öncelikle toplu ve yerleşik hayata geçmiş, zamanla gittikçe büyüyüp gelişen şehirler kurmuşlardır.


Şu halde bedevilik çiftçilik, tarım veya hayvancılıkla ayakta duran bir yaşam biçimidir. Tarımla meşgul olan bedevi sınıf ektikleri ürünleri toplamak için yerleşik bir hayata geçmek zorundadır. Bunlar çöl, köy ve dağ halkını oluşturur ki Arap bedevileri arasında böyle yerleşik hayatı seçip tarımla uğraşan çok az insan vardı. Bedeviler içinde bu çeşit sınıflara çoğunlukla Afrika'nın kuzeyindeki bölge (Berber), Mısır, Fars ve Şam gibi bölgelerde kurulan bayındır şehirlere komşu yerlerde rastlanır. Hayvancılıkla uğraşan bedevilerin adeti hayvanlarına mera ve su bulmak için bir yerden başka bir yere sürekli göçmektir. Bunlar da biri mevaşi diğeri deve sahipleri olmak üzere iki sınıftır. Mevaşi sahipleri koyun ve sığır beslemekle geçinenlerdir. Bunlar çöllerin içinde verimli meralar bulamayacakları için çölden uzak yerlere göçerler. Bu sınıf bedevilere koyun anlamına gelen "şa"' kelimesine nispetle "şaviye" adı verilir. Bunlar Afrika'nın kuzeyinde oturan Berberilerle Türkistan ve Horasan çölleri gibi yerlerde yaşayan Türkler, onların kardeşleri olan Türkmenler ve Sakalibe (Slavlar) gibidirler.

Devecilikle uğraşan bedevilerin en ünlüleri Arap bedevileridir. Bunlar koyun ve sığır besleyen bedevilerden daha çok yer değiştirirler ve çölün en uzak yerlerine kadar dolaşırlar. Kırların, tepelerin ot ve ağacı, develerin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan çöllerdeki çalı, ağaç meralarıyla tuzlu suların yerini tutamaz. Özellikle çöllerin sıcak kışı ve kumu, develerin kışı sıcak geçirmeleri ve doğum yapmaları açısından gereklidir. Deve doğum yapması çok güç bir hayvandır. Bu yüzden bu gibi hayvanların sahipleri uzun süreli göç yapmak ve çöllerin uzak yerlerine gitmek zorundadırlar. Bu tür bedeviler insan topluluklarından uzak yaşadıkları ve kendilerini koruma zorunluluklarından dolayı sert, kaba ve hırçın bir ahlaka sahiptirler. Bu nedenle uygar şehir halkına kıyasla, adeta bir canavar, intikamcı bir hayvan gibi haşin davranışlar sergilerler. Bunlar sürekli silah taşıdıkları, daima uyanık davrandıkları, deve üzerinde ve oturdukları yerlerde azıcık bir uykuyla yetindikleri, kendi güç ve kahramanlıklarına güvenerek ıssız çölleri dolandıkları için güç, cesaret ve şecaat onların ayrılmaz karakteri olmuştur. Çöllerin en uzak ve tehlikeli yerlerinde dolaşan bu bedeviler, bedevilerin en cesuru ve sıkıntılara en fazla tahammül edebilenleridir.

Arap Yarımadası halkının çoğu sürekli dolaşan bedevilerden oluştuğu için söz konusu bölgede, özellikle de yarımadanın ortalarında az sayıda şehir mevcuttu. lslamiyet'ten önce Arap şehirlerinin en meşhurları Hicaz'da Mekke, Medine, Taif; Yemen'de Mağ'rib ve San'a'ydı. Bu şehirlerin halkı Arap, hanlı ve Musevilerin karışımı bir halktan oluşuyor; çöllerden gelip giden bedevilerle yaptıkları alışverişle geçiniyorlardı.


lslam'dan Önce Arap Asabiyeti


Çöl halkında asabiyetin bulunması doğal bir durumdur. insanlar yaratılıştan gelen bir özellik olarak hırs ve tamahla dolu ve birbirlerine rekabet ve düşmanlıkla yoğruludur. Şehir halkı hükümet ve düzenli bir koruyucu kuvvet, ordu veya askere sahip olduklarından, onlardan biri diğerine haksızlık yaptığında hükümet zayıfın hakkını kuvvetliden alırdı. Eğer dışarıdan bir düşman tecavüz ederse devlet inşa ettiği kale ve surlarla, beslediği askerlerle düşmana karşı savaşırdı. Oysa bedevi toplumlarda bu tür bir idare ve ordu yoktur. Aralarında bir anlaşmazlık çıktığında şeyhleri ve kabilenin ileri gelenleri, kabile fertleri içinde sahip oldukları saygın konumlarından hareketle anlaşmazlıkları çözmeye çalışırlardı. Yaşlılara saygı bedeviler arasında bir adetti. Eğer dışarıdan bir düşman kabileye saldıracak olursa, savunma işini kabilenin delikanlıları ve savaşçıları üzerlerine alırlardı. Bunların aralarında bir asabiyet bağı olmazsa bir güç oluşturamadıkları gibi düşmanlarıyla mücadelede başanlı olamazlardı.

Bir şehir halkının veya menfaatleri ortak herhangi bir halkın kendilerini bir araya toplayacak, birleştirecek bir bağa sahip olmaları zaruridir. Milletler arasındaki birleştirici bağ, o milletin çeşit ve durumuna göre farklılık gösterir. Bazı milletler vatan birliği, diğerleri din bağı, bazıları da soy veya lisan bağı ile birbirlerine bağlıdırlar. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bedevilerin belli bir vatanı yoktur. lslam'dan önce dinleri de yoktu. Soy bağı ve dilden başka aralarında bir bağları da yoktu. Zaten bu iki bağ özellikle bedevilik devrinde birbirinden ayrılmaz haldedir. Bu sebepten Araplar soy sop (nesep) konusuna çok önem vermişler, onunla övünmüşler, ilk atalarına varıncaya kadar soykütüğünü tespit ve koruma işinde oldukça ileri gitmişlerdir.

Bedeviler arasında en yakın soy bağı uhuvvet (biraderlik), übüvvet (babalık), amumet'tir (amcalık). Bu bağlardan aile, aileden Al-i Ebu Talib, Al-i Abbas gibi "fasile"ler oluşur. Gerek Al- i Ebu Talib gerekse Al-i Abbas tamamı Haşimoğullarından olmak üzere, birtakım aileleri kapsayan birer fasiledir. Fasilelerden Beni Haşim, Beni Ümeyye gibi "efhaz" teşekkül eder. Bunların her ikisi de Abdimenafoğullarındandır. Bu fahızlardan da Abdimenafoğulları ve Mahzumoğulları gibi "batınlar" oluşur. Bunlar da Kureyş'tendir. Batınlılardan da Kureyşoğulları ve Kinaneoğulları gibi "lmare"ler oluşur. Bunların her ikisi de Muzar kabilesindendir. lmarelerden de Rebia ve Muzar gibi kabileler teşekkül eder. Bunlar da Adnan'a dayanır. Kabilelerden "şa'ab" adı verilen büyük kabileler teşekkül eder ki bunlar Adnan ve Kahtan gibi soyun en uzak kaynağı kabul edilirler.


Arap Soyu


Soybilimcilerin ortak görüşüne göre lslam öncesi Arap Yarımadası halkı asıl cihetiyle, Arab-ı baide (Arab- ı münkariza) ve Arab -ı bakiye olarak iki kısımdan oluşuyordu. Baide kabileleri Ad, Semud, Cürhüm, Casim gibi lslamiyet'in doğuşundan önce yok olmuş, tarihleri kaybolmuş kabilelerden oluşuyordu. Söz konusu kabilelerin asılları hakkında el-Hilal'in yirminci sayısında bir makale yazmıştık. Bakiye Arapları ise lslam'ın doğuşuna kadar soylarını sürdürmüşler, lslam'ı kabul ederek yayılması için uğraşmışlar ve sonunda lslam devletini kurmuşlardır. Bu kabilelerin her biri bir babaya mensup olmak üzere iki grupturlar. Birinci grup soy yönünden Kahtan, bunun soyu da Erfkeşad'a ulaşır. Kahtan kabilelerinin yaşadığı yer Yemen bölgesi olduğundan, bunlara Yemen kabileleri veya Yemen Arapları adı verilir. lkinci grup ise Hz. lbrahim'in oğlu lsmail'in soyundan gelen Adnan'a ulaşan Adnan kabileleridir. lsmailoğulları adı ile bilinen bu kabileler çoğunlukla Hicaz ve Necd'de ikamet ettiklerinden, bunlara Hicaz kabileleri veya Hicaz ve Necd Arapları da denilir.

Gerek Kahtaniler gerek Adnanilerin kendi içinde alt kollara ayrılan o kadar çok soy ve kabile dalları vardır ki bunları burada sıralamak mümkün olmadığı gibi gerek de yoktur. Yalnız konumuzla ilgili olan bazı noktalar üzerinde duracağız. Kahtaniler, Adnanilerden daha eski bir geçmişe sahiptirler veya çok azı Adnanilerden önce şehir hayatını benimsemişlerdir. Yemen bölgesinde uygarlık tesis eden Himyeriler, Kahtani soyundan oldukları gibi Tababia melikleri de bunların soyundandır.

Hadramut ve Yemen'de bıraktıkları tarihi eserlerin büyük kısmı üzerindeki Müsned kalemiyle çizilmiş nakışlar hala kumlar altında yatmaktadır. Şarkiyatçılardan birkaç bilim adamı bu kalıntıları araştırmışlarsa da çöl şartlarından kaynaklanan sıkıntılardan dolayı çok şeyi ortaya çıkaramamışlardır. Bununla birlikte bazı şarkiyatçılar konuyla ilgili ilginç kitaplar yazmışlar, Yemen uygarlığının Mısır uygarlığından daha eski olduğunu, firavun uygarlıklarının temelinin Kahtani kültürü olduğunu ileri sürmüşlerdir. MÖ 10. yüzyılda Hz. Süleyman'ı ziyaret eden Sebe kraliçesinin bu devletin hükümdarlarından olduğu tahmin edilmektedir.

Yemen Arapları Aram seli sonunda Ma'rib Seddi adı verilen sulama barajının yıkılmasına kadar Yemen ve Hadramut bölgesinde yaşamışlardı. Söz konusu set iki dağ arasında inşa olunmuş bir duvardan ibaretti. lki dağ arasında akan suları topluyor ve dağların yukarılarına kadar dağ eteklerini suluyordu. Kahtan hükümdarlarından birinin yaptırdığı söz konusu baraj yüzyıllar boyu varlığını sürdürebilmiştir. Yaklaşık miladi ikinci yüzyılın başlarında yıkılacağı hissedilmiş ancak devlet tamirat yapmaktan aciz olduğundan, halkın büyük kısmı sel altında kalma ve kıtlıktan korkarak başka bölgelere göçmüşler, kabile ve ailelerine göre çeşitli ülkelere yerleşmişlerdi. Şam bölgesine yerleşen Gassanoğulları Irak'a yerleşen Lahmoğulları, Medine'ye yerleşen Evs ve Hazrecoğulları, Mina'ya göçen Ezd, Mekke civarında yerleşen Huzaa kabileleri Yemen bölgesinden göç eden Kahtani Araplarıydılar. Bu göçlerden sonra set yıkılmış, geri kalan kabileler de başka yerlere göç etmişlerdi. Miladi 5. yüzyılda Habeşliler Yemen bölgesini ele geçirdiler. lslamiyet'in doğduğu yıllarda Yemen bölgesi İranlılara bağlı bir vilayetti.

Bu yüzden lslam'ın doğduğu yıllarda şehirli ve uygar halktan oluşan Kahtanilerin devleti yıkılmış ve yok olmuştu. Kahtani soyundan gelen bedeviler Hicaz ve Yemen şehirlerinden Medine ve sairede kalanlardan başka epey çoktular. lslamiyet'in doğduğu yıllarda Kahtanilerin en ünlü kabileleri: Sebe, Himyer, Kehlan, Ezd, Mazin, Gassan, Evs, Hazrec, Huzaa, Büceyle, Hişam, Hemedan, Tayy, Lahm, Kinde, Huzaa, Kelb ve diğerleriydi.

Adnan kabileleri veya Hicaz ve Necd Araplarına gelince bu kabilelerin lslam'dan önceki dönemde fazla bir önemleri olmadığı gibi devlet kurma becerisini de ancak lslam'dan önce gösterebilmişlerdi. Adnaniler çeşitli kabilelerden oluşuyorlardı. Kureyş dışındakiler konar göçer kabileler halinde çoğunlukla Necd, Hicaz, Irak ve Tihame bölgelerinde yaşıyorlardı. Şehirli olan Kureyş kabilesi Mekke'yi vatan edinmişti. Taif halkının bir kısmı da Kureyş kabilesindendi. Adnanilerin en büyük kabilesi Maad idi. Diğer bütün kabileler bunlardan türemişti. Adnan'ın peygamber Hz. Ermiya ile çağdaş olduğu rivayet olunmuştur.  Maad'dan lyad ve Nizar kabileleri doğmuştur. Bunlardan lyad, Irak bölgesine yerleşmiş ondan da diğer alt gruplar türemişti. Nizar kabilesi ise Hz. Muhammed'in (s.a.v) soyu olduğundan bütün kabilelerin en başta geleni ve tüm Arapların övünç kaynağıdır. Bu kabile Rebia ve Muzar kabilelerine ayrılmıştı. Rebia kabilesi Irak'ı kendine vatan etmişti. Dabia, Esed, Anze vs Rebia kabilesinin dallarıdır. Muzar bin Nizar kabilesi Hicaz ve diğer şehirlerde daha kalabalık ve başarılı idiler. Mekke'nin reisliği bunların elindeydi. Bunlardan da daha küçük kabileler çıkmış ve Kureyş'ten de yirmi beş boy doğmuştu. Abdümenafoğulları da bunlardan biriydi. Hz. Peygamber'in akrabası olan Haşimoğulları bu Abdümenaf kabilesinden geliyordu. lslamiyet'ten sonra Muzar kabilesinin, Kahtani veya Adnani olsun diğer Arapların hepsinden seçkin ve şerefli sayılması Haşimoğullarını içine aldığındandır.

Yukarıda adı geçen kabilelerden başka Adnanilerin en ünlü kabileleri: Huzeyrne, Kinane, Nadr, Şeyban, Kays, Havazin, Süleyrn, Gatafan, Zibyan, Sakif, Kilab, Ukayl, Temim, Hilal, Bahile, Mahzum, Ümeyye, Abdikays idi. Bunlardan bir kısmı diğerlerinin kollarıydı. Her kabilenin özel durumları, hükümetleri, özel alametleri olduğu gibi, her birinin kendine has, bayrağına koyduğu, develerine vurduğu özel bir nakışı da vardı. Develere kızgın bir demirle nakşolunan bu alamete "meysem" adı verilirdi. Her kabile özel bir meziyyetle şöhret bulur, onunla övünürdü. Örneğin Muzar kabilesi belagat ve fesahatle, Rebia kabilesi atçılık ve kahramanlıkla övünürdü. Adnanilerden Behdele kabilesi savaş ve saldırı yeteneği bakımından büyük ün kazanmıştı. Rivayete göre izzet ve kuvvet sıra ile; Maad, Nizar, Muzar, Handef, Temim, Sa'd, Ka'b, Avf kabilelerinden geçerek Behdele kabilesine yerleşmişti.


Nesep Asabiyeti


Kabile ve boylar arasında aileleri birbirine yaklaştıran akrabalık ve asabiyet bağları bulunuyordu. Hepsi aynı soydan olsalar bile kabile ve aile farklılıkları birbirleri aleyhine birleşmelerinin de nedeni olabiliyordu. Örneğin aynı kabileden olsalar bile, "Ben ve kardeşim amcaoğluma, ve ben ve amcaoğlum da yabancıya karşı birleşiriz," atasözüne uygun olarak bir boyun iki kabilesi diğer bir boya karşı birleşirdi. Bir kabile mensubu her zaman kendi kabilesini savunurdu. Kahtanlı ve Adnanlı kabilelerinin asabiyetçilikleri diğer tüm kabilelerden daha güçlüydü. Kabilecilik anlayışı en temel dal olan soydan en küçüğü olan aileye kadar her safhada kendini gösterirdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi aynı soydan olmalarına rağmen kabile ve aile farklılıkları da birbirleri aleyhine düşmanlıklara neden olabiliyordu. Örneğin Abbasiler ve Talibilerin ikisi de Haşimoğullarından olmalarına rağmen birbirlerine düşman olmuşlardı. Aynı şekilde Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları da Abdülmenafoğulları kabilesinden olmalarına rağmen birbirlerine rakip olmuşlardı. Her kabilenin alt dalları kendi aralarında da birbirlerine karşı kendi özellikleriyle övünürlerdi. Araplar arasındaki kabile asabiyeti konusunda kaynaklarda oldukça ayrıntılı bilgiler vardır. Bununla birlikte Araplar arasında meydana gelen en meşhur rekabet ve düşmanlık Kahtan kabileleri (Yemenliler) ile Adnan kabileleri (Hicaz ve Necdliler) arasında gerçekleşen olaylardır. Ancak tarih kitaplarını okuyanlar bu tür olaylara rastlasalar bile çoğunlukla özünü fark edemezler. Çünkü tarihçiler bunlar arasındaki bir olayı anlatırken tarihsel kabile rekabeti köklerine dikkat çekmeden yalnızca, "Kays ile Kelb kabileleri arasında şu savaş olmuştur," demekle yetinirler. Kays'ın Adnanilerden ve Kelb kabilesinin de Kahtanilerden olduklarını belirmeye lüzum görmezler. Aynı durum başka kabileler için de geçerlidir.


İslamiyet'ten Önce Arapların Dışındaki Milletler


Arap kabileleri, Kahtanlılar ve Adnanlılar gibi birbirleriyle rekabet ve düşmanlıktan hiç geri kalmazlardı. Lakin dışarıdan tehdit gibi nazik durumlarda ve gerektiğinde, İranlı veya Türklere karşı olduğu gibi Arap olmayan milletlere karşı aralarındaki düşmanlığı kısa bir müddet unutup birleşirlerdi. Araplar Arap olmayan milletlere genel olarak "Acem" adını verir, soy ve dilleriyle onlara karşı açıkça övünürlerdi. Üstelik acem kelimesinden dilsiz anlamına gelen "a'cem" kelimesini türetmişlerdi. Acem kelimesini dilsizlik anlamında kullanırlardı. Aynı şekilde Araplar arasında "Ahzer" sözcüğü, gözü dar ve küt kimseye denirken onlar Arap olmayanları bu lakapla çağırırlardı. Ahzer olmak Araplara göre önemli bir eksiklik sayıldığından, bir Arap bu kelimeyle çağrılsa bunu büyük bir ihanet kabul ederdi. Bu, "Sen Arap değilsin," demekti. Bununla birlikte özel anlamda Acemi İranlı ve Acem de İran anlamında kullanılmıştır. İranlılar dilleri farklı olan milletler arasında, Araplarla içli dışlı olan en eski ulustur. Sonraki devirde Araplar, Acem kelimesini Arap olmayan tüm milletler için de kullanarak genel bir anlam yüklemişlerdir.

Araplarla İranlılar arasındaki rekabet ve düşmanlığın tarihi çok eskidir. Bunun en önemli nedeni lranlıların çok eski tarihlerden itibaren devlet sahibi olmaları, birçok kez kılıç zoruyla Arapları kendi ülkelerinden kovup çıkarmalarıdır. Araplar da lslamiyet'ten birkaç yüzyıl önce Şapur'un devrinde bile lran topraklarını yağmalıyorlardı. Bu hükümdar tüm Araplara, özellikle lyad kabilesine büyük baskı uygulamış ve ülkesinden kovmuştu. Şapur lyad kabilesine mensup birçok kişiyi de kılıçtan geçirmişti. Ölümden kurtulanlar Rum topraklarına sığınmak zorunda kalmışlardı. Şapur aynı zulüm ve katliamı Bahreyde yaşayan Temimoğulları kabilesine de yapmıştı. Araplarla İranlılar arasında bu mücadele ve düşmanlık devam ederken 5. yüzyılda Yemen Arapları kendi ülkelerine saldıran Habeşlileri kovmak için lran hükümdarından yardım istemişler; çaresiz kaldıklarından, yardıma gelen lran askeri Habeşlileri Yemen'den kovmuş ancak bu kez de kendileri işgal ederek lslamiyet'in doğduğu döneme kadar o bölgeye hakim olmuşlar, sömürmüşlerdi. lslamiyet'in zuhuruyla birlikte yönetim Arapların eline geçmiştir. Bu devrim özellikle Arap olmayanlara karşı katı bir ırkçılık politikası uygulayan Emeviler zamanında İranlıları çok rahatsız etmiştir. Bu durum ileride açıklayacağımız üzere Arap nefreti üzerinde temellenmiş olan Şuubiye akımının ortaya çıkmasında önemli bir etken olmuştur.


Anne ve Dayı Tarafı


Araplar arasında asıl soy asabiyeti diğer ilerlemiş kabilelerde olduğu gibi übüvvet, baba tarafından oluşuyordu. Bununla birlikte anne tarafının da büyük bir önemi vardı. Bu durum kadınların o toplumda yüksek bir konumda tutulmalarından değil, yalnızca anne olmalarından kaynaklanıyordu. Araplar arasında kadınlar anne oluncaya kadar hiçbir mevki sahibi olamazlardı. Ancak anne olduklarında önem kazanırlar, soy sop arasında birleştirici bir bağ olurlardı. Anneyi hanıma tercih etmek bir gelenekti. Çünkü anne eşten daha sevgili ve daha vefakar sayılırdı. Bununla ilgili bir örnek verelim. Ünlü Arap şairlerinden Hansa'nın erkek kardeşi Sahr bin Amr, Esedoğulları savaşında Rebia bin Sevr Esedi'nin saldırısı sonucunda zırhının halkaları böğrüne girer ve yaralanır. Bir yıl boyunca çok şiddetli acılar çeker. Kendisine bakan annesi ve hanımı Süleyma'dır. Ancak zamanla eşi kendisine bakmaktan usanır. Bir gün evinin önünden bir kadın geçer ve kadından kocasının durumunu sorar. Süleyma, "Ne diri sayılır ki ondan hayır umayım ne ölü sayılırki unutulsun," cevabını verir. Sahr karısının bu sözleri söylediğini işitince onun vefasızlığını ve anasının fedakarlığını vurgulayan dokunaklı bir kaside söyler. 

Araplar anne olmayan bir kadın vefat ettiğinde birbirlerine başsağlığına gitmezlerdi. Bu durum yalnız Araplara özgü değildi. Aynı anlayış Yunanlılar arasında da geçerliydi. Yunanlılar kadınları cariye (köle) gibi kabul ettiklerinden, gerek evlilikten önce gerekse sonra onları erkeklerle görüşmekten men ederler, dokuma ve örmecilik gibi ev işlerinde veya hastabakıcı olarak kullanırlardı. İranlıların kadınlar konusundaki anlayışları da bundan farklı değildi. Onlarda da bir kadın anne olmadan önce hiçbir saygın konum elde edemezdi. Kadın ancak anne olduğunda bu durum tamamen değişir, evinin tek yetkilisi olurdu. Çöl halkı arasında bu anlayış hala sürmektedir. Bundan dolayıdır ki Araplar arasında "humlet" (dayılık) asabiyeti, yani annenin aşiretinin, onun çocuklarına veya diğer bir deyişle kocanın aşiretine destek ve yardım etme geleneği doğmuştur. Anne ve baba birbirine düşman iki kabileden olsalar bile bu adet değişmezdi.


lslam'dan önce de Araplar arasında dayı tarafının büyük önemi vardı. Hz. Muhammed Medine'ye göç ettiğinde, Medine halkının kendisine yardım etmesi ve destek olması bunun en belirgin kanıtlarından biridir. Bu destekte dayı tarafının büyük rolü olmuştur. Hz. Peygamber'in annesi bir Kahtan kabilesi olan Hazrec'in Neccaroğullarından, babaları ise bir Muzar kabilesi olan Kureyş'ten idi. Babası vefat ettiğinde annesi kendisini alıp dayıları olan ve sayıları oldukça çok bulunan Neccaroğulları'na sığınmak üzere Medine'ye götürmüştü. Neccaroğulları, dini hisler ve dindarlık hususunda en uygun kabileydi. Hatta onlardan biri Cahiliye zamanında rahip olmuş, kılık kıyafetini değiştirmiş, putlara tapmaktan uzaklaşmış ve Hıristiyanlığı kabul etmek istemişse de çevresinden çekinmiş, kendi evini ibadet yeri haline getirmişti. Peygamber'in annesi kardeşlerinin yanında rahat bir biçimde bir süre kaldıktan sonra Hz. Peygamber'i yanına almış, amcasına götürmek üzere Mekke'ye dönerken yolculuk sırasında ahirete göçmüştür. Yıllar sonra Hz. Peygamber tebliğ vazifesine başlayıp, çevresini dine davet edince, öncelikle amcalarından sert bir karşılık ve eziyet görmüş, bunun üzerine Medine'de oturan dayılarının yanına göç etmişti. Medine halkı Hz. Muhammed'in peygamberliğini ilan ettiğini bildikleri halde sıcak bir ilgi ile karşılayıp destek verdiler. Çünkü Neccaroğulları aynı zamanda bütün Hazrec kabilesinin de dayısı idi. Hz. Peygamber'in Medine'ye ulaşması üzerine lslamiyet'i herkesten önce kabul edenler de dayıları ile onların hısımları olmuştu. Onları takip eden Medine halkı da süratle lslam'a girmişlerdi. Hz. Peygamber savaş alanlarında, savaşın çok şiddetlendiği kritik anlarda da bir yere sığınmak istediğinde yine Ensar'ın sancağı altında otururdu. Ensar, özellikle de Neccaroğulları Hz. Peygamber uğruna canlarını feda etmekten asla sakınmazlar, kendi nefislerine bile tercih ederlerdi. Ensar'ın düşmanları kendilerini hicvedip kötülediklerinde, fedakarlıkta diğer Medine halkından daha ileri gittikleri için özellikle Neccaroğullarına saldırırlardı. Amr bin el-As'ın henüz Müslüman olmadan önce Uhud gününde söylediği kaside bunu dile getirmiştir.

Dayılık veya dayı destekli kabilecilik anlayışı lslamiyet'ten sonra da devam etmiş, kavim asabiyeti devlet siyasetinde önemli etkiler yapmıştır. Hz. Muaviye, Hz. Osman'ın intikamını almak iddiasıyla hilafet davasına kalkıştığında, Yemen kabilelerinden Kelboğulları kendisine arka çıkmışlardı. Çünkü Hz. Osman'ın şahadet edilmesi olayında parmaklan kan içinde kalan Hz. Osman'ın zevcesi Naile bu kabileden geliyordu. Bu yüzden dayılarının verdikleri destek ve yardımlar Muaviye'nin başarısında çok önemli rol oynamıştır. Muaviye bu kabileden bir kadın almış, kadın da oğlu Yezid'i doğurmuş ve böylece onların desteklerini garantilemişti. Yezid halife olduğunda en büyük destekçileri yine dayıları olan Kelboğulları kabilesi olmuştur. lslam tarihinde bu tür misaller çoktur. Halife Me'mün'un annesi İranlı olduğundan, en büyük desteği İranlılardan almış, kardeşi Emin ise bir Arap kadından doğmuş olduğundan Araplar da onun destekçileri olmuşlardı. Me'mün, İranlıların destek ve yardımını daha da kuvvetlendirmek amacıyla Horasan bölgesine sığınmış ve Merv kentinde dayılarının yanına yerleşmiştir. Kendilerine tam destek veren dayıları halifeliği kardeşinden alarak kendisine teslim etmişlerdir.

Halife Mu'tasım'ın annesi de bir Türk olduğundan, Türklere karşı bir yakınlık hissetmiş; özel ordusunu Türklerden oluşturmuştur. Bu Türk ordusu İranlılara karşı kendisinin en sadık dayanağı olmuştur


Arap Asabiyetinin Dalları


Hilf (Ahd veya İttifak Anlaşması)


Arapların üzerine titredikleri ve esas kabul ettikleri gerçek asabiyet babadan, ikinci derecede de anne tarafından gelen asabiyetti. Bunun dışında "hilf' gibi, bazı antlaşmalarla aralarında birlik ve ittifaklar oluşturuyorlardı. Hilf; günümüzde devletler arasında aktedilmekte olan anlaşmalar gibi iki veya daha fazla kabilenin birbirlerine yardım ve destek konusunda yemin etmeleri ve aralarında bir ahid imzalamaları demektir. Kabileler Cahiliye Devri'nde "Arapların ünlü günleri" (eyyamü'l-arab) adıyla bilinen kabile savaşlarının birçoğunda, bu tür anlaşmalarla birbirlerine destek verirlerdi. Abdimenafoğullarının Abdüddaroğullarından haccın rifade (hacılara yemek dağıtma) ve sikayetini (hacılara su dağıtmak) görevlerini almak istemeleri üzerine Kureyş kabileleri arasında imzalanan "hilfü'l-mütayyibin" ile bazı Kureyş ailelerinin Mekke'de gerek yerli halktan gerekse dışarıdan hiçbir kimsenin zulme uğramasına fırsat vermemek konusunda anlaşma yapmış olmaları anlamına gelen "hilfü'l-fudül" Cahiliye Devri'nde imzalanan en ünlü ittifak anlaşmalarındandır. Bu tür anlaşmalar Kahtani olsun, Adnani olsun nesepleri birbirine uzak olan kabileleri bile birleştiriyordu. Bazen bu hilf, Araplarla Arap olmayanlar arasında, birlikte yaşamaya karar vermiş kabileler arasında bile yapılıyordu. Ancak bu tür anlaşmalar "vela" (dostluk) çeşidi olarak kabul ediliyordu. Nadiroğulları ve Kaynukaoğullarından Medine'de yaşayan Yahudiler ve diğer kabilelerle Evs ve Hazrec kabilelerinin yapmış olduğu antlaşma bunun bir örneğidir. Medine ile Şam arasındaki bölgede yerleşen "Vadi'l-kura" halkı da Haşimoğulları ile anlaşma yapmışlardır.

Bu anlaşmalar birtakım koşullar ve nedenlere bağlıydı. Esir olup kendini kurtaracak kadar fidye verme gücü olmamak, bu nedenlerden birini oluşturuyordu. Bu gibi esirler bağlı oldukları kabilenin damgası ile damgalanır, söz konusu kabilenin anlaşmalıları sayılırdı. Bir kabilenin asıl bireyinin aldığı miras kadar kendisiyle ittifak anlaşması yapılmış öbür kabilenin bireyi de aynı miktarda miras alırdı. Ancak öldürülürse anlaşmalının diyeti asıl bireyin yarısı kadardı.


istihak (Bir Kabileye Katılmaya Çalışma)


Bir kişinin diğer bir kişiyi kendi soyuna bağlaması veya kaydetmesi, onu kendi ailesinden birisiymiş gibi kabul etmesi anlamına gelen "istilhak" da, İslam öncesi Arap asabiyetinin çeşitlerinden birini oluşturuyordu. İlhak olunan kimse köle, esir veya mevla sınıfından biri ise ilhak eden kişi onu "mevla" adı altında kendi nesebine dahil ettirirdi. Cahiliye Devri'nde gerçekleştirilen en ünlü katılma olaylarından biri Emevilerin dedesi Ümeyye'nin zekvan adındaki kölesini kendi nesebine bağlatıp, Ebu Amr künyesini vererek, adını Ebu Amr bin Ümeyye olarak ilan etmesidir. Hz. Osman'ın anne bir kardeşi olan Velid bin Ukbe adındaki sahabi bu Ebu Amr'ın soyundan geliyordu. İslami dönemde gerçekleştirilen en ünlü katılma olayı ise "Ziyad bin Ebih"in Arapların dahilerinden, birinci Emevi halifesi Muaviye'nin babası Ebü Süfyan'ın nesebine kabul etmesi olayıdır. Söz konusu bu olay İslam hukuku kurallarına aykırı sayıldığından, üzerinde yapılan tartışmalar açısından İslam tarihinde önemli bir yer tutar. Ziyad'ın annesi Sümeyye adında bir kadın köleydi. Oğlu Ziyad'ı Sakif kabilesinin mevalisinden Ubeyd adında bir Rum kölenin çocuğu olarak doğurmuştu. Böyle bir ilişki Araplarca pek bilinmediğinden, Ziyad'ı babası bilinmeyen çocuklar gibi kabul ederek ona, "Ziyad bin Ebihi" (babasının oğlu Ziyad) adını vermişlerdi. Muaviye hilafet mücadelesi yıllarında kendisine destekçi ve yandaş ararken, Arapların dahi adamlarından bazılarını, aralarında bu Ziyad da olmak üzere yanında toplamıştı. Daha da ileri giderek Ziyad'ı kendi nüfus kütüğüne kaydettirerek kardeş ilan ettirdi. Bu işi gerçekleştirirken de Taif halkından Ebu Meryem Seluli adında bir meyhaneciyi şahit olarak kabul etti. Ebu Meryem, "Ebu Süfyan'ın kendisine gelerek bir kadın istediğine, Sümeyye'yi ona getirdiğine, Sümeyye'nin bu ilişkiden sonra hamile kaldığına" şahitlik etti. Oysa bu olaya güvenilir tarihçiler inanmamakta ve böyle bir ilişkinin gerçek olmadığını, Muaviye'nin kendisine destek olması ve arka çıkması niyetiyle ortaya attığı bir iddia olduğuna inanmaktadırlar. Ancak Muaviye yine de amacına ulaşmış ve istediği halifeliği elde etmiştir. O vakte değin "Ziyad bin Ebihi" veya "Ziyad bin Sümeyye" adıyla çağrılan Ziyad'a "Ziyad bin Ebü Süfyan" adı verilmiştir. Ziyad'ın soyundan gelenler, Abbasiler döneminde halife Mehdi tarafından H. 160 yılında, yukarıda sözü edilen Ubeyd'in nesebine döndürülüp, Sakif kabilesine kaydedilinceye kadar Kureyş kabilesine mensup olarak yaşamışlardır. Ebü Bekre'nin zürriyyeti için de benzer durum söz konusuydu. Bunlar da Hz. Peygamber'in mevalisi olarak "Sakif' kabilesine ilhak olunmuştu. Halife Mehdi her ikisini de asıllarına döndürmüş ve kendi kütüklerine kaydettirmiştir.

İlhak olunan kimseye "dai'' adı verilirdi. Bazen dai kendisi gibi dailer üzerine kayıtlı bulunurdu. Örneğin lbn Herme gibi kendisi bir cemaate, o cemaat de bir kabileye bağlı olurdu. lbn Herme "Halac" adında bir cemaate, bu cemaat de Kureyş kabilesine bağlı idiler. Çoğu kez Basra halkından "amcaoğulları" adını alan halka yaptıkları gibi, bir cemaati veya bir aşireti, kendileriyle beraber bir yerde ikamet veya kendilerine destek olup yardım ettikleri için, bir seferde ilhak olunurdu. Sözü edilen "amcaoğulları" Basra halkından bir gruptu. Hz. Ömer zamanında Temimoğulları kabilesinin yanında ikamet ederek, İslam’ı kabul etmişler ve Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşmışlardı. Müslümanlar bunlara, "Sizler Arap soyundan olmasanız bile kardeşlerimiz, akrabalarımız, destekçilerimiz ve amcaoğullarımızsınız," demişlerdir. Bu olaydan sonra bunlar "amcaoğulları" adını almışlar ve Arap ırkındanmış gibi kabul edilmişlerdir.

Araplar "dai"yi kendilerinden sayarlar ve öz oğulları gibi mirastan pay verirlerdi. Öldüğünde de ona varis olurlardı. Çoğu kez miraslarına konmak için kendilerine bağlı olan mevalinin istilhakını arzu ederlerdi. Bazen mevaliler bu art niyetini anladıkları için istilhakı kabul etmezlerdi. Ünlü şair ve şarkıcı lbn Rebah'ın vela'cıları onun nesebini kendilerine ilhak etmek istemişler, o ise bunu reddederek "yetenekli ve özellikli bir mevla olarak kalmayı başkasının daisi olmaya tercih ederim. Ben anlıyorum. Parama göz dikiyorsunuz," demiştir. Oysa kendisi kazandığı her şeyi mevlalarıyla pay eder ve kendisi yalnızca bir pay alırdı. lbn Rebah zenci idi. Cerir, bunun şiirini işittiğinde "Sen zencilerin şairisin," demiş. O da cevaben "Beyazların da en büyük şairiyim," iddiasında bulunmuştur. lbn Rebah bir gün Ömer bin Abdülaziz'in huzuruna çıkarak, "Birkaç kızcağızım var. Siyahlığımı onların üzerine de silktiğim için nasipleri kapandı. Siyahlara ben vermek istemiyorum. Beyazlar ise kendileri almıyorlar," diyerek halini arz etmiş ve kızlarına maaşlar bağlatmıştı.


Hilf metoduna benzeyen·asabiyet sebeplerinden biri de "muvahat-kardeşleşmek" idi. Bu kardeşlik kabileler arasında akdolunduğu gibi bireyler arasında da akdolunabilirdi. Söz konusu adet günümüze dek bedeviler arasında geçerliliğini sürdürmüştür. Bir Arapla böyle bir kardeşlik akdederseniz bu Arap sizin en büyük destekçiniz ve savunucunuz olur. Sanki onun kardeşiymişsiniz gibi sizi himaye ve müdafaa eder.


Hal' (Uzaklaşma veya İndirme)


Arap toplumunda geçerli olan bu adet ve gelenek ise, yukarıda sözünü ettiğimiz istihlak adetinin tam tersi bir gelenektir. Biri oğlunda fena bir hal ve hareket görürse onu hal', yani onun kendinden uzaklaştırıp reddederek, onun hareket ve eylemlerinden sorumlu olmaktan kurtulurdu. Bazen bir kabile veya aşiret de kendi fertlerinden birini aynı şekilde hal' etmek zorunda kalırdı. Buna ihtiyaç gören kabileden birkaç kişi hal'i istenilen şahsı Ukaz Panayırı'na götürerek halkın huzurunda kendisini hal' ettiklerini açıklar ve ilan ettirirlerdi. Bundan sonra artık o şahsın sorumluluğu kabile üzerinden düşmüş olurdu. Örneğin, Huzaa kabilesi Cahiliye Devri şairlerinden Kays bin el hudadiye'yi bu şekilde hal' etmişti. Bazen hal' olayını bir vesika ile de belgelendirirlerdi (beraet-name).

Sahabeden Amr b. el-As'ın kendi aşiretince hal'i olayı lslam öncesi dönemde gerçekleşmiş önemli olaylardan biridir. Amr, Cahiliye Devri'nde Ammare ibn el Velid Mahzumi ile beraber ticaret amacıyla Habeşistan'a gitmişti. Yolculuk sırasında Ammare, Amr'ın kendi hanımına göz diktiğini ileri sürmüş, bu da aralarında bir düşmanlık doğurmuştu. İntikam fırsatı kollayan Ammare, Amr'ın geminin güvertesinde olduğu bir gün, onu iterek denize düşürür. Ancak Amr boğulmadan kurtulur ve yüzerek gemiye çıkmayı başarır. Beni Sehm kabilesinden olan Amr, Ammare'den intikam almaya yemin eder ve babasına bir mektup yazarak sorumluluktan kurtulmaları için kendisini hal' etmesini ister. Bu olay üzerine gerek Amr'ın gerekse Ammare'nin kabileleri her ikisini hal' ederek kararlarını Mekke sokaklarında bir münadi aracılığı ile ilan ederler.

Çeşitli nedenlerden dolayı uygulanan bu hal' geleneğinden dolayı, çöllerin değişik kesimlerinde, kabilelerinden kovulmuş, sorunlu ve de kavgacı büyük bir kitle oluşmuştu. Bu kovulmuşlar zamanla bir araya toplanarak çeteler oluşturmuş, yolları keserek tüccar kafilelerine saldırmaya başlamışlardı. İslamiyet’in ilk yıllarında da bu tecavüzcü çetelerin zararları bir müddet devam etmiştir. Emevi devleti şairlerinden Yala el-Ahval de böyle kabilesince hal' edilmiş kişilerden biriydi. Ezd kabilesinin kendisi gibi hal' olunmuş olan fakir kişilerini etrafına toplamış ve eşkıyalık yapmaya başlamıştı. Esir tüccarlarından bazıları bu tür insanları satın alarak Rum ülkesine götürüp satarlardı.


cahiliye Devri'nde Köleler


istirkak = Köle Edinme


İnsanoğlu yaratılışında bulunan istibdat ruhunun gereği, güçlüler zayıfları ezerek hakimiyet kurmuş olduklarından, zulüm ve adalet mefhumu ile birlikte, kölelik de insanlık tarihi kadar eski bir gelenek olarak karşımıza çıkar. Aslında ilk uygarlıklarda düşmanlarını mağlup ve esir eden kabile veya devletler, düşmanlarını köleleştirmektense idam ederlerdi. Zamanla insan gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle savaşlarda ele geçirilen esirlerden yararlanma yoluna gidilmiş, çiftçilik ve hayvancılık gibi işlerde onları kullanmak amacıyla köleleştirme faaliyetine başlanmıştır. Öyle ki bu esirler adi birer mal gibi alınır satılırdı. Mısır, Asur ve Babil'de esirlere bu şekilde davranılıyordu. Roma devletinde oldukça rağbet gören bir esir pazarı vardı. Bu pazara hemen her gün yüzlerce ve binlerce esir getirilir, satılır, hayvanlara yapılan muamelenin benzeri bunlara da reva görülürdü. Ancak insanlığın gelişimi ile birlikte, köleler ve esirler üzerindeki vahşi uygulamalarda da bazı iyileştirmeler yapıldı. Köle kadınlarla evlenmeye yasal olarak da izin verildi. Önceleri bir Romalı, kölesini istediği gibi dövüp öldürebilirken, kölelere ceza verilmesi hakkı kişilerden alınarak hakimlerin yetkisine dahil edildi. Bir köle sahibi kölesine zulüm ve işkencede sınırı aşarsa hakim tarafından cezalandırılırdı.

Bu iyileştirmelere rağmen Roma ülkesinde pek çok köle vardı. Kölelik müessesesi yaygın bir biçimde devam ediyordu. Kölesi olmayan hiçbir ev yoktu. Bunların çoğu savaş esirlerinden veya çocuklardan oluşuyordu. Kendilerine her türlü sanatı öğreterek evlerinde hizmet ettirirler, gerektiğinde esir pazarlarında satarlardı. Kölelerin fiyatı 20 Roma riyalinden 4.000 riyale kadar farklı farklıydı. Diğer eski milletlerde de durum Roma'da olduğundan farklı değildi. İranlılar savaşlarda ele geçirdikleri Türk esirleri birbirlerine hediye ederlerdi. Bazen bu esir hediyesi idareci sınıfın çocuklarından oluşuyordu. Tarihin kaydettiği bu tür olaylara aşağıdaki olay bir örnektir. lran hükümdarı Hüsrev Perviz, Rum İmparatoru Morikas'a (Moris) gönderdiği hediyeler arasında Türk beylerinin çocuklarından oluşan ve kulaklarında incilerle süslenmiş altın küpeler takılı 100 erkek köle (gulam) göndermişti. Buna karşılık Rum imparatorunun gönderdiği kıymetli hediyeler arasında da, kendi ülkesine komşu olan Bircan, Celalika, Slav, Gaskon (Macarlar) halklarından esir alınmış kızlardan başları mücevherlerle süslü taçlar bulunan 20 cariye vardı.


Arabistan'da Kölelik


Araplar da çağdaşları olan milletler gibi komşu bölgelerden köle satın alır ve ticaretini yaparlardı. Esir tacirleri birçok erkek ve kadın köleyi Habeş ülkesi ve civarındaki uygarlaşmamış toplumlardan alıp Arap Yarımadası'na getirerek belli mevsimlerde kurulan pazarlarda satarlardı. Kureyş kabilesi köle ticareti ile de uğraşırdı. Ünlü Ficar Savaşı'nda Kureyş'in reisi bulunan Abdullah bin Cüdan Temimi, Cahiliye Devri'nin en ünlü köle tacirlerinden biriydi. Biri köle satın alınca boynuna bir ip takarak, hayvan götürür gibi köleyi evine götürürdü. Köle savaş esiri ise kakülünü keser ve kurtuluş fidyesi ödeninceye kadar kakülünü okların konduğu sadakta saklardı. Köle satın alıp hediye etmek bir gelenek olmuştu. Köleler bir eşya gibi miras yoluyla da mirasçılara intikal ederdi. Ancak köle sahibi köleyi vefatından sonra azat ederse hürriyetine kavuşurdu. Bazen köleler gelinlere verilen mihirler arasına da katılırdı. Ünlü lslam şairi Beşşar ibn Berd, mihir arasında verilen kölelerden biriydi. Beşşar ile annesi Ezd kabilesinden bir adamın malıydılar. Bu adam Beni Ukayl kabilesinden bir hanım alınca, Beşşar ile validesini de mihir arasında göndermişti.

Günümüze ulaşan kaynaklar, Arap toplumunda da kölelik uygulamasının yaygınlığını göstermektedir. Bundan öte, emir ve meliklerin saraylarında sayıları binlere ulaşan kölelerin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Himyer meliklerinden Zülkila, Halife Hz. Ebubekir'in huzuruna çıktığında yanında kendi aşireti adamlarının dışında 1.000 tane de kölesi vardı. Arap ileri gelenlerinden evinde köle bulunmayan hiç kimse yoktu. Bu köleler ev hizmetlerinde kullanılırdı. Sahabeden Abdullah bin Ebi Rebia, her türlü sanata aşina birçok Habeşli köleye sahipti. Kölelerin sadakatine çok fazla güvenilmezdi. Bazıları da savaşlarda kullanılırdı. İslami devirde kölelerden oluşturulan ordular devlet üzerinde büyük etkide bulunmuşlardır. Bir kölenin cezası hür bir adamın cezasının yarısı kadardı. Bir köle savaşa katılırsa ganimetten hisse alamazdı. Onun payı efendisine verilirdi.

Araplar arasında "kınn" adı verilen bir tür kölelik daha vardı. Bunlar Roma İmparatorluğu'nda bulunan "serf'ler gibi ziraatla uğraşırlar, toprakla beraber alınıp satılırlardı. İlginç olanı, bu çeşit kölelerden bazıları kumar yüzünden köle olmuşlardı. Örneğin, Ebu Leheb ile As bin Hişam kim kaybederse diğerine köle olmak şartıyla kumar oynamışlardı. Ebu Leheb galip gelmiş ve As'ı kendine köle edinerek develerini güttürmüştü. Borçlular da ödeyemedikleri borçları yüzünden köleleştiriliyordu.

Araplar cariyelerle evlendiklerinde onlarla birlikte gelen çocuklarını da esir kabul ediyorlardı. Ancak o çocuklardan biri yetenekli ve zekiyse ona sahip çıkar ve kendi kütüklerine kaydederlerdi. Ünlü şair ve cengaverlerden Anteretü'l- Absi'nin babası Şeddat'ın nesline kaydolunması bu şekilde yapılan uygulamalardan biridir. Antere aslında Şeddat'ın cariyesi olan Zebibe'nin oğluydu. Şeddat önceleri kendisini kovmuş ancak daha sonra zeki ve yetenekli biri olduğunu anlayınca kendi nesebine almıştı. Bu, İslam tarihinde çok iyi bilinen olaylardan biridir. İslam öncesi Araplar önemli bir sebep görmeyince köle azat etmezlerdi. Kölelerden biri kölelik bağından kurtulmak istediğinde sahibinden kendisini satmasını isterdi. Sahibi razı olursa bir başkasına satardı. İslamiyet’ten sonra siyasi ve dini nedenlerden dolayı köle azat etme ve serbest bırakma (ıtk) uygulaması çoğalmıştır.


İslam Öncesi Dönemde Mevali


Arap toplumları içerisinde mevali, kölelerle hürler arasında bir orta sınıfı oluşturuyordu. Çoğunlukla azat olunmuş kölelerden oluşuyordu. Herhangi bir köle azat olunduğunda bu sınıfa dahil ediliyordu. Bunlar Roma İmparatorluğu'nda "libertinus" adı verilen azatlı kölelere benziyordu. Herhangi bir köle veya esiri, sahibi veya efendisi azat ederse azatlı sahibinin mevlası olur, ona veya kabilesine veya cemaatine intisap eylerdi. Mesela peygamberin amcası Abbas'ın mevlası Beni Haşim ile Kureyş ve Muzar'ın da mevlası kabul olunurdu. Bazen Mevla azat eden sahibinin şehrine bile nispet olunurdu. Filanca Medine veya Mekke halkının mevlasıdır derlerdi. Araplar arasında Mevla akraba gibi kabul olunurdu. Kandan gelen öz yakınlığa "karabet-i sariha" ve mevlanın yakınlığına da "karabet-i gayr- i sariha" denirdi. Mevla lafzı dost, akraba, amcazade, komşu, halef, oğul, amca, misafir, muhibb, tabi, damat ve benzerleri için de kullanıldığı gibi bunların çoğu mecaz yoluyla mevlaya benzetilirdi. Gerçekte ise Araplar arasında mevali; ıtk, akt ve rahim mevlaları olmak üzere üç çeşit idiler.


ltk Mevlası


ltk veya ıtaka (manumission) mevlası esir veya köleyken azat edilen şahıs için kullanılırdı. Bir esiri yerine getirdiği önemli bir görevden dolayı azat etmek bir gelenekti. Örneğin bir adam kendi kölesine, "Şunu yaparsan hürsün," dediğinde köle bu görevi ifa ettiğinde artık hür olur ve sahibinin mevlası sayılırdı. lslamiyet'in ilk yıllarında çoğu kez köle azat etmek yoluyla sahipleri aleyhine yardım ve destek sağladıkları için köle azat edilmesinin önemli sonuçları olmuştur. Örneğin Müslümanlar 8. yılda Taif şehrini kuşatmışlardı. Kuşatma günlerce sürdü. Şehrin fethinin çok zor olduğunu gören Hz. Peygamber, "Herhangi bir köle şehri terk ederse artık hür olur. Onun velayeti Allah ve Rasülü'nün üzerindedir," diye ilan edilmesini emretmişti. Bunun üzerine pek çok köle şehrin savunmasını bırakıp orayı terk ettiler. Bu tür köle azadı kimi zaman başka nedenlerle de yapılıyordu.

Azat olunması istenilen köleler harp esiri ise kakülleri kesilerek serbest bırakılırdı. Kakül, her kimin mülkünde bulunursa esirin sahibi o olurdu. Hz. Peygamber'in şairi Hassan bin Sabit Uhud Savaşı'ndan sonra Hubeyre bin Ehi Vehb'e cevap olarak bu anlamda bir beyit yazmıştı.


Mükatebe


Köle azat etme, bazen köle ile sahibi arasında yapılan bir anlaşmayla satış şeklinde gerçekleştirilirdi ki buna "mükatebe" adı verilirdi. Buna göre kölenin değeri takdir olunur ve kölenin bu meblağı çalışıp ödeyince azat olunacağına dair bir anlaşma senedi hazırlanırdı. Bazen ödemeler taksitlere bölünürdü. Örneğin Tabii'nin büyüklerinden Ebu Said Mukri, Cünda kabilesinden bir adamın kölesiydi. Her kurban bayramında 40 bin dirhem ile beraber bir kurban vermek üzere sahibiyle mükatebe yaparak hürriyetini elde etmişti.

Daha önce görüldüğü üzere her kim bir köle azat ederse, kölenin efendisi o olurdu. Yani azatlı azat edene nispet olunurdu. Vefatında azat eden ona varis olur. Bununla birlikte kimi kez kölenin velası azat eden değil, mükatebe bedelini veren kimseye aidiyeti şart kabul edilirdi. Bununla birlikte bazen azat etme "saibe" şeklinde gerçekleşirdi. Yani bu durumda velası hiçbir kimseye ait olmamak üzere azat edilirdi. Bir adam kendi kölesine "Sen saibesin," derse velası azat edenin olmaz ve bu çeşit azatlı malını istediği yere koyabilirdi. İlk Müslümanlardan Ebu Huzeyfe bin Utbe'nin mevlası Salim, saibe olarak azat edilen meşhur şahsiyetlerdendi. Aslen Istahrlı olan bu zat Ebu Huzeyfe'nin hanımı Besine'nin kölesiydi. Besine onu saibe şeklinde azat etmişti.

Ancak İslamiyet, velayetin azat edenin dışında birine ait olmasını yasaklamıştır. Hanım sahabelerden Sakifli Hüreyre binli Mesud, müminlerin annesi Hz. Aişe'nin huzuruna girerek mükatebe yolu ile azat edilmesi hususunda yardımını istemişti. Bedel olarak da beş senede beş taksit ödemek suretiyle beş ukiye gümüş belirlenmişti. Hz. Aişe, "Toptan bu parayı ben versem seni satın alıp azat etmeme ve velayetini kendi üzerime almama sahiplerin razı olur mu?" diye sordu. Berire sahiplerine gidip bunu sorunca, "hayır velayetin mutlaka bizim olacaktır," cevabını verdiler. Buna karşılık Hz. Aişe, "Hz. Peygamber'in huzuruna girerek durumu arz etti. O da, sen satın al ve azat et. Velayet ancak azat edenindir buyurdu" yanıtını verir. Fakat velayet bir diğer şahıs tarafından sahibinden satın alınırsa müşterinin olurdu. Nitekim hadis alimlerinden Ebu Ma'şer böyle bir hal yaşamıştı. Kendisi Mahzumoğulları kabilesinden bir kadının köleliğinden kurtulmak için bir anlaşma yapmıştı. Kararlaştırılan bedeli ödeyerek azat olunduktan sonra Himyerlilerden Ümmü Musa binli Mansur adındaki kadın velayetini satın aldı.

Bundan başka "tedbir" denilen bir başka yöntem de ıtk vasıtalarından birini teşkil ediyordu. Bu yönteme göre sahibi köleye, "Sen vefatımdan sonra hürsün," diyordu. Köle sahibi vefat edince hür oluyordu. Bu yüzden vefat edenin ailesine miras olarak intikal etmiyordu.


Akd Mevlası


"Hılf veya istina' mevlası" da denilen bu mevlanın bir şahsın diğer birine ne şekilde olursa olsun bir hizmetle, muhalife, muhaletat ve mülazemetle "intisap" etmesi ve bunun yüzyıllarca devam eylemesinden oluşuyordu. lslamiyet'ten önce Yesrip'de (Medine) bulunan Yahudiler bu tür mevlalara bir örnektir. Bunlar lslamiyet'in doğuşuna kadar Ensar'ın mensup oldukları Evs ve Hazrec kabilelerinin mevalisiydiler. Velayetleri hılf çeşitindendi. Bu konu oldukça uzun ve ayrıntılıdır. Özetleyelim. Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleri Yemen'den gelmeden daha önce Hz. lsa' nın (s.a.v.) doğumundan birkaç yüzyıl önce Medine'ye gelerek burayı vatan edinmişlerdi. Evs ve Hazrec kabileleri Medine bölgesine gelince tüm arazi ve hayvanların Yahudilerin elinde olmasından ötürü yoksulluk içerisinde ömür sürmeye mecbur oldular. Sonunda aralarından Malik bin Aclan adında bir bey, Şam bölgesinde Gassan emiri ile Medine Yahudileri için bir görüşme yaptı veya muhtemelen yardımlarını istedi. Bunun üzerine her ikisi Yahudilere karşı ittifak ettiler. Gassan emiri Medine'ye gelerek Yahudilere düşmanlığını ilan etti ve sonunda onları zelil ve perişan bir hale düşürdü. Artık Yahudiler korku içinde yaşıyorlardı. Söz konusu tarihten itibaren Evs veya Hazrec kabilelerinden bir şahıs kendilerine tecavüz etse önceden yaptıkları gibi destek sağlamak için birbirlerine koşmayıp her biri yine o kabilelerden komşularına giderek himaye ve imdat isterdi. İşte bu suretle Medine Yahudilerinden her kabile destek ve himayeci bulmak üzere Evs veya Hazrec boylarından birine iltica etmişti. Medine Yahudileri söz konusu boylarla mevlaları olduklarına dair anlaşmalar yapıyorlardı. Hz. Peygamber'in dayıları olan Neccaroğulları veya Medine Araplanndan diğer bir grubun mevlaları gibi her gruba mahsus mevali zuhur eylemişti.

lslamiyet'ten sonra Araplara mevali olan kabilelerin velayeti çoğunlukla bu şekildeydi. Çünkü Araplar söz konusu memleketin hakimleriydi. Diğer halklar ise hizmet veya değişik yollarla Araplar arasında yaşayıp onlara bağlı oldukları için Araplara mensup oluyorlardı. Bu şekilde ortaya çıkan bağa "velaü'l-muvalat" adı veriliyordu. Muvalat bir şahsın diğerine, "Sen benim mevlamsın, vefat edersem bana varis olursun, sağ kalırsam beni müdafaa ve himaye eylersin," demesi ve diğer şahsın da "Kabul ettim," diyerek cevap vermesiyle gerçekleşirdi. Arapların her sınıfı bir sınıf mevaliye sahipti. Bermekiler Harun Reşid'in, daha aşağı tabakadan olan İranlılar Arap emirlerinin ve daha aşağıdakiler daha alt tabakadaki Arapların mevalisiydiler.

Cahiliye Dönemi'nde mevla bazen Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi de oluyordu. Bu konuda dinin bir tesiri yoktu. Hz. Peygamberin bir mevlası aslen Habeşli diğeri Rum, diğeri Kıpti, bir diğeri de İranlı idi. Utbe bin Ehi Rebia'nın mevlası Addas da Ninova halkından bir Hıristiyan'dı. Hıristiyan olduğu halde Bedir Savaşı'nda bulunmuş ve öldürülmüştü. Daha sonra İslamiyet velayeti yalnız Müslümanlara tahsis eylemiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de "Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyiniz ..." anlamındaki ayet Yahudi ve Hıristiyanlardan mevla (dost) edinilmesini yasaklamıştı. Yahudi ve Hıristiyanlar lslamiyet'ten sonra "ehl-i zimme"den kabul edilmeye başlanmıştır.


Rahim Mevlası


Rahim mevlası bir kabilenin mevalisinden hanım almakla meydana gelir. Emevi devletinin sonlarıyla Abbasilerin ilk dönemlerinde yaşamış olan Hicaz şairlerinden Sedif bin Meymun buna bir örnektir. Kendisi Huzaa kabilesinin mevlasıydı. Daha sonra Haşimioğulları'ndan Ebu Leheb ailesinden bir muvalat ile evlendiğinden, Haşimioğullarının velasını iddia etti. Araplar arasında vela genel veya özel birtakım hüküm ve kurallara bağlıydı. Genel hükümlere göre mevla, hürden aşağı ve köleden yukarı sayılırdı. Mevla köle gibi satılamazdı lakin gerek evlilikte gerek mirasta ona hür gibi muamele edilmezdi. Mevla hür bir kız veya kadın alamazdı. Mevlanın diyeti sanki köleymiş gibi hürün diyetinin yarısıydı. Kısaslarda da aynı şekilde muamele görüyor, hür bir şahsın aldığı cezanın yarısını alıyordu.

Özel hükümlere gelince bu da velanın çeşitine göre farklılık arz ediyordu. Bu hükümlere göre en önemli nokta miras meselesiydi. Itak mevlası mirasa konar yalnız varis olamazdı. Akt mevlası ne miras alır ne de bırakabilirdi. Rahim mevlası tam aksine hem mevrus hem de varis olurdu. Her kim bir köle azat ederse azatlının velasına sahip ve ona varis olurdu. Bu sebepten ona "mevlen-ni'meh" adı verilirdi. Romalılar kendi azatlılarının miraslarının üçte birini veya çalışmadan kazandıkları paranın da aynı şekilde üçte birini alırlardı. Bunun dışında şayet bu azatlıların varisi olmazsa azat sahipleri bütün mirasa sahip olurlardı.


İslam'dan önce Arap asabiyetinde mevalinin oldukça büyük etki ve fonksiyonları olduğu gibi İslami dönemde de önemlerini korumuşlar, hatta yaşadıkları devletlerde devrim yapmak, hakimiyeti bir devletten diğerine nakletmek noktasına kadar aktif bir rol üstlenmişlerdir.


Cahiliye Devri'nde Yabancı Göçmenler


Arap Yarımadası'nın halkının büyük kısmı Adnan ve Kahtan kabilelerinden oluşan Araplar, mevali ve onlara bağlı toplumlardı. Bunların dışında Habeşistan, Şam, Irak, Mısır, Fas ve Hint bölgelerinden gelmiş Habeşli, Yahudi, Rum, Keldani, İranlı, Hintli ve diğerlerinden oluşan muhacirler de vardı. Bu muhacir veya göçmenlerden Keldani ve Süryaniler gibi bazıları bölgenin yerlileriyle evlendiklerinden, zamanla kendi soy ve nesepleri de kaybolmuş, yaşadıkları toplumda asimile olmuşlardı. Bir kısmı da Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Araplarla kaynaşmışlardı. Bazıları da Habeşliler, İranlılar, Hintliler gibi Arapların köle ve mevalileri zümresine dahil olarak asıllarını unutmuşlardı. İslamiyet'in doğduğu yıllarda Kaynuka ve Nadiroğulları gibi bazı Yahudilerle Hıristiyan Rumlardan küçük bir grup ve İranlılardan bir kabile dışında bütün yarımada halkı tamamen Araplardan oluşuyordu.


Ebna'


Ebna' Yemen bölgesini Habeşlilerin egemenliğinden kurtaran İranlıların çocuklarıydılar. Bunları Arap Yarımadası'nda oturan İranlı mevaliden ayırt edebilmek için kendilerine "Ebna'ül Fürsü'l-Ahrar" veya sadece Ebna' adı verilmişti. Bunların baba ve dedeleri Yemen'i ele geçiren Habeşlileri ülkeden çıkarmak için Kisra'dan yardım isteyen Seyf bin Ziyezen Himyeri ile Yemen'e gelerek Habeşlileri ülkeden çıkarmışlar ve idareyi ele geçirmişlerdi. Seyf bin Ziyezen Habeşlilerin kovulmasından sonra lran'a yıllık vergi vermek şartıyla Yemen'de on beş sene hüküm sürdü. Hakimiyetleri sırasında ülkeden kovdukları Habeşlilerden bir kısmını da maiyetine almıştı. Bir gün bu siyahiler kendisini tenha bir yerde sıkıştırarak katletmişler ve dağlara kaçmışlardır. Her ne kadar Seyfin arkadaşları bunları takip ederek tamamını öldürmüşlerse de Araplar arasından yeni bir hükümdar seçilmeksizin söz konusu bölge lslamiyet'in zuhuruna kadar tamamen İranlıların hakimiyeti altında kalmıştı. lslamiyet'in doğduğu yıllarda Yemen bölgesi, İranlı komutanlardan Firuz Deylemi, diğeri Razuye adında iki valinin hakimiyeti altında bulunuyordu. Bunların ikisi de lslam'ı kabul etmişlerdi.

Yerli halkın desteğiyle Habeşlileri Yemen'den kovan lran askerleri söz konusu bölgede yerleşip burayı vatan tutmuşlar, evlenmişler, soy sopları çoğalarak yukarıda açıkladığımız üzere "ebna" adını alan bir kitleyi oluşturmuşlardır. Tabii'nin büyüklerinden Tavus bin Keysan, Vehb bin Münebbih, Şair Vadahü'l Yemen vs lslamiyet'in doğduğu yıllarda bu kitle arasında dikkat çeken şahsiyetler olmuştur.

Şam, Irak, Cezire bölgelerinde bazı şehirlerde yine İranlı bir nüfus yaşıyordu. Bunlara lslam'dan sonra bulundukları yerlerin çeşitliliği nedeniyle farklı isimler verilmişti. Yemen'de bulunan İranlılara yukarıda görüldüğü gibi "ebna" deniliyordu. Özellikle San'a'da bulunan İranlılara Ahraroğulları, Küfe'dekilere "Ehamire", Basradakilere "Esavire", Cezire'dekilere "Hadarime" ve Şam'da yaşayan İranlılara da "Ceracime" adları verilmişti. Ebna, İslamiyet'in ilk döneminde dikkat çekici bir rol üstlenmiş, asker olarak yeni dine destek ve yardımcı olmuşlar, mevalinin dışında seçkin bir mevki edinmişlerdir.


Cahiliye Devri'nde Devletin Siyaseti


Yemen'de kurulmuş olup konumuza dahil olmayan Tebabia devletlerinin dışında Arapların tarih boyu büyük bir devletleri olmamıştır. Bu nedenle bu bölümde Arap toplumlarındaki devlet siyasetiyle amacımız, uygar milletlerde geçerli olan siyasi ve idari sistemleri ele almak yerine Araplar arasında geçerli olan siyasi bağlar ve sosyal adabın korunması için gerekli olan hükümler ve muamelelerin kökenlerini araştırmaktır.

Araplar arasında başkanlık veya emirlik asabiyet ve nüfuz sahibi kişilere ait bir husustu. Aynı asabiyet ve nüfuza sahip iki veya daha fazla aday bulunursa en yaşlı olan tercih olunurdu. Arap toplumlarında şeyh kelimesinin hem ihtiyar hem de reis olarak her ikisine birden delalet etmesi, başkanlıkta yaşlılığı da önemli bir şart olarak görmelerinden kaynaklanıyordu. Reis seçiminde hangi sebepten olursa olsun müşkülata düşülür ise kura usulüne başvurulurdu. Böylece birkaç kabile savaş kararı almada aralarında anlaşma yaparak genel bir başkan seçimi için mevcut olan başkanlar arasında kura çekilirdi. Kura kime çıkarsa reis de o olurdu. Arapların çoğunu oluşturan bedevilerdeki hükümet şekli böyleydi. Mekke bölgesindeki şehirli Araplar arasında geçerli olan reislik ise Kabe hizmetinde bulunanlara mahsustu. 

Cahiliye Devri'nde her kabilede şeref ve başkanlık yetenekleriyle öne çıkmış hanedan ve aileler vardı. Kureyş'ten Haşim bin Abdimenaf ailesi ile Kays'tan Huzeyfe bin Bedr Fezari, Temim'den Zurare bin Adi, Şeyban'dan Zil Cüdeyn bin Abdullah bin Hümam, Yemen kabilelerinden olan Harsoğullarından Beni Reyyan aileleri bu şekilde sivrilen ailelerdendiler. Bunların diğer kabile fertlerine baskın çıkması, baba ve dedelerinden en az üç kişinin peş peşe başkanlık yapmış olmalarından ileri geliyordu. Bu hanedanların mensup oldukları kabilelerin fertleri üzerinde oldukça etkin bir nüfuzları vardı. lslamiyet'ten sonra da siyaset ve dirayet sahipleri makam ve mansıb verirken bu nüfuzu göz önüne alıyorlardı. Buna bir delil olarak peygamberin amcasının oğlu olan İbn Abbas'ın Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a, "Hanedan ailelerden memur görevlendir ki aşiretlerinin durumu iyileşsin," diye tavsiye etmesi gösterilebilir.

Bedevi bir emir mutlak hakimiyete sahip olmakla beraber despot veya diktatörce davranışlara nadiren başvururdu. Çoğunlukla çevresinde bulunan yakın arkadaşları ve halkın ileri gelenleriyle görüş alışverişinde bulunurdu. Bu tür idareciler halktan gizlenip çekinmezler, kimseyi hor ve hakir görmezlerdi. Aşağı veya yukarı hangi sınıftan olursa olsun halk ile bir arada otururlar, büyüklük ve ululama içeren dalkavukluk ifadesi lakapları bilmezlerdi. Bir bedevi kendi emiriyle konuşmak istediğinde ona ismiyle hitap eder, bir talebi var ise kendi kişilik ve karakterini hırpalamaksızın bedeviliğe özgü kaba saba hareket ve ifadelerle gayet doğal bir şekilde onu talep ederdi., Bununla beraber bu durum bedevilikte yaş ve nesebe bağlı bir çeşit elkab doğurmuştu. Emir halkına hitap etmek istediğinde saygı hitapları arasında muhatabın şahsına göre peder, amca, dayı, oğul, biraderzade gibi sözleri kullanırdı. Araplar lslamiyet'in ilk devirlerinde de bu geleneklerini devam ettirmişlerdir. Halife için herhangi bir lakap kullanmaksızın yalnızca ismi ile hitap ederler, idari işler konusunda istedikleri gibi kendisinden hesap sorarlardı. Ancak daha sonra uygarlaşmaya paralel olarak halifeler perde ve duvarlar arasına çekilerek büyüklük ve ihtişamlı görünme siyasetini seçince idare edenlerle edilenler arasındaki mesafe de genişlemiştir.


Cahiliye Devri'nde Arap Faziletleri


Vefakarlık


Araplar kötülük yapmaya engel, idareci ve idare kurallarına ihtiyaç olmadan kendilerini kötülüğe karşı frenleyen birtakım güzel huylara ve erdemlere sahiptiler. Yaratılışlarından gelen bu güzel hasletler onlara çoğu kez kendi kendilerini idare etme becerisini kazandırıyordu. Ayrıca bir yönetime ihtiyaç duymuyorlardı. Bu erdemlerinin başta geleni sadakat ve bağlılıktı. Sadakat duygusu hangi toplumda yerleşirse, oranın halkı idarecilere çok fazla ihtiyaç duymaz. Aslında yönetim ve kanun, sadakat ve bağlılık bilmeyen toplumlar için gereklidir. Ahde vefa ve sadakat Arap, toplumlarında yaratılıştan gelen güzel huylardan ikisidir. Bir Arap şehirden çöle doğru ne kadar uzaklaşırsa sadakat ve ahde vefa duyguları da aynı oranda fazlalaşırdı. Çünkü gaddarlık, zulüm, haksızlık, ahde vefasızlık, süslü ve muhteşem bahçelerle döşenmiş görkemli köşklerde yaşar.

Sadakat erdemi çöl halkının deyim ve atasözlerinde adet, gelenek, görenek ve ahlakında, her çeşit eylemlerinde açık ve baskın bir şekilde görülür. Tay kabilesinden Hanzala bin Ebi Afra ile H. 604 yılında vefat eden Münzir hükümdarı Numan bin el Münzir arasında geçen tarihi olay, bu sadakat ve ahde vefaya parlak bir misaldir. Numan bir olaydan dolayı her yıl biri "yevrn-i bereket", biri "yevrn-i nehust" olmak üzere iki gün tahsis etmişti. "Yevm-i nehust"ta ilk gördüğü adamı öldürüyor; "yevm-i bereket"te ilk rastladığı adama ise yüz deve bağışlıyordu. Hanzala bu durumdan habersiz bir biçimde hem ziyaret hem de bağış ve yardım istemek için hükümdar Numan'ın huzuruna çıkar. Tesadüfen nehust gününde Numan'ın ilk gördüğü adam o olur. Numan kendisini katletmek ister. Hanzala çocuklarının aç olduklarından söz ederek onları görmek ve geleceklerini düzenlemek için bir yıl mühlet ister ve bir yıl sonunda geri döneceğine söz verir. Numan kendisinden bir kefil ister. Hanzala ise Numan'ın nedimi olan Şüreyk bin Adiy'i kefil gösterir. Şüreyk bedevilerin sadakat ve sözünde durma konusundaki erdemlerini iyi bildiği için kendi hayatı pahasına bu kefareti kabul eder. Hanzala bir yıllık mühlet bitince hiçbir asker ve zabıta tarafından aranmaksızın kendi kendine gelip teslim olur. Numan bu derece sadakat ve ahde vefa karşısında dehşete kapılarak Hanzala'yı affeder ve bu kötü adetinden vazgeçer. Bu olay Araplar arasında dilden dile anlatılan yaşanmış hikayeler arasındadır.

Cahiliye Devri'nde muhkem bir mevkide ikamet eden Arap reislerinden Musevi Samuel bin Adia'nın gösterdiği sadakat de bu olaydan daha fazla hayret vericidir. Ünlü şair lmru'l-Kays çok değerli silah ve eşyasını söz konusu şahsa emanet ederek Rum ülkesine gitmiş ve orada vefat etmişti. Kinde emiri, Samuel'e haber gönderir ve emanetleri ister ancak Samuel teslim etmez. Emir ısrar edince Samuel "Bana emanet verilen bir malı veremem, hıyanet ve vefasızlık edemem," cevabını verir. Bunun üzerine Kinde emiri üzerine asker gönderir ve Samuel'in kalesini kuşatır. Kuşatma sırasında Samuel'in oğlu Kinde emirinin eline esir düşer. Emir, Samuel'i oğlunu öldürmekle tehdit eder. Samuel "Hainlik ve vefasızlıkla isimlendirilmeyi kabul edemem. Elinden ne geliyorsa yap," cevabını verir. Bunun üzerine Kinde emiri, masum çocuğu babasının gözü önünde öldürür. Kuşatmadan bir sonuç alamayınca çekilip gider. Samuel ise vefa uğruna katlandığı bu felakete tahammül eder ve daha sonra emanet silah ve eşyaları lmru'l-Kays'ın varislerine teslim eder.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bir millette bu gibi fazilet ve ahlak bulundukça o millet başka kurallara çok ihtiyaç duymaz. Özellikle bu faziletlere himmet yüceliği, vicdan temizliği, alçaklık ve zillete katlanamama, cömertlik, kötülüklerden kaçınma gibi meziyetler de eklenirse işte sözünü ettiğimiz bu meziyetler çöl halkının sahip olduğu faziletlerden bazılarıydı.


Civar (Komşuluk ve Mülteci Himayesi Hukuku)


Araplar arasında komşuluk hukuku da, ahde vefa ve hukuka saygı gibi kutsal ve uyulması zorunlu kurallar arasında sayılırdı. Bir bedevi kendi hayatını koruduğu kadar komşusunu da himaye ederdi. Aslında komşuluk hukuku, bir diğer ifadeyle insanın kendisine yakın bulunanları koruması ve yardımcı olması, son derece doğal ve gerekli bir husustu. Hatta meşhur kurala göre, "Yakın komşuya uzaktaki kardeşinden daha çok önem ver," denilirdi. Ancak Araplar bu meziyette de oldukça ileri gitmişlerdi. Bu yüzden himaye ve muhafaza anlamında "icare", "isticare", "civar" kelimelerini türetmişlerdi. Oysa "car" kelimesi sözlük anlamı olarak o manaların tam zıddını ifade eder. Araplar arasında "civar" kelimesi himaye ve siyanet için ayrıca kullanılmıştı. Bir kimse başına gelecek bir fenalıktan korkarsa himaye edecek bir adamın yanına gider ve ona "ecirni = beni himaye et" diyerek himayesi altına girerdi. Himaye eden yaşamı pahasına da olsa onu korurdu. İlk İslam muhacirleri Habeşistan'dan döndüklerinde müşriklerin intikamından çekindikleri için ya gizlice veya böyle bir himaye altında Mekke'ye girebilmişlerdi. Hz. Osman bin Affan Said bin el As bin Ümeyye'nin, Ebu Huzeyfe kendi babasının, Osman bin Maz'On da Velid bin Mugire'nin himayesinde şehre girmişlerdi. Bazen kendisine sığınılan adam mülteciyi korumak için kendi ev halkını, akraba ve yakınlarını da tehlikeye atar, en kötü şartlar altında da olsa mülteciyi korumaya çalışırdı.

Tarihte şöhret bulmuş iltica olaylarından birisi Cahiliye Devri'nin ünlü şairlerinden A'şa'nın ibretlik olayıdır. A'şa, Hz. Peygamber devrinde Yemen ve Necran bölgesinde peygamberlik iddiasında bulunan Esved-i Ansi'yi meth ederek onu memnun etmiş ve ödül olarak da çeşitli elbiseler ve değerli hediyeler almıştı. Dönüşü sırasında Amroğulları kabilesi yurdundan geçerken soyulmaktan korktuğu için Rebiaoğullarının ileri gelenlerinden ve sahabeden Alkame el Kilabi'ye iltica eder. Ona, "Beni himaye edecek misin?" diye sorar. Alkame, "Evet himaye edeceğim" cevabını verir. A'şa, "Cinniler ve insanlardan himaye edecek misin?" diye sorar. Alkame, "Evet" der. A'şa bunun üzerine, "Ölümden de himaye edecek misin?" diye sorunca; Alkame insanı takdir olunmuş ecelinden korumanın insan gücünün üstünde bulunduğunu düşünerek, "Hayır" cevabını verir. A'şa Alkame'nin yanından uzaklaşarak sahabeden Amr bin Tufeyl'e müracaat eder. Ondan da aynı himayeleri ister. Ancak "Ölümden de beni himaye edecek misin?" teklifine Amr "Evet" cevabını verir. Bunun üzerine A'şa, "Beni ölümden nasıl himaye edeceksin?" diye sorunca Amr, "Şayet yakınımda ölürsen diyetini ailene gönderirim," cevabını verir. Bunun üzerine A'şa, "Gerçekten beni himaye edeceğini şimdi anladım," diyerek himayesini kabul eder.

Bir adam, birine iltica etmek istediğinde onu çadırında bulamasa bile elbisesinin bir ucunu çadırın ipine bağlaması yeterliydi. Mülteci böylece çadır sahibinin himayesini kazanmış olurdu. Söz konusu şahıs mülteciyi her türlü saldırı ve tecavüze karşı korumak ve hukukunu savunmak zorunda kalırdı.

Araplar arasında iltica müessesesinin ne derece kutsal olduğunu gösteren olaylara bir başka örnek verilebilir. Yukarıda adı geçen Amr bin Tüfeyl vefat ettiğinde kabilesi olan Beni Amir, mülteciye sahip çıkmanın ve hukukunu gözetmenin ne derece kutsal olduğunu göstermek için, kabrini bile koruma altına almışlar, kabrin çevresinde bir mil mesafeye kadar olan yerleri direklerle çevirerek oralarda hayvanların dolaşmasını, otlamasını hatta insanların gelip geçmesini bile engellemişlerdi.

Civar ve isticare hukuku Araplar arasında -fetihler sonucu alınan şehirlerde yaşayanlarla karışanlar hariç- İslami devirde de devam etmiş ancak devletin hakimiyetini güçlendirme gayreti ve çabaları bu hukuku zayıflatmıştı. Arapların ileri gelen hanedanları, İslamiyet'ten sonra da devletin önde gelen büyükleri olmuşlardı. Oysa mülteciler bunlardan birinin aleyhine diğerine iltica etmek istiyordu. İdareci sınıf birbiri aleyhine mülteci kabul etmeyi doğal olarak uygun bulmuyordu. Bu yüzden iltica talebinde bulunan birine, "Bir insanın kendi kabilesi aleyhine ilticası kabul olunur fakat sultanın aleyhine iltica kabul olunmaz," diyerek reddederlerdi. Emeviler devri başlarında yaşamış olan sivri dilli şairlerden Yezid bin Rebia devletin ileri gelenlerinden Horasan valisi Ubad bin Ziyad ile babası Ziyad bin Ebih'i ağır bir şekilde hicvettikten sonra gerek Ubad gerek kardeşi Irak valisi Abdullah bin Ziyad'ın intikam almasından korktuğu için o dönemde Basra valisi bulunan tabiinin büyüklerinden Ahnef bin Kays'a iltica etmek istedi. Ahnef, görevden alınmaktan korktuğu için ilticayı kabul etmedi. "Kabilem Sa'doğullarından seni koruyabilirim. Ancak vali aleyhine kimseyi himaye edemem," cevabını verdi. Yezid bin Rebia Arapların ileri gelenlerinden birçok şahsa başvurup iltica talebinde bulunmuş ise de aynı sebepten ötürü reddedilmişti.


Büyüklük ve Alicenaplık (Erihiye - Chivalry)


Arapların cömertlik, iyilik ve benzeri sıfatlara necdet ve yardımda bulunmaktan zevk almak ve övünmek anlamına gelen "erihiye" ahlakı ile sıfatlanmaları, kendilerini yönetim kurallarından ve baskılarından müstağni kılmıştır. Bu huylar bedevilerin Cahiliye devirlerindeki veya benzeri bir özellik olarak Frenklerin "chevalerie" dedikleri huylarının gereğinden sayılır. Şecaat, cömertlik, yiğitlik ve iyi huylarla övünme gibi güzel huylardan kaynaklanır. Cömertlik, büyüklük ve alicenaplıktan haz almak Arap gelenek ve ahlakında çok önemliydi. Araplar doğduğu ortam ve yaratılışlarından gelen bir özellik olarak, geniş hayal gücü, duygu inceliği ve yoğun duygularla doğuyorlardı. Etkili bir beyit ile heyecana yine bir beyit ile sükunete ulaşırlardı. Bazen bir kelime kabileleri ayaklandırabiliyordu. Bazen bir Arap düşündüğü bir kelimeyi söylemek veya diğerine bir söz söyletmemek uğruna hayatını feda ediyordu. İşte bu yüzden Araplar arasında halkın toplandığı özel günlerde veya benzeri toplantı yerlerinde güzel huylar ve faziletlerin veya kötülük veya ayıpların açıklanmasına hizmet eden meth veya zemmetme türü şiirler oldukça boldu. 




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak