30 Haziran 2023 Cuma

HAMDANİLER


Hamdaniler, Tağlib kabilesine mensup olup IV. (X.) asırda Abbasi hilafetinin zayıflamasıyla Mezopotamya ve el-Cezire'de iki küçük devlet kurmuşlardır. Bu ailenin en şöhretli temsilcisi Halep emiri Seyfüddevle idi. 


Hamdaniler, Adi b. Usame b. Tağlib'den intikal ettiklerinden kendilerine Tağlibiler veya Adeviler de denir. Esas itibariyle bu aile, el-Cezire'nin doğu mıntıkasındaki Berkaid'den neş'et etmiştir.

 

A - İLK HAMDANİLER


Hakkında tarihi kaynaklarda bilgi bulunan bu ailenin ilk ferdi 254(868) yılında el-Cezire Haricilerine karşı yapılan savaşa, öteki Tağlibilerle birlikte iştirak eden Hamdan b. Hamdun el-Haris'tir. Mamafih 266 (879) 'dan itibaren bu aile hakkında tarihi malumat mevcut olup, özellikle 272 (885) 'de eş-Şari lakabıyla tanınan Haricilerin liderlerine karşı yaptıkları mücadeleye dair bilgiler kayda değer.


279(892) 'da el-Mutezid hilafete geçip el- Cezire'de otoritesini yeniden tesis etmeye karar verdiğinde, Hamdan b. Hamdün, başta Mardin olmak üzere Dicle'nin sol sahilinde Ardumuşt gibi o mıntıkalarda bazı yerleri elinde tutuyordu. 282 (895) 'de halife, Hamdan'ın terketmiş olduğu Mardini teslim aldı ve müteakiben de ordusu Ardumuşt'u zaptetti. Babasının firarı esnasında Ardumuşt kalesini korumak üzere bırakılmış olan Hamdan'ın oğlu Hüseyin, bizzat halife tarafına geçmek suretiyle, halifenin kuvvetlerine teslim oldu. Dicle'nin iki yakasında vukubulan müthiş bir takip sonunda Hamdan, Musul yakınlarında halifeye teslim oldu ve hapsedildi. 



Halife tarafına geçmiş olan Hamdan'ın oğlu Hüseyin, Haricilerle ve onların lideri Harun eş-Şari ile mücadelesinde halifeye çok yardım etti. Onun sayesinde Harun yakalanmıştı. Kendisine minnettar kalan halife, babasını affederek Hüseyin'i mükafatlandırdı ve caize olarak Tağlib kabilesinin birçok ferdinin katıldığı bir süvari birliğinin komutasını verdi. Hüseyin, 283(896)'de Cibal'de Bekr b .. Abdülaziz b. Ebi · Dulef'e karşı yapılan savaşa ve Karmatiler aleyhindeki keşif faaliyetlerine katıldı. 


el-Muktefi'nin hilafeti esnasında, 291 (903) 'de Sahibu Divanü'l­ Ceyş Muhammed b. Süleyman'ın talimatı gereği Suriye'de hüküm süren Sahibu'l -Hal'e galebe çalmak üzere vazifelendirildi ve adı geçen Sahibu'l-Hal yakalandı. O, aynı zamanda Muhammed b. Sü.leyman'in geniş çaplı askeri harekatına iştirak ederek, 292 (904) 'de Mısır'ı son Tolunoğlu hükümdarından aldı. Ancak ele geçirilen bu ülkenin askeri valiliğini kabule yanaşmadı. 295 (907) yılında Suriye'de bir kez daha Karmatilerle çarpıştı. İbn Mutezz'i tahta geçirmek maksadıyla 296 yılının Aralık ayında vukubulan fesad tertibine iştirak etmekle beraber, bu hareketin başarıya ulaşamaması neticesinde kaçtı. 

Bunun üzerine kardeşi Ebu'l-Heyca Abdullah b. Hamdan, onu takibe memur edildi, fakat ona yetişemedi. Hüseyin, sonunda kardeşi İbrahim'in tavassutuyla eman diledi ve bu arzusu kabul edildi. Hatta o, Cibal'deki Kum ve Kaşan'ın valiliğine tayin edildi. Çok geçmeden Bağdat'a dönerek, 298 (910) yılında Diyar-ı Rebia valiliğini elde etti. Ancak vezir Ali b. İsa ile arası açılınca isyan etti ve 303(916) 'de Munis el-Hadım tarafından yakalandı. Önce hapsedilen Hüseyin, kesin olmamakla beraber, önceden Şia'ya meyli olduğunu açıklamış olmasından dolayı hapisteyken iştirak ettiği söylenilen gizli bir Şii fesat tertibinin neticesinde 306(918) yılında idam edildi. 


Hüseyin'in kardeşleri Abdullah Ebu'l-Heyca, İbrahim, Davud ve Said, halifeye bağlı kalmışlardı. Bu kardeşlerin ilki olan Abdullah Ebu'l-Heyca, 293 (905) tarihinde Musul valiliğine tayin edilmiştir. O, mezkur bölgenin halkını itaat altına almış ve rivayet edildiğine göre, 297 (909)'de kardeşi Hüseyin'e karşı bir harekatı idare etmişti. Ancak 301 (913) 'de, bilinmeyen sebeplerden dolayı vazifesinden azledilmesi üzerine başkaldırdı; fakat Munis el-Hadım'a teslim olunca affedilerek, 302 (914) yılında tekrar Musul valiliğine atandı.

 

Kardeşi Hüseyin'in 303(915) yılındaki isyanı sırasında o, su-i zan altındaydı ve kardeşi İbrahim'le birlikte bir müddet hapsedilmişti. Çok geçmeden ona tekrar ordu komutanlığı payesi verildi ve Munis'in emrinde, 307 (919) 'de isyan eden Azerbaycan valisi Sacoğullarından Yusuf b. 'Ebi's-Sac'a karşı mücadele etti. Kardeşi İbrahim, 307 (919) yılında Diyar-ı Rebia valiliğine tayin edildi ve müteakip yıl vefat edince yerine kardeşi Davud geçti. Ebu'l-Heyca Abdullah ise, 308 (920) 'de Tarik-ı Horasan ve Dinever valiliğine, 313 (925) 'de de yeniden Dicle'nin sol tarafındaki Bazebda ve Kerda'nın kısa bir müddet sonra bağlandığı, Musul valiliğine atandı.

 

Ebu'l-Heyca, ölüm tarihi olan 317 (929) yılına kadar bu mıntıkaları elinde tuttu. Ebu'l- Heyca, hilafet tarihinde, istikbalde Nasıruddevle ünvanını alacak olan oğlu el-Hasan'ı naip olarak bıraktığı Musul'dan ayrılmasına sebep olan çok önemli siyasi ve askeri vazifeler ifa etmiştir. 311 (923) 'de hac yolunun güvenliğini temin etmekle görevlendirildi. Dönüşünde Karmati Ebu Tahir Süleyman'ın saldırısına uğrayıp esir edildi; fakat 312 (924) 'de serbest bırakıldı.

 

315 (927) 'de Fırat üzerinde bulunan el-Anbar yakınındaki Aynu't­ Temr'e varan Karmatiler Bağdat için ciddi tehlike olmuşlardı. Kardeşleri Süleyman, Said ve Nasr ile birlikte Ebu'l-Heyca, Karmatileri durdurmak için gönderilen orduda vazife aldılar. Bir rivayete göre, ordu komutanını, Nehr Zubare üzerindeki köprünün tahrib edilmesi için ikna eden Ebu'l-Heyca'nın insiyatifi sayesinde Bağdat kurtulmuş ve Karmatiler dikkatlerini başka yönlere çevirmeye mecbur bırakılmıştı.

 

Mamafih Halife el-Muktedir'in dayısının oğlu olan Harun b. Garib Hamdanilerle dostça geçinen ordu baş komutanı Münis el-Hadım'ın mevkiini ele geçirmek için hırslı idi. Cibal valiliğini ele geçirerek, Ebu'l-Heyca'yı Dinever valiliğinden azletti. Bunun üzerine Ebu'l-Heyca, askeriyle Bağdat'a vardı. 317 (929) yılının başlarında el-Muktedir'in hal'edip kardeşi Muhammed el-Kahir'in hilafete getirilmesi için yapılan hükümet darbesine iştirak etti. Bağdat şahnesi Mazük ile sıkı işbirliği yaparak, bu gizli ittifakta çok önemli rol oynadı. el-Kahir'i saraya yerleştiren ve el-Muktedir'in tahttan feragatini sağlayan o idi.


Bu hadiseler olurken o, kendi şahsi menfaatlerini göz önünde bulundurarak, Çok daha büyük bir bölgenin valiliğinin kendisine verilmesini sağladı. Fakat bu esnada mukabil bir isyan vuku buldu. Yeni halife sarayında kuşatıldı ve Ebu'l- Heyca, sonuna kadar el-Kahir'i kahramanca savunarak öldü. Tahta tekrar geçen el-Muktedir, Ebu'l­ Heyca'nın ölümünden büyük üzüntü duydu.


Bu devrede Ebu'l-Heyca, Hamdani ailesinin en dikkate değer ferdi idi. Onun mümtaz şecaati ve alicenaplığı ile samimi ve hür vicdanı daima hürmet telkin etmiş ve cihanşumul bir takdire mazhar olmuştur. Bununla beraber o, aynı zamanda devrinin müstaldi beylerinin hakim karakteri olan ve ölümünü hazırlayan entrikacı bir ruha da sahipti. Ebu Firas, kasidesinde ona mühim bir yer vermekte ve kahredici kılıç darbelerini övmektedir. Hüseyin de muhtemelen bu ailenin bütün fertleri gibi o da Şii itikadındaydı. Ancak bu itikadın tezahürlerini net olarak Seyfüddevle'de görüyoruz. İbn Havkal, Küfe'de Hz, Ali'nin türbesini Ebu'l-Heyca'nın tamir ettirdiğini zikreder.

 

Hamdaniler sülalesinin en çok şöhret bulan üyeleri Ebu'l-Heyca'nın iki oğludur. Babalarının itibarına tevarüs ederek, onun siyasi hayatını örnek almışlar ve daha sonra hakim olacakları Musul ve Halep emirliklerini yeniden tesis etmişlerdi. Bununla beraber, Musul emirliğinin ve Hamdanilerin saltanatının gerçek kurucusu olarak Ebu'l-Heyca düşünülebilir.



B -   MUSUL HAMDANİ EMİRLİĞİ


Ebu'l-Heyca'nın oğlu ve daha sonra Nasıruddevle ünvanını alacak olan el- Hasan b. Abdullah b. Hamdan, başlangıçta Musul emiri olmakta bir hayli zorluklarla karşılaştı. Babasının vefatında ancak Dicle'nin sol sahilinde sahip olduğu toprakların bir kısmını elde etti; Musul'a sahip olma isteği ise reddedildi. Orasını her ne kadar 318'de yeniden ele geçirdiyse de, kendisine sadece Diyar-ı Rebia'nın batı kısmını bırakmış olan amcaları Nasr ve Said'in entrikaları sonucunda Musul'u tekrar kaybetti.

322(934) yılında el-Hasan, bir kez daha Musul ve Diyar-ı Rebia'nın hakimi olduysa da, Bağdat'ta aleyhinde entrikalar çeviren amcası Said tarafından tardedildi. Bunun üzerine el-Hasan, çok feci bir cinayet tertibiyle ondan kurtuldu; fakat Musul, vezir İbn Mukle'nin ordusu tarafından işgal edildi. Ermeniye'ye iltica etmiş olan el-Hasan, oradan bu şehri tekrar zaptetme faıaliyetine girişti. Gerek halifenin ve gerekse bu askeri harekatta halifenin tarafını tutmuş olan Tağlibilerin ezeli rakibi Benu Habib kabilesinin Musul'daki komutanlarını mağlup etti.



324(935) yılının başlangıcında Halife er-Radi, onu Musul'un ve el­ Cezire'nin üç vilayetinin yani Diyar-ı Rebia, Diyar-ı Mudar ve Diyar-ı Bekr'in valiliğine tayin etti. Bununla beraber o, daha sonra Seyfüddevle ünvanını alacak olan kardeşi Ali'nin yardımıyla, Diyar-ı Bekr'i eski bir müttefiki olan bir Deylemi'den, Diyar-ı Mudar'ı da Kays aşiretleriyle halifenin komutanlarından geri almak için mücadele etmek zorunda kaldı. 325(936) yılında el-Cezire'nin tamamının hakimi oldu ve bundan böyle ihtiraslarının dizginlerini salıverebilirdi.


Halife er-Radi'yi, iktidarı bir Emirü'l-Umera'ya terketmeye zorlayan hilafet merkezindeki siyasi buhran, hilafet makamının bütün namzetleri arasındaki rekabeti artırdı. Çok zengin bir bölgeye hakim olmanın kendisine verdiği güçle Hasan, hilafet makamında söz sahibi almaya göz dikince, kendisinin Musul hakimiyetine son vermek isteyip muvaffak olamayan Emirü'l-Umera Beckem'le mücadeleye girişti. Bir ara Hasan, eski Emirü'l-Umera İbn Raik ile Basralı muhteris Ahmed el-Beridi tarafından tehdid edilmiş olan Halife el-Muttaki'ye destek sağladı.

 

Fakat o sırada İbn Raik öldürülmüş olduğundan halifeyi hilafet merkezine getirmiş olan Hasan, 330(942) yılında Bağdat'ta onun makamını elde etti. Hasan, başlangıçta Nasıruddevle ünvanını almıştı. Öte yandan amcazadesi Hüseyin b. Said b. Hamdan ile birlikte ona yardımda bulunmuş olan kardeşi Ali, Seyfuddevle ünvanını elde etti. Nasıruddevle, kudretini kaybetmiş Abbasi Devletini bir yıl kadar idare ettiyse de, kendisine karşı başkaldırmış olan komutanlarından Türk Tüzün'e mevkiini terkederek Musul'a döndü.


Halife el-Muttaki'nin Türk Tüzün'le arası açılınca Hamdani Nasıruddevle'nin himayesine girdi. Tüzün'e mağlup olan Nasıruddevle, Suriye'yi hakimiyetinde tutan Mısırlı İhşidilerin himayesini elde etmeye çalışan halifeyi terkederek, Bağdat'a döndü. O zaman Nasıruddevle, 332(944) yılında Tüzün'le, el-Cezire valiliğinin ona verileceğini garanti eden bir antlaşma yaptı. Daha sonra Büveyhi Muizzuddevle'nin 334'de Bağdat'ı zaptetmesi üzerine, ona başarısızca karşı koydu ve 335 (947) 'de de onunla anlaştı. Böylece elinde tuttuğu yerlerde hakimiyetini sağlamlaştırdı ve hatta kendi askerlerinin baş kaldırması sırasında Büveyhilerden yardım gördü. 


Ancak Büveyhiler tarafından temsil edilmekte olan merkezi hükümete karşı yerine getirilmesini istediği mali külfetlerin, Hamdaniler tarafından reddedilmesi yüzünden aralarında biri 337(948) 'de diğeri 347 (958) 'de olmak üzere iki defa ihtilaf çıktı. 347 (958) yılında Nasıruddevle, kardeşine tabi olması hükmünü ihtiva eden bir antlaşmanın Muizzuddevle ile arasında imzalanmasına kadar, Halep emiri olan kardeşi İbrahim'in yanına sığındı.

 

Böylece Nasıruddevle, bir kez daha Muizzuddevle tarafından Musul'dan uzaklaştırıldı; ancak aynı sebeplerden dolayı 353 (964) yılında oğullarıyle birlikte oraya muzafferane bir şekilde dönmeye muvaffak oldu. Bundan böyle Muizzuddevle, sadece kendi şahsi politikasını takibe başlamış olan Nasıruddevle'nin büyük oğlu Ebu Tağlib ile uğraşacaktı.

 

353(964) yılı, artık yaşlanmış ve oğullarıyla ihtilaf halinde olan Nasıruddevle'nin kudretinin düşüşünü haber verir. Nitekim o, oğulları tarafından hal'edilerek, 356 (967) 'da Ardumuşt'ta gözaltında tutulmuş ve 358(969) yılında orada ölmüştür.


Nasıruddevle'nin hakimiyeti, Diyar-ı Rebia'yı aşarak Musul'a, Dicle'nin sol sahilindeki mıntıkalara ve Diyar-ı Mudar'ın Rahba kasabasına uzanıyordu. Daha sonra görüleceği üzere o, Diyar-ı Bekr'i, aynı zamanda Diyar-ı Mudar'ın büyük bir kısmını elinde tutan kardeşi Seyfuddevle'ye terketrnişti. Saltanatının başlarında Nasıruddevle, hakimiyetini Azerbaycan'a kadar genişletmek maksadıyla biri 324(935)'de ve diğeri 333 (944) 'de olmak üzere iki başarısız teşebbüste bulundu. Musul'u terketmek zorunda kaldığı 323 (935) yılında Ermeniye'ye girişi geçiciydi. Seyfuddevle'nin başardığı gibi, hakimiyetinin orada tanınıp tanınmadığı şüphelidir. Bizans harbinde Nasıruddevle, çok önemsiz bir rol oynamıştır.

 

Nasıruddevle'nin yerine tahta oğlu Fazlullah Ebu Tağlib el-Gazanfer geçti. Ebu Tağlib'in önce, yalnız başına Nasıruddevle'nin hal'ine karşı muhallefet etmiş olan ve Diyar-ı Rebia'da Nusaybin'in ve Mardin'in, Diyar-ı Mudar'da Rahba'nın valiliğini elinde tuttuğundan dolayı emrinde oldukça büyük bir kuvvet bulunduran ve Halep emiri Seyfuddevle'nin ölümünden sonra Rakka ve Rafıka'yı ele geçirmiş bulunan kardeşi Hamdan'la arası açıldı. Hamdan'a karşı mücadele etmek için Ebu Tağlib, Bağdat'ta Muizzuddevle'nin yerine geçmiş olan Bahtiyar'la anlaştı. Hükmettiği bütün bölgeleri terketmek zorunda kalan Hamdan, Bağdat'a kaçtı. Bahtiyar ise, 359 (970) yılında onun Rahba'ya dönüşünü sağladı. Ancak iki kardeş arasında, Hamdan'ın kardeşlerinden bir diğerini ağır bir şekilde yaraladığı savaşla sonuçlanan mücadele yeniden başladı. Hamdani ailesi içinde daha sonraları baş gösteren kavgalar, bu ailenin pek çok mensubunun Ebu Tağlib'i terketmesine sebep oldu. Mağlup olmasına rağmen Hamdan, tekrar Bağdat'a kaçmaya mecbur oldu ve orada 360(971) yılında kardeşi Ebu Tahir İbrahim'le birleşti.


Öte yandan Ebu Tağlib, Suriye'de bir hayli zorluklada karşı karşıya kalan ve Halife el-Muti tarafından Ebu Tağlib'e daha önce ihsan olarak bağışlanmış olan Halep üzerinde Musul emirliğinin itibari bağlılığını zımnen kabul eden ve Nasıruddevle'nin saltanatı zamanında vücud bulmuş statükoyu koruyan Halep'teki akrabası ve Seyfuddevle'nin halefi Ebu'l-Meali Şerif ile ihtilafa düşmedi. Ebu'l-Meali Şerif, Ebu Tağlib'in Diyar-ı Bekr ve Diyar-ı Mudar'ı zabtetmesine de karşı çıkmadı.


Ebu Tağlib'in esas rakibi ise, halifenin efendisi ve Hamdanilerin vergi ödemek mecburiyetinde oldukları merkezi hükümetin temsilcisi Büveyhi Bahtiyar idi. Bu ikisi arasındaki düşmanlık kaçınılmazdı. Zira bir taraftan Ebu Tağlib, babası Nasıruddevle'nin daha önce Bağdat'ta oynamış olduğu rolü elde etmek istiyor, diğer taraftan da orada bulunan iki kardeşe, bilhassa Hamdan, Ebu Tağlib'in Musul'dan kovulması hususunda Bahtiyar'ı teşvik ediyordu. Başlangıçta Ebu Tağlib ve Bahtiyar, Karmatiler ve Fatımilere karşı müşterek temayüllerini ortaya koyan bir ittifak siyaseti takip ettiler. Ancak 368(973) tarihinde Hamdan'ın tahrikiyle Bahtiyar, Musul'un zaptına girişti ve bu maksatla şehre yürüdü. Ebü Tağlib'in Bağdat istikametindeki isabetli askeri harekatı, Bahtiyar'ı müzakereye sevketti.


Ebu Tağlib'den Bağdat'ın zahire ihtiyacını temin etmesini amir bir hükmü bulunan antlaşmanın şartlarına hiçbir taraf riayet etmeyince, 369 (974) 'da yeni bir anlaşma ile nihayetlenen husumet ye düşmanlıklar tekrar başladı. İki taraf arasındaki münasebetler daha da düzeldi ve Bahtiyar'ın, ona Uddutuddevle lakabını tevcih etmesine halifeyi ikna ettiği Ebu Tağlib, asi Türk komutanlarına karşı Büveyhileri destekledi ve hatta Bağdat'a kadar yürüdü. 


Bununla beraber, Şiraz Büveyhi emiri Aduddevle (Rey emiri Rüknuddevle'nin oğlu) 'nin tavassutu sayesinde Bahtiyar, Bağdat'taki iktidarını yeniden elde etti. 364(975) tarihinde Ebu Tağlib, kendisini vergi vermekten muaf kılan yeni bir antlaşma yapmaya muvaffak oldu.



367 (977) 'de Aduddevle, Bahtiyar'ın Bağdat'taki mevkiini ele geçirmeye ve onu Suriye'ye yeni bir istikbal peşinde koşturmaya teşebbüs etti. Ebu Tağlib, nezdinde bulunan kardeşi Hamdan'ı teslim etmesi şartıyla, Bağdat'ı geri almaya çalışan Bahtiyar'a yardımda bulundu ve Hamdan'ı öldürttü.


Diğer taraftan, Bahtiyar'la Ebu Tağlib'in kuvvetleri 367 (978) 'de Aduddevle'ye mağlup oldu. Bahtiyar, Musul'u ele geçirdi ve kaçması için Ebu Tağlib'i zorladı. Önce Nusaybin'e, daha sonra da Meyyafarikin'e, Erzurum'a ve Ermeniye'ye varan Ebu Tağlib, daha sonra, kardeşiyle ittifak kurmak suretiyle yardımını, sağlayacağını umduğu asi Skleros'un elinde tuttuğu Bizans'ın Hanzit bölgesindeki Hısn-ı Ziyad (Harput) 'a ulaştı. Fakat ümitleri boşa çıktı ve Meyyafarikin'in muhasarası ile meşgul olan Büveyhi kuvvetlerinin karşı koymasına maruz kalmadan Amid'e yöneldi. 


Bu şehrin 368 (978) 'de zaptından sonra, artık kendisini emniyette hissetmeyen Ebu Tağlib, Hahba'ya yöneldi. O sırada el-Cezire'nin büyük bir kısmının hakimi olan Aduddevle ile anlaşmaya gayret eden Ebu Tağlib, işgal maksadıyla Büveyhi ordusunun Diyar-ı Mudar'a vardığı sırada, Fatımilerin hakimiyetindeki Suriye'ye gitmeye karar verdi. O, Aduddevle'nin bağlılığını kabul etmiş ve kaçağı yakalamak için onun tarafından davet edilmiş olan Halep emiri Saduddevle'nin topraklarından geçmemeye gayret ederek, Havran'a varmayı başardı.



Ebü Tağlib, o sıralarda asi el-Kassam'ın elinde bulunan Şam'a girebileceğini ve burasının valiliğini Fatımilerden elde edebileceğini umuyordu. Şehre girmesine el-Kassam'ın mani olması üzerine Ebu Tağlib, önemsiz çarpışmalardan sonra güneye yöneldi ve Tiberias gölü üzerindeki Kefr Akib'e vardı. Oradan Fatımi komutanı Fazl'la rnüzakarelere başlayan Ebu Tağlib, Şam'ın yeniden fethedilmesi hususunda ona yardım edeceğine söz verdi. Ancak Fazl, daha önceden Ebu Tağlib'in varlığından ve ihtiraslarından fazlasıyla ürken Remle hakimi Müferric b. Degfel b. el-Cerrah'a yardım edeceğini vaad etmişti.



Anlaşma şartlarını bozan Fazı, tam aksine Remle'yi Ebu Tağlib'e söz verdi. Netice olarak, Ebu Tağlib, Müferric'in düşmanı Benu Ukayl kuvvetleriyle birleşerek, onlarla birlikte ona karşı harekete girişti. Bu sırada Müferric, Fazl'a müracaat etti. Sonunda yapılan savaşta Ebu Tağlib, Müferric tarafından esir edildi ve 369 (979) 'da öldürüldü.



Ebu Tağlib, 361-362(972)'de vuku bulan şiddetli Bizans hücumlarına karşı koymuştu; fakat daha sonra onun vekili, esarette ölecek olan Domesticus Melias'ı esir etti. 364(974) yılında Bizans İmparatoru, intikam almak maksadıyla bütün Mezopotamya'yı tahrip etti. Bu tarihlerde Ebu Tağlib'in imparatora vergi verdiği anlaşılıyor. Yuhannes Cimiskes'in 366 (976) 'da vefatını müteakip vuku bulan Skleros'un isyanı sırasında Bizanslı asi, kendisiyle bir antlaşma yaptığı Ebu Tağlib'in yardımına bel bağlamıştı. Daha önce görüldüğü üzere Ebu Tağlib, Skleros'un askeri karargahının bulunduğu Hısn-ı Ziyad (Harput) 'da 368(978) yılında bir müddet ikamet etmişti.

 

Hamdanilerin Musul emirliği çok acı bir şekilde sona erdi. Şüphesiz bu emirlik, Muizzuddevle'nin Bağdat'a varışından sonra oldukça istikrarsız bir dönem geçirmişti.

 

Kardeşiyle birlikte kaçmış olan Ebu Tağlib'in kız kardeşi Cemile de, aynı şekilde feci bir akibete uğradı. Bir rivayete göre o, Aduddevle'ye teslim edildikten hemen sonra intihar etti. Harndani ailesinin Musul'daki mensupları, özellikle Ebu Tağlib'in Ebu Abdullah Hüseyin ve Ebu İbrahim adındaki kardeşleri, Büveyhilere tabi oldular. Aduddevle'nin ölümünü müteakib Baz adlı birisi, Diyar-ı Bekr'i ele geçirmişti.

Baz'ın el-Cezire'nin kalan kısmına hakim olmak için yaptığı teşebbüsleri önlemek maksadıyla, 379 (989) 'da tahta geçmiş olan Büveyhi Sam­ samuddevle, yukarda zikredilen iki kardeşin Musul'a dönmesine izin verdi. Bu iki kardeş, orada yeniden hakimiyet kurmak için çalıştılar ve Beml Ukayl'ın yardımıyla Baz'a karşı mücadele ettiler. Baz, Beled mıntıkasında Hüseyin'e karşı yaptığı bir savaşta öldürüldü. 


Baz'ın halefi ve aynı zamanda yeğeni olan Ebu Ali b. Mervan, iki kardeşe karşı mücadeleye devam ederek, Hüseyin'i esir etti; fakat daha sonra kendisini Suriye' de karşılayıp, 387 (997) 'de Sur valiliğine tayin edecek olan Fatımi halifesi el-Aziz'in müdahalesiyle onu serbest bıraktı. Ebu Tağlib'in bir diğer kardeşi, Ebu'l-Muta Zulkarneyn, Fatımilerin hizmetine girerek, 401 (1010) 'de Şam valisi oldu. Ebu Tahir İbrahim ise, kendisiyle birlikte Baz'a karşı mücadele eden Benu Ukayl emiri tarafından yakalanarak öldürüldü. Böylece Musul, Ukayli hanedanının hakimiyetine girdi. 


Dedeleri gibi Nasıruddevle ünvanını taşıyan Hüseyin'in torunlarından Hüseyin Ebu Muhammed, el- Mustansır'ın hilafeti esnasında, önce Suriye valisi olarak, daha sonra 459 (1065) ve müteakip yıllarda da Kahire'de vukubulan karışıklıklar sırasında, Mısır'da önemli rol oynadı. Bir ara o, Kahire'de mutlak hakim oldu ve bir taraftan Abbasilere bağlılığını yeniden kurmaya çalışırken, diğer taraftan da Fatımi halifesinin bütün selahiyetini elinden aldı. O, kardeşi Fahru'l-Arap'la birlikte, bir hilenin kurbanı olarak, 465 (1072) 'de öldü.

 


-  HALEP HAMDANİ EMİRLİĞİ VE SEYFÜDDEVLE



Bu emirlik, Seyfuddevle Ali b. Ebi'l-Heyca Abdullah b. Hamdan'ın gayret ve mesaisinin neticesinde kurulmuştur. İbn Raik'in katlinden sonra Nasıruddevle, Diyar-ı Mudar ve kuzey Suriye'deki ikta arazisinin kontrolünü ele geçirmeye çalışmıştı. Ancak oraya gönderdiği askeri idareciler, mustakar bir idare kuramayıp, İhşidiler ile ittifak yapmaya meylettiler. Hamdanilerin himayesi altındaki halife, 332 (944) 'de İhşidilerin desteğini talep etti ve Suriye'ye gitmeye çalıştı.


Bütün Suriye'nin ve Diyar-ı Mudar'ın İhşidilerin eline geçeceğinden endişelenen Nasıruddevle, Hüseyin b. Said b. Hamdan'ın komutasında askeri birlikler gönderdi; o da Halep şehrinin kontrolünü ele geçirdi. Halife, Nusaybin'i birlikte terketmiş olduğu Seyfuddevle'nin refakatinde, Rakka'ya gitmek üzere, ayrıldı. Bununla beraber, Hüseyin b. Said'i Halep'ten tardetmiş olan İhşidiler, halifeyle karşılaşmak için Rakka'ya ulaşmıştı. İhşidi'yi kabul eden halife, ona Suriye hakimiyeti hususunda teminat verdi.

 


Böylece, daha fazla fedakarlık yapmayı reddetmiş olan İhşidi Mısır'a dönerken, halife de Bağdat'a gitmek üzere yola çıktı İhşidi'nin kuzey Suriye'ye tayin ettiği vali emniyet ve asayişi sağlayamayınca, Seyfuddevle, kardeşi tarafından sağlanan para ve askeri yardımla orasını ele geçirmeye karar verdi. O, 333 (Ekim 944) yılının Rebiulevvelinde bölge Kabileleriyle anlaşarak, hiçbir çarpışma yapmadan Haleb'e girdi. İhşidi'nin buna şiddetle karşılık vermesi üzerine, iki taraf arasında iki yıl devam eden savaş başladı. 334(945)'de yapılan mütareke ile savaş durduruldu ise de, İhşidi'nin ölümü, Seyfuddevle'yi mütareke şartlarını bozma hususunda cesaretlendirdi ve nihayet Hamdani ile İhşidi'nin oğlu ve halefi Unucur arasında tam bir barış sağlandı. 


336 (947) 'da Seyfuddevle, Kuzey Suriye daha 335 (946) 'de kendisine teslim edilmiş olan mücavir hudut kalelerinin ve Diyar-ı Mudar ile Diyar-ı Bekr'in büyük bir kısmını içine alan bir devletin hakimi oldu. Bu Suriye-Mezopotamya Devleti, Nasıruddevle'nin büyük olmasından dolayı, görünüşte Musul'a bağlı olmasına rağmen siyasi uygulamalarıyla ondan daha güçlüydü. Gerçekten de Seyfuddevle (ki o tarihe kadar Irak'ta, Mezopotamya'da hatta 328 (940) 'de teslim olmalarını sağlamış olduğu Ermeni prenslerin ülkesinde Nasıruddevle için çarpışmış ve Bizansla mücadele etmişti), ne ağabeyine ve ne de halifeye bağlı olmayıp, müstakildi. 


Çukurova'da Samsat'tan Erzurum'a kadar uzanan bir devletin hudutlarının müdafaasından mesul Seyfuddevle'nin, Halep emiri oluşundan sonraki ilk işi Bizans'a karşı mücadele etmek idiyse de o, Suriye'deki asi kabilelerle çarpışmak zorundaydı. Başşehri Haleb'in dışında, her türlü ihtimamı fazlasıyla gösterdiği muhteşem bir saray yaptırdı. Menbic valiliğine getirmiş olduğu Ebu F'iras da dahil olmak üzere, etrafına ailesinin bir çok mensubunu toplayarak, müntesibi şairlerin meşhur ettikleri bir zevk, ilim ve sanat muhiti yarattı. Seyfuddevle, 336 (947) 'dan 356 (967) 'ya kadar Halep'te hüküm sürdü. Saltanatının ilk devresi gerek ülke içinde ve gerekse ülke dışında başarılarla noktalandı ise de, sonrakl devrede özellikle 350 (961) 'den sonraki devrede, başşehrinin Bizans tarafından muvakkaten zaptı, Çukurova'nın elden çıkması, dahili huzursuzluklar, isyanlar ve nihayet muzdarip olduğu hastalığı gibi ciddi talihsizliklere katlandı. 


336 (947-948) 'dan itibaren, Hamdani hükümdarı ile Bizans arasında devamlı savaşlar başladı. Bunun ilk safhası başarılı olmadı. 944 yılında, Romanos I. Lecapenos'un düşürülmesinden sonra, Şark Domesticos'luğuna getirilen Bardas Fokas'ın oğlu ve Kapadokya birliklerinin komutanı olan Leon Fokas 949 yılında Maraş'ı ve Hades'i aldı. Tarsus'taki askeri birlikler de Bizanslılar tarafından mağlup edildi. 338 (949-950) 'de, Leon Fokas, Antakya önüne kadar gelerek, etrafı yağmaladı. 950 yazında, Seyfuddevle Bizans'a büyük bir akın tertip etti. Kapadokya bölgesine ve daha kuzeyde Harsana'ya kadar uzanan akın başarılı oldu. Ancak dönüşte Leon Fokas'ın dağlık arazide geçidi kapatarak kurmuş olduğu tuzağa düşen Hamdani ordusu tamamen imha edildi. Seyfuddevle'nin atı ile uçuruma atlayarak bu tuzaktan kurtulduğu rivayet edilir. Bu akın Araplarca Gazvetu'l-Musibet diye isimlendirilir. Ertesi yıl da Bizanslılar için başarılı geçti.


Ancak 953'te savaşın talihi değişti. Seyfuddevle, Maraş'ı geri aldığı gibi, Bardas Fokas'ın diğer oğlu ve Seleukeia tema'sı komutanı olan Konstantinos Fokas'ı esir etti. Haleb'e götürülen Konstantinos esareti sırasında vefat etmiş ve Seyfuddevle'nin zaferleri 954 yılına kadar sürmüştür. Ancak bu tarihte babasının yerine Şark Domestikos'u olan müstakil Bizans İmparatoru Nicephoros Fokas komutasında Bizanslılar karşı hücuma geçtiler. 957'de Hades Bizanslılara teslim olduğu gibi, bunu takip eden yıl içinde J. Yuhannes Çimiskes, şiddetli bir savaştan sonra, Samsat'ı aldı. 961 yılı müslümanlar için daha da felaketli oldu. Nicephoros Fokas Girit adasını zaptetti. Bu suretle Bizans İmparatorluğunun bağrına doğru ilerlemiş, en ileri İslam karakolu ortadan kaldırılmış ve burada meşgul olan kuvvetlerin Anadolu cephesine nakli mümkün kılınmış oluyordu. Büyük bir kuvvet ile Hamdani ülkesine yönelen Nicephoros Aynzarba, Raban ve Duluk'u almış (961) ve ertesi yıl da Seyfuddevle, başkenti Haleb'in düşmanının eline geçtiğini görme felaketini yaşamıştı. 


Bizanslıların müslüman arazisini bu işgalleri henüz yerleşme mahiyeti taşımamakta ve geçici kalmakta idi. Ancak bunlar üstünlüğün artık Bizans'a geçtiğini göstermekte idi. 15 Mart 963'te II. Romanos öldü. Aynı yılın Ağustos'unda ise, Seyfuddevle'nin büyük rakibi Nicephoros Fokas Bizans imparatoru oldu. İmparatorluğu şark kuvvetleri komutanlığına (domestikos) ise devrinin büyük askerlerinden Yuhannes Çimiskes getirildi. Sıhhatinin bozulmasına, ilk felc alametlerinin belirmesine rağmen, Seyfuddevle 963 yılının ilkbahar ve yaz aylarında Haleb'in tahribinin intikamını almak için, büyük gayret sarfetti. Tarsus'tan başlayan bir akın Konya'ya kadar uzandı. 

Ancak yıl sonuna doğru Cimiskes yeniden harekete geçti. Zilhicce 552 (Aralık 963 - Ocak 964) 'de Adana önüne geldi. Tarsus'tan Adana'ya yardıma gelen bir müslüman birliğini imha ettikten sonra, Çimiskes Massisa (bugünkü Misis) 'yı muhasaraya başladı. Ancak Hamdanilerin uğradığı devamlı bozgunlar ve bilhassa Haleb'in geçici de olsa kayıp ve tahribi İslam dünyasını harekete getirmiş ve her taraftan Seyfuddevle'ye takviye kuvvetleri gönderilmeye başlanmış idi. Bilhassa Horasan'dan gelen gönüllüler ile harekete geçen Seyfuddevle, Misis'e geldiğinde, Bizanslıların etrafı tahrip ederek çekilmiş olduklarını gördü. 353 (964) yılı sonunda Nicephoros Fokas, bizzat birliklerinin başında olduğu halde, Çukurova'ya girdi. Uzun bir kuşatmadan sonra Misis (Receb 354/Temmuz 965) ve Tarsus'u (15 Şaban 3541 16 Ağustos 965) zaptetti.


Seyfuddevle bu sırada, hastalığından faydalanarak, istiklallerini elde etmek için isyan etmiş bulunan komutanları ile uğraştığı için islamın bu en önemli uc şehirlerinin kaybını önlemek üzere müdahale edememiş idi. İslam dünyasında, Bizans'ın bu saldırmasına karşı harekete geçen sadece İhşidoğulları devletine hakim bulunan Kafur oldu. Ancak onun gönderdiği erzak yüklü donanma da Tarsus'un düşüşünden üç gün sonra gelebildi. Çukurova şehirlerinin düşmesi ile Bizanslılara Suriye yolu açılmış bulunuyordu. 966 yılı içinde Seyfuddevle ile Nicephoros anlaşarak, büyük ölçüde ve iki defada olmak üzere, esir değiştirmeye başladılar. Bu da Bizans sınırları içinde kalmış bulunan eski ve mutad yerde, Kızılırmak kenarında değil, Fırat kıyılarında yapılmış idi (Ocak ve Haziran 966) . 


Nicephoros bundan sonra bir kere daha Hamdani ülkesine yürüdü. Şevval 355 (Ekim 966) 'te Balis'i zaptettiği gibi, Menbic yakınına kadar geldi. Ancak burada kendisine Hz. İsa ile ilgili bazı eşyalar teslim edildiği için şehre dokunmaktan vazgeçti. Bundan sonra Halep civarını tahrip etti. Seyfuddevle bu arada Kınnesrin'e ve oradan da Şeyzer'e çekilmiş bulunuyordu. Bizans İmparatoru, Antakya'yı da bir hafta kadar muhasara ettikten sonra geri döndü.


Başarılı bir başlangıçtan sonra uğradığı sürekli mağlubiyetler ve kendi adamlarının isyanları Seyfuddevle'yi tüketmiştı. İslam tarihinin bu meşhur kahramanı Halep'te vefat etti (356/967). Naaşı Meyyafarikin'e götürülerek, şehir dışında bulunan annesinin türbesinde defnedildi. Seferlerinden dönerken, üstüne yapışmış tozlardan yoğrulmuş bir kerpicin mezarında başı altına konulmasını vasiyet etmiş idi. Bir taraftan askeri zaferleri, ilim ve irfaniyle, diğer taraftan «Hale-i Seyfuddevlen diye meşhur olan şair ve edipler vasıtasıyla Halep emirliğine kazandırdığı ihtişam onun İslam tarihinin en şöhretli hükümdarlarından biri olmasına vesile olmuştur. 



Sa'duddevle:

 


Babasının vefatında Meyyafarikin'de bulunan Seyfuddevle'nin oğlu ve halefi Sa'duddevle Ebu'l-Meali, aynı yılın Temmuz ayına kadar Haleb'e gitmedi. O, Ebu Firas el-Haris İbn Ebi'l-Ala Said'in kızkardeşinin oğlu olup, henüz onbeş yaşlarındaydı. Sa'duddevle o sırada Hımıs valisi olan asi Ebu Firas'la karşı karşıya gelmek zorundaydı. 357 (968) yılının Nisan ayında yapılan savaşta Ebu Firas öldürüldü. Bundan sonra Sa'duddevle, 968 yılının sonunda Hınıs ve Trablusşam'a ulaşarak, daha önce babasının hacipliğini de yapmış ve Seyfuddevle'nin yokluğunda idareyi üstlenmiş olan hacibi Kerguye'yi bırakmış olduğu Haleb'e zarar vermeyen ve yaklaşan Bizans ordusunun arzettiği tehlike yüzünden Halep'ten ayrılmak zorunda kaldı. 


Kendi namına idareyi ele geçirme ihtirasını besleyen Kerguye'nin 358 (968) 'de alenen baş kaldırmış olması yüzünden, tehlike geçinceye kadar Sa'duddevle Haleb'e dönemedi. Halep'ten Kerguye ve Rakka'dan Ebu Tağlib tarafından tardedilen genç emir, Seruç'dan Harran, Meyyafarikin ve Menbic'i dolaşıp, oradan da Haleb'e yöneldi. Ancak Bizans kuvvetleri karşısında çekilmek zorunda kaldı. Bu arada 358(969) yılı sonunda Stratopedarkhes Petros ve Mihael Burtzes Antakya'yı zaptetmiş, Petros Haleb'e girerek, 359 (970) 'da Kerguye'ye kabul ettirdiği bir antlaşma ile bu şehri Bizans'ın himayesine almıştı. Bu antlaşma, aynı zamanda Sa'duddevle'yi, Kerguye lehine ondan sonra da vekili Bekcur lehine Halep emirliğinden mahrum bırakan bir hükmü ihtiva ediyordu. Hıms'a sığınma imkanı bulan Sa'duddevle, oradan Kergılye'nin naibi Bekcur tarafından uzaklaştırılmasını müteakib, 367 (977) yılında Haleb'e dönmeye muvaffak oldu. 


Ebıl Tağlib'in 360(971)'da bütün el-Cezire'yi ele geçirmiş olmasından dolayı, Saduddevle'nin hakimiyeti sadece Suriye vilayetlerini içine alıyordu. Bununla beraber, 368 (979) 'de Büveyhi Aduddevle'nin bağlılığını kabul ederek, bir kaçak hüviyetinde dolaşan Ebu Tağlib'den, Rahbe ve Rakka'dan başka, Diyar -ı Mudar'ı da geri alabildi. Bekcur'u Hıms valiliğine tayin etmiş idiyse de, çok geçmeden onunla arası açıldı. Her türlü yardımı temin etme hususunda Bekcur, kendisine Şam valiliğini söz veren ve Halep emirliğini ele geçirmek için onunla Sa'duddevle arasındaki düşmanlıktan istifade etmeyi planlayan Fatımilere güveniyordu. Sa'duddevle ise, Bekcur'a karşı mücadele edebilmek için, 359 (970) yılında imzalanan antlaşmada kabul ettiği mükellefiyetlerini emire hatırlatmak maksadiyle 371 (981) 'de Haleb'e bir ordu göndermiş olan Bizans'ın yardımına bel bağlamıştı.




Bizans ordusunun Haleb'e girişinden itibaren Sa'duddevle, sözü edilen antlaşmanın hükümlerini çok daha titiz bir şekilde yerine getirmeye mecbur bırakılmıştı. Bu Bizans ordusu, Haleb'i muhasara etmek üzere gitmiş olan Bekcur'u 373 (983) 'de muhasarayı kaldırmaya zorladığı gibi, Hıms'ın Sa'duddevle'ye iadesini de sağlamıştı. Bekcur ile Sa'duddevle arasındaki ihtilaf, Bekcur'un Hıms'dan uzaklaştırılıp Fatımi halife el-Aziz'in Şam valiliğini deruhte ettiği, özellikle o sıralar kudret ve kuvveti zayıflayan Büveyhilerden gelecek desteğe hiçbir şekilde güvenmeyen Sa'duddevle'nin Fatımi halifesine müzakere teklifinde bulunup, 376 (986) 'da onun hakimiyetini kabul ettiği devrede son buldu.



Ancak Fatımi veziri İbn Killis'le arasındaki anlaşmazlıkla meşgul olan Bekcur'un, Şam'ı terke mecbur bırakılıp, Halep üzerine yürüyeceği Rakka'da karargah kurduğu sırada, husumet ve düşmanlıklar tekrar başladı. Bekcur, Fatımilerden cüzi bir yardım görürken, diğer tarafta Bizans'tan takviye kuvveti alan Sa'duddevle, hasmını 381'de Haleb'in doğusundaki Naura mevkiinde mağlup ederek öldürdü. Fakat Sa'duddevle, Fatımi halifesiyle, daha önce vermiş olduğu sözün hilafına olduğu için, Bekcur'un çocuklarının tevkifi hususunda ihtilafa düştü. Eğer Sa'duddevle, babasının yakalanmış olduğu hastalıktan 381 (Aralık 991) yılının Şevval'inde ölmemiş olsaydı, şüphesiz Fatımilerin Suriye'deki topraklarına saldırmış olacaktı; nitekim böyle yapacağını Fatımi elçisine mağrurane hakaret ettiğinde ortaya koymuştu.

 

Sa'duddevle'nin esas siyaseti Bizans, Büveyhiler ve Fatımiler arasında manevra olmuştu. O, ne Fatımilere ve ne de mükellefiyetlerini yerine getirmediğinden dolayı 375 (985) 'de ülkesini istila eden Bizans'a sadıktı. Kilis'in zaptı ve Afamiye (Kale-i Muzik) ile Kefertab'ın tahribine sebebiyet vermiş olan bu müdahelenin intikamını Sa'duddevle, Kerguye'yi Sam'an manastırı üzerine göndermesi, onun orada pek çok keşişi öldürerek diğerlerini de esir olarak Haleb'e götürmesiyle aldı. Bununla beraber 376 (986) yılı başlangıcında taraflar sulh yaptılar, fakat bu Sa'duddevle'nin, aynı yılın sonunda Büveyhiler tarafından serbest bırakılacak olan asi Skleros'u desteklemesine ve hatta Fatımi hakimiyetini tanımasına mani olamadı. Sa'duddevle'nin ülkesinin dahili meselelerini halletmedeki kudreti yetersizdi.



Saiduddevle:


Sa'duddevle'nin yerine oğlu Said Ebu'l- Fezail Saiduddevle geçti. Onun saltanatının tarihi tamamiyle Bizans İmparatoru tarafından muhalefetle karşılanan Mısır Fatımilerinin Halep emirliğini ele geçirme teşebbüslerinden ibarettir. Bu teşebbüslerin ilki, Fatımi komutanı Mengutekin'in 382(992) yılında Haleb'i kuşatmasıdır. Bu harekat, Bizans'ın Antakya valisi Burtzes'in gayretlerinin yetersizliği, Mengutekin'in kuvvetinin azlığı ve nihayet Haleb'in fevkalade karşı koyması ile başarısızlıkla sonuçlandı. Mengutekin'in 384 ( 994) yılında giriştiği ikinci teşebbüs ise başarıyla sonuçlandı; zira Sa'duddevle'nin ve veziri Lü'lü'nün yardımına müracaat ettikleri Burtzes, Orantes geçidinde mağlup oldu ve Halep'te yaklaşık onbir ay muhasara edildi. Fakat bir taraftan Lü'lü'nün mukavemeti, diğer taraftan da 385(995) yılı baharında bir Hamdani elçisi tarafından Bulgaristan'dan gönderilen Bizans imparatoru II. Basileios'un ulaşması, Mengutekin'i çekilmeye mecbur etti. 


Hamdani emiri ile Lü'lü, bu yardımın şükranesi olarak imparatorun önünde acizane diz çöktüler. Daha sonra ise, Mısırlılar, hakimiyetlerini Halep emirliği üzerine kadar genişlettiler. 388 (998) yılında Afamiye civarında Bizanslıları mağlup ederek orayı da Mısır'ın sınırları içine aldılar. 389(999)'da vuku bulan ve Beyrut'a kadar uzanan yeni bir Bizans seferi Şeyzer'de bir Bizans askeri garnizonunun kurulmasıyla, Mısırlılara karşı Haleb'in müdafaasını sağlamlaştırdı. Öte yandan 391 (1001) 'de II. Basileios, Halep emiri ile anlaşan Fatımi halifesi el-Hakim ile bir sulh antlaşması yaptı. 

Bunu müteakib Halep emirliğinin kudret ve nüfuzu gerilemeye yüz tuttu. Saiduddevle'nin saltanatının başlangıcından itibaren oldukça fazla miktarda Hamdani gulam, Mısır'ın hizmetine girmişti. Diğer taraftan Lü'lü, daha önce kızıyla evlendirmiş olduğu Saiduddevle'ye her bakımdan hükmettiği için, zaten elinde tuttuğu iktidarı mutlak olarak gaspetmek istiyordu. Bu maksatla o, 392 ( 1002) yılında Saiduddevle'yi öldürttü. Bu tarihten itibaren oğlu Mansur ile paylaştığı iktidarı elinde tuttu. 393 (1003) yılında Lü'lü, Hamdani ailesinin bütün mensuplarını bertaraf etti; Saiduddevle'nin Ebu'l-Hasan Ali ve Ebu'l­ Meali Şerif adındaki iki oğlu Kahire'ye sürülürken, Sa'duddevle'nin Ebu'l-Heyca adındaki tek oğlu ise, kadın kılığına girerek, Bizans İmparatoru II. Basileios'un sarayına sığındı. 


Lü'lü, 399 ( 1008) yılında öldü. Yerine, Fatımi halifesi tarafından Murteza ed-Devle ünvanı verilmiş olan oğlu Mansur getirildi. Mansur'un saltanatının hususiyetini, Sa'duddevle'nin oğlu Ebu'l-Heyca'nın şahsında Hamdaniler saltanatını ihya etmek için yapılan bir teşebbüs teşkil eder. Halep'teki büyük bir muhalefet zümresinin arzusu üzerine, Ebu'l-Heyca'nın kayınbiraderi ve Diyar-ı Bekr hakimi olan Mervanilerden Mumehhiduddevle, eniştesinin İstanbul'dan ayrılması için imparatordan izin aldı. Meyyafarikin'e ulaşan Ebu'l-Heyca, oradan küçük bir ordu ile Halep üzerine yürüdü; fakat kendisine imparator tarafından yardım edilmemişti. Daha önce Ebu'l-Heyca ile birleşmiş olan Kilabileri kendi tarafına çekmeyi başaran Mansur b. Lü'lü, henüz bir Fatımi valisi oluşu yüzünden Mısırlıların yarıdımını da sağladı. Malatya'ya doğru kaçan mağlup Ebu'l-Heyca ise İstanbul'a döndü. 


İmparator kendisini tekrar İslam topraklarına göndermek istediyse de, Mansur, onu İstanbul'da kendi yanında tutması için imparatoru ikna etti. Ebu'l- Heyca'nın tanassur etmiş olması ve Bizans ordusunda hizmet görmesi muhtemeldir. Zira mühürünün bir tarafında Arapça adının, diğer tarafında da kendi saçını asker gibi takmış görünen ve üzerinde Grekçe Aya Teodorus yazılı kemer taşıyan bir portre bulunmaktaydı. 


Kaderin garip bir cilvesi olarak Mansur b. Lü'lü de, Salih b. Mirdas tarafından 406(1015) tarihinde tahttan uzaklaştırılmasından sonra, Bizans topraklarına sığındı ve hudut bölgesindeki Sih · el-Leylün kalesini ikta olarak elde etti. Haleb'e dönmek için başarısız bir teşebbüste bulunan Mansur'un Bizans ordusunda hizmet ettiğini, 421 (1030) yılında vuku bulan Azaz savaşında İmparator III. Romanos Argyros'un yanında görünmesi ortaya koymaktadır.


Musul'dan sonra Hamdanilerin Halep saltanatı da böylece sona erdi. Her ikisinin de Arap devleti olması, devrinde yaygın olmayan bir husustu. Her ikisi de çok mühim siyasi rol oynadı; yükseliş devrinden sonra alçalma devri yaşadılar. Tarih-i Meyyafarikin müellifi İbn Ezrak, bu hususta meyusane bir ifade kullanır. Nasıruddevle'nin Musul'da ve Seyfuddevle'nin Halep'teki ihtimam ve himayesi, bu iki şehirde harikulade bir edebi tekamülü mümkün kılmıştır. İbn Nubate, Kuşacim, en-Nami, es-Seri, Bebbağa, Ebu Firas, el-Mütenebbi ve diğerleri, daima Hamdani Devleti ile birlikte anılacaktır. Hamdaniler, cihadda gösterdikleri şecaat, ananevi Arap cesaret ve cömertliği ve kendilerini çevreleyen ihtişam dolayısiyle edipler tarafından övülmüşlerdir. Bu aileyi açıkça tenkid edenler de olmuştur; kendi devirlerinde İbn Havkal, onları tenkitten çekinmemiştir, çünkü o, onların idaredeki istibdat ve hırsları hakkındaki hükümlerinde açık sözlü idi.



Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-13

 KRAL TESEUS'UN SERÜVENLERİ


Antikçağda yaşayan Atinalı kahramanların en ünlüsü Teseus (Theseus), çocukluğunda hiç göremediği kral Aygeus'un (Aigeus) oğluydu... Babasını görememesinin nedeni de, anasının Atina dışında yaşıyor olmasından kaynaklanıyordu... Babası kral Aygeus, Teseus'un anasının yanına son gelişinde; "Yakında bir çocuğumuz olacak, biliyorsun. Oğlan olursa, büyüdüğünde şu kayanın altına koyduğum kılıcı alıp kuşansın; kılıcın yanındaki ayakkabıları da giysin. Sonra da Atina'ya gelip beni bulsun!" dedi ve bir daha dönmemek üzere kentten ayrıldı...


Bir süre sonra doğan bebeğine Teseus adını verdi anası....


Geçen yıllar içinde de çocuk babasını ne gördü, ne de adını duydu... Çiçeği burnunda delikanlı olduğunda da bir gün anası onu o söz konusu kayanın yanına götürdü ve babasının ayrılırken söylediklerini yineledi ona... Haliyle babasının isteği uyarınca hiç zorlanmadan kayayı kaldırdı Teseus. Kayanın altındaki kılıcı alıp kuşandı; ayakkabıları da ayaklarına geçirdi...


Artık Atina'ya babasının yanına gitmek için, anasının hazırlattığı gemiye binmeye geldi sıra... Ne var ki gemiye binmeyeceğini söyledi Teseus... Çünkü ün kazanmak istiyordu o... Tıpkı dillere destan Baştanrı Zeus'un oğlu Herakles gibi. Zaten anası onun öykülerini anlata anlata büyütmüştü onu. Gemi yolculuğu yaparsa, içinden geçen serüvenleri yaşayamayacağını düşünüyordu haklı olarak... Tek başına yollara düşmek, önüne çıkan engelleri, tehlikeleri aşa aşa ulaşmak istiyordu babasına... Herakles olabilmenin başka yolu yordamı yoktu!.. O yüzden tek başına çıktı yolculuğa...


O sıralarda bütün Yunanistan'ın korkulu düşü üç hırsız vardı. Onlardan Skiron adlı olanı, yakaladığı yolcuyu soyduktan sonra önce ayaklarını yıkatır, sonra da bir tekme atıp onu uçuruma savururdu! Sinis adlı hırsız da kurbanını soyup soğana çevirdikten sonra iki çam ağacını kırmadan yere eğer; zavallının bir ayağını bir ağaca, ötekini de öbür ağaca bağlar, sonra da ağaçları koyuverirdi! Birden doğrulan ağaçlar yolcuyu iki parçaya bölüverirdi!.. Üçüncü soyguncunun yöntemi daha başkaydı. Kurbanını demirden bir yatağa yatırır; yatağa sığmazsa fazla yerlerini keser, budardı... Zaten bu işe başladığından beri yatağa tam denk gelen bir yolcuya rastlamamıştı hiç! Teseus bu ünlü hırsızları yolu üstünde birer birer temizledi... Onları kendi uyguladıkları yöntemlerle cezalandırdı... Bu kahramanlığı kısa sürede bütün Yunanistan'da duyulup dillere destan oldu...


Atina'ya vardığında da onu karşılayan halk, meydanlara zor sığdı! Kral Aygeus da hiç tanımadığını sandığı bu kahraman onuruna görkemli bir hoş geldin şöleni düzenledi sarayda. Yanında sevgilisi büyücü Medeya (Medeia) da vardı. Medeya, onuruna şölenler düzenlenen Teseus adlı bu kahramanın gerçekten kralın oğlu olduğunu çözmüştü büyü yoluyla. Ne var ki sevgilisi kral Aygeus, bu delikanlının kendi oğlu olduğunu öğrenip onu saraya alırsa, bunun kendisi için hiç de iyi olmayacağını düşündü. Çünkü kralla aralarını bozabilirdi. O yüzden de; "Bu delikanlı ününe güvenerek seni öldürecek ve tahtına kurulacak. Onu tez elden yok etmeye bak!" diye kral Aygeus'u kışkırtmaya başladı hemen!..


Medeya'dan duyduğu bu sözler yüzünden kralın eli ayağına dolaştı! Öyle ya, taht sorunu vardı ortada! "Peki ne yapalım öyleyse?" diye sordu kral. Medeya, zehirli bir içkiyle hemen orada işi bitirmesini önerdi... Ve kral da hiç beklemeden zehirli bir içki hazırlattırıp Teseus'a gönderdi... Teseus, kendisine sunulan içki bardağını masanın üstüne koydu. Sonra da, "Artık kendimi tanıtmanın zamanı geldi," diye düşündü ve birden kılıcını kınından çıkarıp havaya kaldırdı. Herkes de ona çevirdi bakışlarını... Kral çok daha ilgiyle baktı kılıca. Ve onu daha iyi görebilmek için ilerlemeye başladı ağır ağır. Sonra ayakkabılarına baktı delikanlının... O anda da Teseus içki bardağını aldı eline! Tam ağzına götürürken yanına gelmiş olan kral; "O benim oğlummm!" diye bir çığlık attı ve bardağı hemen kaptı elinden... Sonra da kalabalığa dönüp Teseus'un kendi öz oğlu olduğunu, ölümünden sonra da tahta onun oturacağını söyledi. Olup bitenleri soluklarını tutarak izleyen kalabalık, daha sonra alkış ve yaşasın çığlıklarıyla inletti salonu. Kral, oğlunun elinden tuttu ve Medeya'nın yanına götürmek istedi... Sağı solu yokladı gözleriyle... Ama arasın da bulsundu Medeya'yı! Büyücü Medeya, uçan atların çektiği arabasına atladığı gibi Asya'ya doğru, çoktan havalanıp gitmişti...


Teseus babasının sarayına yerleştikten sonra da birçok serüvenle içli dışlı oldu. Bunlardan en çok dilden dile dolaşanı, Minotauros denen canavarla ilgili olanıydı... Zaten Minotauros, "Minos'un boğası" anlamına geliyordu... Girit kralı Minos'un karısı Pasifae (Pasiphae), saraydaki tanrı Poseydon'un armağanı beyaz bir boğaya âşık olmuş, onunla çiftleşmişti!.. İşte bu çiftleşmeden Minotauros denen bu canavar dünyaya gelmişti. Girit kralı Minos da, ele avuca sığmayan ve doymak nedir bilmeyen bu canavarı bir Labirintos'a (Labyrinthos) kapattırmıştı...


Üstelik bu canavara yem olmak üzere her yıl belli bir sayıda genç kız ve genç erkek sunmak gerekiyordu. Kral Minos'un söylediğine göre bu bir tanrı buyruğuydu. Bu yüzden Girit kralı Minos da, bir süre önce giriştiği bir savaşta yenilgiye uğrattığı Atina krallığını, Minotauros'a yem olmak üzere, her yıl on genç kız ve on delikanlı göndermek zorunda bırakmıştı...



İşte her yıl göndermek zorunda kaldığı böylesi bir fidye zorunluluğundan bıkıp usanan Atina kralı, oğlu Teseus'u bu canavarı öldürmek üzere gizlice Girit'e gönderdi. Teseus, bir yolunu bulup kral Minos'un güzel kızı prenses Aryadne'yi ayarttı ilkin: Onu kendine âşık etti. Onun yardımıyla da Minotauros'u öldürdü; bu başarısıyla da büyük bir ün kazandı Teseus...


Amacına ulaşan Teseus işini bitirip Atina'ya dönerken, evleneceğim diye söz verip gemisine aldığı güzel Aryadne'yi, kimsesiz Naksos adasında uyutup pupayelken deniz ötelerine kaçıverdi!.. Ama gözyaşları içinde güzel Aryadne'yle karşılaşan tanrı Diyonisos da, onu rengârenk gelin giysileri içinde, Ege'nin adsız bir adasına alıp götürdü... 


Teseus, babası kral Aygeus'un ölümünden sonra da onun tahtına kuruldu... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


26 Haziran 2023 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-2

 


Şamanın Güçleri ve Yetenekleri



Şamanın en önemli görevlerinden biri, ruhlar âlemi ile irtibat kurmak ve bu görev her ölümlüde olmayan bazı kabiliyetlere sahip olmayı gerektirir. Şamanlık, eğitimle kazanılabilecek bir yetenek olarak değil, insanların kaderlerinde olan ve kaçamayacakları bir mecburiyet olarak kabûl edilir. Turhansk Tunguzları, insanların kendi irade ve çabalarıyla şaman olamayacaklarını, şamanlığın onlara bahşedildiğini anlatırlar ki, bu armağan, bahşedilen kişiye özellikle başlangıç aşamasında ağır ve yıpratıcı bir yük teşkil eder. Altay bölgesi şamanizmi inceleyen Werbitskij, şamanlık yeteneğinin aynı zamanda ailede yaşayan bir nevi irsi hastalık gibi tasavvur edildiğini aktarır ki, böylesi yeteneğin bir çeşit hastalık gibi görüldüğüne ilişkin birçok örneğe rastlanır. Bu hastalığın oldukça şaşırtıcı nöbetleri olduğuna değinen Radloff’un belirttiğine göre, önce şamanın bedeni ağır bir yorgunluk hissine kapılır, bunu kasılma ve titreme nöbetleri takip eder. Bir süre sonra hasta pek de doğal görünmeyen bir şekilde gevşemeye başlar, içinde hissettiği bir baskı ile ağlama nöbetine girer, titreyerek ve gözleri sonuna kadar açılmış bir halde bir anda ayağa sıçrar, ağzından köpükler boşalıp yere düşene kadar büyülenmiş gibi dönmeye başlar ve sonunda bilinçsiz bir şekilde yere yığılır. Bu esnada bütün uzuvları tamamen hissiz bir şekilde, elinin altına gelen her şeyi kapar, kimi zaman kor hâlinde ateşi, kimi zaman kesici nesneleri yutup ve sonra da bunları hiçbir zarar görmeden istifra ettiği olur. Bunlar şamanın ayağa kalkıp, davulunu çalmaya başlamasına kadar sürer ve sonra sakinleşerek kendine gelir. Şamanlığın atalardan gelen bir çağrı olduğuna ve bu çağrıya karşı çıkıp, şaman olmayı reddedenlerin akıl hastalığına yakalanacağına veya erken yaşta öleceklerine inanılır.


Şaman geleneği konusunda Soboljev’in belirttiğine göre, Altay Tatarları da şamanlığın doğuştan geldiğine ve çocukluk yıllarından itibaren sara (epilepsi) nöbetleri şeklinde kendini gösterdiğine inanırlar. Hasta sık sık kendini kaybeder, insanlardan uzaklaşır ve bir şaman onu eğitmek üzere yanına alana kadar genelde perişan bir hâlde yaşar. Yakutlar, şamanlık yeteneklerinin daha çocukluktan itibaren kendini gösterdiğine inanırlar. Stsukin, kaderi şamanlık olan bir kişinin, çocukluğundan itibaren dengesiz davranışlar gösterip, ormanlarda amaçsızca dolanıp, kendini sulara veya ateşe attığını, kendini öldürmeye çalıştığını aktarır. Akrabaları bu davranış bozukluklarından çocuğun şaman olabileceğini anlarlar. Bu davranışlar, çocukluk çağlarında olabileceği gibi, gençlik yıllarında hâtta daha sonraları da ortaya çıkabilir. Genel inanca göre bu emareler, söz konusu kişiye bir ruhun musallat olmasıyla ortaya çıkar. Bu ruh, hem o kişiye istediklerini yaptırır, hem de kendisi o kişinin hizmetine girer. Bir Yakut şamanı, kendisine şamanlık vazifesinin bahşedilişini şu sözlerle anlatır: “Yirmi yaşındayken hastalandığım bir gün, gözlerim ve kulaklarım başka insanların görüp duyamadıklarını görmeye ve duymaya başladı. Dokuz yıl boyunca bu ruh ile mücadele ettim. Hiç kimseye bu olanları anlatmaya cesaret edemedim çünkü bana inanmayacaklarını, benimle alay edeceklerinden korkuyordum. En sonunda ölüm derecesinde hastalandım ve o zaman “şamanlık etmeye” ve kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Bugün bile, uzun süre şamanik vecd hâline girmediğim takdirde, kendimi rahatsız ve hasta hissederim” Bu konuda Trostsanskij, bazı rahatsızlıkların şamanlık yeteneklerine işaret ettiğine ve bu rahatsızlıklara sahip olanlara “mänärik” adı verildiğinden bahisle; bu kişiler sık sık sara veya histeri benzeri krizler girdiklerini, ancak şamanların da ayinleri esnasında “mänärik”ler gibi kendilerinden geçtikleri halde, bunu kendi iradeleri ile gerçekleştirdiklerini, “mänärik”lerinse, bunu çoğunlukla ellerinde olmadan istem dışı yaşadıklarını, nadiren şamanlar gibi kendi iradeleri ile yapabildiklerini anlatır.

Agapitov ve Changalov’un aktardığına göre, Buryatlar ölmüş şamanların ruhlarının gelecekteki şamanları tespit ettiklerine ve onları gençliklerinden itibaren bu göreve hazırladıklarına inanırlar. Şamanlık yeteneğinin bazı emareleri vardır. Kişinin sık sık baygınlık geçirmesi, ruhları görmesi, muhayyel bir âlem yaratması, insanlardan kaçması, dağlarda veya ormanlarda tek başına yaşaması gibi emareler gözlemlenir ve bunların değerlendirilmesi sonucu kişi bir şamanın eğitimine verilir. Petri ise, halusinasyonlar görme, başkalarının göremediği varlıklarla konuşma, vecd hâline geçme gibi şamanlık yetisini gösterdiğine inanılan işaretlerin bir nevi sinir hastalığına benzediğini aktarır. Bazen, hasta durup dururken üzerinde bir baskının şiddetiyle şamanik vecdi yaşamak ister, dans edip şarkı söylemeye başlar ve bu sayede kendini daha iyi hisseder.

Tunguzlarda şamanlık yetenekleri bir hastalık şeklinde ortaya çıkar. Schirokogorov’un bildirdiğine göre, şamanın ölümünden sonra emrindeki ruhlar, serbest kaldıklarında kabilenin gençleri arasında gizemli hastalıklar yaymaya başlarlar. Bu hastalığa yakalanan kişiler kendilerine düşsel bir âlem yaratıp, dalgınlaşır, yaşama güçlerini, heyecanlarını kaybeder, uykularında gezmeye başlar, melankolik bir ruh hâline kapılıp, sık sık tabiata kaçarlar. Bu hastalıklara yakalanan kişilerde sinir buhranları ve kasılmalar görülür ki, hiç kimse bu kişilere yardımcı olamaz. Ancak musallat olan ruhlar, hastalardan birini kurban olarak belirlediklerinde, diğerleri tekrar düzelir, ama ruhların belirlediği kişinin durumu daha da kötüye giderek, iştahını kaybeder, uykusuzluk çekmeye başlar, geceleri nöbetler geçirir, şamanlar gibi titremeye, dişlerini takırdatmaya başlarlar. Bu durumda genelde akrabaları hastaya bir davul verirler ve hasta “şamanik vecde” kapılarak bir süre sonra kendinden geçer. Tunguzlar, bir şaman adayının şuurunu yitirmesini, bir ruhun onun içine girmiş olmasına bağlarlar. Bu olay ormanda, hastanın yanında ona yardım edebilecek kimse yokken de başına gelebilir. Bu durumda ruhların ele geçirdiği bu kişi, akrabaları onu arayıp bulana veya kendi başına bir şekilde geri dönene kadar ormanda günler boyu vecd hâlinde kalabileceği gibi, bu arada ölmesi de ihtimâl dahilindedir. Diğer Sibirya halkları ve Laponlarda da şamanlık belli yeteneklerin bahşedilmiş olmasına bağlıdır. Wenjamin, Samoyedlerde bir şamanın çocuklarının hepsinde bu yeteneklerin olmayabileceğini, içlerinden sadece ruhların seçtiği ve göründükleri çocuğa bu yeteneğin bahşedildiğini aktarır. Herhangi bir çocukta bu özel emareler keşfedildiğinde, o çocuk bir şamanın eğitimine verilir.


Şamanlık yetilerine delâlet eden ve dolayısıyla şamanlığın ön şartı olarak kabûl gören rahatsızlık veya hastalık belirtilerinin hâlen tatmin edici şekilde izah edilebilmiş olmadığından, bu topluluklarda çok itibarlı mevkileri olan şamanları “ruh hastası” olarak nitelendirmek çok yanlış bir kanaat sergilemek olur. Şaman adayları hakkında bir çok araştırmacının aktardıklarından bu adaylarda saranın karakteristik bir özellik olduğu ortaya çıkmaktadır ki, bunun Golde şaman adayları için de geçerli olduğunu belirten Lopatin, sara nöbetlerinin belirsiz aralıklarla ortaya çıkması ve nöbet sonrasında hastanın kendiliğinden normale dönmesi sebebiyle bu hastalığın ilkel halkların gözünde özellikle esrarengiz bir hastalık olduğuna dikkât çekmektedir. Şamanların psikolojisi incelendiğinde, muhayyel bir âlem yaratıp, kendinden geçme durumlarının şamanların tipik özellikleri olduğu görülür. Hiç beklenmedik anlarda gelebilen bu sıkıntı nöbetlerinden kurtulmak için hasta, zaman zaman bu nöbetleri taklit edip, benzeri şekilde kendinden geçerek hastalığını dizginlemeye ve verdiği sıkıntıları azaltmaya çalışır. Bir çok şaman bunu yapmaya başladıktan sonra, durumlarının çok daha iyiye gittiğini ve yaptıkları işi bırakacak oldukları takdirde, sıkıntılarının tekrar başladığını anlatmışlardır.

Bu kendinden geçme hâli, aslında muhayyel bir âlem yaratma ile de yakından ilişkili olup, kendinden geçme esnasında bir ruhun şamanın bedenine girdiğine inanılır. Bu sırada şamanın söylediği sözler, onun kendi sözleri değil, onun ağzından konuşan ruhun sözleridir. Şaman tekrar kendine geldiğinde içine giren ruhun kendisi aracılığıyla söylemiş olduklarını hatırlamadığı için, şamanın yanında bilgili ve tecrübeli birinin bulunması, şamanın hareket ve sözlerini dikkâtle takibederek, aklında tutması gerekir. Bu kişi şamanın bedenine giren ruhla konuşup, kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne istediğini sorar. Şaman ayinlerinde çok önemli bir yer işgâl eden bu kişiye “şamanın yardımcısı/kalfası” adı verilir. Lapon şamanlarının yardımcılarına Finliler “çözücü” derler ki, bu adın verilmesinin sebebi, muhtemelen kendinden geçmiş haldeki şamanın söylediklerinin genelde pek açık olmaması ve bazı şeyleri tahmin etme, çözümleme kabiliyetiyle ilgili olmasıdır.


Sadece çalışarak şaman olabilmek mümkün olmadığı gibi, kişinin ruhani yetenekleri ne kadar yüksek olursa olsun, yine de bu önemli ve çok yönlü vazifeyi yerine getirmek için tek başına kabiliyet de yeterli değildir. Bunun için kendisine bahşedilen ruhanî yetenek dışında, fizikî esneklik, kurnazlık, mesleki bilgi, geleneklerin ve inançların çok iyi bilinmesi ve hepsinden önemlisi ruhlar âlemiyle kalben bir ilişki içinde olmak gereklidir. Bu sebeple şaman adayı, sadece bilge akrabalar tarafından değil, kendi güçlerini ona aktarabilecek güçlü bir şaman tarafından eğitilmelidir. Bu tarz fantastik bir ortamda yıllar boyu tabiatüstü olaylara aşina olduktan sonra şaman adayı, nihayet etrafı ruhlarla çevrili, korkuyla karışık bir saygı uyandıran, ayin sırasındaki her söz veya hareketi etrafındakiler tarafından merakla takibedilen muktedir bir şaman olur. Bu muktedir adamın, karanlık bir gecede içini insanların doldurduğu bir çadırda sadece yerde yanan ateşin ışığında yaptığı şaman ayini, katılanları çoğunlukla bir nevi hipnoz durumuna sokar. Zamanla bu “ruh çağırıcısı”nın adı etrafında bir şöhret halesi oluşur, çevrenin saygısını kazanmaya başlar ve adı gelecek kuşaklara aktarılır.




Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

24 Haziran 2023 Cumartesi

RUSYA TARİHİ -7

 


KİYEF RUSYASI'NIN KÜLTÜRÜ


Yazı ve edebiyat  


  Kiyef  knezi Vladimir'in 988 (veya  989) da  hıristiyanlığı kabulünden sonra Rusya'ya Bizans'tan slav (bulgar)  alfabesi  ve  dili  getirildi. Bulgaristan'da yüzyıldan  fazla işlenen "kilise slavcası,, (veya  eski bulgarca) bu  suretle tâ baştan Rusların   din ve  edebiyat  dilleri  oldu;  bu durum tâ XVIII.  yüzyıla kadar devam edipgeldi.  Hıristiyanlığın kabulünden önce Kiyef  Rusyasında veya  diğer  slav uruğları arasında   herhangi bir yazı veya bir kitap yoktu. Halbuki hıristiyanlıkla birlikte hemen Rus Yurduna,  din  kitapları  olmak  üzere, ya rumca veya  slavca eserler getirildi. Akıllı Yaroslav zamanında (1019-1054) rumcadan  rusçaya  tercümeler  yapıldığı  bildirilmektedir.  Bunların çoğunun din  kitabı  oldukları anlaşılıyor.  Rus manastırlarının tesisiyle Rusya'da yine Bizansı  takliden "yazı yazmak,,  sanatı inkişaf etti. Bizans'ta olduğu gibi, Rusya'da da kâğıt yerine ince deri (parşömen) kullanılırdı;  bundan ötürü kitaplar çok pahalıya mal olurlardı;  yazıcıların  kendi sanatlarına  itina ettikleri biliniyor;  zamanımıza  kadar gelen  ve en eski rus elyazması olan  "Ostromir  İncili,, (1056 veya  1057 de yazılmıştır) hıristiyanlığın  kabulünden 60-70 yıl  sonra Rusya'da yazı yazmak sanatının  yüksek  bir  dereceyi bulduğunu  gösterir. İncilden başka "âpokrifik,, (gizli) din kitabları  da yayım buldu. Bunlar, Tevratta nakledilen, fakat serbest ve şairane bir tarzda işlenen mevzular olmakla  halk tarafından kolay anlaşılır ve okunurdu. Bu  cins  eserlerden  biri ve en eskisi Bulgaristan'dan  getirilen ve Bogomil (maniheizm) tesirini taşıyan "Tanrının  Ademi nasıl yarattığı  kıssasıdır,,.  Yine Tevrattan alınarak tertip edilen ve Süleyman Peygamber kıssalarından birini teşkil eden "Kitovras hikâyesi,, de çok yayılmıştı. Sonra incil'den ilham alınarak tertip edilen "Meryem  Ananın ıztıraplar  üzerinden geçişi,, kıssası XI.-XII. yüzyılı  Rusyası'nda  çok okunuyordu.  Hıristiyan  din edebiyatının mühim bir kısmını teşkil eden  "azizlerin  hayatı,, (patrologya), Bizansı takliden Rusya'da erkenden yayım buldu. Bu cins edebiyatın başında "Tanrı kulu aziz bir kimse olan Aleksey'in hayatı,, adlı eser gelmektedir.


Dinî edebiyattan başka Kiyef'e erkenden "dünyevî,, edebiyat da girmeğe başladı. Bizans'taki örneklere bakılarak, Rusya'da da slavca bazı mevzular ele alındı; bu cins edebiyattan "Iskendernâme,, lerin tâ XI.-XII. yüzyılda yazıldığını görmek mümkündür. Sonra yahudi tarihçilerinden Yasef Flavıus'un "Kudüs'ün tahribi tarihi,, adlı eserinin rusça tercümesi de erkenden yayılmıştır. Bundan başka, Bizans rumcasından, "Kahraman Diogenes'in yaptıkları,, adiyle bir Bizans romanının da rusçaya çevrildiğini öğreniyoruz. Bu suretle, evvelâ bulgarca asıllarını okumak, sonra bunları istinsah suretiyle çoğaltmak şeklinde doğan "Rus Edebiyatı,, bir müddet sonra, taklid da olsa, kendi sahasında semereler vermeğe başladı. Bununla müvazi olarak okuyucu bir zümrenin meydana geldiğini görüyoruz; bilhassa manastırdaki rahipler bu zümreye dahildiler; üstelik rahipler yalnız okumuyor, yazıyorlardı da. Akıllı Yaroslav'ın kitaplara düşkün olduğunu söylemiştik. Bu knezin oğlu Vsevolod, beş lisan öğrenmişti. Vladimir Monomach da çok okurdu ve ruscadan başka gayet iyi rumca da bilirdi. Novgorod valisi Ostromir'in, 1056 'da kendi şahsı için bir incil yazdırtması, kitapseverliğinin açıkça bir ifadesidir.


Kiyef Rusyası'nda bir müddet sonra yerli orijinal edebiyat doğmaya başladı. Kilise âyinlerinin icabı olarak ilk vâizler yetişti. Kiyef'in ilk rus metropoliti İllarion (1051 denberi) bunlardan biri ve en ileri gelenlerinden idi; bu zatın rumca yazılan dinî eserleri etraflıca okumuş olduğu ve bunlardan ilham alarak Kiyef rus (slav) ahalisine vâızlar tertip ettiği biliniyor. XI. yüzyıl ortalarından itibaren, "Vaızlar külliyatı,, tertip edildiği anlaşılmaktadır. Bir müddet sonra da yerli rus zahitlerinin ( manastır başrahiplerinin) hayatları yazılmağa başlandı. Bunlar arasında, Kiyef'in yakınındaki "Mağaralar manastırı,, ( Kiyevo-Peçerskaya Lavra) nın keşişi ve ( başrahibi ) olan Feodosius'un hayatı, öldürülen kardeş knezler, "Boris ve Gleb'in hayatı,, bu kabil orijinal rus eserlerinin ilk nümuneleri idi. Fakat bu sahada en mühim eserler "Vekayinâmeler,, oldu.



Vekayinâmeler(Letopisi) 


   

 Rus tarihinin yazılı kaynakları  XI. Yüzyılın başına kadar çıkar. Bunlar,, rusca (slavca) yazılan vekayinâmelerdir (Letopisi). Eski Rusya'da vekayinâmeler yazmak adetinin çok  yayıldığını  görüyoruz.


Bu adeta bir nevi sevaplı bir iş gibi telâkki edilmiş olsa gerektir. İlk örnekler Bizans'tan gelmiş olmakla beraber Rusya'da kendine has bir mahiyet almıştır. Bizans kronograflarından Georgios Hamartol'un "Dünya Tarihi,, (IX. yüzyılda tertip edilmiş, sonra 948 e kadar getirilmiştir) bulgarca tercemesi vasıtasiyle Kiyef'te tanınmıştı. İşte bu eser rus vakanüvislerine örnek oldu ve ilk rus "tarihi„nin esasını teşkil etti. En eski vekayinâmeler olarak "Lavrentyev nüshası,, ve "İpatyev nüshası,, adiyle iki vekayinâme bilinmektedir. Her ikisinin de baş kısmındaki 1110 yılına kadar gelen kısmı, biribirine çok yakındır ve "Başlangıç Vekayinâme,, veya "Nestor Kroniği,, adiyle tanınmıştır. Bunun müellifi lâyıkıyle tesbit edilemiyörsa da, Kiyef Mağara Manastırı (Peçerskaya Lavra) rahibi Nestor olması kuvvetle muhtemeldir. Her iki vekayinâmede, 1116 yılı altında, bu kısmın Silvester adlı bir rahibin yazdığı kaydı bulunuyor. Buna göre "Vekayinâmenin,, müellifi Silvester olması lâzım geliyor gibi görünüyorsa da yazanın başka bir zat olduğu diğer kayıtlardan anlaşılmıştır.


"Başlangıç Vekayinâme„nin ilk cümlesi bunun "Kiyef Rusyası'nın bir tarihçesi,, olduğunu açıkça göstermektedir. Fakat sonraki kompilâsyonlar neticesinde ilk karakterini kaybetmiş olmalıdır. Şu cihet enteresandır ki "ilk rus vak'anüvisi,, Nestor, adeta bir panslavist gibi düşünüyor. Bütün Slavların aynı kökten geldikleri, müşterek bir dile ve edebiyata sahip oldukları üzerinde duruyor. Nestor Kroniği'nin en eski redaksiyonu Lavrentyev ve İpatyev nüshalarıdır. Lavrentyev adı verilmesine sebeb bu nüshanın 1337 yılında Suzdal'deki Lavrentyev manastırında istinsah edilmiş oimasından ileri gelmektedir. Bu nüshada, 1110 yılını müteakip, Rus Yurdunun doğu-kuzey sahasındaki (yani Suzdal ülkesi) vakalara ehemmiyet verilmiştir. İpatyev nüshasında , Kostroma'daki İpatyev manastırında bulunmuş ve XIV.-XV. yüzyıllarında yazılmıştır; burada 1110 den sonra bilhassa Kiyef, Galiç ve Volın'daki olaylara önem verilmiştir. Bu suretle, Rusya'nın muhtelif kısımlarında "yerli,, vekayinâmeler vardı. Bunlardan en mühimleri: Novgorod ve Pskov'da yazılanlarıdır. Moskova Knezliği yükseldikten sonra, eski rus vekayinâmeleri birleştirilip daha umumî ve daha büyük ölçüde "tarihler,, yazılmağa başlandığını göreceğiz.



İgor Bölüğü Destanı (Slovo o polku Igoreve)  



Rusların tek  destanı  olan "îgor  Bölüğü  Destanı »  (Slovo o polku  îgoreve) Kiyef Rusyası ebediyatı mahsulüdür. Bu destanın müellifi kat'i olarak tesbit edilemiyor. 1185-1187 yıllarından sonra yazılmış olması lâzım gelir. Bu destan ancak 1795 yılında bulunmuş, 1800 de neşredilmiştir. Fakat, 1812 Moskova yangınında tek elyazma da yanmıştır. Bundan ötürü bu destan üzerinde tam bir araştırma yapmak imkânı kalmamıştır.


Destanın mevzuunu, 1185 yılındaki Novgorod-Seversk knezi Îgor Svyatoslaviç'in Kumanlara karşı yapılan ve yenilgi ile biten seferi teşkil eder. "Slovo,, nun müellifi bu vakayı, olayların cereyanı sırasına tâbi olarak basit bir şekilde anlatmıyor. Bunu, şairin hissettiği bir şekilde serbest, fakat kuvvetli bir hayal haline koymuştur. Bunun için destan baştan sonuna kadar içli bir şiir, birçok canlı tasvirleri ihtiva eden yüksek bir sanat eseri mahiyetindedir. Mevzuunu, hakikaten cereyan etmiş olan bir vaka teşkil etmekle, tarihî kıymeti de büyüktür. Hele Kumanlara ait kısımları, destandaki bazı Türkçe sözler, bu destanı türk tarihi için de kıymetli bir kaynak derecesine çıkarır.



Kiyef  Rusyası'nın  Sosyal Durumu, Kanunları



Kiyef Rusyası'nın IX.-XII. yüzyıllardaki devlet teşkilâtında, sosyal durumunda ve kanunlarında mütemadi bir gelişme olduğunu görüyoruz. Herhangi bir siyasî teşkilât sahibi olmayan slav uruğları, vareg-rus knezlerinin idaresi altında bir devlet içinde birleşmeğe ve bir "rus milleti,, meydana getirmeğe muvaffak oluyorlar. Hıristiyanlığın kabulü ile, Bizans kültürü bu zümreye aşılanınca, Rusya hıristiyan ve medenî memleketler dairesine giriyor. XII. yüzyıl içinde, Batı Avrupa'daki "Feodalizm”e benzer bir durum Kiyef Rusyası'nda da meydana geliyor. Fakat burada yerli şartlar ve âmiller bu feodalizme hususî bir karakter veriyor.




Knezler



  Rusya 'da  ilk devlet  teşkilâtının  İskandinavya'dan gelen norman beyleri tarafından  kurulmuştur. "Knez,,, germanca  "konung,, dan alınmıştır.  Mamafih Kiyef'te bir müddet rus knezlerine "kağan,, lâkabı verildiği de biliniyor; bu cihet Güney Rusya'da hazar tesirinin ve geleneklerinin kuvvetli olduğunu gösterir. İlk vareg - rus knezlerinin Rurik ailesinden çıktığı kabul edilmektedir; muhtelif şehirlerde bir müddet diğer aileden neş'et eden knezlerin hâkimiyet sürdükleri biliniyorsa da, gitgide Rurik sülâlesi bütün diğer knezleri kovmağa muvaffak olmuştur. İlk knezlerin hukukî durumları hakkında bir fikir edinecek vaziyette değiliz. Onların daha ziyade askerî birer başbuğ oldukları anlaşılıyor. Şehirlerde yerleşip hâkimiyet çevrelerinin genişlemesi nisbetinde knezlerin salahiyetleri de artmış olmalıdır. Hele hıristiyanlığın kabulünden sonra, knez, kilise tarafından resmen tanınmış ve himaye edilmiş, meşru bir şahsiyet sıfatiyle devlet içindeki mevkii büsbütün sağlamlaşmıştır. Knez, Bizans imparatorları gibi, kanun çıkarmak, yargılamak, vergi toplamak ve ceza vermek hakkını haizdir. Knez, bütün bu salahiyetlerine rağmen, mutlak bir hükümdar değildir. Ötedenberi Rus Yurdunda mevcudiyeti bilinen "veçe,, ler,—boy başlarının, sonraları cemiyetin büyük zümreler mümessillerin toplandıkları—knezin hâkimiyetine karşı konabilecek bir müessese idi; knezin "drujina,, (askerî kıta) sındaki silâh arkadaşlarının, boyarların da knezin müşavirleri sıfatiyle devlet işinde rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Kiyef Rusyası parçalanıp,birçok knezlikler meydana geldikten sonra, Kiyef knezi "Büyük Knez,, lâkabını taşıyor ve knezlerin en büyüğü telâkki ediliyordu.



Ahalinin Durumları




Enezden sonra gelen grupların sosyal durumları tesbit edilemiyor. Ahalinin esas  itibariyle  üç  gruba  ayrıldığı görülüyor:  1. Yüksek tabaka, 2. Orta sınıf, 3. Köleler (ve yarım köleler). Yüksek tabaka, knezin maiyeti, drujinası (askerî kıtası) ve memurları. Knezlerle birlikte savaşan ve Vareg-Rus' larından teşekkül eden "drujina,, imtiyazlı bir zümre idi. Knezin en yakın silâh arkadaşları ve maiyeti bunlardan seçilirdi. Vareglerin slavlaşmasıyle, yerli slav ahaliden de drujinaya girenler olmuştur. İlk boyar ailelerinin de bunlardan türeyip türemediği kat'iyetle tesbit edilemiyor. Boyarların daha ziyade arazi sahibi beyler olması» ve sözün aslının da türkçe olması bunların Avar'ların tesiriyle meydana geldikleri ihtimalini hatıra getirmektedir.


Knezin maiyetindeki memurlar hakkında da bilgimiz azdır. Kneze en yakın kimselere "knezin adamları,, derlerdi. Bunların işgal ettikleri makamlara göre lâkapları şunlardı: "grid,, (drujinadan yüksek bir kimse), "tiyun,, (tivun, tudun), Hazarlardan (veya Avarlardan) kalan bir lâkap olup mahiyeti pek iyi tesbit edilemiyor, "idare memuru,, anlamına kullanıldığı sanılıyor. Sonra "yabetnik,,, "virnik,, ve "ognişçan,, makamları zikrediliyor.


Orta sınıfa gelince, bunlar, şehirde yaşayan, ticaret ve sanatla meşgul olan kimselerle, kendi topraklarını işleyen serbest köylülerden teşekkül etmekte idi. Bu gibilerin yaşadığı köylere "virvi,, (verv) denilirdi; köylülere de "smerd,, adı verilirdi. Mensup olduğu herhangi bir içtimaî zümrenin dışında kalan, hukukî durumunu kaybedenlere de "izgoy,, derlerdi.


Kiyef Rusyası'nın, bilhassa XI. yüzyıldan sonra,ekonomik hayatında en mühim rol oynayan zümre köleler idi. Vareg-rus tüccarlarının bilhassa köle sattıkları nazarı itibara alınırsa, bu "canlı eşya,, nın ehemmiyeti anlaşılır. Yerli slav ahalisinden birçoğunun köle olarak Bizans'a ve Yakın Doğuya, islâm dünyasına, götürüldükleri biliniyor. Bizans ve hazar ticaretinin azalması ve durması üzerine, köleler ziraat işçisi olarak kullanılmağa başlandılar. Böylelikle büyük çiftlikler türedi ve "feodalizm., nizamının kurulması mümkün oldu. Serbest ve yarı serbest köylüler de, ekonomik baskı altında, gitgide büyük çiftlikler veya manastırlara bağlanarak, serbestliklerini kaybediyorlardı. Kölelere "çelad,, veya "cholop,, denilirdi. Hukukî bakımdan bunların ancak "işçi,, olmaları itibariyle kıymetleri vardı. XI.-XII. yüzyılda "çelad,, lerin Kiyef Rusyası'nda mühim bir yekûn tuttukları anlaşılıyor.


Hıristiyanlığın kabulünden sonra, ruhanîlerle kiliseye bağlı bazı zümrelerin başlıbaşına bir cemiyet, bir sınıf teşkil ettiklerini görüyoruz. Bunlar şu beş zümreden ibaret idiler.  1. Kilise reisleri, ruhanîler ve rahipler, 2. Kilise hizmetinde bulunanlar, 3. Kilisenin korudukları, ihtiyarlar, malûller, hastalar, 4. Kilise himayesine giren "izgoy,, lar, yani diğer herhangi bir zümreye girmek hakkını kaybedenler, 5. Kiliseye mensup köleler. Bu gruplar knezin mahkemesine tâbi olmayıp kilise kanunlarına göre muhakeme edilirledi. XI. - XII. yüzyıllarda, şehirlerde ve köylerde kiliseler yapılmış, birçok manastır kurulmuş olmakla, kiliseye bağlı kimselerin de adedi artmıştı. Kiyef Rusyası'nın en çok okuyup yazanlar zümresinin ruhanîler ve rahipler teşkil ettiği biliniyor. Manastırların, Bizans'ta tatbik edilen ziraat usullerine göre arazi işlemeleri nazarı itibara alınırsa, bunların Kiyef Rusyası ekonomik hayatında mühim rolleri olduğu anlaşılır.



Kanunlar



  Vekayinâmede, Oleg'in Bizanslılarla ticaret muahedesinin  akdinden  bahsederken,  " Rus kanunlarına „ göre yemin ettiği kaydı bulunuyor. Buna bakarak,  Kiyef Rusyası kurulduğu zaman bir " rus kanunu „ bulunduğuna hükmedenler olmuşsa da, burada yazılı bir mecelleden ziyade, vareg-rus (yani Normanların) örf ve âdetleri kastedilse gerektir. Rusya'ya yazılı kanunlar hıristiyanlıkla birlikte Bizans'tan gelmiştir. İlk kanunların, kilise için hazırlanmış ve Bizans'ta "Nomokanon„. adiyle tanınmış bir kanunlar külliyatıdır. Bu külliyat muhtelif devir Bizans kanunlarından iktibas edilen bir mecmuadır. Bulgarcaya " Kormçaya kniga „ çevrilmiş, oradan da Rusya'ya gelmiş ve Rus kilisesinin esas kanun kitabı olmuştur. Bu mecellenin Kiyef knezlerine de bir örnek teşkil ettiği anlaşılıyor. Mamafih knezlerin kendileri tarafından eski gelenekler esas tutularak bazı " kanunları „ da olduğu biliniyor. Bunlardan en eskisi "Yaroslav'ın Pravda,, sı veya "Russkaya Pravda,, idi. "Pravda,, knezin ve maiyetinin menfaatlerini korumak maksadiyle tertip edilmiş ve bilhassa ticaret şehirleri gözetilerek tanzim edilmiştir. Burada köy tamamiyle arka plânda bırakılmıştır. Köye temas edilen kısımlarında, yerli slav ahalisinin "uruğ,, (rod) teşkilâtı yerine, "verv,, (obsçina) geçmekte olduğu görülür. Pravda, birçok bakımdan "Lex Salica,, ve "Capitulare de Viilis,, gibi frank kanunlarını andırdığından, german örf ve adetlerini ihtiva etmektedir; bu husus bilhassa ceza maddelerinde kendini gösteriyor: "vira., (para cezası) esas tutulmuştur. Bazı ıstılahlar ve para sistemi hazar (belki de İdil Bulgarları) tesirini belli etmektedir. Pravda'nın sonraki kısımları (uzun redaksiyonu), Kiyef Rusyası'nın feodalizm nizamına girmekte olduğu bir devire aittir. Pravda'da Kiyef Rusyası'nın bütün hukukî durumları bulunmuyor. Kiyef Rusyası'nda, Pravda'dan başka kiliseler için tertip edilen "knez nizamnameleri,, (ustavlar) cari idi. Bu "ustav,, ların izleri Pravda'da görülmektedir. Bizans kanunlariyle birlikte Rusya'ya getirilen "kırbaç,, cezası Pravda'da yoktur. Aynı şekilde "ölüm cezası,, da bulunmuyor. Halbuki Kiyef Rusyası'nda, asmak suretiyle ölüm cezası verildiği bilinmektedir. Pravda'nın bazı maddeleri, Rusya'da XVII. yüzyıla kadar tatbik edildiğine göre, rus hayatında mühim bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.


Rus  Para sistemi 


Kiyef Rusyasını  kuran yüksek tabaka, Vareg-Rus'lar ta  baştan tüccar bir zümre  olmakla,  Kiyef  Rusyasında "para sistemi,, erkenden  mevcut  idi.  Pravda bu hususta iyi bir kaynak teşkil etmektedir. Esas olarak,  500 gram gümüş sıkletinde olan "grivna,, kabul edilmişti. Paranın adı "kuni,, olup, bugünkü "dengi,, sözü ise moğol-Türk istilâsından sonra yerleşmiş, bir sözdür. Bir "grivnoy kun„ 20 nogata, yahut 25 kun'a, veya 50 rezan'a bölünürdü. XI. yüzyıldan sonra gümüşün pahalılaşması üzerine, 1 grivna gümüşün, 250 gram ve hatta daha hafif olduğu biliniyor.



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

21 Haziran 2023 Çarşamba

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


POLİTİK SİYONİZMİN DOĞUŞU VE DOĞRULANMASI

 


I. Herzl, Politik Siyonizm Kuramcısı


Herzl çoğu zaman Siyonizmi "bulan kişi" olarak gösterilmiştir. Oysa Siyonizm düşüncesi, hatta kavramı ondan önce de varolmaktaydı. Ama, dağılmış akımları bir program etrafında billurlaştıracak ve politik hareketi yaratacak kişi oydu. Ayrıca Herzl Siyonizmi, hemen hemen tüm öncülerinden (örneğin Hess ya da Pinsker) habersiz olduğu uzun bir yürüyüşün sonucunda kurmuştur.


1-Herzl'in Kişiliği - Kökenleri ve aldığı eğitim ile Herzl, asimile olmuş Yahudi burjuvazisinin iyi bir temsilcisiydi. 1860'da Budapeşte'de doğmuş, çocukluğunun büyük kısmını Viyana'da geçirmişti; burjuvaziye katılan ailesi Yahudilikten uzaklaşmıştı. Herzl, soy büyüklerinin henüz uyguladıkları ve kendisinin tamamen habersiz olduğu geleneksel Yahudiliği öğrenmek istemiyor, onu artık geçmişte kalmış bir olgu sayıyordu. Önce lisede sonra hukuk fakültesinde okudu. Yüksek sosyete yaşamı gözlerini kamaştırıyordu ve aristokrat çevrelere kabul edilmeyi arzulamaktaydı. Çok ·kez Yahudi kökeni öğrenci birliklerinden dışlanmasına neden olmuştu ama bu tür önyargıların kısa süre içinde yok olacağını Yahudilerin entegrasyon sürecinin onurlu bir biçimde gerçekleşeceğini düşünmekteydi. Kendini gazetecilik ve edebiyat alanlarında kabul ettirmeye girişti: piyesleri "Burgtheater" de başarıyla sergilendi, asimile olmuş iki Yahudinin Eduard Bacher ve Moritz Benedikt'in yönettiği büyük liberal gazete Neue Freie Presse'deki edebiyat köşesi oldukça beğeni topladı. Bir süre sonra 1891'de gazetenin Paris muhabiri oldu, böylelikle Fransız parlamenter yaşamını öğrendi ve pek çok politikacıyla yakınlaştı. Evlendikten sonra rahat bir yaşam sürmeye başladı, çok iyi bir mevki elde etmişti, ama hala dönemine damga vurmayı arzuluyordu.


Herzl'in Yahudiliği güçlü değildi. Bar mitzvahsı yapılmıştı ama zorunlu olduğu için öğrendiği İbraniceyi çok geçmeden unutmuştu: lise arkadaşlarıyla konuşmadığı, aile ortamında edindiği ve anlamı olmayan bu dil kendisi için sosyolojik bir olgudan ibaretti. Evlerinde Yahudi bayramları salt "folklorik" açıdan önem taşırken ailenin en önemli sevinç kaynağı Noel idi. Herzl sık sık Yahudilerle, ama kendisi gibi, kabus olarak görülen gettoya sırtlarını dönmüş modern Yahudilerle görüşmekteydi. Asimilasyonun antisemitizmi yoketmek için tek yol olduğunu düşünüyordu: Yahudi sorununu halletmek için en iyisi hiç Yahudi olmasındı! "Antisemitizmle Mücadele Derneği"ne yazdığı bir yazıda; "Hiç gerekmediği halde çocuğumu, kendi yaşadığım -ve ileride de kuşkusuz yaşanacak- türden zorluklarla dolu bir yaşama mahkum etmeye hakkım var mı?

O halde Yahudi çocuklarını, hiçbir şeyin ayırdına varmamaları, ne aleyhte ne de lehte hiçbir şey hissetmemeleri için vaftiz ettirmeliyiz. Kitlenin içinde erimeliyiz" diyordu . Hatta Papa'ya yazdığı garip bir mektupta, Viyana Yahudilerin Saint-Etienne Katedralinin kapısına dizilerek hepsini vaftiz edilmesini önerebilecekti. Yahudilik onun için hiçbir şey ifade etmediğinden, bu "yük"ten, Yahudi olma şanssızlığından kurtulmaya hazırdı. Ama yine de utanılacak bir Yahudi değildi; kökenlerini inkar etmemekte, Yahudi olma şanssızlığına; "Judennoth"a onurlu ve saygıdeğer bir çözüm aramaktaydı.


Herzl Antisemitizmle Karşı Karşıya - A) Ama Herzl, asimilasyonun çıkmaz bir yoldan ibaret olduğunu, ne yaparlarsa yapsınlar Yahudilerin hep yabancı kabul edileceklerini görrnek zorunda kalacaktır: "yalnızca atalarımızın dinini koruyarak yaşadığımız ülkelerin uluslarına karışmaya çabaladık. Ama bize izin verilmedi. Sadık hatta bazen fazla sadık olmamız boşuna... hemşehrilerimiz gibi, yaşamlarımızdan ve varlıklarımızdan fedakarlık etmemiz boşuna ... Ülkemizin sanatına ve bilimine ticaret ve değişim yöntemleriyle zenginliğine katkıda bulunmaya çabalamamız boşuna ... Yüzyıllardır yaşadığımız ülkelerin yabancısı ilan ediyoruz ( ... ) Kimlerin yabancı olduğuna çoğunluk karar veriyor. Bu bir güç sorunu. Göç etmeye zorlanan Hugue­ notlar gibi iyi yurtseverler olmak bize bir şey getirmiyor. Eğer bizi rahat bıraksalardı ... Ama kimsenin bizi rahat bırakacağına inanmıyorum".


Herzl gerçekleri açıkça görmüş ulusal hareketlerin tehdidiyle karşı karşıya bulunan Avusturya­ Macaristan İmparatorluğunda antisemitizmin gücünü kavramıştı. Viyana'da Lueger'in belediye başkanı seçilmesinden sonra Yahudilerin tepkisiz kalmalarını eleştiriyordu. Aynı tarihlerde Viyana'daki Yahudi mahallesinde gerçekleşen küçük çaplı bir pogromu Herzl şöyle aktarıyordu: "Önceki gün (pazartesi) Leopoldstadt'da antisemit adayın liberal aday tarafından yenildiği seçimden hemen sonra Yahudi mahallesinde karışıklıklar çıktı. Serseri çeteler caddelerde kafeteryaların vitrinlerini kırıp bazı dükkanları yağmalayarak ilerlediler. Sokaktaki Yahudilere küfür ederek saldırdılar. Haber gazetelerde yeraldığı zaman sanırım Yahudiler bir şok yaşadılar ama bu sarsıntı çabucak geçti. Olaylar daha · da ciddileşecek ve o zaman her şey gerçekten korkunç olacak. Kuşkusuz, milyonerler kıyımdan kolaylıkla kurtulacaklar! Yine de halkımızın büyük çoğunluğu gibi: Viyana Yahudileri de 'getto'nun üyeleri olmaya devam ediyorlar. Hepsi de, tüm saldırılardan küçük sıyrıklarla kurtuldukları zaman sevinçten havaya uçuruyorlar!"


B-Herzl'in düşünsel evrimini, dahil olduğu 19. yüzyıl sonu Viyanasının Yahudi çevresi "Stizim Leben" çerçevesinde kavrayabiliriz. Viyana'daki Yahudi nüfusu demografik ve ekonomik olarak güçleniyor, hızlı bir toplumsal tırmanış (ascension) yaşıyordu. Üyeleri kimi zaman yüksek burjuvaziye katılıyor, fınans, baro ve basın çevrelerinde önemli roller üstleniyordu. Devlet aygıtına verilen seçkin hizmetlerin ödülü soyluluk ünvanı almak bile olabiliyordu. Herzl'in gazetesi incelendiğinde, Burgtheater çevresine çok devam etmesinden ileri gelen toplumsal, edebi ve dünyevi başarı kaygısı ve aristokrasiye duyduğu hayranlık insanı şaşırtmaktadır. Bu anlamda Herzl, demokrat olmayan bir liberal 'dir. İngiliz tipi anayasal bir monarşi sistemi altında, seçkinlerden (doğuştan soylu olanların yanı sıra maddi varlıkları ve kültürleriyle de bu sıfatı hakedeceklerden) kurulu bir hükümetin yönetimini düşlüyordu.

Viyana, modernitenin hazırladığı önemli merkezlerden biri, çokuluslu bir imparatorlukta çeşitli kültürlerin kaynaştığı ve çalıştığı bir pota, Doğu ve Batı Avrupa'nın karşılaşma noktasıydı. Bu, kültürel bir kaynaşmayı getiriyor insan yaratışının hemen her alanında Viyana "okullarından" söz edilmesini sağlıyordu. 


3-Siyonizmi Keşfediş - Herzl'in Fransa'da tanık olduğu antisemitizmin yükselişi, Yahudilerin liberalizme güvenmemeleri gerektiği düşüncesini doğruluyordu. Dreyfus'un yargılanarak rütbelerinin sökülmesi, Herz'i yavaş yavaş Siyonist düşünceye itecekti. Herzl ilk başta Neue Freie Presse'e, davanın seyrine ilişkin tarafsız haberler göndermekle yetiniyordu. Ama yavaş yavaş kendini Dreyfus ile özdeşleştirmeye, onda, asimile olmuş, yabancı kabul edilerek dışlanmış ve kökenlerinden ötürü zulme uğramış Yahudi sembolünü görmeye başlayacaktı. Yüzbaşı, tutuklandığı sırada, Fransızların hemen hepsi gibi Herzl de Dreyfus'un suçlu olduğuna inanmıştı ve bu iğrenç casusluk olayının ifade ettikleri üzerinde uzun boylu düşünmemişti. Aynı sırada, tüm Yahudileri "iç getto"dan kurtarmaya çabaladığı tiyatro oyunu olan Nouveau Ghetto (Yeni Getto)yu yazacaktı. Oyunun kahramanı Sammuel Kohn, intihar yerine vaadedilmiş toprakları seçmekteydi. Yine de Herzl, bu çözümü reddetmeye devam etmektedir çünkü ona göre Yahudilerin ortaklaşa paylaştıkları pek az şey kalmıştır. ''Yahudiler yüzyıllardır yeni yurtlarına kök salmışlar, ulussuzlaşmışlardır. Onları birleştiren ve diğerleri ayıran az sayıda ögenin sağladığı tek şey, her yerde katlanmak zorunda oldukları baskıları üzerlerine çekmekten ibarettir". Aynı şekilde ''kayıp yurdunu yeniden bularak. dağılmış kardeşlerini biraraya getirme"ye uğraşan Yahudi Daniel'in-Alexandre Dumas (fils)'nın La Femme de Claude -Claude'un Karısı adlı kitabındaki kahramanın- başarısını da reddetmektedir. Ama yine de antisemitizmi yok etmeye yönelik kökten bir çözüm aramaktadır.


Daha sonra tavrı değişmeye başlayacaktır: dava sırasında Dreyfus'un bir portresini çizecek ve salondaki kalabalığın rütbelerin sökülmesi sırasındaki düşmanca tavrını vurgulayacaktır. Yazısının başında Dreyfus'un suçluluğu üzerindeki şüpheleri dile getirmekte, sonra onun düpedüz Yahudi olduğundan ötürü cezalandırıldığını ifade etmektedir. Buradan yola çıkan Herzl, Yahudilerin onurunu savunacak ve Yahudiler arası dayanışmanın gerekliliğini vurgulayacaktır. Dreyfus olayında, kişisel bir dramdan öte Yahudi halkını yokoluşa götüren asimilasyon ideolojilerinin çöküşünü temsil eden antisemitizmin yükselişini görmektedir:


"Dreyfus davası yalnızca hukuki bir hata değildir. Aynı zamanda Fransızların çoğunluğunun bir Yahudiyi, onun aracılığıyla da tüm Yahudileri cezalandırma isteklerinin belirtisidir. Yüzbaşının rütbeleri sökülürken mahkeme salonundaki kalabalık "Yahudilere ölüm" diye bağırmaktaydı. Nerede?. Fransa'da. Cumhuriyetçi "modern uygar Fransa'da, hem de insan Hakları Bildirisinden tam yüz yıl sonra. Fransızlar, ya da onların büyük çoğunluğu, insan haklarının Yahudilere uygulanmasını istememektedir. Böylelikle Büyük Devrim'in ilkeleri iptal edilmiştir. Bugüne dek pek çoğumuz Yahudi Sortfnunun çözümünün sabırla olgunlaşacağına, insanlığın ilerleyişinin meyvesi olacağına inanıyorduk. Ama diğerlerine kıyasla bu denli ileri, bu denli uygar bir ulusun yaptıklarından sonra yüzyıl önceki Fransa'nın bile düzeyine gelememiş diğer halklardan ne umabiliriz?."

Herzl ahlaki yargı getirmemekte, antisemitizmi saptayıp analiz etmekle yetinmekteydi. Kilisenin ve Hıristiyan basının (örneğin La Croix (Haç) gazetesinin) Dreyfus karşıtı kampanyada oynadığı rolden haberdar olan Herzl, Hıristiyan Yahudi karşıtlığı ile modern antisemitizm arasındaki farkın altını şöyle çiziyordu: "Güncel antisemitizmi eski dinsel hoşgörüsüzlüğe benzetebileceğimiz pek az yer kalmıştır. Antisemitizm çoğu kez, uygar ulusları kendi geçmişlerinden bir hayaleti kovma çabası olarak ortaya çıkmaktadır." Herzl'e göre soruna uygun bir çözüm bulmak için bunu göz önünde bulundurmak gerekliydi. "Bir hareketi yok edemiyorsanız, ona karşı başka bir hareket geliştirin". Ulusal ilkelerin zafere ulaştığı bir dönemde Yahudi halkını (antisemitizme karşı) harekete geçirmek için ona, varlığını ve değerlerini koruyacak bir devlet oluşturma fikri sunulmalıydı.


Nisan 1898'de Herzl, yalnızca dilenciler yaratabilen insancıl girişimleri dışlayan ve Yahudileri politik olarak örgütleyip bir bayrak ve ordu ile vaadedilmiş Toprak'a yönelmelerini amaçlayan tasarılarını sunmak üzere Baron Maurile de Hirsch ile görüşecekti. "Proleterleşmiş aydınları kullanarak, gelecekteki Yahudi yurdunu saptayacak, araştıracak ve kuracak ordunun kadrolarını ve beyin takımını oluşturacağım". Ama Maurice de Hirsch yalnızca Arjantin'e çiftçi olarak yerleşecek Yahudi göçmenlere yardım etmeyi düşünmekteydi. Herzl bunun üzerine Rothschild'lere başvuracak ve durumun acilliğini vurgulayacaktı. "Avrupa'nın her yerindeki Yahudilerin durumu dramatiktir ve ancak bundan sonra daha kötüye gidebilir: sürülebilirler ve sığındıkları yerlerde katledilebilirler. Hiçbir kurtuluş yolu yok mu?. Evet baylar, var; uzun süre önce kullanılmış olan bir yol. Günümüzün tüm olanakları bu basit ve anlaşılması kolay amaç için seferber edilebilir. Bu basit manevra, Mitzraim Exode'nun (Israiloğullarının Mısır'dan göçü olayı ç.n.) tekrarıdır". Bu barışçı göçü gerçekleştirmek üzere, Yahudiler adına hareket edecek, ilgili devletlerle ilişkiye geçecek ve gerekli toprakları satın almak için para toplayacak Society of Jews Yahudiler Derneği'nin kurulmasını da öneriyordu.


4-Yahudi Devleti - Herzl, ancak çok sayıda red yanıtı aldıktan sonra doğrudan Yahudi halkına seslenmeye karar verecekti. Şubat 1896'da Viyana'da Rothschild'e yaptığı teklifi yeniden ele alıp, Etat Juif. Essai d'une Solution Moderne a la Question Juiue-Yahudi Devleti. Yahudi Sorununa Bir Çözüm Denemesi başlığını koyduğu bir broşür bastırıyordu. Ona göre, Antisemitler Yahudileri yabancı kabul etmeyi sürdürdükleri için, yapılması gereken, yurtlarına "entegre olamayan ya da olmak istemeyen" tümü Yahudileri biraraya toplamaktı.


"Vaadedilmiş Toprak'ta kızıl ya da siyah sakallı, yamuk burunlu, çarpık bacaklı olsak bile, bundan dolayı aşağılanmayacağlz. Orası, bize ait bir toprak üzerinde özgür yaşayıp barış içinde ölebileceğimiz yerdir". Yahudilerin "özgürleşme" sayesinde gettodan kurtulduklarını, ama halen yaşanmış tarihlerinin kurbanı olmaya devam ettiklerini düşünüyordu. "Bizim eserimiz olmayan getto, üzerimizde kimi antisosyal özellikler bıraktı ( ...) Değişik ulusların arasında yabancı bir kitle gibi kaldıysak, bu bizim suçumuz değildir." Yani Herzl'e göre sorun, ulusaldı; asimilasyon hiçbir şekilde gerçekleşemezdi. Çünkü antisemitler Yahudilerin asimile olmalarına izin vermeyecek, onları asla rahat bırakmayacaklar.


Yani ona göre Siyonizm Yahudi sorununun çoktandır aranan çözümüdür. "Yahudi sorununun çözümünü biliyorum. Nasıl mı buldum? Bilmiyorum. 

Ama bu düşüncenin oluşmasının 13 yıl aldığını sanıyorum. Çünkü ilk denemelerim, Dühring'in kitabını okuduğum 1882 yılına dek gidiyor. Şimdi her şey bu kadar açıkken, geriye baktığımda, geçmişte çözüme oldukça yaklaşmışken kenarından geçivermiş olmama yanıyorum. Herzl bundan böyle her şeyini bu fikrin gerçekleşmesine adayacaktı: "Sanıyorum ki bu anda artık yaşam benim için sona erdi ve tarih başladı".


Ama ona göre Siyonizm, antisemitizme tepki olmaktan ibaret değildi. Aynı zamanda Yahudi halkının bekleyişine de yanıt vermekteydi.


"Yahudi farklılığı (particularisme luif) silinememekte ve silinmek istememektedir. Zaten silinmemelidir de ... Silinemiyor çünkü dış düşmanlar Yahudilerin birlik içinde bulunmasını sağlıyorlar ..

Halk tarifsiz acılardan sonra halen ayakta kalabildiği üzere, silinmek de istememektedir. 


Herzl'in harekete en önemli katkısı "Yahudi halkı için bir devlet" fikridir. Başlangıçta Herzl, devletin yeri ile pek az ilgilenmekte, Siyonsuz Siyonizmden bahsedebilmekteydi: 1895'de "Size Vaadedilmiş Toprak hakkında her şeyi söyleyebilirim. Nerede olduğu dışında her şeyi... Bir an için Filistin'i düşündüm. Halkımızın unutulmaz yurdu olan bu yerin adı bile başlıbaşına bir programdır ve alt sınıflara kolaylıkla çekici gelecektir. Ama Yahudilerin çoğunluğu artık doğulu değillerdir ve başka yerlere alışmışlardır. Ama ben ilke olarak ne Filistin'e karşı, ne de Arjantin'e taraftarım." demekteydi. Ayrıca yeni devletin dilinin İbranice olabileceğini de düşünmüyordu. "Hanginiz bu dilde tren bileti isteyebilecek kadar İbranice biliyorsunuz?"


1895'ten itibaren fikirleriyle, aralarında Paris'te baş haham Zadoc Kahn Max Nordau ve Bernard Lazare Londra'da Zangwill Albay Goldsmith ve Sir Montegu olmak üzere çok sayıda önde gelen Yahudinin ilgisini çekmeyi başaracaktı. Bu sırada Yahudi Devleti broşürüne tepkiler de gelmeye başlamıştı: asimilasyon yanlıları, kendisini, antisemitizmin eline koz vermekle suçluyorlardı. Hov.evei Zion'daki çok sayıda grup, mevcut kolonizasyon girişimlerinin geleceğinden kaygı duyarak tasarısına kuşkuyla yaklaşacaklardır. Ama Orta ve Doğu Avrupa'daki genç Yahudi entellektüelleri arasında umutların hızla artmasına neden oluyordu: Yalnızca 'esin veren kişi' konumuyla yetinmek istemesine karşın, Yahudi öğrencilerin topladığı binlerce imza, onu hareketin başına geçmeye ikna edecekti. Kısa sürede Hechler aracılığıyla Almanya ve Nevlinski sayesinde Osmanlı İmparatorluğu nezdinde diplomasi uygulamaya başlayacaktı. Ama Yahudi finansörlerin destek vermeyi reddetmeleri karşıtlarının manevraları ve Siyonizme Bağış Hareketi'ndeki bölünmeler, asimilasyonla ve Yahudi burjuvazisiyle köprüleri atacak popüler bir kitle hareketi oluşturmanın gerekliliğini gösteriyordu. Yahudi burjuvazisini şöyle tanımlıyordu: "üzerinde, uygarların vahşilere yaptığı bozucu etkiyi bırakmış olan Hıristiyan dünya ile temasından ötürü çürümüştür. Batı özellikle Fransa Yahudilerinin 'sözde' üst sınıfı, had safhada kokuşmuş bir haldedir. Artık ne Yahudi ne de Hıristiyandır. Herhangi bir felsefe, hatta halen sahip olmadığı ilkeli bir ahlak kuracak halde değildir. Yüz yıllardır devleti olmayan Yahudi burjuvazisi, çürümüşlüğüyle Yahudi ulusunu zehirlemektedir."


Herzl programını onaylatrnak üzere, Siyonist düşünürler tarafından sıklıkla dile getirilen, sürgündeki Yahudi halkının gerçek parlamentosu olacak bir dünya kongresi düzenlenmesi fikrini yeniden ele alacaktı. Bu kongre herkesin gözünde Yahudi halkının iradesini temsil etmeliydi: politik bir program çerçevesinde yürütme organının sözcü konumunda olacağı bir hareket oluşturulabilirdi. Yahudi halkının henüz herhangi bir toprak üzerinde biraraya gelmemiş olması önemli değildi; çünkü toprak, daha üstün, soyut bir gerçeklik olan 'Devlet'in herhangi bir ifadesinden ibaretti. "Devlet Yahudi halkının devlete sahip olma arzusuyla (XVI. Louis gibi güçlü bir kralın "Devlet benim" sözüyle ifade ettiği gibi) zaten kurulmuştur."



II-Basel Kongresi


1-Kongrenin Hazırlanması - A) Kongre Düşüncesi - Asimile olmuş Yahudiler Herzl'in programına düşmanca tepkiler göstermekte, onu gözden düşürmek için her yolu kullanmaktaydılar.


Oysa çok sayıda kaynak, Herzl'in bir umut patlaması yarattığını kanıtlamaktadır. Lernberg çektiği telgrafta Herzl'e harekete önderlik etmesi için yalvarıyordu: "Hareketin başına geçin. Tüm Doğu Avrupa Yahudileri sizi bekliyor!" Polonya'nın bir köyünden ona mektup yazanlar "Programınız Siyonizm idealini cisimleştirmekte, düşünceyi kanıyla, canıyla elle tutulur bir gerçekliğe dönüştürmektedir. Artık ne istediğimizi ve ne yapacağımızı biliyoruz" demekteydiler. Rusya, Romanya, Galiçya ve Bulgaristan'dan "Kurtarıcı"ya, Musa gibi, halkını kölelikten kurtarmak için "Midian'dan gelen seçilmiş kişi"ye katılma mesajları akıyordu.


Herzl, İngiltere'deki Siyonizme Bağış Hareketi'nin liderlerinden Albay Goldsmit'e, parababalarının muhalefetine, philantrophe'ların ve Filistin'deki kolonilerin tehlikeye düştüğü düşünen Hovevei Zion'un kuşkularına rağmen artık geri çekilmenin sözkonusu olmadığını, başarının mümkün olduğunu ifade ediyordu:  Açıkçası, arkasındaki halk desteğine güvenmekteydi: "Kararlaştırılmış bir organizasyon olan ve kesinlikle bir gereklilik olduğuna inandığım Münih Kongresine (Kongrenin ilkin burada düzenlenmesi düşünülmüştü) karşı çıkacak değilim. Uzun süre sonra yeniden ulusal Yahudi Meclisi toplanacak. Bu tüm Yahudilerin gurur duyması gereken bir an değil mi?. Bugün yabancı toprağındaysa da, belki Şana haba (gelecek yıl) eski yurdumuzda toparlanacağız!"


B-Yayın organı Die Welt - Büyük basına söz geçiremeyeceğini anlayan Herzl, haftalık Siyonist dergi Die Welt'i yayınlayarak bir propaganda aygıtı oluşturmaya girişecekti. Peretz Smolenskin'in Ha Sha'har'ı David Gordon'un Ha Maggid'i, Siyonizme Bağış Hareketi'nin Ha Melitz'i ya da Nathan Bimhauro'un Selbstemancipation'u gibi çeşitli Siyonist yayın organları bulunmakta, ancak bunlar kısıtlı militan çevrelerine seslenmekteydiler. Basının önemli rolünü çok geçmeden kavrayan Herzl, farklı görüşlere sahip prestijli kişilerin yer aldığı bir kadroyla, yüksek tirajlı, modern bir gazete çıkarmaya girişecekti. Ailesinden ve Viyana'daki arkadaşlarından gerekli sermayeyi bu amaç için toplamıştı.


C-Yer Seçimi -   Kongre'nin önce, tarafsız bir ülkede bulunan Zürih'te (Herzl, örgütlenme için Dr. Farbstein gibi partizanlara güveniyordu) düzenlenmesi düşünülmüştü. Ama Siyonizme Bağış Hareketi'nin Rus temsilcileri, kaygılarını dile getireceklerdi: Zürih'te çok sayıda Rus göçmeni vardı. Çarlık hükümeti onların devrimcilerle ilişkiye geçmelerini önlemek için Kongreye katılmalarını engelleyebilirdi. Bu nedenle Münih'te toplanmaya karar verilecek, Filistin'in kolonizasyonuyla ilgilenen çeşitli Siyonist ve insancıl örgütlere program gönderilerek delegelerini saptamaları istenecekti.


Ama bu kez de, Almanya'daki hahamlar, Siyonizmin yurtseverliğe aykırı bir hareket olduğunu öne sürerek Kongreye karşı çıkacaklardı. ·


Bu muhalefet dolayısıyla Kongre Münih'te düzenlenemiyordu. Sonuçta, tarafsız bir ülkede, Alman hahamların etki sahası dışında ama Cermen dünyasının tam sınırında konumlanan, Yahudi halkının İsrail'e dönmesi fikrini kabul etmeye yatkın insanların yoğun şekilde bulunduğu Basel kentinde karar kılınacaktır. ,

2-Delegeler - Herzl, Filistin'in kolonizasyonuyla ilgilenen ve çoğu zaman rakip konumdaki çeşitli örgütleri; Hovevei Zion'daki grupları, Hıristiyan Siyonistleri biraraya getirmek ve kongreyi hazırlayan ve kendi fikirlerini paylaşan kişilerce yönetilen çeşitli ülkelerdeki Siyonist grupları harekete geçirmek için yoğun çaba göstermekteydi.


İngiltere'deki "Siyon Dostları"nın desteğini kazanmaya çalışacak; 1895 Kasımından itibaren Maccabean Club'da, 1896'da Jewish Chronide'de yeniden ele alınacak olan konferanslar verecekti.


Ama Yahudilerin ileri gelenleri, Herzl'in ulusal programına güvenmiyorlardı ve Hovevei Zion­ İngiltere'nin Siyonist harekete katılması için 1898 Martı'nı beklemek gerekecekti. Oysa Harz, East End'deki mitingde halkın hayranlığını topluyor ve büyük sefarat hahamı Moses Gaster ve yazar Israel Zangwill gibi sempatizanları biraraya getirmeyi başarıyordu.


a-Delegelerin Saptanması - Çeşitli ülkelerde Herzl'in programına karşı takınılacak tavrı belirlemek ve kongreye gönderilecek delegeleri seçmek üzere Yahudi grupları toplanmaktaydı. Bunlardan en önemlisi, 28 Temmuz 1897'de Çarlsbad da düzenlenen ve Rothschildler ile, Rusya ve Osmanlıların Herzl'e karşı olmalarından ötürü kolonizasyon girişiminin zedeleneceğini düşünen Odesa komitesinin kaygılarına karşın, Rusya'daki tüm Siyonizme Bağış Hareketi'nin kongreye katılmasını sağlayacak hazırlık konferansıydı. Odesa komitesini ikna etmek için uzun süre uğraşılmıştı. Max Nordau tüm dünyadaki Yahudilerin durumunun genel bir görünüşünü çizerken, Rusya'daki pogromlardan bahsetmemesi oldukça güç olacaktı. Ama ne var ki, Rus hükümetini doğrudan suçlayacak herhangi bir söz söylememesi kararlaştırılmıştı. Aynı şekilde, kolonizasyonun sonuçlarından bahsetme ve gelişimini engelleyecek hiçbir girişimde bulunmama kararı alınmıştı. Ama 'Herzl, kolonizasyonu suçlamaya; bu yolla Osmanlı İmparatorluğunun Filistin'e Yahudi göçünü yasaklayan kararının kaldırılamayacağını, gerekenin, Filistin'i Yahudilere veren bir belgenin (charte) elde edilmesi, yani pratik çalışma yerine politik bir karar olduğunu ileri sürmeye devam ediyordu.


Çok sayıda Hovevei Zion üyesi Yahudilerin yurdunun Filistin olduğunun açıkça belirtilmesini istiyorlardı. Carlsbad'da bu amaçla, "yurtlarını terketmeye zorlanan din kardeşlerine yardım etme"yi amaçlayan insancıllara hitaben bir bildiri hazırlanmıştı: "Yurtsuz kardeşlerimiz Filistin'den başka bir ülkeye yerleşmek istemiyorlar. İşte bu yüzden, çileli dindaşlarımızın kullanımına sunulan fonların (örneğin merhum haham Hirsch'in fonu) ya da kolonizasyona harcanacak paranın tamamının Filistin'e aktarılmasını öneriyoruz".


Fransa'da Bernard Lazare, Marmorek kardeşler Max Nordau etrafında küçük Siyonist gruplar oluşturmakla birlikte topluluğun büyük çoğunluğu kongreye halen ilgisiz ya da düşmanca tavırlar içindeydi. Edmon de Rothschild, girişimine yöneltilen hiçbir eleştiriyi dinlemiyor, haham Padoc Kalın kişisel sempatisini belirtmekle birlikte, kamuya herhangi bir açıklama yapmayı kesinlikle reddediyordu.


Herzl'in Batı'da ilgiyle karşılanan fikirleri İslam ülkelerine pek sokulabilmiş değildi. Avrupa uygarlığının etkisinin ulaşabildiği bölgelerde, kolonizasyona bağlantılı olarak kimi gruplar ortaya çıkıyordu. Evrensel Yahudi Birliğinin oluşturduğu eğitim ağı, Yahudi toplulukların modernleşmesine ve Fransız kültürünün yayılmasına büyük katkılarda bulunmuştu. Ama Araplık bilincinin yükselmeye başladığı dönemde kimi Yahudiler, kolonizasyon aygıtlarına yardım ederek yanlış bir yol tuttuklarını farketmişler, yapılması gerekenin Yahudilerin ulusal özelliklerini öne çıkartmak olduğunu görmüşlerdi. Şubat 1887'de Kahire'de "Doğu Yahudiliğin maddi ve manevi yükselişi"ni hedefleyen ve "Yahudi halkının ulusal bağlarını korumasını sağlayacak Siyonizmi" yaymayı da amaçlayan Bar Kohba örgütü kurulmuştu. Böylelikle Arap halkları ve İslam kültürü içinde asimile olmanın olanaksızlığını ifade edilmekteydi.


O zamandan kalan gündemler, hazırlık komitesinde görüşlerin nasıl çatıştığını gözler önüne sermektedir. Görüşmelerin sonunda, farklı konuların ayrı raporlar halinde tartışılmasına karar verilmişti:


1-İş grupları, ekonomik, politik ve toplumsal koşullar hakkında istatistik veriler de dahil olmak üzere çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin durumları (ülke başına 1 konferans üyesi)


2-Bugüne dek sürdürülen, Filistin'in Yahudi nüfuslandırılmasının sonuçları ·


3-İnsancıl girişimcilerin Filistindeki görevleri ve haluka


4-Yahudi göçünün sorunları


5-Propoganda türleri ve mali gereksinimler


6-Siyonist harekete muhalefet eden hahamlar sorunu


b-Delegelerin Coğrafi Kökenleri - Yani farklı ülkede 69 topluluk ve örgütü temsil eden 246 delege arasındaki en önemli grup, toplamın üçte birini oluşturan Rus kökenlilerdi. Bunların çoğu, Hovevei Zion'un çeşitli örgütlerinden gelmekte, İsrail'e bağlılıklarını, orayı tek Yahudi yurdu olarak tanıdıklarını ifade etmekteydiler. Hatta Basel kongresinin hemen ertesinde Varşova'da toplanan Rus Siyonistleri, (93 farklı topluluğu temsilen 160 delege) Herzl'in yürüttüğü diplomasinin sonuçlarını beklemeksizin kolonizasyonu devam ettirme kararı alacaklardı. Siyonizm-özelde de kongrenin hazırlık dönemi-krizdeki Siyonizme Bağış Hareketi'nin uyanışını sağlamış, daha açık politik bakış açıları geliştirmiş, farklı ülkelerden gelen taze ''kanları" saflara kazandırmıştı.



Egemen grup, Cermen ülkelerinden (Almanya, Avusturya ve İsviçrenin Alman bölgesi) geliyordu. Viyana, 14 delegeye en iyi temsil edilen şehir konumundaydı. Bu, Viyana'daki topluluğun dinamizmiyle, Herzl'in bağlantılarıyla ve şehrin Avrupa Yahudiliğindeki pivot rolüyle açıklanabilir. İşte bu öğeler, Siyonist örgütün merkezinin tartışmasız bir şekilde Viyana olmasını sağlayacaktır. Orta Avrupa'nın ağırlıklı temsil edilmesi, Yidişçeye karışık bir Almancanın -0 Kongressdeutsch'un- Kongrenin dili olmasını gerektirecekti. Kimi delegelerse İbranice konuşmayı tercih edecekler, Mena'lem Usiskin bu nedenle sekreter seçilecek ve İbranice kongrenin ikinci dili olacaktı.


Fransa'nın Paris ve Montpeller'den gelen görece daha iyi eğitimli temsilcileri de olmakla birlikte delegelerin büyük çoğunluğu Fransa Yahudiliğini pek temsil etmeyen, kötü entegre olmuş, entellektüel kişilerdi. Bunlar arasında Max Nordau gibi Avusturya ya da Rusya, Jacques ve Blanche Bahar gibi Kuzey Afrika kökenli öğrencileri de sayabiliriz.


ABD Siyon Dostları örgütünün özellikle New York'lu üyelerini göndermişti. İstanbul'dan gelen Attali'yi saymazsak, İslam ülkelerindeki Yahudileri temsilen pek az delege vardı. Israel'in yeni yişuvları ise, koloniciler ve Yafa'dan Heinrich Loewe gibi kolonizasyon sorumlularıyla temsil edilmekteydiler.


c-Delegelerin Toplumsal Kökenleri - Delege listelerine ve mesleklerine göz atınca, çeşitli iş gruplarından gelen entellektüellerin sayısı insanı şaşırtmaktadır: doktorlar, tanrıbilimciler, hukukçular ama aynı zamanda insani bilimler uzmanları vardı. Yazarlar (örneğin A'had Ha Am ve İsrael Zangwill) ya da gazeteciler de oldukça kalabalıktı; toplam 40 kadar öğrenci, bir o kadar da gazeteci ve edebiyatçı bulunmaktaydı.

Yalnızca 3 bankerin bulunması, büyük iş burjuvazisinin temsil edilmediğini göstermekteydi. Önemli isimler, konumlarını sarsacağına inandıkları kongreye katılmamayı yeğlemişlerdi. Tek önemli isim olarak, Londra'dan Jacob de Haas göze çarpıyordu.


Oysa 60 kadar küçük ya da orta düzeyde tüccar sayılabiliyordu. Yani Siyonizm, asimilasyon ideolojilerini destekleyen, kimlik bunalımı ve antisemitizmi tehditlerine karşı çözümler geliştiremeyen -zaten, özellikle öğrencilere ve küçük burjuvaziye tehlike oluşturan antisemitizmden fazla etkilenmeyen- zengin seçkinlerin egemenliklerine karşı Yahudi orta sınıflarının başkaldırısı parlak görülebilir.


Öte yandan, Yahudi proletaryasının gerçek temsilcileri de kongre'de yeralmamaktaydı.

Siyonizmi, mitzvah ve aliya'yı gerçekleştirme aygıtı olarak gören ve "kurtuluş" saatinin edilgen bir şekilde beklenmemesi gerektiğini düşünen 6 haham da kongreye katılmışlardı.


d-Dinsel ve Politik Akımlar - Delegelerin önemli bir kısmı, ulusal Yahudi hareketine yeni katılan kişiler değillerdi. Max Nordau gibi; diplomasi yoluyla, ulusal hukuk tarafından tanınacak ve Yahudi halkına ait olacak bir toprağın elde edilmesini hedefleyen katıksız politik Siyonizm savunucuları, azınlık konumundaydılar. Herz, daha önceden varolan düşüncelere canlılık veren ve gerçekliğin gücünü kazandıran, farklı hareketleri biraraya getirip Siyonist düşünceyi billurlaştıran kişi olmuştur.

Kongrede Ortodoksluğa bağlılığı koruyan ve dinsel nedenlerle, Yahudi halkını İsrail Ülkesi'nde birleştirmeye çalışan güçlü bir dinsel akım da hissediliyordu.


İsrail toprağı, halkı ve Töre'sinin birbirlerine bölünmez şekilde bağlı olduğu, önce Reines ile Misra'li daha sonra Rav Kook tarafından ifade edilecekti.


Çoğunlukta olan "laik"lerin arasında da ayrılıklar beliriyordu: A 'had Ha Am taraftarları, öncelikle eğitsel çalışmalar yaparak Yahudi kültürünü güçlendirmenin, İbranice'nin kabulünün, diaspora'da asimilasyoncu güçlerle savaşmanın gerekliliğine inanıyorlardı.


Diğer bazıları Yahudilerin yaşam koşullarıyla, özellikle de antisemitizmin yükselişiyle ilgilenmekte, Yahudi savunma örgütünün kurulmasını istemekteydiler.


Yahudi halkının sefaleti ve az sayıda üretici, gerektiğinden fazla aracı (ara tabaka) içeren Ber Barochov'un deyişiyle "anormal" bir toplumsal piramidin ve kendilerini gerçekleştirme olanaklarından yoksun kişilerin (lufmenschen) varlığı, özellikle Doğu Avrupalı pek çok delegeyi öncelikle toplumsal sorunlara vurgu yapmaya itmişti.

e-Yahudi Olmayan Katılımcılar - Kongre Herzl'in isteği üzerine Siyonizmle ilgilenen kimi Hıristiyan kişilikler de kabul edecektir. Herzl Siyonizmi, yalnızca Yahudi halkı değil, istikrarsızlığın tehdit ettiği tüm Avrupa devletleri için sorun oluşturan antisemitizmin çözümü olduğuna inanmaktaydı. Hatta, Siyonizmi onların da isteğini -yani Yahudilerin ayrılmasını- gerçekleştireceğini göstermek amacıyla antisemitlerle bile ilişkiye girmeye hazırdı. Örneğin Çar'ın bakanı ve pogromlardan sorumlu kişi olan Plehve ile görüşmeyi kabul edecekti.


Yahudi olmayan bu kişilerin arasında öncelikle Kızıl Haç'ın kuruçusu Henri Dunant (1828- 1910)'ı saymalıyız. Dunant, kimi tehlikeli spekülasyonlara ve Cezayir üzerine yatırımlara girişmişse de, 1860'lı yıllardan itibaren bir Arap İmparatorluğu ve Yahudi Devleti kurmak üzere III. Napoleon ve Abd el-Kader ile görüşmüştü. Dunant daha sonra acılar yaşayarak varını yoğunu yitirmiş, unutulmuştu. Ama 19. yüzyılın sonlarına doğru saygınlığı iade edilip çalışmaları incelenmeye başlanacaktı. 1901 Nobel ödülünü alan, barışın ve insani ilkelerin bu büyük savunucusu desteğini Herzl'e verecekti.


Bade grandükünün din adamı olan Hechler, kutsal topraklara can vermeyi vaad eden Herzl'in tasarısından etkilenmişti. Il. Wilhelm'le yakınlaşan Hechler, politik bir rol alabileceğini düşlüyor, Herzl de onu, Osmanlı imparatorunun müttefiki olan ve sultanı, Filistin'e yerleşme hakkını ve özerkliklerini garanti eden bir belgeyi (charte) Yahudilere vermeye ikna edebilecek, Kayzer üzerinde kullanabileceğini umuyordu.


Herzl Siyonist diplomasiyi ilerletmek için, Sultan'a oldukça yakın olan maceracı bir diplomatın, Neulinskinin desteğine de sahipti. Onun aracılığıyla II. Abdülhamid'le 1896 Haziranı'nda görüşmüş, 'Mecidi Emri'ni sağlamış, ama Filistin'le ilgili hiçbir kesin teminat elde edememişti. Sultan ona; "Eğer imparatorluğum parçalanırsa belki de karşılığında hiçbir şey vermeden Filistin'i elde edebilirsiniz. Ama sadece cesedimi parçalayabilirler. Canlı canlı bölünmeyi kabul etmiyorum!" demişti.


3-Kongre'nin Gelişimi (29-31 Ağustos 1897)



A-Kadro .- Herzl, Yahudi halkının bu ilk toplantısına seçkin bir görünüm kazandırmaya çalışıyordu, bu nedenle tartışmaların gelişimine ve törenlere kişisel olarak çok özen gösterecekti: Delegeler resmi elbise (frak) giymek zorundaydılar. Bu, imgelemleri etkilemeye yönelik, bir onur göstergesiydi: Yahudi halkı, paçavralar içinde bir zavallılar. sürüsü değildi: kaderinden ve geleceğinden emin bir halktı.


Herzl, parlamenter gelenekleri, Neue Freie Presse muhabiri olarak Palais-Bourbon tartışmalarını izlemiş olması nedeniyle çok iyi bilmekteydi. Basel kongresinin, minyatür bir parlamento gibi gözükmesine çok dikkat ediyordu. Doğu Avrupa'lı bir delegeler, önce, bu, (olayın önemini ve ciddiyetini vurgulayan ama bir ölçüde de· yapmacık) protokolden rahatsız olmuşlardı. Ama kısa sürede coşku, delegeleri daha içten ve rahat davranmaya itecek, Yahudi halkının biraraya gelme olayı büyük bir heyecan yaratacaktı.


B-Açılış - En yaşlı üye olması nedeniyle Jassy' den Dr. Karl Lippe tüm mutlu günlerde okunan Che ·Kheyanu duasını okuyarak Kongre'yi açmıştı. Böylelikle, Siyonizmin Siyonizme Bağış Hareketi ile bağını da çok açık bir şekilde belirtmişti.


Lippe konuşmasında, Yahudilerin ulus bilincini reddeden asimilasyoncuları suçlamış; Siyonizmin çekinilecek bir şey olmadığını, Filistin'de kurulan 32 koloninin Yahudilerin durumunu kötüye götürmediğini ifade etmişti.


Ona göre Kongreye, haklarını arayan, baskı altındaki Yahudi azınlıkların sesini duyurmalıydı: "Baskılardan kurtulmak ve eski yurdumuza geri dönmek için haykırıyoruz 'Bir şef seçelim ve Kudüs'e dönelim' Eğer diğer uluslar arasındaki görevimiz henüz bitmediyse, bırakın orada tamamlayalım. Çünkü Töre ve Kudüs Tanrısının sesi! yalnızca Siyon'dan gelir."


C-Herzl'in Rolü - Daha sonra Kongrenin düzenleyicisi olarak Herzl delegelere seslenecekti: "Yahudi halkını bir gün barındıracak ocağın ilk taşını yerleştirmek istiyoruz" diyerek amacının altını çizecekti. Ona göre, öncelikle raporlar aracılığıyla çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin durumlarını tespit etmek gerekmekteydi; bu konuda "Yahudileri birleşmeye iten, antisemitizmdir" saptamasını yapıyordu.  

Diaspora'daki Yahudilerin durumu üzerine raporlar, (özellikle Max Nordau'nun çalışması) İsrail ükesi'nde durum ve kolonizasyon girişimleri hakkında açıklamalar ve son olarak da diaspora'da izlenecek eğitim ve kültür politikaları üzerine tartışmalar olmak üzere 3 koldan ilerleyen çalışmalara Herzl başkanlık ediyordu.


D-Nordau ve Yahudilerin Durumu - Nordau raporu, tüm dünyada varolan ve acil çözüm gerektiren "Judennot"un altını çizmeyi amaçlıyordu. Nordau "Judennot"u "Yahudilerin insan olmalarından değil, Yahudi olmalarından ötürü çektikleri ve Yahudi olmasalar çekmeyecekleri acılar" diye tanımlamaktaydı.


"Özgürleşme"yle birlikte Yahudiler, diğer halkların kimliklerini edinemeden kendi kimliklerini yitirmişlerdi. Antisemitizme karşı ne yurtları ne ·de sığınakları vardı. "Özgürleşmiş" Yahudiler, gerçeklik, güvenlik ve umuttan yoksun yeni Marrane'lardır. Tek umutları da devrimde yatmaktadır. Yahudilerin sefaletine kimse, -ne Hıristiyan halkları ne de biz- ilgisiz kalabilir. En büyük düşmanlarının bile yeteneklerini takdir ettiği bir halkın fiziksel· ve entellektüel sefalet içinde ölüme yaklaşmasına göz yummak büyük bir hata olacaktı .."


Bu sentez raporundan sonra çok sayıda konuşmacı, kendi ülkelerindeki durumu özetler: Usiskin Rusya'dan, Jacques Bahar Kuzey Afrika'dan bahsedecek Max Mendelstam Ştett'in sefaleti üzerinde duracaktı.


 

m. Basel'deki Kazanımlar


1).Basel Programı - "Siyonizm, Yahudi halkı için Filistin'de, açık güvenceleri bulunan ve kamusal hukuk tarafından tanınan bir yurt yaratmayı hedefler. Kongre bu amaçla aşağıdaki olanakları denemeyi düşünmektedir.


1-Filistin'in çiftçiler, zanaatkarlar ve işçiler tarafından kolonizasyonunun ilke olarak teşvik edilmesi.


2-Bulundukları ülkelerin kanunlarına uymak suretiyle tüm Yahudilerin yerel ya da genel derneklerde birleştirilmesi ve örgütlenmesi.


3-Yahudi kimliği ve bilincinin güçlendirilmesi


4-Hükümetler nezdinde Siyonizmin amaçlarının gerçekleşmesini sağlayacak anlaşmaların elde edilmesi için çalışılması.


Siyonizmin bu kurucu metni, farklı eğilimleri temsil eden küçük bir komite tarafından hazırlanmış, delegelere sunulmuş ve tartışıldıktan sonra oy birliğiyle kabul edilmişti. Ama çok geçmeden, Siyonizmin hedeflerinin tanımı konusunda ayrılıklar çıkacaktı. Orijinal metin "hukuksal olarak tanınan bir yurt"tan bahsederken Bodenheimer ve Motzkin "uluslararası hukuk tarafından garantiye alınmış bir yurt" tanımını öneriyorlar, sonuçta ikisi arasında bir deyişte; "açık güvenceleri bulunan ve kamusal hukuk tarafından tanınan bir yurt" kavramında oybirliğiyle karar kılınıyordu. Formül yeterince açık, ama Osmanlı İmparatorluğuna saldırmayan bir üslupla kaleme alınmıştı. Yurdun yeri açıkça belirlenmişti. Sözkonusu olan · Filistin' di. Siyon'a yüzyıllık bağlılık ve Siyonizme Bağış Hareketi'nin gücü, Herzl'in kurulacak yurdun yeri konusundaki kararsızlıklarını gidermişti.

 

Herzl'in umduğunun aksine program Filistin'e göçü durdurmuyor, aksine-ayrıcalık belgesi elde edilmediği halde- teşvik ediyordu. Böylelikle yeni bir ekonomik yapının oluşturulmasına gidiliyordu.


Program, tüm Yahudileri merkezi Siyonist örgütte toplamayı ve tüm ülkelerde yerel şubelerin kurulmasını önermekteydi.


Ayrıca eğitime çok önem veriliyor, böylelikle A'had Ha Am taraftarlarının istedikleri oluyordu: Yahudi ulusal bilinci, her türlü kültürel etkinlik - özellikle İbranice eğitimiyle- sağlamlaştırılacaktı.


Sonuncu, ve Herzl'in bizzat yürüteceği karar, Siyonist örgütün, Osmanlı imparatorluğundan Filistin'e yerleşme iznini ve büyük güçlerin desteklerini almak için atak bir diploması izlenmesi kararıydı.


Bu sentez programı, en geniş mutabakata varmak amactnı gütmekteydi ve İsrail devletinin kuruluşuna dek hareketin temel belgesi olarak kalacaktı.


2).Siyonist Örgütün Kuruluşu - İsrail'de ve diaspora'da bulunan, Yahudi devleti fikrini destekleyen tüm kurumları birleştiren dünya çapındaki Siyonist örgüt, Basel'de doğmuştur. Örgüt, başlangıçta, Yahudi halkının tümünü biraraya getirmek ve Basel programını uygulamak amacıyla oluşturulmuştu.


Örgüte, 18 yaşını bitirmiş her Yahudi, Basel programını benimseyip onu gerçekleştirmeye çalışması şartıyla üye olabilmekteydi. Örgüte girebilmek için Şekel adı verilen bir miktar para bağışlama da gerekiyordu. Eski bir ağırlık, daha sonra 2. Tapınak döneminde de para birimi olan Şekel'in seçilmesi, -yüzyıllar süren sürgünden sonra bile- İsrail Krallığıyla gelecekteki Yahudi Devleti arasındaki sürekliliği vurgulamaktadır. Pratikteyse her ülkenin Para birimi (frank, mark, liret, ruble vb ..) kullanılmaktaydı.


Üyeler ulusal federasyonlarda toplanıyorlardı ve örgüt tüm ülkelerdeki federasyonların yapısına dikkat etmek durumundaydı. Yerel düzeyde şubeler, propagandayla ve kitleleri harekete geçirmekle yükümlüydüler. Yüz üyeli her grup kongreye bir delege göndermekte, her delege en çok on olmak üzere çeşitli grupları temsil edebilmekteydi.


Çok geçmeden ideolojik akımlar billurlaşacak ve uluslararası düzeyde eğilimler (örneğin dinsel Mizra'hi ya da Siyonist sosyalist akımlar) belirecekti. Delegeler gitgide nisbi olarak "politik" listeler üzerinden, Siyonist örgütün tüm üyeleri tarafından seçileceklerdi.


Kongre Siyonist hareketin en üst organıydı. Her yıl toplanmakta ve gerçek bir parlamento gibi çalışmaktaydı. Bu ritm, hareketin coşkusunun ayakta kalmasını sağlıyordu. Herzl'in yaşamı boyunca Kongrelerin Londra'da düzenlenen dördüncüsü dışında tümü Basel'de yapıldı. Kongrenin yürütmeyi üstlenip Siyonist politika güden eylem komitesi her yıl faaliyet raporu hazırlıyor, örgütü tüm başvuru ve görüşmelerde temsil ediyordu. Örgütün Viyana'daki merkezine Herzl başkanlık etmekteydi. Yani sonuçta, parlamenter-demokratik bir yapı sözkonusuydu.


Örgüt kendini uzmanlaşmış organlarla donatmaya gidecek, Die Welt Siyonist yürütmenin resmi yayını haline gelecekti. Yavaş yavaş başka İbranice yayın organları da yerel şubeler tarafından çıkarılacak, Siyonizme Bağış Hareketi'nin eski gazeteleri de siyonist yönelim kazanacaklardı.


Herzl; Bab-ı Ali'yle (Osmanlı hükümeti) görüşüp, Filistin'in kendilerine verilmesini sağlamak için gerekli fonları toplamayı istemekteydi. Büyük insancılların ve Yahudi bankerlerin desteğini alamadığından, gerekli parayı halktan toplamayı düşündü, hareketin mali organı Kerem Hayesod'un görevi bu olacaktı. Herzl, toprak alımlarını ve koloni kuracaklara verilecek borçları finanse etmek üzere bir bankanın kurulmasında da çalışmış, hisselere bölünmüş bir şirket olan Jewish Colonial Trust bu amaçla 1899'da kurulmuştu.


Filistin'de, örgütün ortak mülkiyetinde olacak ve kolonicilere bırakılacak toprakları satın almakla görevli Yahudi ulusal fonu (Keren Kayemeth Le Israel), ancak 5. Kongre sırasında, 1901'de kurulabilecektir.


I. Kongreden itibaren, diasporada ve İsrail Ülkesi'nde kurulacak eğitim kurumlarının, özellikle de açılışı manda dönemini bulan İbrani Üniversitesi'nin yapıları tasarlanmaya başlanıyordu.


Yani Basel kongresinden itibaren Filistin'de, örgütlü ve iradeli kolonizasyona bağlı devlet yapısını geliştirecek ögelerin tohumları atılıyordu.


Bu nedenle Herzl imgelere seslenen sembollerin seçimine büyük önem vermekteydi, Hatta Siyonist hareketin bayrağı Wolffson tarafından kongreden önce tasarlanmıştı. Herzl'in altını çizdiği üzere "insanlar bir bayrak için ölebilirler"di. Bayrağın renkleri (beyaz ve mavi şeritler) talit'i andırmaktaydı: bu, bayrağın halkın üzerini, her Yahudinin ölene dek yanında olan dua şah gibi örtmesi gerektiğinde  göndermede bulunuyordu. Herzl bayrakta, ileride yeni Yahudi devletinin maksimum kanuni iş saatini temsil etmek üzere yedi yıldız bulunmasını istiyordu (o tarihlerde kanuni iş saatinin 10 olduğunu ve sendikaların 8 saati kabul ettirmek için mücadele ettiklerini hatırlatalım). Bu, hareketin ilerici ve toplumcu yönüne işaret etmektedir. Sonuçta, içinde, kimi zaman Yahudileri aşağılamak amacıyla kullanılan ama artık bir onur ve kimlik işareti olacak, en üstün Yahudi sembolü, Davud yıldızı bulunan bayrak ortaya çıkıyordu.


Çok geçmeden, insanları coşturmak üzere ulusal tarihteki önemli olaylara, özellikle de Makabelerin kahramanlıklarına göndermede bulunan marşlar yazılmaya başlandı. Naftal Herzl lmber'in Hatikvah'ı (Umut) Siyonist marş olarak seçildi.


"Yahudinin ruhu çoktanberidir 

Kalbinin derinliklerinde titriyorsa

Ve gözünü, doğunun uzak diyarlarında, 

Siyon'a çeviriyorsa

Umudumuz henüz yitmemiştir Toprağımızda; 

Siyon Toprağı ve Kudüs'te 

Özgür bir halk olmanın iki bin yıllık umudu ..."


Dil sorununun da sembolik bir değeri vardı. Herzl, Avrupa kültürünü almış Yahudilerin gerçek Lingua franca'sı olan ve Yidişçe'ye alışmış Yahudi kitlelere ulaşmayı kolaylaştıran Almanca'ya bağlıydı. Bundan dolayı gelecekteki Yahudi devletinde, dünyaya açılımın simgesi olarak uluslararası, modern bir dilin kullanılması fikrini destekleyecekti.

Ama Siyonizm salt, Yidişçeyi bırakma arzusunu da içeren, getto'dan kopuş hareketi değildi. Aynı zamanda asimilasyonla bağları koparma, Yahudi geleneklerine ve kimliğine geri dönüş girişimiydi. Öte yandan ibranice İsrail'in zaferini yaratan büyük eserlerin kaleme alındığı dil değil miydi? Çok sayıda Siyonist için, entellektüel ve bilimsel tüm etkinliklerde olduğu gibi günlük yaşamda da kullanılabilecek modernleştirilmiş bir İbraniceye dönüş zorunluydu. İbranice İsrail Ülkesi'nde eğitim dili olmalıydı. Dil tartışmaları, Yahudi ulusal yurdu kuruluncaya dek sürdü; Almanca artık mümkün değildi, İngilizce mandacı gücün diliydi, böylelikle İbraniceyi­ şuu'un dili oldu. Siyonizme Bağış Hareketi'nin katkısıyla İbranice'ye dönüş kendini, ulusal uyanışın en önemli ögesi olarak dayatmıştı.



SİYONİZMİN KÖKENLERİ

ALAIN BOYER


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak